Şampiy10
Magazin
Gündem

Zana’ya biçilen misyon

Dün Yeni Şafak’ta Abdülkadir Selvi, “Hoş geldin Leyla Hanım” başlıklı güzel ve anlamlı bir yazı kaleme almıştı. (http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=01.10.2011&y=AbdulkadirSelvi) Bu yazının son bölümünü aktarmak istiyorum: “Sizin deneyiminize büyük ihtiyacımız var. Size, çıkıp PKK’yı kınayın ya da örgütle aranıza mesafe koyun gibi bir çağrı yapacak değilim. Ayrıca bunu samimi de bulmuyorum. Ama ülkemizi artan terör olayları üzerinden, faili meçhul karanlığına çekmek isteyenlere karşı sizden gelecek yürekli bir sese ihtiyacımız var. Ne yapacağınızı, ne diyeceğinizi en iyi siz bilirsiniz. O nedenle ben size sadece hoş geldin, Leyla Hanım diyorum. ”

Çok isabetli bir yazı olduğunu dün Meclis’te gördük, yaşadık. Çünkü TBMM’nin yeni yasama döneminin açılışına Cumhurbaşkanı Gül’ün konuşması (Özellikle yeni anayasanın yapılma yöntemi ve içeriği hakkındaki özgürlükçü sözleri dikkati çekti. Terörle mücadele konusuna ağırlık verdi, Kürt sorununun demokratik çözümüne kısaca değindi) ile Emek, Demokrasi, Özgürlük Bloğu listelerinden seçilmiş milletvekillerinin yeminleri damga bastı. Yemin deyince de en çok ilgiyi Zana gördü. Medyanın yoğun ilgi gösterdiği Zana ısrarla ve yalnızca “diyalog ve uzlaşma” mesajları vermeye dikkat etti.

Üç özellik

Peki Zana, Abdülkadir’in kendisine uygun gördüğü misyonu yerine getirebilir mi? Bu soruya “evet” cevabı vermemiz kesinlikle mümkündür. Neden böyle düşündüğümü açmak için 2009 yerel seçimleri kampanyası sırasında Batman’da tanıştığım ve o tarihten sonra birçok kez kendisiyle uzun uzun konuşup tartışma imkânı bulduğum Zana’nın öne çıkan üç özelliğini sıralamak istiyorum:

1) İçerden birisi olmasına rağmen Kürt sorununun gidişatını serinkanlı bir şekilde analiz edebiliyor;

2) Başta kadınlar olmak üzere Kürt halkı nezdinde hayli popüler. Büyük ölçüde bu popülerliği nedeniyle Öcalan başta olmak üzere birçok kişide yer yer rahatsızlık yaratsa da Kürt siyasi hareketi içinde hak edilmiş bir yeri var. Buna ek olarak Irak’taki Kürt yönetimiyle ilişkileri çok iyi;

3) Ödediği bedeller, yaşadığı mağduriyetler onu davasına daha da bağlı hale getirmiş. Ama Zana’da hınç ve öfke yerine dikkat çekici bir soğukkanlılık, makul olanı arama ve ılımlılık gözlüyorsunuz.

Kuşkusuz benim bu değerlendirmelerim, geçmişteki yemin töreni nedeniyle ona kızan, hatta ondan nefret edenlerin hoşuna gitmeyecektir. Olabilir. Kendilerine, Zana’nın geçen yaklaşık 30 yıl içinde yaşamış olduğu “olgunlaşma”nın bir benzerini yaşamalarını tavsiye edebilirim. Devletin Öcalan’la, hatta PKK ile düzenli bir şekilde görüştüğü bilindiğinde, halkın seçtiği milletvekillerini dışlama, onlarla konuşmaya, tartışmaya yanaşmama gibi bir tavrın gerçek hayatta herhangi bir karşılığının olmadığı açıktır.

İşi hiç de kolay değil

Yeminden önce TBMM kulisinde karşılaştığım Zana’nın son derece heyecanlı olduğunu gördüm. Yemin ederken de heyecanını üzerinden atamamış olduğunu hep birlikte gözledik. Bu heyecanın kendi kişisel tarihiyle ilgili boyutları muhakkak vardır. Ama Kürt sorununun çözümünde kendisine biçilen rolün ağırlığını da hesaba katmalı. Evet Zana bu noktada çok kilit bir rol oynayabilir. Ama Kürt siyasi hareketi sadece Zana gibi isimlerden ibaret değil, hatta onun gibilerin azınlıkta kaldığı bile söylenebilir. Üstelik, birçok yerde olduğu gibi bu harekette de çoğunluğun azınlıktakileri etkisizleştirmeye fazlasıyla niyetli olduklarını akılda tutmalı.

Sözlerimizi Abdülakdir’in yazısının başlığıyla noktalayalım: Hoş geldin Leyla Hanım! Ve bir cümle de biz ekleyelim: Allah kolaylık versin!

Yazının devamı...

Yeni bir başlangıç, yeni bir umut!

Keşke protesto ve boykotlar hiç yaşanmasaydı da Meclis’te grubu bulunan partiler yeni, sivil bir anayasa için kolları genel seçimlerin hemen ardından sıvamış olsalardı. Neyse, zararın neresinden dönülse kârdır diyelim ve 8 eksikle (bunların 5’i KCK, ikisi Ergenekon, biri Balyoz tutuklusu) olsa da yeni yasama dönemine bugün başlayacak olan TBMM’nin demokrasimizi daha ileri noktalara taşımasını dileyelim.

