Şampiy10
Magazin
Gündem

Altıncı yılında Kürt açılımı 4

Dengir Mir Mehmet Fırat: Ret ve inkar bitti ama
asimilasyon sürüyor

Her ne kadar toplantıda yer almasa da 6 yıl önceki hükümet-aydınlar grubu buluşmasının önde gelen mimarlarından biri, dönemin AKP yöneticisi ve Mersin Milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’tı. Son seçimlerde aday olmayan Fırat’la hem o buluşma, hem de çok yakından takip ettiği Kürt sorunundaki gelişmeler üzerine konuştuk:

Bugünden 2005’e baktığınızda, bu süreçte konunun muhataplarının ne gibi hatalar yaptığını düşünüyorsunuz?
Birincisi Kürtlere bakmamız lazım. Kürtlerde hata nedir? Bana göre Kürtlerde çok fazla hata yok çünkü biz Kürtlerle terörü özdeşleştiriyoruz, yani “Kürt eşittir terör, terör eşittir Kürt.” Bu bakış açısından kurtulmamız lazım. O halkı bu ülkenin eşit vatandaşı olarak algılamamız lazım. Bunu algıladığımız andan itibaren, onun taleplerinin aslında çok demokratik, çok temel bir talep olduğunu, çok normal olduğunu ve esas olarak vatandaşlar arasındaki eşitlik anlayışını talep ettiklerini görüyoruz. Temel hak ve özgürlükleri ayrım olmadan talep ediyorlar. Fakat zaman içerisinde, Kürt vatandaşın sorunuyla PKK sorununu özdeşleştirdik ve bunu eşit olarak görmeye başladık. Dolayısıyla her zaman şu öneriyi getirdik: Silahlar sussun sonra hak ve özgürlükleri konuşalım. Halbuki hak ve özgürlükler hiçbir zaman herhangi bir ön şarta bağlanamaz. PKK’yı Kürtlerle eşitlerseniz büyük bir hata yapmış olursunz. AK Parti her üç Kürtten ikisinin oyunu alıyor. Bu ayrımı yapmış olsaydı, bu oran 4’te 3’e çıkardı ama ne yazık biz bunu yapamadık ve aynı hatayı yapmakta, çok temel konularda ayak sürümekte devam ediyoruz. Başbakan özellikle Güneydoğu ve Kürt bölgesindeki gezilerinde elinde bir kitabı gösteriyordu, gezdiriyordu. Bunu devletin bastırdığını söylüyordu ama şuç işliyordu çünkü halen mevcut olan yasaya göre x, w, q gibi harfler suç. Nitekim bundan dolayı bir yazar mahkum oldu. Bir dilin yasallaşması ayrı, bir dile hoşgörüyle bakmak ayrı. Mesela bir çocuğa Kürtçe isim koymak yasak değilmiş gibi gözüküyor ama aslında yasada bu mevcut. Yasak hâlâ duruyor. Buna başka bir örnek de yer isimleridir. Halen o yasak devam ediyor. Kürt isimleri konulmuyor. Bunlar 21. yüzyılda mizah konusu gibi olabilecek konular bırakın temel hak ve özgürlükleri.
Ana dilde eğitim meselesine gelince, bu da temel bir sorun. Başbakan “ret, asimilasyon ve inkarı kaldırdık” dedi ama bence ret ve inkar bir yere kadar kaldırıldı ama asimilasyon hâlâ devam ediyor. Bir toplumun dili yasaklanıyorsa, ana dilinizi geliştirme imkanı sahip değilseniz, bu buz gibi bir asimilasyondur. Asimilasyon ancak dil üzerindeki yasakların kaldırılmasıyla ortadan kalkar.

Şu mantığı kabul etmemiz lazım: “Suriye iç meselemizdir, orada Türk ve Kürt kardeşlerimiz var” dediğiniz anda siz şunu kabul ederseniz: Biz aynı zamanda, çok gelişen Ortadoğu coğrafyası içerisinde, diğer üç devletteki, yani Suriye, Irak ve İran’daki toplam Kürt nüfusundan fazla Kürt nüfusu Türkiye’de yaşıyor. Bunlar belli bir yere lokalize olmuş değiller. Kürtler Edirne’den Hakkari’ye kadar yaşıyorlar. Suriye’de, İran’da ve Irak’ta bunu göremezsiniz. Oralarda kesin sınırlarla ayrılmıştırlar. Türkiye Cumhuriyeti devleti Kürtler’in de devletidir. Demokratik bir cumhuriyette de bunun aksini düşünebilmek mümkün değildir. İnanç ve etnisite farkı gözetmeksizin, her vatandaşın eşit olduğu noktasından hareket etmek durumundasınız. Yapılması gereken şey hızla, “Şu muhatabımızdır bu değildir” demeden demokratik adımlar atılmalıdır. Çünkü muhatap doğrudan doğruya hükümetin kendisidir. O bölgede kendisini Kürt ilan eden bir partiden daha fazla oy alabiliyorsa, AK Parti aynı zamanda Kürt vatandaşların da partisidir. Dolayısıyla muhatap AK Parti’dir. Bu nedenle AK Parti hiç gecikmeden, hiçbir neden ortaya sürmeden temel demokratik hakları, belli bir program içinde, güncellenerek, bir takvim belirtilerek, neler yapılacağını açıklanarak, hayata geçirmelidir.
Soruna eşit vatandaşlık bağlamında yaklaşmalıyız. Yasalarımızdaki bütün ayrımcılıkları ortadan kaldırıp, bunu münakaşa konusu olmaktan çıkarmalıyız. Bunu hiçbir şarta bağlamadan yapmak lazım. “Şu kadar insanımız şehit oldu, saldırı oldu” demeden bu yola devam etmeliyiz. Terörün de gayesi bu zaten.

* Konuştuğumuz birçok kişi bu süreçteki hayal kırıklıkları olarak Habur’daki karşılama ve KCK davasını örnek gösterdi. Siz ne dersiniz?
Habur güzel bir başlangıçtı ama yönetemedik. Bana göre Habur’dan girip Diyarbakır’a kadar yürümenin anlamı yoktu ama bunu kötü olarak da algılamamak lazım. Yine de buna karşı tedbir alınabilirdi. Devletin imkanları vardı. İnsanları Habur’da alırdınız, helikopterle Diyarbakır’a götürür, sorguladıktan, serbest bırakırdınız. Bunları öngörmek ve tedbir almak devletin temel görevlerinden birisidir ki operasyonu yöneten kendisidir. Bana göre hata yapılmıştır. Bu hata bir daha tekrar etmez umarım ama hiçbir şeyin çözümü ötelememesi lazım, geri gidilmemeli. Hükümetin kendine bir hedef çizmesi ve bu hedefe (barış ve demokrasinin gelişmesi) doğru emin adımlarla yürünmesi lazım. Elbette içeride dışarıda provakosyon olacaktır. Provokasyonları hesap ederek, öngürülebilir bir yol çizilmeli, hedef belirtilmeli ve bu hedefe ne kadar zamanda, hangi takvimde ulaşılacağı da belirtilmeli.
2005 şartları içinde Türkiye’nin siyasi yapısı ve alışkanlıkları buna maniydi. Türkiye’nin 2005’te nelerle muhatap olduğunu ben içinde yaşayan biri olarak biliyorum. Kendilerini devlet olarak nitelendiren kişiler tarafından hangi darbe planlarının, hangi provokasyanların, yapıldığını biliyoruz. Türkiye kendisiyle hesaplaşıyor şu anda ki bunlar olayların, gerçeklerin yüzde 10’u bile değildir. Bu günlere zor şartlarda gelindi. Türkiye bağırsaklarını temizliyor. 2005 Türkiyesi’nden 2011 Türkiyesi’ne kolay gelinmedi. Bunu bilmek lazım. Bunu vatandaş olarak görmek mümkün değildi. Vatandaşa çok yansımadı ama zaman içerisinde ortaya çıkıyor.
KCK davasına gelince, bana göre hatadır. Özellikle seçilmiş insanların elleri kelepçelenerek, basına sunulmasının arkasındaki provokasyon iyi araştırılmadı. Bunu kimler, niye yaptı? İyi araştırılmalı, gözden kaçırdık. Orada büyük provokasyon vardı.

Taraflar hakikaten barış istiyorsa, bu ülkede huzur isteniyorsa devlet kadar bunun karşıtında olan, Kürtler’in hakkını savunduğunu iddia eden kesimin de dikkatli davranması gerekir. Yasaları beğenmeyebilirsiniz. Yasalar hukuka uygun olmayabilir ki bu Türkiye’de çok yaygın. Hukuk devleti olmak ayrı bir şey kanun devleti olmak apayrı bir şey. Kanunlara aykırı davranarak bir yere gelmek mümkün değil ama hukuka aykırı bütün düzenlemelere karşı da biz yasal haklarımızı korumak zorundayız. Sivil itaatsizlikle ya da başka bir şekilde olabilir ama mutlaka o mücadeleyi verilmeliyiz. Lakin bu süreç içinde yasaya uymak zorundayız. Tüm siyasi partiler hukuka aykırı yasal durumu değiştirmek için şiddetle değil, demokratik siyaset yoluyla mücadele verecektir.

* Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?
Fırat: Tabii ki 2011’de çok daha yakınız. 2005’teki durumu benim izah etmeme lüzum yok. Şu anda açılmış davaların dosyalarına,iddianamelerine bakarak bile 2005’te neler olduğunu görebiliriz. Allah kimsenin başına vermesin.

GENCAY GÜRSOY: İlk günkü iyimser yorumlarda
ileri gitmişiz


6 yıl önceki buluşmada aydınlar grubunun sözcülüğünü yapan Prof. Gençay Gürsoy bu huluşmayı ve ardından günümüze kadar yaşanan gelişmeleri şöyle değerlendirdi:

“O görüşmede umutlanmamıza yol açan etkenlerin başında hükümeti temsil eden heyetin kapsamıydı. Kürt sorunu konusuyla ilgili bütün bakanlar, danışmanlar ve yüksek bürokratlar oradaydı. Bu açıkcası daha ilk adımda görüşmeye beklediğimizin çok üstünde bir ciddiyet önem atfedildiğini düşündürmüştü. Gerçi sözcü olarak taleplerimizi dile getirirken, Başbakan’ın göz teması kurmaktan dikkatle kaçınması bende ‘içtenlik’ konusunda ilk kuşkuları doğurmaya yetmişti ama doğrusu daha fazlasını bekleyecek lüksümüz de yoktu.

Aradan geçen 6 yıl sonunda bugün sezgilerin çoğu zaman doğruyu gösterdiğini düşünüyorum. Toplantı sonunda Başbakanlık önünde basın açıklaması yaparken, o bildiğimiz ‘beyaz sayfa’, devlet olarak ‘geçmişle yüzleşme’ vb. ifadelerden edindiğimiz iyimser yorumları cömertce dile getirdiğimizi anımsıyorum ve bunca yaşadıklarımızdan sonra geriye dönüp baktığımda bunda biraz ileri gittiğimizi daha iyi görüyorum. Bence o gün de Başbakan’ın tahayyül dünyasında şu ana kadar yapılanlarla bu sorunun çözüleceği inancı hakimdi. Zaman zaman dile getirilen ‘TRT Şeş, sürüyle Kürtçe kaset, daha ne istiyorlar?’ mealindeki söylem bu bakış açısının kısa özetidir.

Kürt sorununun çözümü, benzer uluslararası örneklerde olduğu gibi, herşeyden önce gerçeği açık yüreklilikle, dürüstçe ve cesaretle görmeyi gerektiriyor. Ben daha Başbakan’ın bunu gördüğünden bile emin değilim. Sonra da, kuşkusuz karşısındaki muhatapla bu sorunu çözmek üzere eşit koşullarda müzakere etmeyi, tökezlemeleri, baltalama girişimlerini sabırla atlatabilecek bir siyasi irade gerekiyor. Bunların varlığından söz edebilirmiyiz?
Geriye kalan tek umut bu ülkenin bu sorunu daha fazla kan dökmeden çözmek zorunda olduğu gerçeğidir. Bunun gereğini yapmak kime nasip olur bilemem ama gerçek önünde sonunda kendini kabul ettirir.”

ORAL ÇALIŞLAR: Başarılamayan tek şey silahsızlandırma

6 yıl önceki buluşmada yer alan isimlerden Radikal Gazetesi yazarı Oral Çalışlar sorularımızı şöyle yanıtladı:

* 10 Ağustos 2005’teki Aydınlar Heyeti Başbakan buluşmasında hissettiğiniz duygular, aradan geçen 6 yılda ne gibi değişikliklere uğradı?
İlk kez bir hükümet, Kürt sorunu için, okumuş insanlarla görüştü, onları dinledi ve onlardan fikir aldı. Bu çok iyi bir gelişmeydi. Daha sonra, Başbakan’ın Diyarbakır konuşması da çok uzlaşmacı bir içeriğe sahipti. Devletin geçmişte hatalı uygulamaları olduğunu kabul ederek, özeleştiri yaptı. Bu çok önemli bir adımdı. Alınan mesafe önemli ve olumludur. Kürt sorununun uzun ve köklü bir geçmişi var. Kısa zamanda halledilmesi mümkün değil zaten.
Sürecin sonunda başarılamayan tek şeyse, silahsızlandırma konusudur. Biz de o dönemde, bildirimizde, silah bırakılması yönünde çağrı yapmıştık ama ne yazık ki bu konu silahtan arındırılamadı. Bu açıdan bir mesafe alınamadı. 6 yıl içerisinde birçok alanda mesafe alındı ama sorun hâlâ “silahlı” olma özelliğini koruyor.

Evet birçok olumlu adım atıldı: Kürtçe TV kanalı, Kürt dili üzerine üniversite bölümü...

Bunların yanında, çok daha rahat bir tartışma ortamı kazanıldı. Eskiden, gazetecilerin yazarların sıklıkla, Kürt meselesinde yaptıkları yorumlar nedeniyle haklarında dava açılırdı. Artık böyle davalarla karşılaşmıyoruz. Kamuoyunda da ciddi toplumsal olgunlaşmadan bahsetmek mümkün konunun tartışılması açısından. Artık “Öcalan da bu sürecin bir parçasıdır, sürecin içerisinde yer almalıdır” fikri kabul edilmiştir.

* Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?
Bugün çok daha yakınız. Hem Türkiye, hem Kürtler bu işi silahla bastırmanın mümkün olmadığını anladılar. Kamuoyu gelişti. Silahla bir çözüm alınabilecek bir alan olmadığı anlaşıldı. Mesela Mehmet Ali Birand’ın kendisiyle yaptığı röportajda Yaşar Büyükanıt’ın söylediği, “bütün TSK’yı Kandil’e göndersek PKK temizlenemez” açıklaması, bu anlamda çok önemlidir. Bunu aynı şekilde Kürtler de biliyor. Silahla, meselelerini halledemeyeceklerinin farkındalar. O açıdan, 6 yıl öncesine göre, daha barışçıl bir akış açısı izlendiğini söyleyebilirim.

* Bu geçen sürede sizde en çok hayal kırıklığı yaratan ve sizi en çok umutlandıran olaylar nedir?
Beni en umutlandıran olay, Habur girişi olmuştu. Çünkü Habur öncesi bir yol haritası çizilmiş, kararlar alınmıştı. Ama Türk toplumu böyle bir adıma hazır değildi. Beni en umutsuzluğa sevkeden gelişmeyse KCK Davası’dır. Türk devletine, geçmişten beri egemen olan “iyi Kürt/ kötü Kürt” bakış açısının, bu süreçte de ortaya çıktığını görüyoruz. Bu bakış açısı, bu dava, Kürt meselesini açmaza götüren bir konudur. Konuyu kilitleyen bir gelişmedir.

Yazının devamı...

Onuncu yılında AKP’nin sırrı

Nedendir bilmem, çadırlarda düzenlenen iftarlara sıcak bakmadım. Belki de merak edip hiç gitmediğimdendir. Fakat bu Ramazan’da, sıcakların da etkisiyle çadırların yerini sokaklar alınca epey ilgimi çekti ve AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu’nun davetine uyarak Zeytinburnu Yeşiltepe’deki iftara katıldım. İftar vesilesiyle bölgenin AKP’lilerinden yakın zamanda Zeytinburnu’nda yaşanan olayları nasıl değerlendirdiklerini de dinledim. Onların bu tür düzenlemelerle, “kardeşliği pekiştirme” gibi bir anlam yüklediklerini de öğrendim. Gerçekten Kürt’ü, Tatar’ı, yaşlısı, genci, çocuğu, kadını ve erkeğiyle çarpıcı bir kardeşlik görüntüsü veriyordu iftar. Bini aşkın kişi, hiçbir sorun çıkmadan yaklaşık yarım saat içinde iftarlarını yapıp evlerine dağıldılar.

Bu son derece başarılı organizasyon, bugün 10. yılını kutlayan AKP’nin, en azından seçimlerle tescillenen başarısının sırlarını ortaya çıkarmada bir ölçüde yararlı olabilir. Öncelikle AKP’nin iktidara gelişinin ikinci yılında yaptığım bir mülakatta Prof. Nilüfer Göle’nin yapmış olduğu şu tespiti aklımızda tutalım: “AKP dönüştürürken dönüşüyor.” Yani iki farklı ve birlikte yaşanan dönüşüm söz konusu. AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’nin ne derece değişip dönüştüğü ortada. Hasımları kabul etmese ve hep bir “takiye” kokusu alsalar da AKP’nin ve onun yönetici kadrolarının da büyük ölçüde değişip dönüştüğü ortadadır.

Amatör ve profesyonel

Tekrar iftara dönecek olursak, bu iftar da tıpkı AKP’nin birçok diğer organizasyonu gibi amatörlükle profesyonelliği çok ustalıklı bir şekilde harmanlamıştı. “Amatörlük” derken beceriksizlik vs. değil bir ruhu, kendini bir davaya adamayı kastediyorum. Profesyonelliktense modern anlamda siyasetçiliği. Zıt gibi görünen bu iki ruhu biraraya getirmenin patentinin AKP’de olmadığı, en azından 1980 ortalarından itibaren Refah Partisi’nde görünürleştiği kesin.

