Şampiy10
Magazin
Gündem

“Neden sadece Ahmet ve Nedim?”

Murat Sabuncu geçtiğimiz günlerde Milliyet’te çarpıcı bir yazı kaleme aldı. (İsteyen şu linkten tamamını okuyabilir: http://ekonomi.milliyet.com.tr/nedim-in-arkadasindan-hrant-dink-vakfi-na-mektup-var-/ekonomi/ekonomiyazardetay/17.09.2011/1439444/default.htm) Murat, bu yılki Uluslararası Hrant Dink Ödülleri gecesinde, Dink cinayetinin aydınlatılması için var gücüyle çalışan (ve bana göre esas olarak bu yoldaki araştırmacı gazetecilik faaliyetleri nedeniyle tutuklanan) Nedim Şener’in adının hiç anılmamasından duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş. Murat’ın bu konuda hiç de yalnız olmadığını biliyorum. Üstelik rahatsız olanların “ödül Nedim Şener’in hakkıydı” dediklerini de duymadım, ki Murat da yazısında bunun altını çizmiş.

Buna ek olarak, son bir yılın Türkiye’deki en anlamlı ve başarılı sivil inisiyatiflerinden biri olan “Ahmet ve Nedim’in gazeteci arkadaşları”nın 200 günü dolduran dayanışma eylemlerinin ülkemizi alabildiğine ışığa boğmuş olması da ödül törenini düzenleyenler tarafından fark edilmemişti. Bu da hayli rahatsızlık verici bir durum. Çünkü arkalarında herhangi bir yayın organı ve siyasi parti olmayan bir grup gazeteci (aralarında unuttuklarım olur diye isimlerini yazmak istemiyorum) nice zorluk ve engellemelere rağmen arkadaşlarına sahip çıktı ve çıkmaya devam ediyor.

Bu inisiyatifin başarılı olmasının önde gelen nedeni, gerçekten sivil, şeffaf, demokratik ve özgürlükçü olmasıdır. İnisiyatif içinde yer alan gazetecilerin birbirinden farklı motivasyonları, beklentileri vb. var ama meslektaşlarımızın bir an önce özgürlüklerine kavuşması hedefi çok net bir şekilde bütün bunların önüne geçmiş durumda. Tabii bu inisiyatifin en büyük, hatta tek sermayesinin Ahmet ve Nedim’in bizzat kendileri olduğunu da unutmamak lazım. Nitekim savcının açıkladığı iddianame onlara güvenenleri hiç mahçup etmedi; savcılara aşırı (ve şaşırtıcı) güvenleri nedeniyle özgürlükçü imajlarını riske atmış olanlarınsa sesleri pek çıkmaz durumda.

Yanlış soru

Bu inisiyatifin başarılı olduğunun kanıtlarından biri, Ergenekon soruşturmasının iki uç kanadını birden rahatsız edebilmesidir. Bu yazıda “Başka gazeteciler de yargılanıyor, hatta bazıları tutuklu. Neden sadece Nedim ve Ahmet?” diye sorup Tuncay Özkan, Mustafa Balbay ve Soner Yalçın gibi isimleri gündeme getirenlerin itirazlarını ele almak istiyorum. (Bu inisiyatifi yürüten meslektaşlarım adına konuşuyor değilim. Ama uzun bir süredir her yazısına Nedim ve Ahmet’i konuk eden bir gazeteci olarak, sözünü ettiğim eleştirilere bizzat muhatap olduğum düşünülürse, söylediklerimi şahsıma yönelik eleştirilere bir cevap olarak da okuyabilirsiniz.)

Aslında bu soruya bir başka soruyla cevap verip konuyu kapatmak pekala mümkündür: Adı verilen diğer gazetecilerin tümü Ahmet ve Nedim’den önce tutuklandı. Neden arkadaşları onlar için bu tür inisiyatifler geliştirilmedi ya da geliştirilmişlerse bile yeterince başarılı olamadılar?

Bu soruyu daha fazla deşip gereksiz rahatsızlıklar çıkartmak istemiyorum. Ama arkadaşlarına yönelik toplumsal desteği yaygınlaştırmakta zorluk çekenlerin, kendilerini sorgulamak yerine Ahmet ve Nedim’e yönelik desteğe gölge düşürmeye çalışmaları anlaşılır bir şey değil.

Kaldı ki “Neden sadece Ahmet ve Nedim?” sorusu son derece yanlıştır. Çünkü Ahmet ve Nedim için düzenlenen tüm gösterilere, diğer tutuklu gazetecilerin yakınları da katıldı, onların resimlerini taşıdı. Yapılan basın açıklamalarda, diğer basın özgürlüğü ihlallerine ve tutuklanan diğer gazetecilere de geniş yer ayrıldı.

Örneğin önceki günkü gösteride yine Odatv davasından tutuklu Ankaralı meslektaşım Müyesser’in (Yıldız) kardeşiyle tanıştım. Yine son gösteride okunan basın açıklamasının son bölümleri eşini kaybeden Doğan Yurdakul ile (bu vesileyle Güngör Hanım’a rahmet, Doğan Bey’e de başsağlığı diliyorum) dayanışmaya ayrılmıştı.