Demokrasi derken tabii akla ilk olarak yeni anayasa geliyor. AKP’nin CHP ve MHP ile ilk temasları hayli olumlu bir atmosferin ortaya çıkmasına vesile oldu. Kuşkusuz yeni anayasa konusunda kritik nokta BDP’nin tavrı olacak. Bakalım Meclis, BDP’nin de evet diyebileceği yeni bir anayasayı üretebilecek mi? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Milliyetçiliğin iki ucundaki MHP ve BDP nasıl bir anayasada uzlaşabilir? Meclis bu mucizeyi gerçekleştirebilir mi?

“Mucize” dediğime baskmayın, aslında o kadar da imkansız değil. Öncelikle tarafların olaya iyiniyetle yaklaşmaları, siyasi hesapları alabildiğine geri plana atabilmeleri gerekiyor. İkinci olarak, girişte değindiğimiz “atmosfer” çok önemli. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Meclis Başkanı Cemil Çiçek ve CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun BDP ile temasları normalleşme yolunda çok olumlu gelişmeler, ama mutlaka, çok gecikmeden iktidar partisiyle BDP arasında olabildiğince üst düzeyde açık temasların yeniden başlaması şart. Tabii bunun olabilmesi için PKK’nın şiddeti tırmandırmaya son vermesi, her ne kadar bu kelime artık inandırıcılığını kaybetmiş olsa da, yeniden bir “ateşkes” sürecine girmesi gerekiyor. Aksi takdirde, basılan bir karakol, sivillere yönelik yeni bir katliam vb. bütün çabaların boşa gitmesine neden olabilir. Dolayısıyla Türkiye’nin önceliği PKK saldırılarının sona ermesi olmalı.

Türkiye hiç kuşku yok ki PKK’nın saldırıları tam hız sürerken de yeni bir anayasa yapabilir ama böylesi bir anayasanın Kürt sorununun çözüme ne denli katkı yapabileceği şüpheli olur. Kürt sorununun çözümünde işe yaramayacak bir anayasa da ne kadar yeni olursa olsun çok kısa bir sürede eskir gider.

Tutukluluk denen ceza

Türkiye ne zamandır mahkemelerin zanlılar hakkında çok kolay tutuklama kararı çıkarttığını ve uzun tutukluluk sürelerinin yargısız cezalandırma işlevi gördüğünü konuşup tartışıyor. 12 Eylül askeri darbesinden kısa süre sonra tutuklanıp 18 ay hapiste kaldıktan sonra beraat etmiş biri olarak bu tartışmaları yakından takip ediyorum. Lakin bir konu beni fazlasıyla rahatsız ediyor: Alabildiğine kutuplaşmış ülkemizde taraflar bazı davaları çok beğenip bazılarına tamamen karşı çıkıyorlar. Hatta son şike operasyonu nedeniyle sadece ideolojik değil takım farklılıklarının bile yeni çifte standartlara neden olduğunu gördük. Özetle taraflar kendi acılarını öne çıkartıp maalesef karşı tarafın acısından bir tür keyif alıyor.


Dün Sincan F Tipi Cezaevi’nde Deniz Feneri davası nedeniyle tutuklu bulunan Kanal 7 Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Çelik’i ziyaret ettiğimde bu düşünceler yeniden kafama üşüştü. Muhafazakâr medyada tanıdığım en “vicdanlı” insanlardan olan Mustafa’nın (ve tabii ki diğer dava arkadaşlarının) yaklaşık 3 aydır tutuklu bulunmasını ve onun bu mqğduriyetinden memnun olanları kesinlikle anlayamıyorum.

Tıpkı bir diğer Mustafa’nın, CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay’ın hâlâ hapiste tutulmasını anlayamadığım gibi. Bu yazıyı kaleme aldığımda Mustafa’nın tahliye talebinin nasıl sonuçlandığı belli olmamıştı. Umarım o da bir an önce tahliye olur da kendisiyle Meclis kulisinde sohbet etme imkanına kavuşuruz.

Hudson yalanı

Son olarak kısa bir açıklama: 2007 yılında TSK’dan bir grup üst düzey subayın da iştirakiyle Washington’daki Hudson Enstitüsü’nde düzenlenen kapalı toplantıya katılmadım. Ben gazeteciyim, eğer katılmış olsaydım, bu kadar gürültü koparmış bir toplantı hakkında mutlaka yazardım. Bu yalanı kimlerin neden uydurmuş olduğunu biliyorum, onlar da bildiğimi biliyorlar ve hayat böylece akmaya devam ediyor!

Yazının devamı...

“AKP’ye rağmen ve AKP’yi geriletmek için...”

Dün Diyarbakır Cegerxwin Kültür Merkezi’nde BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş malumu, yani Meclis’e döneceklerini ilan etti. Bu kararın milletvekillerinin ezici bir çoğunluğunu memnun etmiş olduğu net bir şekilde görülebiliyordu çünkü yine çoğunun Hatip Dicle olayı nedeniyle başlayan protestonun “boykot”a dönüşmesine sıcak bakmadığı, fakat partiye yönelik saldırılara birlikte karşı koyabilmek için eleştirilerini kendilerine sakladıkları biliniyordu.