Fakat bu noktada önemli bir değişim, hatta dönüşüm söz konusu: RP döneminde partililer dava uğruna hep fedakârlık yapar, hep verir ve mükafatı sadece başarılı seçim sonuçlarıyla alırlardı. Bu nedenle RP dönemi organizasyonlarının profesyonelliği gölgede kalır olayın dava boyutu hep öne çıkardı.

AKP ile birlikteyse amatör boyutun pek gözükmediği, en azından geride kaldığı söylenebilir, çünkü AKP mutlak bir şekilde iktidarda. Artık kendi imkanlarını biriktirip yoksullara yardım dağıtarak siyaset yapan parti militanlarının yerini devletin imkanlarının dağıtımını kontrol eden bürokrat ve siyasetçiler ve iş çevrelerini yardım faaliyetlerine yönelten belediye başkanları veya yerel siyasetçiler almış durumda.

Otoriter kibir-demokratik halkçılık

Zeytinburnu’ndaki iftarda beni en çok şaşırtan hususlardan biri Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın ve AKP İl Başkanı Babuşcu’nun son derece kısa konuşmalar yapmaları oldu. Kimsenin günahını almak istemem ama RP döneminde olsaydık, o kadar vatandaşı birarada bulmanın heyecanıyla mikrofonu kapan bırakmayabilir ve en az bir-iki saat orada kalabilirdik. Burada da muhalefet-iktidar olma farkı karşımıza çıkıyor. Özellikle 2007 genel seçimlerinin ardından askeri vesayeti adım adım sonlandıran AKP’liler o meşhur “Hükümet oldular ama bakalım iktidar olabilecekler mi?” sorusunu geçersiz kıldılar. Buradan hareketle yaşanan özgüven patlamasını son dönemde birçok AKP faailyeti ve icraatında görmek mümkün. Kimi zaman bu özgüven otoriter bir kibire kapı aralarken, kimi zaman da, önceki akşam Zeytinburnu’ndaki iftarda gördüğüm gibi sakin, gösterişsiz ama fonksiyonel, demokratik bir halkçılığın zemini de olabiliyor.

Yazının devamı...

'Altıncı yılında Krüt açılımı - 2

‘Kürt sorunu herkesin'

Başbakan Erdoğan 2005’te Diyarbakır’da o ana kadar devlet yetkililerinden duyulmaya alışık olunmayan bir konuşma yapmıştı:

“Her ülkede geçmişte hatalar yapılmıştır. Türkiye gibi büyük bir devlet ve güçlü ülkede pekçok zorluğun harmanından geçerek bugünlere geldik. O nedenle geçmişte yapılan hataları yok saymak büyük devletlere asla yakışmaz. Büyük devlet, güçlü millet kendisi ile yüzleşerek, hatalarını ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahip millet ve devlettir. İnanıyorum geçmişle yüzleşerek geleceğe yürürken geçmişin davaları ile geleceği ipotek altına almamak mümkündür. İlla her soruna bir ad koymak da gerekmez. Çünkü sorunlar hepimizindir. Ama illa ‘Ad koyalım’ diyorsanız Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorudur. Benim de sorunumdur. Sorunların parça parça adresi olmaz. Bütün sorunlar Türk olsun, Kürt olsun, Çerkez olsun, Abaza olsun, Laz olsun bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak sorunudur. Çünkü güneş herkesi ısıtır, çünkü yağmur herkes için rahmettir. Çünkü herkes aynı toprağın insanıdır, insanıyız, millet olmak işte budur. Bu sebeple ‘Kürt sorunu ne olacak?’ diyenlere diyorum ki bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce benim sorunumdur. Bu memleketin başka bir meselesini de bana soracak olsalar onlara da şunu derim, o mesele de herkesten önce benim meselemdir.”


Hükümet, “Kürt açılımı”nın startını Erdoğan’ın “beyaz bir sayfa açacağız” dediği aydınlarla yaptığı toplantıda verdi. 2005’in Ağustos’unda Başbakanlık’taki tarihi toplantıda masanın bir yanında aydınlar ve gazeteciler oturuyordu

Masanın karsısında ise Başbakan Erdoğan’ın danışmanları ve kurmayları yer aldı. Kürt sorununun tartışıldığı bu toplantının 6. yılında masanın her iki yanında yer alan isimler o buluşmayı ve son 6 yılda yaşananları değerlendiriyor

‘Atılan adımlara sevinmekle vakit geçirmeyelim’

Bildiriyi kaleme alan aydınlar arasında AKP hükümetine en kolay ulaşabilenlerden biri o tarihte Radikal’de yazan Milliyet yazarı Nuray Mert’ti. Buluşmada epey katkısı olan Mert süreci değerlendirdi

-O buluşma nasıl gerçekleşti?

Her şeyden önce AK Parti iktidarının Kürt meselesinin çözümünde bazı handikapları olabileceğini tahmin edebiliyordum. Yine de AK Parti milliyetçi-muhafazakar çerçeveden biraz sıyrılmıştı ve daha liberal bir yaklaşımı benimsiyordu. Biz de, o dönem, Kürt meselesi konusunda böyle bir imkan, olumlu bir hava sezdiğimiz için hükümetle ilişkiye geçmeyi düşündük. Ben çok aracı oldum. Çünkü o zamanlar arkadaşım olan çok insan vardı. Yokladık ve olumlu cevap aldık. Oldukça hızlı bir geri dönüş aldık. Sonuçta gayet olumlu bir toplantı oldu. Ardından bu tür temasları devam ettirelim istedik. Her dakika Başbakan’la buluşmak manasında değil tabii ki. Biz birtakım çabalar gösterelim, iktidar partisi içerisinde böyle bir imkan olsun istedik. Demokratikleşme talebi olarak benzer toplantılar yapabileceğimizi, partiyle birlikte hareket edebileceğimizi söyledik.

Bizler, o dönem, AKP’nin reklamını yapmakla suçlandık. Sonuç itibariyle biraz öyle olmuş oldu. Ama öyle değil. Ne yapılsa kârdır diye düşünüyorum. İktidar, muhalefet kim olursa olsun, bu tür görüşmeler olumludur. Ama bir sonuç gelmedi. Zaten bu tür süreçler hemen olmaz. Kaldı ki bu konu tek kişiden, Başbakan’dan ibaret değil. Küsme olamaz.

-Geçen 6 yılda Kürt sorununda neler değişti?

Hem iyi, hem kötü yönde değişimler yaşandı. Örneğin 6 yıl önce kendimi tehdit altında hissetmiyordum ama şimdi hissediyorum. Evet Türkiye’de daha çok şey konuşulabiliyor ama bunun maliyetini de düşünmek zorundayız. Kürt meselesini biz bu kadar çok konuşabiliyorsak bunca kaybın verilmiş olması yüzüdendir. Bu maliyetleri mi göze alacağız? AK Parti’ye haksızlık yaptığımızı söyleyenler var. Evet, 2005 adımı, o toplantı, ılımlı birtakım adımlar ve hatta hiç şans vermememe rağmen “Kürt Açılımı“nın telaffuz edilmiş olmasıyla AK Parti bir yol açtı ama ondan sonra o yolu o kadar kapattı ki!

Bazı şeylerin bugün telaffuz edilebiliyor olmasında AK Parti’nin eski statükoyu yıkmış olmasının rolü yok değil. Evet ama bununla yetinemeyiz. Her şeyi AK Parti’nin bu statükoyu yıkmasına bağlayamayız, bağlarsak önümüzü göremeyiz. AK Parti keşke bu önemli meseleyi çözmede başarılı olsa da bütün pirimleri kazansa.

Şöyle bir risk daha var: Yasal olmayan bir sür şey söylenebilir hale geldi. Örneğin Öcalan’la görüşülmesinden bahsedilemezdi, şimdi bahsediliyor. Ama bu iyi bir hal değildir, buna bel bağlanılamaz. Yasallık ile meşruiyet arasındaki makas bol miktarda açıldı. Bu size bir alan sağlayabilir ama yeni bir anayasayla bu makası kapatmak gerekir. Aksi takdirde ortam fazlasıyla yozlaşır ve keyfiliğe alan açılır. Örneğin mevcut terörle mücadele yasasını uygulasanız milyonları içeri almanız lazım. O yasa orda durdukça, siz konuşuyorsunuz, başkası konuşuyor bir şey olmuyor ama sokaktaki ensesinden yakalanıyor. KCK’dan belediye başkanı yakalanıyor. Bunun yasal zemini var. Bunun yolu da belli. Madem ki bunlar aşıldı yasal düzenlemeyi ona göre yaparsın.

Türkiye’deki demokratlar bu kadar eski vesayeti kaldıran, yıkmış bir sivil iktidardan bu kadar temel şeyleri değiştirmesini beklemiyorlar, talep etmiyorlar. Bunun nesine iyi diyeceğiz? Umutsuz, karanlık olan mesele bu. Her şeyi karanlık görelim demiyorum ama öyle pembe gözüken şeylerin arkasında çok karanlık bölgeler var. Bunlardan kurtulmayı hedefleyeceğiz. Bunların altını çizeceğiz, bunlardan bahsedeceğiz. Yasak olmaktan çıkan şeylere sevinmekle geçirmeyeceğiz zamanımızı. Böyle demokratikleşilmez.