Özetle, Ahmet ile Nedim üzerinden gelişen bu kampanyanın ana hedefinin Türkiye’de basın özgürlüğünün kâmil bir şekilde tesisi olduğu muhakkaktır. Diğer bir deyişle, Ahmet ve Nedim’in serbest kalmaları halinde sorunun bitmeyeceğini tabii ki biliyoruz. Ama Ahmet ve Nedim’in özgürlüklerine kavuşmalarının Türkiye’deki basın özgürlüğü mücadelesinde çok hayati bir aşamaya işaret edeceğine de inanıyoruz.

Yazının devamı...

Paradigmanın iflası

İnternet üzerinden sızdırılan MİT-PKK görüşmesi kayıtları hakkında çok şey söylendi, daha da söyleneceğe benziyor. Bunda şaşıracak bir şey yok çünkü bu yayın Türkiye’nin Kürt sorununda, Prof. Fikret Başkaya’nın kitabının adını ödünç alarak söylersek, “teröristle pazarlık olmaz” cümlesiyle özetlenebilecek resmi paradigmanın çoktan iflas etmiş olduğunu gözler önüne serdi. Aslına bakılacak olursa, bu sorunun tarafları, ilgilileri ve benim gibi üzerinde çalışan gazeteciler, uzmanlar, yıllardan beri devlet kurumlarıyla PKK arasında görüşmeler olduğunu, bunların Öcalan’ın 1999’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesiyle daha yoğun, sistemli, güvenli ve fonksiyonel bir şekilde sürdüğünü biliyordu. Söz konusu yayınla kralın çıplak olduğu herkes tarafından görüldü ve kabul edildi. İlk tepkilere baktığımızda, hiç de kıyamet kopmamış olması, sızdıranların amacı ne olursa olsun, bu kayıtların yayınlanmasının son derece hayırlı olduğunu gösteriyor.

Bu girişten sonra, hiç kimse tarafından yalanlanmayan, yani doğru olduğu zımnen kabul edilen kayıtlardan hareketle bazı tespitlerimi aktarmak istiyorum:

Üç seçenek

Öncelikle bu kayıtlar bize, Öcalan’ın örgütü, avukatları ve ziyaretçileri aracılığıyla İmralı’dan yönettiği iddialarının (ve suçlamalarının) asılsız olduğunu gösteriyor. Öğreniyoruz ki Öcalan PKK ile doğrudan ilişki kurmada en çok devlete güvenmiş. MİT yöneticilerinin serzenişlerinden hareketle, Öcalan ile PKK arasında, en azından yüzlerce sayfanın devletin kuryeliğinde gelip gittiği sonucuna varabiliriz.

Hiç kuşkusuz bu sayfalar hal-hatır sormaktan ibaret değildir. Öcalan’ın örgüte talimat verdiğini, PKK yöneticilerinin de kendisini dışarda olup bitenler hakkında detaylı bir şekilde bilgilendirdiğini ve en önemlisi, bütün bunlardan ilk olarak devletin haberdar olduğunu ileri sürebiliriz. Sonuç olarak PKK’nın en azından son 12 yıldaki faaliyetlerini (ve doğal olarak eylemlerini) büyük ölçüde devletin bilgisi dahilinde yürüttüğü açıktır.

Son günlerde devletle PKK arasındaki ilişkilerin alabildiğine sertleşmesini göz önüne alırsak karşımızda üç seçenek var:

1) Ya devletle Öcalan arasındaki karşılıklı anlayış sona erdi;

2) Ya Öcalan son avukat görüşlerinde söylediği gibi sahiden kendini geri çekti;

3)Ya da dışardaki PKK yöneticileri, Öcalan’a rağmen, hatta ona karşı hareket ediyorlar.

Bazı kritik sorular

Bu seçeneklerden hangisinin geçerli olduğu tartışmasını şimdilik erteleyip söz konusu kayıtlardan hareketle aklıma gelen bazı soruları sormak istiyorum:

1) Kürt sorunuyla ilgili yazılarımı takip edenler Sabri Ok’a, devlet-PKK ilişkisindeki pozitif rolü nedeniyle önem atfettiğimi bilirler. Bu kayıtlarla Ok’un kritik pozisyonu bir kez daha ortaya çıktı. O zaman insanın aklına şu takılıyor: Yıllarca hapis yattıktan sonra askerliğini yapıp Ankara’ya yerleşen ve DTP’de “danışman” olarak çalışan Ok, neden Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakıldı? Eğer Ok Türkiye’de kalmış olsaydı daha fonksiyonel olmaz mıydı?

2) Bir diğer kilit isim, eski Avrupa sorumlusu Mustafa Karasu hakkında neden yıllardan beri PKK içindeki “şahinler”in önde gelenlerinden biri olduğu yolunda yayınlar yapılır, ki bu yayınların son dönemde iyice zirvede olduğunu görüyoruz?

3)Görüşmeye katılan ama pek konuşmayan isimlerden eski DEP Milletvekili Zübeyr Aydar neden yıllarca çok rahat yaşadığı Belçika’da, diğer eski milletvekili arkadaşı Remzi Kartal ile birlikte, tam da demokratik açılımın en pembe, yani sorunsuz günlerinde gözaltına alınmıştı?

Yazının devamı...

Hrant’ın arkadaşlarından Başbakan Erdoğan’a mektup

Sayın Başbakan,

Arkadaşımız Hrant Dink’i öldürdüler.

Beşinci yılına yaklaşan adalet arayışımız kadük kalmıştır.

