Şampiy10
Magazin
Gündem

Bir yanlış çok doğruyu götürebilir

PKK’nın son dönemde saldırılarını tırmandırarak “devrimci halk savaşı” başlatmak istediğini biliyoruz. Örgüt bunu daha önce de birkaç kez denedi ve başarılı olamadı, bugün de başarılı olması mümkün gözükmüyor. Ama PKK’nın “halk savaşı” başlatamaması, onun yaşanan çatışmaya halkı bir şekilde dahil edemeyeceği anlamına gelmiyor. Nitekim 1980 ortalarından itibaren, özellikle de 1990’ların başlarında yaşanan “düşük yoğunluklu savaş”ın birinci derecede mağduru bölge halkı, yani Kürtler olmuş; her ne kadar yaşananlardan en az devlet kadar sorumlu olsa da PKK bu mağduriyeti çok iyi kullanıp kitle tabanını, nüfuz alanını genişletmişti.

Yazı dizimizin ilk gününde altını kalın çizgilerle çizdiğimiz gibi, devlet, özellikle de TSK, PKK ile mücadelesine halkı karıştırmamak için azami özeni gösteriyor. Yani geçmişte sık sık yaşadığımız gibi, PKK saldırılarının intikamını bölge halkından almak isteyen bir devlet ve bu durumdan memnuniyetle istifade eden bir örgüt yok. Ne var ki, devletin onları çatışmanın dışında tutması, bölge halkının PKK’ya yönelik ilgi, sempati ve hatta ilişkisini azaltmaya yeterli olmuyor. Her ne kadar “zararın neresinden dönülse kâr” olsa da, devletin bu konuda hayli geç kalmış olduğu ortada.

Telafisi zor yeni sorunlar

Öte yandan aylardır süren, tüm ülkeyi kapsayan ve binlerce kişinin gözaltına alınıp çoğunun tutuklanmasına yol açan KCK operasyonları devletin Kürtlerle ilişkilerinde telafisi zor yeni sorunlar çıkarıyor. Bu operasyonları başından itibaren defalarca eleştirdim. Bu yazıda, dün ele aldığımız yeni ve son derece hayati bir olgu üzerinden KCK operasyonlarına yeniden bakmak istiyorum.

Kürt siyasi hareketi içindeki en makul isimlerden biri olarak bilinen ve ilk operasyonlarda tutuklanan Fırat Anlı’nın çok çarpıcı bir tespiti vardı: “Biz müzakere edilebilecek belki de son kuşağız.”

Hakkari’de konuştuğumuz orta yaşlı Kürt kanaat önderlerinin, 1990’lı yıllarda doğan çocuklardan kaynaklanan aşırı radikal damardan nasıl kaygı duyduklarını dün etraflıca anlatmıştık. “Okuyarak değil yaşayarak kindar” olan bu çocukların denetlenmesi son derece zor bir iş olarak ortadayken, polis ve özel yetkili savcıların, kent merkezlerinde yasal siyaset yapmaya çalışan (diğer bir deyişle bu gençlerin taşkınlıklarını engelleme potansiyeli taşıyan) isimleri topluca cezaevlerine doldurmasının mantığını anlamak kolay değil.

Tam da PKK’nın istediği

Anlaşılan devletin içindeki bir kanat, Kürt hareketi içinde konuşulup tartışabilecek isimlerin tasfiyesiyle PKK ve oradan hareketle de Kürt sorununu çözebileceğini düşünüyor. Bu operasyonlar başladığından beri defalarca Güneydoğu’ya gitmiş bir gazeteci olarak, KCK operasyonlarının hiç de arzulanan sonuçlara yol açmamış olduğunu, PKK’nın “aslında devlet çözüm filan istemiyor” şeklindeki propagandasını güçlendirmiş olduğunu gözledim.

Hele Prof. Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu gibi saygın isimlerin de KCK sepetinin içine konulmak istenmesi hükümetin sık sık tekrarladığı, “demokrasiden taviz vermeden terörle mücadele” iddiasına ciddi bir şekilde gölge düşürüyor.

Sonuç olarak “dağ”da PKK ile “baş başa” mücadele konusunda isabetli bir stratejiyi hayata geçiren devletin, “bağ”da işin içine hemen herkesi katıyor olmasının yarattığı çelişkili durum, Kürt sorununun çözümü konusundaki ümitleri de ciddi bir şekilde söndürüyor.