‘Umutlar kesildi ki terör yeniden başladı’

6 yıl önceki buluşmada, o tarihte Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanı olan Prof. Vahit Bıçak da yer almıştı. Halen Polis Akademisi’nde öğretim üyesi olan Prof. Bıçak, söz konusu buluşmayı ve aradan geçen 6 yılı şöyle değerlendirdi:

“O dönemde, Türkiye’nin insan hakları ve demokratikleşme odaklı bu temel sorununun çözüleceğine dair inanç ve olumlu bir beklenti vardı. Hükümet yeni bir hükümetti. Birçok şey yapmak istiyordu. Söylem ve eylem farkı yoktu. Söylemler, eyleme dönüştürülüyordu. Ama 6 yıl sonra, bugüne baktığımızda, o noktada, fazla bir ilerleme göremiyoruz. Bu çok üzücü bir gerçek. Demokratik açılım konusu, her yıl Ağustos ayında mutlaka gündemde oluyor. Ama sonuçları gördüğümüzde ve geriye baktığımızda, ben bunun bir halkla ilişkiler çalışması olduğunu düşünüyorum. Kamuoyundaki beklentileri karşılamak için, düzenli olarak tekrarlanan ve eyleme dönüşmeyen bir söylem. Çözüm için esaslı bir adım atılmadı. Söylemden eyleme geçilmedi.

2005’teki bu buluşma umut doğurmuştu. Şairler, yazarlar, üst düzey bürokratlar, siyasiler bir araya gelmişti. Büyük bir heyecan vardı. O dönem, terör de yoktu. İnsan haklarını, en öncelikli konu yapmıştık. Ben her hafta, Van’da, Diyarbakır’da, sokaklarda, kahvehanelerde, insan hakları konusunda broşürler dağıtıyor, posterler asıyordum. Terör olmadan, biz çözüme ulaşılabileceğine dair bir umut vardı. Olumlu bir beklenti oluşmuştu. Ama zamanla, insan hakları reformları önce durdu, sonra da geriye gitmeye başladı. Otoriter anlayış gelmeye başladı. Umutlar kesildi ki terör yeniden başladı.

O dönem, 2004 yılında, AB ile de tam üyelik için müzakereler başlamıştı. Büyük bir dinamizm, heyecan vardı. Zaman içerisinde bunlar söndü. Reformlar durakladı. Söylemler, eyleme dönüşmedi. Ve geriye gidildi. Siyasette söylem ve eylem farklılığı olabilir ama bu denli büyük bir farklılık, normal değildir.”

‘Hava kurşun gibi ağır görünse de barışa yakınız’

6 yıl önceki buluşmada yer alan isimlerden biri de Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu’ydu. Karaalioğlu, altı yılda olumlu şeyler yaşandığı ve çözüme daha da yaklaşıldığı görüşünde

-6 yıl önceki buluşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kabul etmek lazım, önemli ve benzersiz bir tecrübeydi. On yıllara uzunan bir sorunun çözümünde paradigmanın dışında çözüm istikametinde cesur görüşlere sahip aydınların hükümetle masaya oturması, hükümet adına da bir yöntem arayışı olarak önemliydi. O görüşme Kürt meselesi tarihinde çözüm süreçleri açısından yeni bir başlangıç oldu. Devletin bu sorunla daha fazla gidemeyeceğine dair bir kanaati yansıttı ve umut yarattı. Elbette o gün çok iyimserdikÖ Çünkü sorunun çözümünün önünde engel olarak görülen ve hatta sorunu yaratan unsur “devlet”ti ve devletin adım atması umut vericiydi.

Bugün hâlâ iyimserim ve hatta devletin (veya hükümet) süreç içerisinde adım atmaya devam etmesi iyimserliğimi artırmaya devam da etti. Ancak sorunun tek tarafı yok ve geçen yıllar içerisinde bunu dramatik bir şekilde gördük. “Çözüme engel olan devlet” analizi, “çözüme engel olan Kürt siyasal elitleri” ile yer değiştirmeye başladı. Türkiye’nin çözümün aktörlerinin gerçek pozisyonlarını görmesi o buluşmanın başlattığı ve devamında “Demokratik açılım” olarak gelişen süreç sayesinde oldu.

- Konuya “barış” açısından baktığımızda, sizce, günümüzde mi yoksa 2005’te mi barışa daha yakındık?

Bugün barışa daha yakınız. Her ne kadar hava kurşun gibi ağır görünse de daha yakınız. Çünkü Türkiye barışı ve çözümü bulabilmek için muhakkak surette o süreçleri geçirmek zorundaydı ve geçirdi. Herkesin eli göründü. Kimin nereye kadar gideceği de, gerçekte kimin çözüm isteyip istemediği ve tarafların nasıl bir belgeye çözüm diyeceği de büyük ölçüde anlaşıldı. Bu, çözüm için en önemli adımdır. Taraflardan biri çözüme her şartta karşıyken öteki tarafın niyetini anlamak zordu. Şimdi kimsenin kimseyi kandıramayacağı bir seviyeye ulaşmış bulunuyoruz. Artık barış ve çözüm için söylenecek her söz daha gerçektir. Retorik dönemi bitmiştir. Yine bu süreçte atılan birçok önemli adımın da hedefe varmayı kolaylaştırdığını, en azından Kürt şahinlerinin elindeki kozları aldığını düşünüyorum.

-Bu geçen sürede sizde en çok hayal kırıklığı yaratan ve sizi en çok umutlandıran olaylar nedir?

En büyük hayal kırıklığım BDP/PKK ve genel olarak Kürt siyasal elitlerinin çözüm konusundaki isteksizliği ve hatta bazılarının sabote edici bir politika izlemeleri oldu. Demokratik adımlar atıldıkça bunları önemsizleştiren ve değersizleştiren bir tavır izlemeleri 2005’te tahmin edilebilecek bir durum değildi. Çünkü zaten devlet çözüm karşıtıydı ve sivil aktörler cari durumun tabiatı gereği sorgulanamıyordu. Devlet pozisyonunu değiştirince görünürde çözüm isteyen ama gerçekte buna karşı olan kesimlerin siyasal konumu da ortaya çıktı. Demokratikleşme arttıkça şiddetin artması ve Kürt siyasetine şiddet dilinin egemen olması; üstelik bunun bir siyasi sabotaj şeklinde tezahür etmesi acı ve yeni bir tecrübe oldu. Bu hayal kırıklığının o gün toplantıya katılan birçok aydın da dahil olmak üzere çözüm yanlısı kesimlerde yaşandığını gözlemliyorum. Bunca acı tecrübeye rağmen Kürt toplumu içindeki sağduyulu seslerin giderek artması ve ayrılıkçılığın ana fikir haline gelmemesinden umutluyum. Çözümün de buradan ilerleyeceğini düşünüyorum.

‘Bu sorun, iki konuşma, üç toplantı ile çözülemez’

Araştırmacı Tayfun Mater, 6 yıl önceki buluşma ve Kürt sorununun seyri hakkındaki görüşlerini şöyle özetledi:

Toplantı dışarıya, basına kapalı gerçekleştirildi. Bu şekilde olmasının daha uygun olacağını düşündük. Dışarıya kapalıydı ama her şey çok detaylı olarak konuşuldu, tartışıldı. Tartışma hiç olmadı. Biz anlattık, düşüncelerimizi ortaya koyduk, bürokratlar da dinledi, not aldı. Bunun ardından, Başbakan’ın Diyarbakır konuşması, beklenen ilgiyi görmeyince, bir anlamda bir fırsat kaçmış oldu. İlk kez bu kadar büyük adımlar atmaya karar verilmişti ama karşılık göremedi. Böyle olunca da, olumlu bir sonuç alınamadı. Ama buna rağmen, bu buluşmanın şöyle bir faydası var, ilk kez bu konuda, her türlü düşünce özgürce dile getirildi bizim tarafımızdan. Net olarak açıklandı o toplantıda. Ve bizimle görüşen bürokratlar da, ilk kez bunları duymuş, dinlemiş oldular.

Barışa 6 yıl önce mi yoksa bugün mü daha yakın olduğumuzu net bir şey söylemek zor. Hâlâ çok gergin bir ortam var. Sık sık acı haberler geliyor. Ama “tartışma” açısından çok büyük bir ilerleme var. Herkes, her taraf fikirlerini, düşüncelerini, isteklerini rahatça dile getiriyor. Demokratik özerklik gibi o zaman söylemeye çekinilecek birçok şey bugün konuşuluyor.

Bu sorunun, iki konuşma, üç toplantı ile çözülebileceğine inanmıyorum. Çok parçalı, karmaşık bir denklem. Çok değişkeni var.(Ruşen Çakır - Semih Sakallı)

Yarın: Ali Bayramoğlu, Osman Kavala ve Hakan Tahmaz Kürt açılımının 6 yılını değerlendiriyor.