Dilekçe verdiğimiz topyekun devlet, kendini katile yakın gördü.

Zaten; katil, polis, bayrak ve muzaffer gülümseme kahramanlık posterinde poz vermişti.

Bir türlü ilamını malum edemediğiniz o kalabalık güruh, elbirliği ile kıstırmışlar, hain pusuda kurşun sıkmışlar, kaçmışlar, saklanmışlardı.

Şikayetçiyiz.

“Namus Sözümdür Adalet” diye ölü evinde ant içtiğiniz halde, Hrant Dink’i işaret parmağıyla gösterip “bunu” diyen yardımcınızı “Meclis Başkanı”, resmi makamda, adamları resmen “yakarız canını bak” diyen valinizi “Vekil”, emanet edilen canı kollamayan, kötülerin işini kolaylaştıran Emniyet Müdürü’nüzü “Vali”, 17 yaşındaki O.S.’yi kocaman “Ogün Samast” ettiniz.

Kan adaletle susar, şikayetçiyiz.

İsim verdik soruşturun diye, İçişleri Bakanı’nız olmaz onlar bizim çocuklar dedi.

Dışişleri Bakanı’nız AİHM savunmasında bu toprakların yiğit evladına “Nazi” dedi .

Çevik kuvvetleriniz Rakel Dink önlerinden geçerken katillere yazılan methiye türkülerini mırıldanarak Beşiktaş Adliyesi’nde koro yapıverdiler.

Katillerimizi adalet evine getiren Jandarma, cezaevi aracına “Ya sev ya terk et” diye yapıştırma asmıştı.

Sayın Başbakan, nedir daha derine inmeyi engelleyen o büyük kasabanın sırrı”? Nedir sözünüzü tutmanıza mani olan?

Azınlıklar dan gasp edilenin birazını geri vermeniz sebebiyle seslendirdiğiniz nutukta “Bu ülkede hiç kimse ruh tedirginliğ iyle yaşamayacak artık” diyordunuz Hrant’ın veda mektubuna atfen.

İnanın tedirginliğimiz her zamankinden büyüktür.

Sayın Başbakan, mala gelenin telafisi bulunur.

Cana gelene de davranınız.

O Anadolu Toprağı’ndan Hrant Dink’in payına bir metre kare toprak düştü; mezarıdır!

Kamera denilen vaka-ü nüvis silinmiş, bize kalan azıcık 19 Ocak 2007 seyirliğinde 5 kişi saydık Hrant’a pusu kuranlardan.

Kim bunlar Sayın Başbakan?

Görüneni, görünmeyeni, katillerimizi istiyoruz, adalet olsun, hak hakim olsun diye.

Bizim hakkımız bizde saklı duruyor, helalleşmekten başka çarenin kalmadığı savaş yorgunu memleketimizde.

Suallerimiz cevapsız... Adalet nöbetçisi “Hepimiz Hrant’ız” diyen yüzbinlerin eli hâlâ vicdanında... Cevaplarımızı almadan susmayacağız, sormaya devam edeceğiz.

Hrant için, Adalet için.

Hrant’ın Arkadaşları



Bugün Hrant Dink’in doğum günü. Yaşasaydı 57 yaşında olacaktı. Ben de bugün köşemi Hrant’ın arkadaşlarının Başbakan Erdoğan’a yazdığı mektuba ayırdım. Bu vesileyle arkadaşım Hrant’I bir kez daha sevgi ve minnetle anıyorum.

Yarın, MİT-PKK görüşmesi üzerine geniş kapsamlı bir değerlendirme yapmayı düşünüyorum.

Yazının devamı...

“Nihai çözüm öncesi büyük kapışma”

Bir yanda PKK, dağda ve şehirde peş peşe saldırılar düzenleyerek “devrimci halk savaşı” hazırlıkları yapıyor. BDP, içindeki bütün tartışmalara ve itirazlara rağmen TBMM’ye gitme konusunda ayak diriyor ve seçim öncesinde düzenledikleri ve hayli etkili olan “sivil itaatsizlik” eylemlerine benzer yeni bir kampanyanın işaretlerini veriyor.

Diğer yanda güvenlik güçleri dağda ve kentlerde operasyonlarını sürdürüyor, jetler düzenli olarak Irak’ın kuzeyindeki PKK hedeflerini bombalıyor, daha önemlisi geniş kapsamlı olma ihtimali hayli yüksek bir kara harekatının altyapısı oluşturulmaya çalışılıyor.

Bir de bunlara karşılıklı yapılan son derece sert açıklamaları eklediğinizde Türkiye’yi nerdeyse bir felaketin beklediği düşünülebilir, ama yıllardır Kürt sorununu yakından izlemeye çalışan bir gazeteci olarak, görünürdeki bütün olumsuzluklara rağmen, çözüm için son derece umutluyum. Örneğin 17 Ağustos günü şöyle yazmıştım: “Bugün itibariyle havanın kurşun gibi ağır olduğu tartışılmaz. Fakat kurşun gibi ağır havaya rağmen barışa her zamankinden daha yakın olduğumuz yolunda bir tespit yapmak hiç de kolay olmayacaktır. Yine de son günlerde yaşadığımız gerilimin belli bir noktaya kadar tırmanıp bir süre sonra yeniden ‘normalleşme’ yaşayacağımız kanısındayım.”