Peki 1 Ekim’den itibaren bizi nasıl bir dönem bekliyor. Dünkü yazımda bunun hayli sert ve gerilimli olacağına dair birçok ipucu bulunduğunu yazmıştım. Dün önce Başbakan Erdoğan’ı televizyonda, ardından Demirtaş’ı canlı olarak dinleyince önümüzdeki yasama dönemine AKP-BDP çekişmesinin damga vuracağına bir kez daha kâni oldum. Erdoğan’ı ele alalım: Son dönemdeki tüm konuşmalarında olduğu gibi BDP ile PKK arasında herhangi bir ayrım yapmadı ve PKK’nın son saldırılarının hepsinden doğrudan BDP’yi, hatta dolaylı olarak bu partinin desteklediği bağımsız adaylara oy vermiş seçmenleri sorumlu tuttu. Kuşkusuz Erdoğan’ın dünkü konuşmasının en çarpıcı yönü Kürtleri PKK’ya karşı direnmeye çağırmasıydı.

BDP Eşbaşkanı Demirtaş da Kürtleri AKP’ye karşı direnişe çağırdı. Onun, “AKP’ye rağmen ve AKP’yi geriletmek için Meclis çalışmalarına katılma kararı aldık” sözlerinin bu yazının başlığına çıkmayı hak ettiğini düşünüyorum.

Karşılıklı hayal kırıklıkları

AKP ve BDP’nin bu karşılıklı meydan okuyuşları, “siyasette olur böyle şeyler” diye geçiştirilebilecek şeyler değil. Çünkü bu kapışmanın gerçek hayatta çok ciddi bir karşılığı var; her gün ülkenin dört bir tarafından ölüm haberleri geliyor ki bunların hatırı sayılır bir bölümü savunmasız masum siviller: Genç kızlar, hamile kadınlar, ana karnındaki bebekler... (Nitekim Demirtaş’ın dünkü konuşmasında bu sivil kayıplar geniş bir yer işgal etti. BDP Lideri bu ölümlerden duydukları acının altını birkaç kez samimi bir şekilde çizdi fakat bunlardan doğrudan PKK’yı sorumlu tutmadı.)

Normal şartlarda AKP ile BDP’nin kapışmasından, kısa vadede bir tarafın galip, diğerinin mağlup çıkması kolay değil. Dolayısıyla her iki tarafın da alabildiğine yıpranacağı ve hiçbirinin kârlı çıkmayacağı çetin bir süreç bizleri bekliyor. Hal böyle olunca bu kavga, içerde ve dışarıdaki “üçüncü şahıslar”ın, daha doğrusu “odaklar”ın işine yarayacak, dolayısıyla aynı odaklar tarafından iyice kızıştırılacaktır.

Şu soruyu duyar gibiyim: “Senin bu gördüğünü AKP ve BDP’liler görmüyor mu?” Galiba görüyorlar çünkü gerek başta Başbakan olmak üzere hükümet sözcülerini, gerek BDP temsilcilerini dinlediğinizde, her iki tarafta da tam bir hayal kırıklığı (hatta daha ileri gidip ihanete uğramışlık hissi) seziyorsunuz. Taraflar kalıcı çözüme doğru yol alan müzakere sürecinin sona ermiş (ya da kesintiye uğramış) olmasından muhataplarını sorumlu tutuyorlar. Demirtaş’ın dünkü konuşmasının çoğu AKP’ye yönelik bu tür suçlamalara ayrılmıştı. Onun şu sözlerini özellikle not aldım: “Bizim içimizde bir muhataplık sorunu yoktur. Ama karşımızda verdiği sözü tutabilen, tutarlı tek bir muhatap görmek istiyoruz.” BDP Lideri’nin bu sözlerini “Sayın Başbakan ne demek istediğimi anlar” diye bağlamış olması da epey anlamlıydı.

Tam da benzer bir suçlamanın hükümet tarafından Kürt siyasi hareketine yöneltildiğini biliyoruz. Örneğin PKK’nın Öcalan’ın sözünü bile dinlemediğinden yakınılıyor; birden çok PKK bulunduğu söyleniyor; BDP’nin diğer odakların yanında hayli etkisiz olduğu vurgulanıyor...

BDP grubu çatlar mı?

Evet PKK ve Öcalan’a kıyasla BDP’nin gücü çok sınırlı. Fakat devletin Öcalan ve PKK ile görüşmeleri durdurduğu bir ortamda Meclis’teki BDP beklenenin ötesinde fonksiyonel olabilir. Tek tek milletvekillerini ele aldığımızda BDP böyle bir misyonun altından pekala kalkabilirmiş gibi gözüküyor. Ne var ki bu derece güçlü, renkli ve farklı isimlerden oluşan Meclis grubunu her konuda “tek ses, tek nefes” tutmak kolay olmasa gerek. Nitekim Demirtaş dünkü konuşmasının son bölümlerinde, içlerindeki çokrenkliliği kendilerinin “yumuşak karnı” olarak görenlere seslendi ve “bizi çatlatmak isteyenler çatlayacak” dedi.