Yazının devamı...

Altıncı yılında Kürt Açılımı / 1

GİRİŞ: “Erdoğan altı yıl önce beyaz sayfa açtık” demişti

Hükümet, adı en nihayet “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”ne dönüşen “Kürt açılımı”na startı ne zaman verdi? Bu sorunun ilk akla gelen cevabı, 2 Ağustos 2009 Pazar günü Ankara Polis Akademisi’nde, dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın 15 gazeteci ve akademisyenle bir araya geldiği “Türkiye Modeline Doğru” başlıklı çalıştay olacaktır. Halbuki gerçek start için, yine bir Ağustos ayına, fakat 2005 yılına gitmemiz gerekiyor.

Nerdeyse her yaz geldiğinde olduğu gibi 2005 yazında PKK, tek taraflı ilan etmiş olduğu ateşkesi bir kez daha bozmuş ve ülke yeniden bir çatışma ortamına sürüklenmişti. Bu kötü gidişe müdahale etmek isteyen bir grup aydın, 150 imzalı bir bildiriyle silahların susması çağrısı yaptı. Türkiye aslında Kürt sorunu söz konusu olduğunda bu tür aydın inisiyatiflerine sıklıkla tanık olmuştu ve bunların hemen hiçbiri olumlu anlamda somut gelişmelere kapı aralayamamıştı. Fakat bu sefer beklenmedik bir şey oldu, hükümet aydınlarla görüşme kararı aldı.

Kimlerin aracı olduğu, ne tür tartışma ve zorluklar çıktığı ve bunların nasıl aşıldığı gibi ayrıntıları bir kenara bırakalım. Sonuçta dönemin CHP Lideri Deniz Baykal’ın randevu vermediği aydın grubu 10 Ağustos 2005 günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile bir araya geldi. Heyetin sözcüsü, İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Gencay Gürsoy’du. Grupta yazar Adalet Ağaoğlu, gazeteciler Ali Bayramoğlu, Ahmet Hakan Coşkun, Oral Çalışlar, Mustafa Karaalioğlu, Nuray Mert, Hakan Tahmaz, eski İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, Mazlum-Der eski Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, işadamı Osman Kavala, araştırmacı Tayfun Mater vardı.

Erdoğan’ın yanındaysa, dönemin Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, dönemin Devlet Bakanı Beşir Atalay, dönemin Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, dönemin TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış, milletvekilleri Ömer Çelik, Hüseyin Besli, İhsan Arslan, dönemin Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer, Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Hasan Fendoğlu, Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu Başkanı Vahit Bıçak, başbakan danışmanları Nabi Avcı, Yalçın Akdoğan ve Akif Beki yer aldı.

Her iki tarafın da son derece memnun ayrıldığı bu görüşmenin ardından Başbakan Erdoğan “beyaz sayfa” açtıklarını ve tüm sorunları demokrasi içerisinde çözeceklerini söyledi. Bu buluşmadan iki gün sonra Toplu Konut Anahtar Teslim töreni için Diyarbakır’a gitti ve konuşmasının büyük bir kısmını Kürt Sorununa ayırdı.

Siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan’ın “işaret fişeği” olarak tanımladığı bu konuşmayı AKP’nin Kürt açılımının gerçek startı olarak görebiliriz. Fakat birçok nedenle bu süreçte ciddi sorunlar, kesintiler, geri dönüşler, sil baştanlar, yeniden başlamalar yaşandı. İşte bu yazı dizisinde 10 Ağustos’ta masanın her iki yanında yer alan isimlerle o buluşmayı ve son 6 yılda yaşananları değerlendireceğiz.

‘Yüzleşmeden hiçbir sorun çözülmez’

Büyük heyecanla başlayan ancak sonra kesintilere uğrayan ‘Kürt açılım’nın işaret fişeği 2005’te Başbakan tarafından Diyarbakır’da atıldı. Erdoğan bundan iki gün önce ise Başbakanlık’ta bir grup aydınla Kürt sorununu tartışmıştı. Altı yıl sonra iki tarafındakiler gelinen noktayı değerlendiriyor. İlk değerlendirme Yalçın Akdoğan’dan.

10 Ağustos 2005 buluşmasında Başbakan Erdoğan’ın yanındaki isimlerden biri siyasi danışmanı Doç. Yalçın Akdoğan’dı. Son seçimlerde Ankara’dan AK Parti milletvekili seçilen Akdoğan o buluşmayı, iki gün sonraki Diyarbakır konuşmasını ve Kürt açılımının 6 yıllık serüvenini Vatan için değerlendirdi:

KİLOMETRE TAŞI: Başbakanımız Sayın Erdoğan’ın büyük önem taşıyan Diyarbakır konuşması bir ‘milat’ değil, önemli bir ‘kilometre taşı’dır. Kürt meselesiyle ilgili çalışmalar Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi şeklinde bir takdim yapılmasından çok önce başlamıştır. 2001’de kurulan AK Parti’nin parti programında, 2002’de iktidara gelen AK Parti’nin hükümet programında bu sorunun çözümüne yönelik bakış açısı ortaya konulmuştu. Açılım çalışmaları, konjonktürel bir gelişme değil, AK Parti’nin siyaset anlayışının ve felsefesinin bir gereğidir. Bunun temeli de demokrasi, hak, hukuk, refah ve güvenliktir. Gerek AB’ye uyum çerçevesinde, gerek terörle mücadele kapsamında birçok adım atılmış, önemli reformlar hayata geçirilmişti.

REFORMLAR: Hükümet, terör örgütünün eylemlerini azalttığı durgunluk döneminde demokratik reformları hayata geçirerek ve ekonomik, sosyal, diplomatik, psikolojik hamleler yaparak terörizm sorununu sonlandırmaya çalışıyordu. Ayrıca Kürt meselesinin çözümü yönünde ciddi bir paradigma değişikliğine gidiyor; ayrımcı, inkarcı, yok sayan anlayışı ortadan kaldırıyordu.

KİMSE BEKLEMİYORDU: Başbakanımızın Diyarbakır konuşması, soruna dikkat çeken bir nevi işaret fişeğiydi, nitekim arkasından Demokratik Açılım çalışmaları geldi. O günkü talihsizlik, konuşmanın yapıldığı ortamın konuşmanın içeriğine denk düşmemesiydi. TOKİ’nin inşa ettiği konutların arasındaki bir bahçede gerçekleşen törende kimse siyasi bir çıkış beklemiyordu. Açılıştaki vatandaşlar, tarihi önemde bir konuşmaya şahitlik ettiklerini o anda anlamamışlardı. Konuşma sonradan büyük yankı uyandırdı. Bu konuşma bir tür yüzleşme mesajı veriyordu. Başbakanımız, büyük devletlerin, büyük milletlerin kendisiyle yüzleşerek, geleceğe yürüme özgüvenine sahip olması gerektiğini vurgulamıştı. Yüzleşmeden, hiçbir sorun çözülemez. Doğru teşhis, doğru tedavi için şarttır. Başbakanımız o gün, sorunu biliyoruz ve çözme yönünde özgüvene sahibiz diyordu. Maalesef 2005’teki açılış töreni, bu söylemin önemini yansıtacak bir görkeme ve coşkuya sahip değildi. Ancak programdaki özellikle bayanların konuşmaya tepkisi çok olumluydu. Sanki kadınlar, sorunu yüreklerinin derinliklerinde daha fazla hissediyorlardı. Nitekim sonrasında açılım süreci “Analar ağlamasın” sloganıyla yürütüldü.

MHP VE BDP: Açılım, sorunu büyütmedi, sorunun fark edilmesini ve gerçekçi bir şekilde çözülmesini sağlamaya çalıştı. Maalesef açılım süreci, toplumsal psikolojinin hazır olmaması sebebiyle biraz zorlandı. Hem çözüme karşı olan kesimler, hem de çözümden yanaymış gibi görünüp sorunun sürmesini isteyen kesimler süreci sabote etmek için ellerinden geleni yaptılar. Hükümet adeta yalnız bırakıldı. MHP’nin hamaseti ile BDP’nin aşırılıkları karşılıklı olarak birbirini besledi. Demokratik Açılım sürecini Türkiye’nin selameti, birlik ve bütünlüğü için hayati bir konu olarak algılayıp ulusal bir duyarlılıkla hareket etmek yerine, herkes taş koymanın gayreti içinde oldu. PKK terör eylemleriyle süreci sabote etti, BDP hırçın ve tahripkâr söylemleriyle toplumu ajite etti, MHP ‘bölünüyoruz’ hamaseti yaparak toplumu gerdi. Neticede Türkiye zaman kaybetti, enerji kaybetti. Buna rağmen AK Parti demokratik adımlara devam etti, devlet-millet kaynaşmasını sağlamak için sosyal restorasyon çalışmaları sürdürdü.