Tabii ki bu görüşlerime itibar eden pek olmadı. Analiz yapmayıp temennilerimi dile getirdiğimi söyleyenler, beni saflık derecesinde iyimser bulanlar oldu. Zaten mevcut olan gerilimin bu yazının ardından daha da artmasıyla iyimser bakış açımı pek fazla seslendiremez oldum. Ta ki düne kadar.

Dün bazı gazetelerde gördüğüm şu cümle bana son derece moral verdi: “Büyük meselelerde bazen nihai çözümler, bütün kozlar oynandıktan sonra gelir.” Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay Ankara’da bir grup gazeteciyle sohbetinde böyle demiş ve hemen ardından Kürt sorununda nihai aşamada olduklarını belirtmiş.

Büyük kapışmanın üç coğrafyası

Kimileri Atalay’ın bu sözlerini “PKK son kozlarını oynuyor ama Tamil Kaplanları gibi sonları yakın” şeklinde okumak isteyecek ve okuyacaktır. Bana göreyse Atalay burada PKK’ya ek olarak devletin de bütün kozlarını oynamakta olduğuna vurgu yapıyor. Sonuç olarak her iki tarafın da nihai çözüm arifesinde ellerini alabildiğine güçlü tutmak istediğine tanık olduğumuz söylenebilir. Bunu “nihai çözüm öncesi büyük kapışma” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Bu tanımın bir tarafında “nihai çözüm”, yani olumlu bir gelişme; karşısındaysa “büyük kapışma”, yani olumsuz bir durum var. Bu “büyük kapışma” üç farklı coğrafyada gerçekleşeceğe benziyor: 1) Irak’ın kuzeyi ki bir kara harekatı durumunda gözler esas olarak buraya çevrilecektir; 2) Güneydoğu ki PKK son günlerde sadece kırsal alanda değil kent merkezlerinde de çok tedirgin edici saldırılar düzenliyor; 3) Büyük şehirler ki PKK ne zaman Irak ve Güneydoğu’da kendini sıkışmış hissetse “kör terör” eylemleriyle çatışmayı farklı alanlara kaydırmak istemiş ve bunda belli ölçülerde başarılı olmuştur.

Görüldüğü kadarıyla PKK bu “büyük kapışma”nın bir an önce yaşanması için elinden geleni yapıyor. Umarım Türkiye bu aşamayı olabildiğince hızlı ve az hasarla atlatır ve bir an önce Kürt sorununda nihai çözüm noktasına varır.



Savcılara teşekkürler

Odatv davasının iddianamesi açıklanıp kabul edildikten sonra, neden hakkında yazmadığımı soranlar oldu. Bunun kabaca iki nedeni var:

1) Öncelikle, arkadaşlarımızın özgürlüklerinin gasp edilmesini meşrulaştırmak için bin dereden su getirmiş “savcıperver” bazı meslektaşlarımızın neler yazacaklarını merak ettim ama şu yazıyı kaleme alana kadar seslerinin çıktığını görmedim.

2) Aslında yazacak pek bir şey de yok. En fazla, arkadaşlarımızın sadece gazetecilik yaptıklarında, Ergenekon’la alakaları olmadığında ısrar eden bizleri haklı çıkarttıkları için savcılara teşekkür edebiliriz.

Bu vesileyle Ahmet ve Nedim’e bir kez daha sevgilerimi gönderiyor ve kendilerinden sabretmeye devam etmelerini rica ediyorum.

Yazının devamı...

Onuncu yılında 11 Eylül (2)

Ankara-Washington-El Kaide üçgeni

11 Eylül’den bu yana geçen 10 yılda Türkiye’de neler olduğu sorusuna cevapları iki kategoride toplayabiliriz:

1) El Kaide’nin Türkiye’deki faaliyetleri ve devlet ile toplumun buna cevapları; 2) ABD’nin “terörle savaş” konspeti bağlamında ülkemizde yaşananlar.

El Kaide ve Türkiye sözcüklerini internette birlikte aradığınızda karşınıza ilk olarak 15 ve 20 Kasım 2003 günlerinde İstanbul’da iki sinagog, bir İngiliz bankası ve Britanya Başkonsolosluğu’na yönelik intihar saldırıları çıkacaktır. Haklı olarak “Türkiye’nin 11 Eylülü” olarak nitelendirilen bu saldırıların yıldönümlerinin oldukça sönük geçmesi, Türkiye’nin El Kaide gerçeğiyle yüzleşmeme iradesinin bir kanıtıdır. Bu yazıda bu yoksaymanın nedenleri üzerinde fazla durmak istemiyorum fakat 1 Mart 2003 günü Meclisi Irak’a asker yollama tezkeresini reddetmiş olan bir ülkenin topraklarında, “Irak’ın işgali” bahanesiyle böylesine acımasız saldırıların düzenlenmesinin fazlasıyla garip olduğunun altını çizmemiz şart.

15-20 Kasım eylemlerini düzenleyenler Afganistan’da Usame bin Ladin’le görüşmüş, ondan doğrudan talimat alan kişilerdi. Fakat dünyanın dört bir tarafında görüldüğü gibi Türkiye’de de El Kaide ile doğrudan ilişkisi olmayan fakat ilhamını ondan alan çok sayıda kişi, kimi hayli profesyonel, kimisi amatör eylemler düzenledi veya düzenlemeye kalkıştı. Buna bağlı olarak polis ve istihbarat birimleri düzenli olarak El Kaide ile bağlantılı veya ondan esinlenen kişilere yönelik operasyonlar düzenledi, düzenlemeyi sürdürüyor. Bunların da kamuoyunun fazla ilgisini çektiği söylenemez.