Yani onca acı deneyimden hareketle atılan onca “doğru” adım, geçmişten ders çıkartmamakta direnen bazılarının birkaç “yanlış” adımı” nedeniyle heba olabiliyor.

Yazının devamı...

Okuyarak değil yaşayarak kindar olmuş bir kuşak

24 askerin şehit olduğu saldırıdan üç gün sonra Hakkari’de bir grupla sohbet ediyoruz. Siyasetle yakından ilgili bir kişinin, bölgede 90 sonrası doğan çocuklarla ilgili sözleri çarpıcı: “İnanır mısınız, bunların büyük çoğunluğu Kürtçeyi bile doğru düzgün konuşamıyor. Maalesef bu çocuklar okuyarak değil yaşayarak kindar olmuşlar. Bana göre bu kuşağın kazanılması mümkün değil...”

PKK’nın Çukurca baskınından üç gün sonra Hakkari’de siyasetle yakından ilgili bir grupla sohbet ediyoruz. Kendilerine ilk olarak, Hakkari’de, ülkenin batısında yaşanan yas haliyle neden karşılaşmadığımızı soruyorum. Kimse “Yanılıyorsunuz” demiyor. Ardından “Ama kimse biz Hakkarililerin, askerlerin hayatını kaybetmesinden mutlu olduğumuzu düşünmesin” diye devam ediyorlar. İçlerinden biri “Benim bir kardeşim dağda öldü, ama annem hâlâ ne zaman asker öldüğünü duysa ağlıyor” diyor. Bir başkası “Biz ölüleri yarıştıranlardan değiliz. Kimin öldüğünün önemi yok. Her ölüm insanın içinde bir yerlerin kanamasına neden oluyor” diye müdahale ediyor. Hemen tümü, TSK’nın Kandil’e yönelik operasyonlarının sürdüğü, oradan ölüm haberlerinin geldiği bir ortamda, yakınları, çocukları PKK saflarında olan Hakkarililerin Çukurca baskınına ülkenin batısında yaşayanlardan farklı baktığında birleşiyorlar.

‘Biz emirleri Kandil’den alırız’

Birleştikleri bir diğer nokta da yeni kuşakların içerdiği potansiyel tehlike. Biri, “Örneğin Çukurca baskınının ardından anne-babaların hissettiği acıyı 1990 sonrası doğan hiçbir çocuk hissetmiyor. Sanki yüzlerinde güller açıyor” derken bir diğeri yakın zamanda Hakkari il merkezinde tanık olduğu bir olayı anlatıyor. Bir gösteri sırasında kendilerine müdahale etmek isteyen bir BDP yöneticisine gençler şu karşılığı vermiş: “Seni tanıyoruz, ama biz emirleri Kandil’den alıyoruz.”



Aynı kişi sözlerini şöyle sürdürüyor: “İnanır mısınız, bunların büyük çoğunluğu Kürtçeyi bile doğru düzgün konuşamıyor. Maalesef bu çocuklar okuyarak değil yaşayarak kindar olmuşlar. Bana göre bu kuşağın kazanılması mümkün değil.”

Tam bu noktada bir tartışma patlak veriyor. Kimileri yeni kuşağın içinde “Türk düşmanlığı”nın yeşermesi riskinin alrını çizerken, “aslında bu çocukları dönüştürmek çok da zor değil” diyor ama adres olarak İmralı ve Kandil’i gösteriyor.

Eleştiride denge arayışı

Hakkari’de konuştuğumuz kişilerin çoğu PKK çizgisine eleştirel bakıyor ama eleştirilerini son derece dikkatli ve yumuşak bir şekilde dile getiriyorlardı. “PKK’yı eleştirmeden normalleşme yaşanamaz” diyen biri hemen ardından şu eklemeyi yapmayı da unutmuyordu: “Ama kimse bizden PKK ile devleti aynı şekilde eleştirmemizi beklemesin!”

Hakkari’de görüp duyduklarımız, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere devletin PKK’ya karşı sivil bir Kürt inisiyatifi çıkarma hedeflerinin gerçekleşmesinin son derece zor olduğunu bizlere bir kez daha gösteriyor.