Demirtaş haksız olmayabilir. Çünkü Aysel Tuğluk, Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan gibi son dönemde birilerinin hedef tahtasına yerleştirmek istediği isimlerle sohbet ettiğinizde, medya üzerinden genel olarak BDP’ye, özel olarak bazı milletvekillerine karşı yürütülen eleştiri/hakaret/saldırı kampanyalarının Blok milletvekillerini birbirlerine daha da yakınlaştırdığını ve kararlıklarını artırdığını görüyorsunuz.

Yazının devamı...

BDP, PKK’dan rol çalabilir mi?

Bugün Diyarbakır’da toplanacak olan BDP Grubu’nun 1 Ekim’de TBMM’ye gitme kararı alacağı kesinleşti gibi. Anlaşılan Cumartesi günü, cezaevinde olanlar dışındaki BDP’li milletvekilleri (Ahmet Türk, Aysel Tuğluk ve Leyla Zana siyasi yasakları nedeniyle herhangi bir siyasi partiye üye olamıyorlar ama BDP Grubu ile birlikte hareket edecekleri kesindir) tam kadro TBMM’de olacak ve yeminlerini edecekler. Ne diyelim: Zararın neresinden dönülse kârdır! Çünkü BDP’lierin Hatip Dicle olayını gerekçe göstererek TBMM’yi protesto etmeleri; ardından Öcalan’ın durumu, askeri operasyonlar vb. yi öne çıkararak bunu bir “boykot”a dönüştürmeleri yanlıştı. Neden yanlış olduğu hakkında daha önce çok yazı kaleme aldım, gerekçelerimi tekrarlamak istemem ama şu kadarını söylemekle yetineyim: Genel seçimlerin, AKP’den sonra ikinci galibi olan bir partinin protesto/boykotu kendisini tercih etmiş seçmenlere yapılmış bir haksızlıktı.

Evet, BDP’lilerin Meclis’e dönecek olmaları demokrasimiz için olumlu bir gelişmedir ancak 1 Ekim’den sonra Meclis’te işlerin hiç de kolay olacağını söyleyemeyiz. Çünkü PKK saldırılarını elinden geldiğince sürdüreceğe, devlet de bunları engellemek için, kara harekâtı dahil bir dizi tedbiri gündeme sokacağa benziyor. Diğer bir deyişle dışarda alabildiğine tırmanan çatışmanın Meclis’in içine sirayet etmesi kaçınılmazdır, hele BDP’nin birbirinden ilginç ve dişli milletvekillerine sahip olduğu düşünülürse.

Tek muhalif güç

Yeni yasama döneminin hayli çetin geçeceğini öngörmek için elimizde epey ipucu var. Öncelikle CHP ve MHP’nin muhalefetleri etkisi her geçen gün daha da azaldığını ve onların boşluğunun da Kürt siyasi hareketi tarafından doldurulduğunu görüyoruz. Belli bir süredir AKP iktidarını içerde ve dışarda istikrarsızlaştırma güç ve yeteneğine sahip yegane gücün Kürt hareketi olması bu tespitimizi doğrulamaktadır. Bu açıdan bakıldığında BDP’nin Meclis’teki güçlü varlığı güzel bir fırsat olarak algılanabilir. Ne var ki AKP’yi tehdit eden Kürt siyasi hareketini kabaca üç ayaklı (yasal, yarı-yasal ve yasadışı) olarak tarif edebiliriz ve BDP bu hareketin en zayıf ayağını oluşturuyor. Daha kötüsü, BDP kendini bu hareketin diğer aktörleri (Öcalan, PKK, KCK...) karşısında güçlendirecek adımlar atmıyor, hatta atmaya bile kalkışmıyor.

Durumu daha iyi kavramak için son günlerde peş peşe gelen PKK saldırılarını ele alalım. Gerek sivillere, gerek güvenlik güçlerine yönelik her PKK saldırısı, tüm Türkiye’yi olduğu gibi siyasi iktidarı da derinden sarsıyor. Diyelim ki hükümet bu saldırıları “ikna” yoluyla sonlandırmak istedi, kimi muhatap alması gerekir? En kolay adres hiç kuşkusuz BDP’dir, fakat bu partinin PKK eylemlerini durdurmak gibi bir gücü yok ve olacağa da benzemiyor. Hal böyle olunca devlet bizzat Öcalan’la, hatta PKK’nın temsilcileriyle doğrudan görüşüyor.

BDP içindeki görüş ayrılıkları

“İşte, Öcalan ve PKK ile görüşmelerin durduğu bir ortamda Meclis’teki BDP’ye önemli rol düşüyor” diyenler olacaktır ve diyenler var. BDP’ye bu kritik dönemde bir rol düştüğü kesin de bunun “başrol” olduğuna pek emin değilim. Öncelikle BDP Grubu’nun, başta PKK’ya bakış olmak üzere birçok konuda aynı düşüncede olmadığı son eylemler üzerine yapılan değerlendirmelerde ortaya çıktı. Örneğin Ertuğrul Kürkçü ve Sırrı Süreyya Önder’in TAK’a karşı aldıkları çok açık ve sert tavrı diğer milletvekilleri açıkça desteklemedi. PKK militanlarının Güneydoğu’da “kazara” sivillerin ölümüne neden olan eylemlerinin de BDP milletvekillerinin ciddi bir bölümünü derin bir şekilde rahatsız ettiğini biliyoruz ama duygularını kamuoyuna olduğu gibi yansıtmaya yanaşmıyorlar.