Geçen 10 yılda çok net bir şekilde şunu söyleyebiliriz: Türkiye’de El Kaide çizgisi tutmadı, bundan sonra tutacağa da benzemiyor. Bunun hiç kuşkusuz en önde gelen nedeni AKP’nin 9 yıllık iktidarının ülkedeki muhafazakârları hayli tatmin etmesidir. Halbuki, her ne kadar “küresel cihad” gibi bir iddiaya sahip olsa da El Kaide’yi esas besleyen tek tek ulus devletlerin dindar vatandaşlarının talep ve beklentilerini yerine getirmemesidir. Zaten El Kaide son 10 yıl içinde küresel anlamda tutuk kalırken faaliyetlerini ulusal ve bölgesel davalara yoğunlaştırdı.

Kimi El Kaide sözcüleri, değişik vesilelerle arada sırada Türk devletini eleştirseler de Türkiye dindarlarını rejime karşı cihada davet etmediler, edemediler. Bu nedenle, El Kaide tarafından büyülenmiş kişilerin kısa sürede Türkiye’yi terk edip Afganistan, Irak gibi ülkelerdeki savaşlara katıldıklarını, oralarda ya bir intihar eyleminde ya silahlı çatışmada ya da iç çekişmeler nedeniyle hayatlarını kaybettiklerini öğrendik.

Mükemmel işbirliği

Geçtiğimiz günlerde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton “Küresel Terörizmle Mücadele Forumu” (Global Counterterrorism Forum) adıyla bir girişim başlatıldığını, bunun eşbaşkanlığını ABD ve Türkiye’nin yürüteceğini açıkladı. Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) (ki sonradan Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi adını aldı) eşbaşkanı olmasını dillerine dolayanlar için bunda pek şaşıracak bir yan yok.

BOP’u ciddiye almayan, bunun daha hayata geçirilemeden tedavülden kalktığına inanan biri olmama rağmen ben de bu son eşbaşkanlık haberine fazla şaşırmadım, çünkü BOP’u bilmem ama El Kaide ile mücadele konusunda Türkiye’nin son 10 yılda ABD ile mükemmel bir işbirliği yürüttüğünü biliyorum. Hatta şöyle bir cümle hiç de abartılı olmaz: ABD’nin El Kaide ile savaşında Türkiye en stratejik ülkelerden biri olmuştur.

Ne var ki bu işbirliğinin somut kanıtlarının çok azını medyada görebiliyoruz. Bunların en bilinen örneği Luai Sakka adlı Suriye uyruklu El Kaide militanının Antalya’ya gelecek olan bir İsrail turist gemisine saldırı hazırlığındayken yakalanmasıdır. (15-20 Kasım eylemcilerinin de yine Antalya’da bir İsrail gemisine saldırmak istediklerini ama başaramadıklarını biliyoruz.)

Bu arada Afganistan’dan Guantanamao’ya tutsak transferi için İncirlik üssü ve bazı Türk havaalanlarının kullanıldığı, bazı yabancı açık kaynaklardan yararlanan benim gibi bazı gazeteciler tarafından haberleştirildi. Daha önemlisi ve acısı, CIA’nin “casus uçakları”nın, adları açıklanmayan El Kaide zanlılarını dünyanın dört bir tarafında dolaştırırken sık sık ülkemize uğramış olduklarını da biliyoruz.

Ama özellikle Irak’ın işgalinden sonra, El Kaide’nin bu ülkeye militan yollamak için epey tercih ettiği Türkiye topraklarında kamuoyuna duyrulmayan son derece önemli operasyonlar düzenlenmiş olduğunu da biliyoruz. İlginçtir, bunlarla ilgili olarak Wikileaks’te yayınlanan Amerikan resmi belgelerinde hemen hemen hiçbir bilgi karşımıza çıkmıyor.

Ama gerçeklerin ortaya çıkmak gibi iyi bir huyları vardır. Dolayısıyla Türkiye’deki El Kaide gerçeğini tüm boyutlarıyla öğrenmek ve buradan hareketle daha verimli bir şekilde tartışabilmek için çok da fazla bekleyeceğimizi sanmıyorum.

Yazının devamı...

Onuncu yılında 11 Eylül-1

El Kaide bu savaşı kazanabilirdi

11 Eylül terör saldırılarının 10. yılında El Kaide’nin savaşı kaybettiği veya kaybetmek üzere üzere olduğu; en azından kazanma şansının kalmadığı yönünde neredeyse bir görüş birliği var. Bu hiç de yabana atılamayacak bir değerlendirme. Şöyle ki efsanevi lider Usame bin Ladin öldürülmüş; birçok üst düzey yöneticinin akıbeti de onun gibi olmuş veya sağ yakalanmışlar; varkalanlar da son derece zor şartlarda tam bir yeraltı hayatı sürdürüyor; El Kaide uluslarötesi bir şebeke olarak varlığını sürdürüyor ama uzun bir süredir sansasyonel eylemler gerçekleştiremiyor...