Hakkari’de devlete yönelik eleştirilerin azalmış, yumuşamış ve büyük ölçüde değişmiş olduğunu gördük. KCK operasyonları da olmasa şikayet anlamında konuşacak çok fazla şey kalmadığı bile söylenebilir.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Çukurca baskınından kısa süre önce bölgedeki askeri birlikleri denetlemesi de tepki çekmiş. Örneğin bir Hakkarili “Cumhurbaşkanı’nın, 1990’larda Tansu Çiller’in yaptığı gibi asker parkası giymesi büyük bir kırılma yarattı” diyor. “Güzel şeyler olacak” sözleriyle Kürt açılımının startını vermiş olan; bölgeye yaptığı gezilerde hep “sivil” mesajlar vermeye özen gösteren Gül’ün Güneydoğu’da hayli popüler olduğu bilindiğinde bu yakınmayı not etmekte yarar var.



Hakkari hakkında efsaneler ve gerçekler

PKK’nın Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik saldırılarının büyük çoğunluğu Şemdinli, Çukurca gibi ilçelerde yoğunlaşsa da Hakkari, iç içe geçmiş olan Kürt ve PKK sorunları söz konusu olduğunda Diyarbakır, Şırnak ve Mardin’in hayli gerisinde kalırdı. Fakat bir süredir PKK’nın başını çektiği siyasi hareket paralelinde düzenlenen gösterilerde başta il merkezi ve Yüksekova olmak üzere Hakkari’nin başı çektiğini görüyoruz. Öyle ki ülkenin en uç noktasındaki bu küçük ilimizin bir bakıma adı çıkmış durumda. Gazi Üniversitesi öğretim üyesi arkadaşım Hüseyin Yayman’la Diyarbakır, Şırnak veya Mardin değil de Hakkari’ye gelmeyi seçmemizin bir nedeni de bu il hakkındaki rivayetlerin doğru olup olmadığını kontrol etmekti.

Öncelikle “devletin PKK’ya tek ettiği şehir” imajının gerçekle hiçbir ilgisi olmadığını vurgulayalım. Eski günlerdeki kadar görünür olmasa da devlet Hakkari’de var. Üstelik hayli aktif ve güçlü. Bir yanda yol yapımları, diğer yanda üniversite için gerekli binaların inşaatları aralıksız sürüyor. Devletin Hakkari’ye olabildiğince nitelikli kadrolarını yolladığını duyuyorduk, bunun doğru olduğunu yerinde gördük. Dünkü yazımızda vurguladığımız “1990’lı yılların hatalarından ders çıkarma”nın, yani PKK ile mücadele etme gerekçesiyle halka kötü davranma, ona zulmetme yanlışından vazgeçmenin Hakkari il merkezinde de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

PKK’nın gücü

Ama bu stratejiyi hayata geçirmenin çok da kolay olmadığı bir gerçek. Çünkü PKK da Hakkari’de hayli aktif ve çok güçlü. Üstelik devletin aksine kendini gizlemeye çalışmıyor ve elinden gelen her imkanı kullanarak devletle olan çatışmasına doğrudan halkı da dahil etmeye çalışıyor.

Hakkari, Yüksekova, Çukurca gibi kent merkezlerinde, tuzağa düşürdükleri güvenlik görevlilerini, tıpkı bir zamanlar Hizbullah’ın bölgede yaptığı gibi, gündüz gözüyle katletmelerinin ardında yatan esas hesaplardan biri, son yıllarda yaşanan devlet-halk yakınlaşmasını torpillemek. Kent merkezlerinde görev yapan güvenlik görevlilerini sürekli saldırı tehdidi altında tutup onların sadece örgütü değil, her Kürdü kendisine düşman beller bir pozisyona sürüklemek.

Hakkari’deki PKK varlığı en net şekliyle, örgüt militanlarının cenaze törenlerinde kendisini gösteriyor. Konuştuğumuz Hakkarililer, PKK’lı cenazesine katılan herkese örgüt üyesi muamelesi yapmanın doğru olmadığını hatırlatıp şöyle devam ediyorlar: “Unutmayın, burada hemen hemen her evden en az bir genç dağa gitmiş, hatta orada ölmüştür.”