BDP Grubu her konuda birlik ve beraberlik içinde hareket etse de, hiç beklenmedik bir anda Öcalan ve özellikle PKK tarafından açığa düşürülme riskleri hayli yüksek. Tam işlerin yolunda gittiği (veya öyle sanıldığı) bir ortamda PKK’nın bir karakol daha basması veya TAK’ın Batı’da sivillere yönelik yeni bir katliama girişmesi BDP’nin kredisini anında sıfırlayabilir.

Yazının devamı...

BDP’li vekiller gitmek istiyor ama...

BDP’li milletvekillerinin TBMM’ye girip girmeyecekleri meselesi tam anlamıyla bir yılan hikayesine dönüşmek üzere. Normal olarak BDP Meclis Grubu’nun bugün Diyarbakır’da toplanması ve büyük olasılıkla

1 Ekim’de Meclis’e gitme ve dolayısıyla yemin etme kararı alması bekleniyordu. Fakat bu toplantı yarın öğleden sonraya ertelendi. Bakalım grup yarın toplanabilecek mi? Toplansa da açık ve net bir karar alabilecek mi? Karar alsa da bunu rahat bir şekilde hayata geçirebilecek mi?

BDP’liler başlangıçta Hatip Dicle’nin kazanmış olduğu milletvekilliğinin iptalini protesto amacıyla Meclis’e gitmediler. Ardından Abdullah Öcalan’ın tutukluluk koşulları, KCK kapsamında çok sayıda partilinin tutuklanması ve PKK’ya yönelik operasyonların sürmesi gibi gerekçelerle olay “Meclis boykotu” halini aldı.


Hiç kuşkusuz sorunun kalbinde iç içe geçmiş iki olgu var: 1) Devletin gerek Öcalan, gerekse PKK ile yürüttüğü müzakereleri durdurması; 2) PKK’nın şiddet eylemlerini kademeli bir şekilde tırmandırması. Hükümete göre görüşmeler PKK eylemleri yüzünden durdu; PKK’ya göreyse hükümet görüşmeleri durdurduğu için saldırılar kaldığı yerden başladı. Yani tipik bir “yumurta-tavuk” ikilemiyle karşı karşıyayız. Ne var ki Türkiye kimin haklı, kimin haksız olduğu noktasını çoktan aştı; tarafların yeniden zirveye ulaşan karşılıklı güvensizliği ülkeyi çok ağır bir şekilde yaralıyor.

Tabanla tavan arasında

Dün Diyarbakır’dan bazı kaynaklarımla görüştüm ve BDP’nin nasıl bir karar alabileceğini öğrenmeye çalıştım. Aslında sorgulanacak çok fazla bir şey yok: BDP’li milletvekillerinin ezici bir çoğunluğu ki Meclis grubunun akla gelen tüm ağır toplarının buna dahil olduğunu söyleyebiliriz, işi artık tadında bırakma ve 1 Ekim’deki oturuma katılma yanlısı. BDP ile arası iyi olan aydınlar, bölgedeki sivil toplum örgütleri gibi farklı odaklar da BDP’nin Meclis çalışmalarına katılmasının, ortamın yumuşamasına katkıda bulunacağı yolunda açıklama ve çağrılar yapıyorlar. Parti tabanının da, giderek boykotun amacına ulaştığı, daha fazla uzatılmasına gerek olmadığı noktasına yaklaştığı söyleniyor. Fakat iki belirleyici aktörün, Öcalan ve PKK’nın bu konuda ne düşündükleri tam net değil.

Bir süredir avukatlarıyla görüştürülmeyen Öcalan’ın tercihinin Meclis’e dönüşten yana olacağını tahmin edebiliriz fakat saldırılarını “topyekun savaş” konseptiyle alabildiğine tırmandıran PKK’nın, boykotun sürmesinden yana olduğu yolunda çok güçlü iddialar bulunuyordu. Bu bağlamda dünkü Taraf Gazetesi’nde yer alan, “KCK Yürütme Konseyi Başkanlığı” imzalı bir elektronik postada “Meclis’e gitmek Kürt halkına ihanet ve düşmana hizmettir” denildiği haberi başlangıçta hiç de şaşırtıcı olmadı.

Fakat önce BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, KCK’nın tehdit iddialarını kesin bir dille yalanladı ve “KCK’nın iddiasını kanıtlasınlar istifa ederim” dedi. Ardından, tam da sözü edilen tehdit mektubunun altındaki imzanın, yani KCK Yürütme Konseyi’nin başkanı olan Murat Karayılan, verdiği bir mülakatta BDP’lilere bir dayatmada bulunmadıklarını söyledi.

Mektubu kim yazdı?

Hatta onun “Öncelikle bu konuda karar verecek olan Blok vekilleri grubudur. Biz vekillerin Meclis’e gitmesine negatif yaklaşmıyoruz. Haksız bir egemenlikçi anlayışa ve siyasete karşı gerekli tutum ve tavrı almışlardır. Dolayısıyla bundan sonra farklı tutum pekala olabilir” sözlerini “BDP’ye Meclis’i işaret etti” diye yorumlamak da mümkün.