Listeyi uzatabiliriz. Bütün bunlardan El Kaide’nin yenildiği, bitip tükendiği veya can çekiştiği gibi bir sonuç çıkmaz, ama New York, Londra, Madrid, İstanbul terör saldırılarının ardından yaşandığı gibi küresel kamuoyu artık bu şebekeyle yatıp onunla kalkmıyor. Yani yerküre El Kaide’ye alıştı, onunla yaşamayı bir şekilde öğrendi. Böylelikle El Kaide, nerede, ne zaman, nasıl vuracağı belli olmayan, ürkütücü, kokutucu bir tehdit olmaktan çıktı. Korku ve tedirginlik yaratmanın El Kaide’nin en önde gelen sermayesi olduğunu düşünürsek, bu uluslarötesi şebekenin halinin hiç de parlak olmadığını çıkarabiliriz.

Bush’un üç hatası

Aslında başlangıçta durum tam tersiydi, El Kaide bu savaşı kazanabilirdi. Çünkü tam 10 yıl önce, küresel sistemi, hiç beklemediği bir an ve şekilde tam anlamıyla gafil yakalamıştı. Ama El Kaide’nin en büyük avantajı düşmanlarının yaptığı hatalardı. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un El Kaide’ye karşı üç temel hata yaptığını söyleyebiliriz:

1) Yeni muhafazakâr (neo-con) kurmaylarının aklına uyup El Kaide ile mücadeleyi bir “savaş” olarak gördü. Bu da El Kaide’ye geniş bir meşruiyet ve popülarite sağladı.

2) Bush yönetimi bu savaşta uluslararası kuralları hiçe saydı. Sorgularda işkencenin meşru kabul edilmesi; yakalanan zanlıların yargıç karşısına çıkarılmadan dünyanın dört bir yanında gezdirilmesi; yine dünyanın farklı köşelerinde uygulamaya konulan yargısız infazlar vb. terör karşı savaşın meşruiyetine ciddi olarak gölge düşürdü ve yer yer El Kaide’ye “mağduriyet” pozisyonu sağladı.

3) Bush yönetimi, her ne kadar çok özenli davrandığını iddia etse de El Kaide ile İslam dini ve Müslümanlar arasında net bir ayrım yapmayı başaramamasıdır. Yaratılan El Kaide heyulasının ABD başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında İslam fobisi yarattığı ve bundan en çok El Kaide’nin yararlandığı bir gerçektir.

El Kaide’nin yanlışları

Peki ne oldu da El Kaide’nin işleri tersine döndü? Öncelikle ABD’nin tüm yerküreyi savaş alanı olarak görmesi, diğer devletleri “ya bizdensiniz, ya onlardan” dayatmasıyla büyük ölçüde yanına çekmesi ve elindeki tüm imkanları seferber ederek, yukarıda değindiğimiz gibi, uluslararası hukuk kurallarını da göz ardı edip acımasız bir savaş yürütmesi El Kaide’ye çok ciddi darbeler indirdi.

11 Eylül gibi bir saldırıya Bush yönetiminin böylesi bir cevap vermesinde çok anormal değildir ve bin Ladin başta olmak üzere El Kaide kurmaylarının bunları öngörmediğini düşünemeyiz. Dolayısıya esas sorunun El Kaide’nin kendisinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu şebekeyi 11 Eylül saldırılarından çok önce araştırmaya başlamış birisi olarak El Kaide’nin temel yanlışlarını şöyle sıralayabilirim:

1) El Kaide 11 Eylül’e gelmeden önce dünyanın farklı yerlerinde Amerikan hedeflerine karşı çok etkili saldırılar düzenlemişti, yani 11 Eylül adım adım tırmanan bir şiddetin zirvesidir. Bunun aşılması nerdeyse imkansız bir zirve olması, sonraki El Kaide eylemlerinin etkisini ister istemez azalttı.

2) El Kaide’nin en büyük avantajı küresel ve uluslarötesi bir şebeke olmasıydı, ama örgüt yöneticilerinin aklı hep Suudi Arabistan, Pakistan, Afganistan, Irak gibi ülkelerde yönetimi ele geçirmekteydi. Bu hırsları onların küresel faaliyetlere yeterince enerji ve kaynak aktarmamalarına neden oldu.

3) Bu bağlamda El Kaide’nin Amerikan işgali altındaki Irak’ı yeni bir Afganistan’a çevirme stratejisi başta çok akıllıca görünüyordu ama yürümedi. Sonuçta ABD ve El Kaide hep birlikte Irak bataklığına saplanıp kaldılar.

4) El Kaide yöneticileri sık sık dünyaya mesajlarını ilettiler ancak hiçbir zaman somut, gerçekleşebilir ve en önemlisi, etrafında pazarlık yapılabilecek talepler dile getirmediler. Bunun sonucunda sadece ve sadece şiddete başvuran bir öfke ve intikam hareketi olmaktan öteye gidemediler.

5) El Kaide’den önce İslam dünyasında bir genç, eline hiç silah sürmeden “radikal İslamcı” görüşleri benimseyebiliyordu. El Kaide ile birlikte radikalliğe adım atan birisi eline silah almayı, daha ötesi, kendi vücudunu bir silah olarak kullanmayı kabul etmek durumunda kaldı. El Kaide’nin bu tür dayatmaları, onun diğer İslamcı hareketler ve İslami cemaatlerle arasının hayli açılmasına neden oldu.