Gerçekten görüştüğümüz herkesten son derece çarpıcı öyküler duyuyoruz. Örneğin yaşlı bir Hakkarilinin bir oğlu ölmüş, diğeriyse hâlâ dağdaymış. Çok da yaşlı olmayan bir başkası, askerle çatışmada yaralanan bir oğlunun Kuzey Irak’ta, Erbil’de yaşadığını, diğerinin hâlâ dağda olduğunu, üçüncüsünün de İstanbul’da çalıştığını anlatıyor.

Yazının devamı...

PKK ile mücadelede yeni askeri strateji:

Devlet, PKK ile halkı ayırmayı nihayet öğrenmiş

Devlet, özellikle TSK, geçmişin hatalarından gereken dersleri çıkarmış. PKK ile kırsal alanda mücadelede yeni strateji örgütle baş başa savaşma esası üzerinde yükseliyor. Yani devlet PKK ile halkı ayırmayı nihayet öğrenmiş

SUNUŞ

17 Ekim günü Vatan Gazetesi’nde “Kürt hareketini anlamak” başlığıyla bir diziye başladım. Amacım PKK’nın saldırılarını yeniden tırmandırdığı bir atmosferde Kürt hareketinin nerden gelip nereye doğru yol aldığını analiz etmekti. Kafamda bu dizinin ikinci bir aşaması daha vardı: Son dönemde dikkatleri en fazla üzerine çeken illerden Hakkari’ye gitmek, il merkezinin dışında Yüksekova, Şemdinli, Çukurca gibi ilçeleri de dolaşıp Kürt hareketi üzerine düşünce ve tespitlerimin isabetli olup olmadığını yerinde kontrol etmek istiyordum. Hatta bölgeyi benden daha iyi bilen Gazi Üniversitesi öğretim üyesi olan dostum Hüseyin Yayman’ı da bana eşlik etmesi için ikna ettim.

Ancak tam yazı dizisinin ortasında PKK’nın Çukurca baskını yaşandı. Sayılarının 200’ü aştığı tahmin edilen PKK militanı, 19 Ekim Çarşamba sabahı saat 01.00 civarında Çukurca’ya girip aynı anda 8 ayrı stratejik noktaya saldırdı. İlk aşamada 24 güvenlik görevlisi şehit oldu. Ülke çapında haklı olarak derin bir infiale yol açan saldırının ardından 20 Ekim Perşembe günü bir yazı daha kaleme alıp “Kürt hareketini anlamak” dizisine ara verdim. Amacım hafta sonu Hakkari’de duyup gördüklerimin ardından Kürt hareketini değerlendirmeye kaldığım yerden devam etmekti.

Hüseyin’le birlikte Cumartesi öğle vakti Hakkari’ye ulaştık, burada foto muhabiri arkadaşımız Burak Kara ile buluştuk. Hakkari’de geceyarısına kadar yerel kanaat önderleri ve devlet yetkilileriyle görüştük. Pazar sabah erkenden Çukurca’ya gittik. Öğlene kadar vatandaşlarla ve askerlerle sohbet ettik. Programımızın bir sonraki etabı olan Yüksekova’ya tam varmak üzereyken Van’da deprem olduğu haberini aldık ve doğal olarak yönümüzü Van’a çevirdik. Her ne kadar tüm tasarladıklarımızı hayata geçiremesek de Hakkari ve Çukurca’da dikkate değer şeyler gözledik, öğrendik.

Bugün ilk olarak Çukurca’yı anlatmak istiyorum, yarın da Hakkari gözlemlerimizle devam edeceğiz. Mecburen yayınlamayı geciktirdiğimiz bu gözlem ve değerlendimelerimizin Kürt hareketini daha iyi anlamada yardımcı olmasını diliyorum.

ÇUKURCA SONRASI DEVLET, PKK VE KÜRTLER

PKK’nın son dönemde bir tür “topyekûn savaş” konseptiyle saldırılarını yoğunlaştırması üzerine devlet içinde de benzer bir mukabele anlayışı öne çıktı. Hal böyle olunca sık sık şu soruyla karşılaşır olduk: “Yoksa devlet 1990’lı yıllara mı dönüyor?” (“1990’lı yıllar” derken esas olarak Tansu Çiller’in başbakan olduğu ve terörle mücadelede yasal sınırların devlet onayıyla pervasızca aşıldığı dönemin kastedildiği malum.)