HALK DESTEKLEDİ: Nitekim 12 Haziran seçimlerinde ulaşılan başarı milletimizin bu politikaları takdir ve tasvip ettiğini gösterdi. Başbakanımız hükümet programı konuşmasında seçmenin iki mesaj verdiğini, birincisinin yeni anayasa, ikincinin Milli Birlik ve Kardeşlik Sürecine devam olduğunu vurguladı. BDP, çözümün değil, sorunun parçası olmayı seçti, PKK’nın örgütsel hedef ve amaçlarını çözüm diye dayattı. Demokratik sistemlerde partiler, kendi parti programlarını (veya ütopyalarını) dayatmayla, terörün yardımıyla, topluma ve siyasete rağmen hayata geçirmeye çalışmazlar. Açılım, partiler arası polemik veya çekişme meselesi olarak görülmemeli, ‘bundan kim kazanç sağlar’ diye bakılmamalı. Böyle büyük bir meselenin çözümünde kazanan sadece Türkiye olur.

YENİ ANAYASA: Şimdi önümüzde yeni bir dönem var. Milletimiz bizden yeni bir anayasa yapmamızı, terör ve Kürt meselesi başta olmak üzere kronik sorunları çözmemizi istiyor. Yeni dönemde herkes siyaset tarzını ve üslubunu gözden geçirmeli, daha yapıcı olmalı, diyalog ve uzlaşıya kapılarını sonuna kadar açmalı.

Bugün olsa yine o heyette yer almayı düşünür müydünüz?

10 Ağustos 2005 buluşmasına katılan aydınlardan bazılarına benzer bir inisiyatifin günümüzde söz konusu olması durumunda ne yapacaklarını sorduk. Cevaplarını sunuyoruz.

Nuray Mert

Öncelikle nasıl bir çerçevede olduğuna bakarım. Kendi açımdan samimi bir gayret görürsem, farklı bir takım şeyler yapılmaya çalışılıyorsa kim yaparsa yapsın desteklerim. Ama bugünkü çerçevede asla. Alternatif oluşturmak, Kürtlerin dışında cephe kurmaya çalışılırsa asla. Diğer türlü kim bir şey yaparsa desteklerim.

Ali Bayramoğlu

Kendime biçtiğim rolün sınırları ve meşruiyeti içinde sorunun çözümüne katkıda bulanacak çabaların içinde her zaman yer alırım.

Oral Çalışlar

Bize artık görev düşmez. Bu konuda, en uygun önerinin Kemal Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği, Meclis’te yer alan partilerden seçilerek oluşturulacak, “akil adamlar komisyonu” olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu konuda sadece hükümet karar mercii olmamalı. Diğer partilerle ortak hareket edilmeli. Muhalefet de bu işe katılmalı. Tüm Meclis’in birlikte çalışarak aldığı kararlarda, hükümet adım atarken daha cesur olabilir ve alınan kararlar destek görmüş olur.

Mustafa Karaalioğlu

Her zaman düşünürüm. Çünkü kan akarken hiçbir düşünce insanının böyle bir sorumluluktan kaçabilmesinin mümkün olmadığına inanıyorum. Sorun çözülene ve en azından yaşanabilecek seviyeye getirilene kadar hepimiz elimizi taşın altında tutmak zorundayız.

Tayfun Mater

Bu kritik bir karar. Bir teklif gelirse, koşullara göre değerlendirebilirim. Başkaları adına bir şey söylemek, bir şey yapmak çok zor bir iş. Dikkatli olmak gerekir. Söylenen her şey, her iki taraf için de -savaşan iki taraf olduğunu söyleyebiliriz- etkili oluyor. Kamuoyu söylenenlerden etkileniyor. Gerginlik çıkabiliyor. Bu konuda çalışanların oldukça titiz ve dikkatli olmaları gerekir.

Osman Kavala

2005 yılında AKP hükümetinin Kürt meselesiyle ilgili ciddi bir politika değişikliğine gideceğini tahmin ediyorduk, ümit ediyorduk. Biz de bir sivil girişim olarak bu değişikliğe katkıda bulunmak istedik. O dönemde barışçıl bir çözüm olabileceğine dair mesaj veren pek yoktu, yaptığımız , kamuoyuna umut verecek farklı bir perspektif sunmaktı. Şimdi, durum daha değişik, farklı girişimler oldu, İmralı’da görüşmeler gerçekleşti, bu konular kamuoyunda daha geniş tartışıldı. Şu andaki sorun, bu süreçlerde bir aşınma olması. Siyasi aktörler arasında güven ilişkisi eskiye göre daha da zedelenmiş durumda. CHP’de Kılıçdaroğlu yönetimi ve politika değişiklikleri yeni, olumlu bir faktör. Kılıçdaroğlu’nun Meclis’te bir komisyon kurulması önerisi çok isabetli. Meclis’te AKP, CHP ve BDP arasında ciddi bir diyaloğun başlamasıyla çözüm süreci yeniden canlanabilir. Bu aşamada sivil girişimlerin yapabileceği en anlamlı işin başka ülkelerdeki örneklerin ülkemizde daha iyi bilinmesine ve tartış ılmasına katkı sağlamak olur.

Hakan Tahmaz

Ben zaten bugün benzer amaç taşıdığını düşündüğüm Türkiye Barış Meclisi içersinde ve başka yurttaş inisiyatiflerinde de çalışıyorum. Aslında o girişimin bende yarattığı etki sonrası benzer inisiyatiflerde çalışma başladığımı söylemeliyim. Barışa katkısı olacak her türden çalışmanın ve girişimin için de sonuçlarında bağımsız olarak yer alırım. Ancak bu çabaları siyasal rantta dönüştürmek istenmesine de tavır alırım. Bu konuda hükümetin bu türden girişimleri manipüle edici bazı pratiklerinin toplumda yarattığı algıyı da bu nedenle geçmişten daha fazla hesap ederek pratik geliştiririm. Bu türden kapsamlı ve büyük bir problemin çözümüne katkı sunarken küçük hesapların yapılması anlamsız ve önemsizdir. Sivil yurttaş girişimlerinden siyasal rant sağlama güdüsü kötü bir güdüdür.

Yarın: Nuray Mert, Mustafa Karaalioğlu ve Prof. Vahit Bıçak’tan altı yıl değerlendirmesi

Yazının devamı...

Pozitif ayrımcılıktan önce negatif ayrımcılığa dikkat

Kürt sorunu nasıl çözülmez?/2

Hürriyet yazarı İsmet Berkan’ın Kürtlere pozitif ayrımcılık uygulanması önerisi giderek büyüyen bir tartışmayı başlattı. Bu öneriyi değerlendirmeye geçmeden önce söz konusu tartışmada beni rahatsız eden bir hususu vurgulamak istiyorum.

Şöyle ki daha önceki birçok benzer örnekte de yaşandığı gibi bu tartışmada Kürtlerin kendileri yok, varsalar bile sesleri duyulmuyor. Sonuçta “Türkün Türke propagandası” gibi, Türklerin kendi aralarında Kürt sorununu çözmeye çalışması gibi garip bir durumla karşı karşıyayız.

Peki neden böyle? Kabaca iki neden karşımıza çıkıyor:

1) Büyük medyada güçlü bir Kürt varlığından söz etmek mümkün değil. Varolanlar ya Kürt kimliklerini öne çıkarmıyor ya da çalıştıkları mecralarda önleri açılmıyor. Televizyon tartışmalarında, aktif siyasetle uğraşan isimlerin dışında Kürt aydınlarının sayısının sınırlı olmasının suçu herhalde Kürtlerde olmasa gerek.

2) Kürt sorununun nasıl çözüleceği üzerine süregelen tartışmaların odağında Kürtlerin ne beklediği/istediğinden ziyade Türklerin Kürtlere ne önerdiği, kendi kırmızı çizgilerini nereye kadar esnetebileceği yer alıyor.

Halbuki devir çoktan değişti. Kürtler figüran olmaktan çoktan çıktılar. Önkabul ve önyargılardan alabildiğine arınmış bir şekilde belli bir müddet Güneydoğu’da bulunduğunuzda, Kürtlerin artık pekçok eşiği aşmış olduğunu ve kendilerine bahşedilecek lütuflarla tatmin olmayacaklarını net bir şekilde görebilirsiniz. Diğer bir deyişle, bu saatten sonra Kürtlerin dahil olmadığı, hele onlara rağmen ilerleyen hiçbir süreç Kürt sorununu çözemez, tam tersine derinleştirir.

Ayrımcılığın türleri

Berkan’ın Kürtler pozitif ayrımcılık uygulanması önerisini önemsiyor ve ana hatlarıyla benimsiyorum. Ama bundan önce Kürtlere yönelik negatif ayrımcılığa son vermek şart. Biliyorum birçok kişi “Ne ayrımcılığı, Kürtlerin önü sonuna kadar açık” diye itiraz edecekler. Haksızlar. Kürtlere yönelik ayrımcılık hep vardı ve halen büyük ölçüde sürüyor. Tek bir örnek gerekse, bu yazıda sözünü ettiğimiz tartışmanın merkez üssü görünümüdeki Hürriyet Gazetesi’nin hâlâ “Türkiye Türklerindir” logosuyla çıkıyor olmasını verebilirim.