Şimdilik burada nokta koyalım ve başlığımıza dönelim: El Kaide bu savaşı kazanma şansını tekrar yakalayabilir mi? Usame bin Ladin’in ölümünden sonra bunun çok çok zor olduğu açıktır. Yine de unutmamak lazım, 11 Eylül saldırılarının esas beyni bin Ladin değil, uzun süredir ABD’nin elinde tutsak olan Pakistan vatandaşı Halid Şeyh Muhammed’di. Eğer El Kaide onun gibi yeni bir dehaya sahip olursa pekala dünyayı yeniden sarsabilir.

YARIN: El Kaide ve

Türkiye: 10 yılın bilançosu.

Yazının devamı...

Bu şiddet PKK’yı da tüketir

Cumhurbaşkanı Gül’ün PKK’nın son saldırıları hakkında yaptığı “akıl yoksunu ve akrebin kendi kendisini sokması gibi” değerlendirmesine ana hatlarıyla katılıyorum. Uzun yıllardan beri her vesileyle “artık silahlı mücadele dönemi bitti” diyen bir hareket ve örgütün, her başı sıkıştığında (veya birileri tarafından sıkıştırıldığında) hemen silaha başvurmasını makul gösterecek hiçbir şey olamaz. Hele sokak ortasında sivil kıyafetli astsubayları kafasına kurşun sıkarak öldürmek, halı sahada futbol oynayan polisleri, onları izleyen eşleriyle birlikte katletmek, bir yerden diğerine giden şahısları sırf devlet memuru oldukları için kaçırmak, kimin geçeceği belirsiz yerlere mayınlar döşemej gibi hareketler “yanlış”tan öte tiksindirici.

Biliyoruz, PKK’ya yakın çevreler son günlerde tımanan silahlı saldırıları meşrulaştırmak için geçmişte (veya hâlâ bugün) askerin, polisin, özel timlerin, diğer devlet memurlarının yaptıkları zulümleri gösteriyorlar.

Onlara “yanlışı yanlışla düzeltemezsiniz” dememiz ve düşmanının silahıyla silahlananın düşmanından hiçbir farkı kalmadığı uyarısında bulunmamız gerekiyor. Ve tabii ki tekrar tekrar “silah” ve “şiddet”in siyaset içindeki yerini tartışmamız.



PKK’nın değiştirdiği Türkiye

Türkiye’de resmi ideoloji yıllar boyunca Kürtlerin ve Kürtçenin varlığını inkar temelinde şekillendi ve buna aykırı davrananlar baskı, zulüm ve işkenceyle susturulmak, bastırılmak istendi. Ülkemizde siyasi iktidarların Kürtlerin varlığını kabulünde ve adım adım ret, inkar ve asimilasyon politikalarından vazgeçmelerinde birinci faktör PKK’nın silahlı eylemleri, daha doğrusu devletin ne bu eylemleri bastırmada, ne de hatırı sayılır ölçüde vatandaşın örgüte yönelmesini engellemede başarısız olmasıdır. Diğer bir deyişle Kürt sorununun doğrudan bir sonucu olarak doğan PKK, bu sorunun ülke gündeminde birinci madde haline gelmesinin de öznesi olmuştur.

Tabii burada “keşke” ile başlayan bir cümle kurabiliriz, kurmamız şart: Keşke devlet, Kürt sorununun varlığını onca kayıptan sonra “mecburen” değil, daha yolun başında “gönüllü” olarak kabullenseydi. Ama olan oldu bir kere, artık önümüze bakmamız lazım. Önümüze baktığımızdaysa ilk gördüğümüz, artık Kürt sorununun varlığının ülkenin büyük bölümü ve hatta devlet tarafından kabul edildiği; sorunun kalıcı bir şekilde çözümü için pekçok inisiyatifin başlatıldığı ve başlatılabileceğidir. Gelinen bu olumlu aşamadan sonra silaha hiç ama hiçbir şekilde yer yoktur.

BDP’ye düşen rol

BDP liderliğindeki son “sivil itaatsizlik” kampanyasının şaşırtıcı başarısı; yine BDP destekli bağımsız adayların son seçimlerin ikinci büyük galibi olmaları, Kürt sorununda artık silahların değil barışçı, yasal siyasi mücadelenin egemen olduğunu bizlere gösterdi. Belki de PKK yöneticilerinin, BDP’nin seçim zaferinin hemen ardından eylemlerini tırmandırmasında bu olguyu hazmedememelerinin de rolü vardır.

Aslında BDP ürkek davranmayıp, çağın kendine yüklediği misyonu yerine getirmeye talip olsa, yani Kürt sorununda inisiyatifi ele almaya girşse, “kendi kendini tüketecek” (Gül’ün deyimiyle “sokacak”) bir şiddet sarmalına kapılmış olan PKK’yı da bir bakıma kurtarabilirdi. Bazılarına hayal gibi gelebilir ama, BDP’nin bugün bu hamleyi yapmıyor olmasının, yarın da yapmasının imkansız olduğu anlamına geldiğini düşünmüyorum.

Toparlayacak olursak, Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü için öncelikle silahların susması; bunun için öncelikle PKK’nın silahsızlandırılması; bunun için de, bir şekilde PKK’nın silah bırakmaya ikna edilmesi kaçınılmaz. PKK’yı ikna da onu kıyasıya eleştirmekten geçiyor.