Hal böyle olunca ortada ciddi bir soru duruyor: Karayılan’ın BDP’li milletvekillerini öven ve Meclis yolunda önlerini açan tavrı düşünüldüğünde ortalığı karıştıran tehdit bildirisi kim, ne amaçla kaleme aldı? İlk akla gelen seçenekleri şöyle sıralayabiliriz:

1 Ya bu mektubu kaleme almış olan PKK yöneticileri yanlış yaptıklarını anladılar veya kısa sürede fikir değiştirdiler;

2 Ya da bu mektup Karayılan’dan ayrı hareket eden bazı PKK yöneticileri tarafından kaleme alındı. Diğer bir deyişle PKK içinde çokbaşlılık hakim.

3 Veya bu mektubun PKK ile hiçbir ilişkisi yok, birileri ne yapıp edip BDP’lilerin Meclis’e girmemesini sağlamaya çalışıyor.

BDP’lilerin işlerinin hiç de kolay olmadığını bizlere gösteren bu seçeneklerden hangisinin doğru olduğunu kolay kolay öğrenebileceğimizi sanmıyorum. Fakat şahsen üçüncü seçeneğin daha yüksek ihtimal olduğu kanısındayım.

Yazıyı BDP’lilerin Meclis’e gitme ihtimalinin hayli yüksek olduğunu tekrarlayarak bitirelim ve giderlerse kendilerini TBMM’de nelerin beklediği tartışmasınıysa yarına bırakalım.

Yazının devamı...

Şehre inen PKK!

PKK’nın son dönemde, kelimenin gerçek anlamıyla bir “topyekun savaş” yürütmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bu savaş kabaca üç şekilde cereyan ediyor:

1) PKK’nın dağ kadroları, son olarak Pervari’de tanık olduğumuz gibi kırsal alanda karakol basıyor, yakın dönemde Silvan ve Çukurca’da yaşandığı gibi askeri birliklere kimi zaman mayınla, kimi zaman uzaktan kumandalı patlayıcılılarla pusu kuruyor;

2) TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) Batı’daki büyük kentlerde esas olarak sivilleri hedef alan “kör terör” eylemlerine imza atıyor. TAK’ın PKK’dan bağımsız, hatta ona rağmen hareket ettiği kesinlikle büyük bir yalan. Dolayısıyla PKK’nın TAK’ı kınamaları da kandırmacadan başka bir şey değil. Çünkü TAK’a, PKK’nın taşeronudemek bile doğru olmaz. PKK üst yönetiminin kirli işlerini gördürmek üzere kurduğu özel bir birimle karşı karşıyayız.

3) Güneydoğu’da kent merkezlerinde PKK’nın şehir kadroları başta güvenlik güçleri olmak üzere her türden devlet görevlisini hedef alıyorlar. Resmi dairelere ve güvenlik güçlerinin araçlarına yönelik saldırılara daha önceleri de tanık oluyorduk, fakat yeni dönemde halı sahada top oynayan, alışveriş yapan veya esnafla muhabbet eden, çoğunlukla sivil giysili güvenlik güçlerinin katledilmesi tek kelimeyle dehşet verici.


Devletle Kürtlerin ilişkisi

PKK’nın Güneydoğu’nun kent merkezlerinde hayata geçirdiği saldırılarının, örgütün yeni dönem terör kampanyasına damga bastığı kanısındayım. Böyle düşünmemin birkaç nedeni var. Öncelikle son olarak Siirt’te hayatlarını kaybeden genç kızlar örneğinde olduğu gibi, kent merkezlerindeki saldırıların kurbanları arasına hiç ilgisi olmayan masum insanlar da kolaylıkla girebiliyor. Daha önce Diyarbakır ve Batman’da da benzer olaylar yaşanmış, PKK her seferinde, Siirt’te olduğu gibi “özür” dilemiş ama bildiğinden de şaşmamıştı. Bu türden “kazalar”ın PKK’nın bölge halkıyla arasındaki bağı olumsuz etkilediğini, bunun yansımalarının hemen olmasa bile zamanla ortaya çıkabileceğini düşünüyorum.

Kent merkezlerindeki saldırılar, 1990 sonlarından itibaren görece normal koşullarda yaşamaya başlamış olan bölgede görev yapan devlet memurlarının hayatlarını yeniden çok kötü bir şekilde zorlaştırıyor. Burada tehlikeye giren sadece birer birey olarak bölgede görev yapan devlet memurlarının (ve onların ailelerinin) hayatları değil, belli bir süredir, özellikle Kürt açılımının ardından hayli iyileşmiş olan bölge halkıyla devlet arasındaki ilişkilerdir. Dolayısıyla PKK’nın Güneydoğu kent merkezlerindeki bu saldırıları, Kürtlerle devletin arasını yeniden alabildiğine açmak için teşvik ettiğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır.

İstihbarat zaafı

PKK’nın kırsal kesimde TSK’yı hedef alan iddialı her saldırısının ardından bir “istihbarat zaafı” olup olmadığı tartışması başlar ama kent merkezlerindeki eylemler, ne kadar dehşet verici olurlrsa olsunlar bu türden tartışmaları nedense kamçılayamaz. Polis söz konusu olduğunda sergilenen bu anlayışlı tavrın nedenlerini tartışmayı bir başka yazıya erteleyip şu hayati soruyu soralım: Bunca yıldır kent merkezlerinde bir türlü kurumsallaşamayan PKK’nın, sonunda bu amacına ulaştığını söyleyebilir miyiz?