Eğer Türkiye’yi etnik kökenleri ne olursa olsun herkesin ülkesi yapmak istiyorsak her türlü ayrımcılığın önüne geçmemiz şart. Örneğin “pozitif ayrımcılık” önerisinin önemli bir ayağını üniversiteye girişte Kürt kökenli öğrencilere bazı ayrıcalıklar tanınması oluşturuyor. Buna gelmeden önce, ülkenin dört bir tarafındaki üniversitelerde okumaya çalışan Kürt gençlerine yönelik negatif ayrımcılıklara karşı duyarlı olmak gerekiyor. Okullardaki hoyrat disiplin cezalarını bir kenara koyalım, içlerinde o kadar çok polis tarafından sudan sebeplerle gözaltına alınmış, bu esnada devlet için çalışmaya zorlanmış, tutuklu kalmış, hatta mahkum olmuş genç var ki!

Uyarı mı, tehdit mi?

“Kürtlere pozitif ayrımcılık” önerisine itiraz edenler, bu tür bir uygulamanın Kürt sorununu çözmek bir yana “Türk sorunu” çıkarabileceğini ileri sürüyorlar. Açıkçası bu itirazın bir uyarı mı, yoksa tehdit mi olduğu belirsiz. Ama şunu biliyoruz: Özellikle hükümetin Kürt açılımını başlatması üzerine birbirinden farklı kişi ve gruplar “aman Türk sorunu çıkmasın” diye ortaya atılıp açılıma hiçbir katkıda bulunmadılar; hatta içlerinden onu sabote etmek için ellerinden geleni yapanlar da çıktı.

“Türk sorunu çıkar” uyarısında bulunanların bir “iç çatışma” riskine dikkat çektikleri muhakkak. Evet, Kürt sorununu varoldukça bu risk de hep sürecektir. Özellikle çözüm yaklaştıkça, çözümsüzlükte ısrar edenler bu potansiyeli harekete geçirmek isteyeceklerdir.

Eğer “Türk sorunu çıkar” diyenlerin amacı tehdit değil de samimi bir şekilde uyarıysa, kendilerine düşen, o çok yakından bildiğimiz ve esas olarak çoğunluk olmaktan kaynaklanan kibirlerinden sıyrılmaları ve Kürtlere karşı ayrımcı davranmaktan vazgeçmeleridir.

Yazının devamı...

Kürt sorunu nasıl çözülmez?/1

İlker Başbuğ’un görmediği

İki gün boyunca “Kürt sorunu nasıl çözülmez?” sorusunu örneklerle cevaplamaya çalışacağım. İlk olarak eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Şükrü Elekdağ’la yaptığı ve Pazar-Pazartesi günleri tam sayfa yayınlanan söyleşiyi ele almak istiyorum. Aslına bakılacak olursa, Başbuğ’un tespitlerinden hareketle “Kürt sorunu nasıl çözülmez?” sorusuna cevap aramak biraz çelişkili zira o da tıpkı Başbakan Erdoğan gibi “Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin sorunu vardır” çizgisinde.

İşte tam da bu noktada “Kürt sorunu nasıl çözülmez?” sorusunun ilk cevabı karşımıza çıkıyor: Eğer bir sorunu çözmek istiyorsanız önce onun varlığını kabul etmelisiniz. Diğer bir deyişle Kürt sorununun çözümü için öncelikle belli iktidara sahip kişiler “Aslında Kürt sorunu yok” demekten vazgeçmelidir.

Başbuğ Kürt sorununun olmadığı iddiasını Prof. Metin Heper’in “Devlet ve Kürtler” adlı kitabında dile getirmiş olduğu tezlere dayandırıyor. Prof. Heper’in kitabını çıkar çıkmaz okudum ve kendisiyle Vatan Gazetesi için oldukça kapsamlı bir mülakat yaptım. Onun “Türkiye Cumhuriyeti’nde asla Kürtlere karşı ayrımcılık güdülmemiş, asimilasyon yapılmamıştır” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımı kısa zamanda bir tür “yeni resmi ideoloji” halini almıştı. Bu hiç kuşkusuz “Kürt yok, dağ Türkleri var” yaklaşımına kıyasla “daha ileri” bir pozisyondu fakat pek gerçekçi değildi. Nitekim Başbakan Erdoğan “İnkar ve asimilasyon politikalarına son verdik” diyerek Prof. Heper’in (ve onu takip edenlerin) görüşlerine itibar etmediklerini vurgulamış oldu. AKP hükümetinin devleti tam anlamıyla kontrol etttiğini kabul edersek, Kürt sorununda yeni resmi ideolojinin gerçekten yeni olduğu, henüz tam olarak şekillenmemekle birlikte geçmişten mutlak anlamda bir kopuşu temel aldığı ortadadır.

Özür dilemeyi bilmek

Bu açıdan bakıldığında, Başbakan’ın “Kürt sorunu yoktur, Kürtlerin sorunu vardır” yaklaşımından memnun olan İlker Başbuğ’un esas büyük remi, yani devletteki paradigma değişimini görmediğini, belki de görmek istemediğini söyleyebiliriz. Başbuğ’un farkında olmadığı bir başka yenilik, AKP iktidarının önde gelen birçok isminin, hiç çekinmeden geçmişteki bazı vahim yanlışları görmesi, devlet adına bunların sorumluluğunu üstlenmesi ve birçok durumda, hiç çekinmeden bu yanlışların mağdurlarından özür dilemesidir.

Öyle ki iki gün tam sayfa yayınlanan söyleşide, Başbuğ’un ağzından herhangi bir özeleştiri cümlesiyle karşılaşmadık; hatta tam tersine TSK’nın PKK ile mücadelesinde başarılı olduğunda, Amerikan düşünce kuruluşu Rand’e dayanarak ısrarlı olduğunu gördük.

Başbuğ’u okuduğumuzda kabaca şöyle bir tablo çıkıyor: “Asker kendisine verilen görevi son derece iyi bir şekilde yerine getirdi, fakat siyasi iktidarlar diğer alanlarda yapmaları gerekenleri yapmadılar. Bu arada bazı dış güçler de Türkiye’nin bu sorunu çözmemesi için ellerinden geleni yaptı.”

Başbuğ gibi entelektüel yönü güçlü bir askerden, artık hiçbir anlamı kalmamış olan bu tür değerlendirmelerden uzak kalıp, tüm TSK adına inandırıcı (ve mutlaka gerekli) bir özeleştiri sürecini başlatmasını beklerdim. O yapmak istemiyor olabilir ama ergeç TSK içinden birileri, Kürt sorununun bir türlü çözülememesinde ordudan kaynaklanan hatalarla yüzleşme cesaretini ve bu yüzden tüm Türkiye’den özür dileme onurunu gösterecektir.

Başbuğ’u (ve onun gibi düşünenleri), dün bu köşede ele aldığım Rojin Canan Akın ile Funda Danışman’ın birlikte kaleme aldıkları “Bildiğin Gibi Değil” (Metis Yayınları, Siyahbeyaz Dizisi) adlı kitabı okumaya ve çocuklukları Güneydoğu’da geçmiş 19 Kürt gencinin anlattığı birbirinden çarpıcı baskı ve zulüm tanıklıktan haberdar olmaya davet ediyorum.

Yarın Hürriyet yazarı İsmet Berkan’ın başlattığı “Kürtlere pozitif ayrımcılık” tartışmasını değerlendirmek üzere.



İTÜ öğrencisi Tolga Baykal Ceylan bundan 7 yıl önce İğneada’da kayboldu. Başbakan’ın da yakından ilgilendiği bu kayıp olayını araştıran TBMM İnsan Hakları Komisyonu

Bünyesindeki alt komisyonun raporunda Ceylan’ın gözaltına alınmadığı, dolayısıyla gözaltında kaybedilmediği iddia edildi.

Ailesi ve insan hakları savunucuları, bu rapora itirazlarını dile getirmek için Ceylan’ın kayboluşunun 7. yılında İğneada’ya gidiyor. Taleplerini şişelere koyup, karanfillerle denize bırakacaklar. 13 Ağustos Cumartesi sabahı saat 8. 30’da Taksim AKM önünde buluşuluyor.

Yazının devamı...

Maalesef bildiğimiz gibi değil!

Bugün bir kitaptan söz etmek istiyorum. Son derece başarılı ve çarpıcı bir kitaptan. Slavoj Zizek’in “Hikayelerini bilmediklerimizdir en çok düşman olduklarımız” sözleriyle başlayan bu kitap ayrı ayrı 19 gencin hikayesini anlatıyor. Bu gençlerin ortak özelliği Kürt olmaları ve çatışmaların en yoğun olduğu 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da yaşamaları. Kendileri de o bölgenin insanı olan iki genç gazeteci Rojin Canan Akın ile Funda Danışman, kitaplarına “Bildiğin Gibi Değil” (Metis Yayınları, Siyahbeyaz Dizisi) adını vermişler. Bu cümle, konuştukları gençlerin herhangi birinin veya herbirinin ağzından çıkmış olabilir, çünkü onların anlattıkları gerçekten ve maalesef hiç de bildiğimiz gibi değil.