Çünkü silahlar susmadığı müddetçe söylenen sözlerin hiçbir hükmü yok.

Yazının devamı...

BDP, PKK’dan “özerk” hareket edebilir mi?

Bugün BDP’nin genel kurulu toplanıyor ama bu kongrenin BDP tabanı dışında kimseyi heyecanlandırdığı söylenemez ki BDP’lilerin heyecanını da abartmamak lazım. Halbuki son genel seçimlerden AKP dışında başarılı tek parti olarak çıkan BDP’ye ilgi doğal olarak hayli artmıştı. Şerafettin Elçi, Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan, Ertuğrul Kürkçü, Leyla Zana gibi birbirnden farklı ve ilginç şahsiyetleri bir araya getiren bu partinin Meclis’te neler yapacağı bayağı bir merak konusu olmuştu. Fakat bu ilgi uzun sürmedi; nerden çıktığı pek anlaşılmayan Meclis boykotu nedeniyle “isimler değişti ama cisim aynı kalmış” yorumları egemen oldu. Daha kötüsü, PKK saldırılarını yeniden tırmandırınca BDP’liler yine “devlet operasyonları durdursun” şartıyla başlayan cümleler kurmanın ötesine geçemediler.

Bu noktada bir hususun altını çizmek gerekiyor: BDP’nin (ve ondan önceki yasal Kürt partilerinin) PKK karşısındaki ürkekliği bilmediğimiz bir şey değil ve muhakkak eleştirilmeyi hak ediyor fakat eleştirinin sınırlarını aşırı zorlayıp, Yeni Şafak Gazetesi’nin yaptığı gibi BDP’lileri “katil” ilan edip hedef göstermek ne doğrudur, ne de barışa herhangi bir katkısı olabilir. Tabii BDP yöneticilerinin de bu yayın nedeniyle Yeni Şafak’ı kongreye akredite etmemesi de son derece yanlış ve anlamsızdır.

Kıkırdak olamadılar

Eski yazılarıma dönüp baktığımda yılların geçtiğini ama BDP’nin (ve ondan önceki partilerin) PKK ile ilişkisi hakkında üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yazmış olduğumu fark ettim. 2007 Aralık ayında kaleme aldığım “DTP’yi anlamak” başlıklı dizinin ilk gününde adını vermediğim bir DTP yöneticisinin (ki kendisi BDP’de de önemli bir konumda) devlet ile PKK’yı çatışan iki taraf olarak birer kemiğe benzetip kendilerinin de bu iki kemik arasında kıkırdak olmak, yani iki kemiğin birbirine daha fazla zarar vermesinin önüne geçmek istediklerini söylemiş olduğunu yazmıştım. Geçen süre içinde DTP ve BDP’nin böyle bir fonksiyonu yerine getiremediğini çok net bir şekilde gördük. Bu aşamadan sonra “kıkırdak” olmayı becerip beceremeyecekleri de meçhul.

Öncelikle BDP’nin ne istediğini genel kamuoyuna açık ve net bir şekilde anlatabildiği asla söylenemez. Çünkü çok ciddi bir iletişim stratejisi sorunları var. Zaten Türk kamuoyu PKK’nın terör eylemlerine yoğunlaştığı için onlardan gelen önerilere kulak asmıyor. Zaten Öcalan tarafından geliştirilen ve içleri tam olarak doldurulmamış olan bu önerilerin PKK’dan nefret eden kesimleri cezbetmesi de beklenemez.

Bununla birlikte bardağın dolu tarafına da bakmak lazım: PKK ilk ortaya çıktığında, dört ülkedeki Kürtleri bir araya getirecek, sosyalizmle yönetilen bağımsız bir Kürdistan’ı hedefliyordu. Şimdi bağımsızlık yerine Türk ulus devleti içinde özerklik; birleşik Kürdistan yerine değişik ülkelerdeki Kürtlerin konfederal yapılanması; sosyalizm yerineyse demokrasi isteniyor.

BDP’lilerle konuştuğunuzda, PKK’nın yıllar içinde katettiği bu evrimin, büyük ölçüde yasal siyasi partilerin, yani HEP-DEP-HADEP-DEHAP-DTP ve BDP’nin başarısı olduğunu söylüyor ve önlerinin açılması durumunda daha çok şeyi değiştirebileceklerini iddia ediyorlar. Ortada çok ciddi ve aşılması imkansız gibi görünen bir güven sorunu var. Türk kamuoyunda, PKK’nın, buna bağlı olarak da BDP’nin, Türkiye’nin düşmanları tarafından kurdurulmuş, onların çıkarları için çalışan yapılanmalar olduğu fikri, her terör saldırısıyla daha da güçleniyor.

Bundan dört yıl önce bir DTP yöneticisine Türk kamuoyundaki algıyı hatırlattığımda bana aynen şunları söylemişti: “Biz Türkiyeli bir hareketiz. Bizden Türkiye’yi satmamızı bekleyenler yanılır. Asla Türkiye’yi satmayız.”

Bugünkü BDP kongresinin, bu partinin Türkiyeliliğini güçlendirmesini ve BDP’nin PKK’dan bağımsız olamasa bile, kendilerinin çok sevdiği o tabirle “özerk” hareket edebilmesini temenni ediyorum.



Sevgili Yalçın Çınar’a Allah’tan rahmet, ailesine, yakınlarına başsağlığı diliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.