Bu soruya hemen “evet” cevabı vermek mümkün değil ancak PKK’nın kent merkezlerinde eskisine kıyasla daha profesyonel, güçlü ve etkili olduğu da çıplak gözle görünüyor. Birkaç yıldır aralıksız bir şekilde süren ve son günlerde yeniden iyice yoğunlaşan KCK operasyonlarına rağmen PKK’nın Güneydoğu kent merkezlerinde eylem kapasitesi ve kabiliyetini artıyor olmasının epey manidar olduğu açıktır.

Her ne kadar PKK kırsal alanda hâlâ çok ses getirici eylemler düzenliyor olsa da bu çatışmanın kalbi kentlerde atıyor ve anlaşılan atmaya devam edecek.

Yazının devamı...

TÜBA’yı Prof. Şerif Mardin’e sordum

Türkiye’de bilim çevreleri son günlerde yoğun olarak Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) yepyeni bir şekil vermeyi hedefleyen 27 Ağustos 2011 tarihli Kanun Hükmünde Kararname’yi (KHK) tartışıyor. Yeni düzenlemeye göre TÜBA’nın üyelerinin üçte birini Bakanlar Kurulu, üçte birini YÖK, üçte birini de akademi üyelerinin kendileri seçecek. Halbuki 1993’te kurulan TÜBA’ya yeni üyeleri, dünyadaki diğer örneklerde de olduğu gibi, akademinin genel kurulu tarafından seçilmekteydi. KHK ile TÜBA’nın “özerk” konumunu kaybedeceği eleştirileri giderek artıyor ve yurtdışında da büyük yankı buluyor.

TÜBA üyeleri geçtiğimiz bayram boyunca Ankara ve İstanbul’da birer toplantı yaptı. Tartışmalarda Akademi üyelerinin hemen istifa edip yeni ve özerk bir Akademi kurulması önerisi dile getirildi fakat bu aşamaya geçmeden önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşülmesi kararı alındı. Bugün yapılması beklenen bu görüşmenin TÜBA’nın geleceği konusunda belirleyici olacağını tahmin etmek güç değil.

Şerif Mardin’e yapılan ayıp

Özellikle medyada konuyla ilgili çıkan yazıların hemen tümünde TÜBA Başkanı Yücel Kanpolat veya herhangi bir başka akademi üyesinden çok Prof. Şerif Mardin’in adı geçiyor. Bu da son derece anlaşılır bir durum çünkü TÜBA Genel Kurulu, tam üç kez Prof. Mardin’in üyeliğe alınmasını çoğunlukla reddetti. Gerekçe, Prof. Mardin’in genel olarak din sosyolojisi, özel olarak da Bediüzzaman Said Nursi üzerine yaptığı çalışmalardı. Şahsen ülkemizde bir bilimler akademisinin varolduğunu, Prof. Mardin’in üyeliğinin veto edilmesi vesilesiyle öğrendim ve bu kurumun sırf bu nedenle “bilimsel” ve “özgürlükçü” gibi sıfatları hak etmediğini düşündüm. Bu noktada yalnız olmadığımı da düşünüyor ve biliyorum. Örneğin Zaman’da Şahin Alpay, Yeni Şafak’ta Kürşat Bumin de, son KHK’yı sert bir şekilde eleştiren yazılar kaleme aldılar ama bunu yaparken TÜBA’nın Şerif Mardin ayıbının altını da kalın bir şekilde çizdiler.

Bu noktada, sözünü ettiğim tartışmaların Prof. Mardin’de ne tür duygu ve düşünceler uyandırdığını merak ettim ve bu nedenle dün kapısını çaldım. Şerif Hoca’nın tutumunu basitleştirerek, “Her iki taraf da beni bu işe bulaştırmasın” şeklinde özetleyebilirim. Tabii ki kendisi böyle bir cümle kullanmadı ama şöyle konuştu: “Bakıyorum da bazıları benim ağlayışımdan istifade etmek istiyor. Halbuki ben TÜBA’ya üye kabul edilmedim diye hiç ağlamadım. Zaten kimseye ‘beni üye alın’ filan da demedim.”

Mahalle baskısı

Yeni KHK’yı savunanlar, kendilerini haklı çıkarmak için “Şerif Mardin ayıbı”nı ileri sürünce TÜBA’nın varolan yapısını korumasından yana olanların bazılarının da Hoca üzerinde bir nevi “mahalle baskısı” (Bildiğiniz gibi bu kavram Prof. Mardin tarafından geliştirildi) uyguladıklarını ve ondan yeni düzenlemeye alenen karşı çıktığını ilan etmesini istediklerini duyuyorum. Hoca ise, dün kendisine karşı yapılan ayıbı engellemede yeterince gayret göstermeyen bazı kişilerin gözünde bugün “birden önemli bir adam” olmaya başlamasını epey yadırgamış. Şu sözler onun: “TÜBA beni reddettiğinde hep arka planda kalmaya özen gösterdim. Şimdi ön plana çıkmamı istiyorlar ki hiç böyle bir niyetim yok.”