Kendimden örnek vermek isterim. Yaklaşık 25 yıldır Güneydoğu’ya gider ve Kürt sorununu bir gazeteci olarak yakından takip etmeye çalışırım. Bu süreçte nice olaya tanık oldum, tanık olmadığım nice olay hakkında dolaylı yollardan da olsa bilgi edindim. “Olay” derken esas olarak, özellikle 1980’lerin son, 1990’ların da ilk yarısında devletin bölge halkına reva gördüğü, sistemli baskı, sindirme ve zulüm politikalarının pratik karşılıklarını kastediyorum. Keyfi gözaltı ve tutuklamalar, acımasız işkenceler, yargısız infazlar, köy boşaltmalar, sürgünler ve daha bir sürü eziyet.

Ne var ki “Bildiğin Gibi Değil”i okumaya başladığımda daha bilmediğim nice olayın olduğunu, daha acısı, o ana kadar öğrendiklerimi de bilinçli bir şekilde unutmaya terk etmiş olduğumu fark ettim. Evet unutmak, bütün bu zulümler hiç yaşanmamış gibi hayatlarımızı sürdürmek istiyoruz. Fakat o acıları birebir yaşamış, örneğin babalarını, kardeşlerini, en yakın arkadaşlarını yargısız infazlarda kaybetmiş olanların; günlerce işkence görüp sudan sebeplerle hapis yatanların ve uğradıkları mağduriyetlerin sorumlularının cezalandırılması yolunda devletin hiçbir adım atmadığını görenlerin galiba unutmak gibi bir lüksleri yok. Hele bunlar birer çocuksa, kitaptaki anlatıların da çok açık bir şekilde gösterdiği gibi, değil bu acıları unutmak, onları düşünmeden bir an bile yaşayamamak gibi bir kader onları beklemektedir.

Hesaplaşma mı, helalleşme mi?

Kitabın yazarları, çoğu iş-güç sahibi olmuş, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış 19 gence sadece dün neler yaşadıklarını değil yarına nasıl baktıklarını da sormuşlar. Bu noktada karşımıza iki anahtar kelime çıkıyor: Barış ve affetme. Hemen hepsi ısrarla barış istiyor ama bütün o zulümleri kendilerine yaşatanları affetme konusunda çoğu hiç de istekli ve gönüllü değil. Örneğin Gijal, “Barış başkadır, affetmek başka” diyor.

Tabii bu noktada kimleri suçladıkları sorusu karşımıza çıkıyor. Büyük kısmı okul, iş gibi nedenlerle büyükşehirlerde yaşamış olan gençler, buralarda genellikle kendileri gibi Kürt olan kişilerle birlikte olduklarını, fakat olmayan kişilerle de dostluk kurduklarını vurguluyorlar. Her ne kadar Türkleri, Kürt sorununa karşı yeterli duyarlığı göstermedikleri için eleştirseler de, başlarına gelenlerden onları değil devleti sorumlu tutuyorlar.

Dini, mezhepsel, etnik veya ideolojik farklılıklar nedeniyle yoğun iç çatışmaların yaşandığı ülkelerde toplumsal barışın olmazsa olmaz koşullarından biri “affetme” mekanizmalarının hayata geçirilmesidir. Bir yandan devlet, o ana kadar kendi kurallarına uymamış, ona meydan okumuş kişi ve grupların özgür bir şekilde toplumsal yaşama katılmalarının zeminini oluştururken, diğer yandan o ana kadar devletin zulmünden nasibini almış kesimler kalıcı bir toplumsal barış için geçmişte yaşananların izini sürmeyi bırakırlar.

“Bildiğin Gibi Değil”, çocukluklarında zulmü iliklerine kadar yaşamış kişilerin henüz “affetme” noktasına ulaşamamış olduklarını gösteriyor. Ama eğer Kürt sorununun kalıcı ve barışçıl çözümü için kollar gerçekten sıvanır, buna bağlı olarak diyalog ve müzakere süreçleri hayata geçirilirse, sanıyorum onlar da hayatta helalleşmenin hesaplaşmadan daha önemli ve insani olduğu noktasına varacaklardır.

Yazının devamı...

Kürt siyasi hareketinde çoğulculuk sorunu

Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye temsil edilmesinden kısa bir süre sonra, gazeteci olarak, Almanya’da düzenlenen bir toplantıyı izlemiştim. PKK dahil değişik Kürt gruplarında yer alıp daha sonra ayrılmış bireylerin ve PKK dışındaki bazı Kürt gruplarının üyelerinin katıldığı toplantının adı konmamış gündemi, Öcalan’ın yakalanmasıyla Kürt siyasi hareketinde yaşanması muhtemel bir boşluğun nasıl doldurulacağıydı. Diğer bir deyişle, Kürt olmaları dışında aslında birbirlerine çok da benzemeyen bir dizi katılımcı Öcalansız bir PKK’nın krize yuvarlanacağını düşünüyor (daha doğrusu umuyor) ve bundan istifade etmenin hesaplarını yapıyordu. Toplantı büyük bir heyecanla başlamıştı fakat Kandil’den bazı PKK yöneticilerinin, kendilerine yakın bir gazeteye, toplantı hakkında yaptığı, “tapulu arazimize gecekondu kurdurmayız” şeklinde özetleyebileceğimiz tehdit dolu açıklamanın öğrenilmesiyle bütün şevkler kırıldı ve toplantı hiçbir somut ilerleme kaydedilmeden sona erdi. Öyle ki o toplantının ardından bir daha, PKK’ya alternatif oluşturmak üzere herhangi bir etkili girişime tanık olmadık. Yani Kürt siyasi hareketindeki PKK tekeli, Öcalan’ın yakalanmış olmasına rağmen kırılamadı, hatta 1999’dan itibaren daha da arttığı söylenebilir.

İşin başı terör

“PKK bu tekeli nasıl oluşturdu?” diye sorulacak olursa verilecek ilk cevabın temelini “terör” oluşturacaktır. Daha “Apocular” olarak bilindiği 1970 sonlarından itibaren bu hareket kendinden olmayan hiçbir gruba, çevreye tahammül edememiş, kendilerine katılmamaları durumunda onları şiddete başvurarak tasfiye etmiştir. Bu tasfiyeci yaklaşımın mağdurları sadece diğer Kürt grupları olmamış, PKK’nın nüfuz alanlarında varlık göstermeye çalışan solcu ve İslamcı gruplar, hatta bireyler de örgütün acımasızlığından nasiplerini almışlardır. Tabii bu arada PKK en büyük tasfiyeyi, düzenli olarak kendi içinde yapmıştır. PKK tarihinde çok sayıda kadro, ana çizgiden farklı düştüğü veya örgüt yönetimine tehdit olabileceği düşünüldüğü için zulme uğramış veya katledilmiştir. Tabii en büyük temizlik, bir şekilde PKK’dan ayrılmayı becerip rakip bir örgütlenmeye gitmeye çalışanlara yönelik düzenlenmiştir. Bunun son örnekleri Kuzey Irak’ta Kani Yılmaz’ın, Türkiye’de Hikmet Fidan’ın öldürülmeleridir.

Doğrudan ya da dolaylı rakiplerini etkisizleştirmede epey başarılı olan PKK devlete karşı sürdürdüğü mücadeleden de, yediği onca darbeye rağmen yenik çıkmadığı için giderek Kürt siyasi hareketinin ana odağı oldu. Günümüz itibariyle PKK’ya rakip olabilecek hiçbir grup veya çevrenin bulunmadığını net bir şekilde söyleyebiliriz. AKP hükümetinin dönem dönem bazı STK yöneticilerini aleni bir şekilde PKK karşıtı pozisyonlar almaya çağırması da hiçbir işe yaramadı. Ya söz konusu kişiler bu dayatmalara itibar etmediler ya da adları PKK çevresi tarafından “işbirlikçi”ye çıkarıldığı için kısa sürede yalnızlaşıp etkisiz kaldılar.

Burkay’ın misyonu

Kemal Burkay’ın 31 yıl sonra Türkiye’ye dönüşüyle Kürt siyasi hareketi içindeki PKK tekelinin kırılıp kırılamayacağını bir kez daha tartışmaya başladık. Burkay’ın bütün prestiji ve deneyimine rağmen Kürt hareketini çoğullaştırmak gibi zor bir misyonu tek başına üstlenmesi imkansızdır. Hele Burkay’ın, esas desteğini hükümetten alarak böyle bir role soyunması da asla akıl alacak bir şey değildir. Gerçekleşmesi imkansız görünen bir başka husus da PKK’nın eski çizgisini bırakıp Burkay ve onun gibi düşünen şahsiyetlere hiç karışmaması, onlarla eşit bir rekabeti kabullenmesi olacaktır. Yani PKK çevrelerinden, “Burkay gelsin Demokratik Toplum Kongresi’ne katılsın”dan öte bir açılım beklemek hayalcilik olur. Peki ne olacak? Herhalde yine son sözü Öcalan söyleyecek. Avukatlar bu Çarşamba görüşemedikleri için gelecek haftayı beklemek durumundayız. Bakalım Öcalan, yıllar önce ilk tarihi ateşkesi ilan ettiğinde yanına almış olduğu Burkay hakkında ne diyecek?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.