Peki Prof. Mardin TÜBA’ya yönelik yeni düzenleme hakkında ne düşünüyor? O konuda tavrı çok açık ve net: “Dünyanın hiçbir yerinde bilim akademilerinde böyle cımbızla adam seçmece yok!”

TÜBA yöneticileri bugün Cumhurbaşkanı Gül ile görüşürlerse bundan nasıl bir sonuç çıkar bilmiyorum. Ama siyasi iktidarın TÜBA’nın varolan statüsünü sürdürmesine razı olacağını sanmam. En fazla, belki bir “ara formül” bulunur. Ama sonuç ne olursa olsun, bir kurum olarak TÜBA’nın, Prof. Şerif Mardin’in şahsında tüm Türkiye’den özür dilemesi gerekiyor. Eğer KHK olduğu gibi uygulanır ve TÜBA’yı oluşturanların çoğu, ilan ettikleri gibi devletten bağımsız yeni bir kurumsallaşmaya giderlerse de, bu ayıp onları takip etmeye devam edecektir.

Yazının devamı...

‘Her akşam masumiyetimle yattım’

Dün Silivri Cezaevi’nde arkadaşım ve meslektaşım Nedim Şener’i ziyaret ettim. Öncelikle şunu söylemek istiyorum: Nedim’i çok zayıflamış gördüm. Eşi Vecide’nin dediğine göre yaklaşık 30 kilo vermiş. Nedim, herhangi bir sağlık sorunu olmadığını, düzenli spor yapması ve cezaevi yemeklerinin “fazla iştah açıcı olmaması” nedeniyle kilo vermiş olduğunu, ama halinden hiç şikayet etmediğini söyledi.

Bu Nedim’i ikinci ziyaret edişim ve kendisini beklediğimin ötesinde neşeli ve moralli gördüm. Ondan koğuş ve dava (dolayısıyla kader) arkadaşı Ahmet Şık’ın da son derece moralli olduğunu öğrendim. Ardından Ahmet’in eşi Yonca da bu bilgiyi teyit etti.

Savcılara teşekkür

Peki Nedim ve Ahmet neden mutlu? Tabii ki savcı tarafından açıklanmış ve mahkeme tarafından kabul edilmiş olan iddianame nedeniyle. Bunun da iki nedeni var:

1) Nihayet o kaygılı bekleyiş sona erdi ve davanın, 22 Kasım biraz geç de olsa, başlama tarihi belli oldu;

2) Haklarında, şu ana kadar medyaya yansıyanlardan başka hiçbir suçlama ve delil olmadığı; diğer bir deyişle herhangi bir örgüt (Ergenekon) faaliyeti içinde bulunmayıp sadece gazetecilik yaptıkları için suçlandıkları alenen ortaya çıktı.

Nedim şöyle diyor: “İddianame benim için tüm meslek hayatımın bir check-up’ı gibiydi. Allah’ın izniyle buradan lekesiz, bembeyaz bir kağıt gibi çıktım.”

Benim iddianamenin ardından kaleme aldığım bir yazının sonuna düştüğüm “savcılara teşekkür” duygularını Nedim’in (ve onun söylediğine göre Ahmet’in de) paylaştığını öğrendim. Şu sözler de Nedim’in: “İddianamede, dünyanın dört bir tarafında bize inanan, bize destek olan insanların yüzlerine utanmadan bakmamızı engelleyecek en ufak bir noktanın bile olmaması bizleri çok ama çok mutlu etti.”

Masumiyet

Evet, Nedim’in yazının başlığına çıkarttığım sözlerini aktarmanın tam zamanı: “Her akşam masumiyetimle yatağa girdim!” Haksızlık etmiş olmayayım. Nedim masumiyetine ek olarak en çok ailesine (eşi Vecide ile geçen Pazartesi günü 9 yaşına basan ve annesiyle aynı adı taşıyan kızı Vecide’ye) ve tabii ki kendilerine sahip çıkan ve destek olanlara güvenmiş.

Masumiyet demişken sözü, Nedim’in dönüp dolaşıp sevgiyle andığı kızı küçük Vecide’ye bırakalım. Babasının cezaevinde olduğu söylendiği zaman “o ceza almadı, sadece tutuklu” diye düzelten küçük Vecide sözlerini şöyle sürdürüyormuş: “Babam beni çok sever. Benden uzak kalamaz. O yüzden suç filan işlemez.”

Görüş bittikten sonra, Nedim’in koğuş arkadaşları Ahmet Şık ve Doğan Yurdakul’la da selamlaşma imkanı buldum. Yakınları, eşinin ölümüyle hayli sarsılmış olan Yurdakul’un cenaze sürecinde tanık olduğu destek ve dayanışma sayesinde kendini toparlamış olduğunu söylediler ki o kısa sürede yüzünden bunu okumak mümkündü.

Bitirirken, Nedim’le en iyi bildiği konuyu, Hrant Dink suikasti davasını da konuştuk tabii ki. Ben, savcının mütalaasının Nedim’i gülümsettiğini söylemekle yetineyim. Çünkü eminim ki çok geçmeden Nedim (ve tabii Ahmet de) çıkacak ve yine Dink suikastini yazacak ve bizi aydınlatmaya devam edecek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.