Hakkari ve Çukurca’daki gözlemlerimden hareketle bu soruya hiç düşünmeden “Hayır” cevabını veririm. Hatta daha ileri gidip, “Devlet o dönemin hatalarından o kadar ders çıkarmış ki bir daha kolay kolay 1990’lara dönülemez” de diyebilirim. “Nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsun?” diye sorulacak olursa şunu söylerim:

Sivil hayat hakimdi

PKK saldırısının üzerinden daha 2-3 gün geçmişken ve TSK, ağırlığı Çukurca kırsalı olmak üzere çok yoğun bir askeri operasyon sürdürürken Hakkari ve hatta Çukurca’da son derece sakin, rahat ve daha önemlisi “sivil” bir hayat hakimdi. Bir-iki basit kimlik kontrolünü saymazsak gazeteci olarak istediğimiz yerlere gittik, istediğimiz kişilerle son derece özgür bir şekilde konuştuk, fotoğraflar çektik.

Halbuki o meşhur 1990’lı yıllarda tam tersi olurdu: Halk sokağa çıkmaktan, dükkanlarını açmaktan korkardı, dolayısıyla sokakların hakimi üniformalar ve silahlar olurdu. Medyanın çalışmasına hoş gözle bakılmazdı. Gazeteciler konuşacak vatandaş bulmakta zorlanır, buldukları da sadece “resmi” görüşlerini dile getirdiği için yaşananlar hakkında sağlıklı bilgi sahibi olunamazdı.

Hele son Çukurca baskını gibi etkili bir PKK saldırısı söz konusuysa, devlet intikamını ilk olarak bölge halkından alırdı: Evler basılır, çok sayıda insan gözaltına alınırdı. Onların maruz kaldıkları kötü muameleler nedeniyle, kamuoyu da PKK saldırısı kadar, hatta bazen ondan daha da fazla devletin halka uyguladığı zulümle ilgilenirdi.

1990’lardan alınan ders

PKK baskınından üç gün sonra Çukurca’da bir çay bahçesinde halkla sohbet ediyoruz. Kendilerinden, bazı evlerde arama yapıldığını ama halktan kimsenin gözaltına alınmadığını öğreniyoruz. Eskiden olsa, PKK’nın böylesine karmaşık ve zor bir baskını vatandaşlardan yardım almadan düzenlemesinin mümkün olmadığı saptamasından hareketle ilçe merkezi hallaç pamuğu gibi atılırdı. Nitekim sohbet ettiğimiz kişiler, geçmişte defalarca gözaltına alındıklarını, işkence gördüklerini anlatıyorlar. Hatta birçok gencin PKK saflarına katılmasında bu tür baskı ve eziyetlerin belirleyici olduğunu ileri sürüyorlar.

Bugünse, sanki 2-3 gün önce PKK bu kente baskın yapmamış, sanki TSK birkaç kilometre ilerde, belki içlerinde Çukurcalıların akrabalarının da bulunduğu PKK’lılara karşı son derece kapsamlı bir operasyonu yürütmüyormuş gibi sakin bir atmosfer hakim.

PKK ile TSK baş başa

Hüseyin’le aklımıza devletin yıllar boyu PKK ile mücadelede temel slogan bellediği “sivil halkla teröristi ayırt etmek” ilkesi geliyor. Devlet yetkililerinin bu slogana, esas olarak halka reva görülen zulümlerin üstünü örtmek için başvurmuş olduklarını artık, büyük ölçüde medyanın sayesinde, biliyoruz. Günümüzdeyse, devlet yetkililerinden bu sloganı daha az duyuyoruz ancak son olarak Çukurca’da bizlerin tanık olduğu gibi, güvenlik güçleri kırsal alanda PKK ile mücadeleye halkı bulaştırmamaya azami özen gösteriyorlar. Diğer bir deyişle, PKK saldırıları bahane edilerek bölge halkına operasyon düzenleme dönemi büyük ölçüde sona ermiş.

Bu durumu şöyle özetlemek mümkün: Devlet, özellikle TSK, geçmişin hatalarından gereken dersleri çıkarmış. PKK ile kırsal alanda mücadelede yeni strateji örgütle baş başa savaşma esası üzerinde yükseliyor. Yani devlet PKK ile halkı ayırmayı nihayet öğrenmiş.

Ama ortada çok ciddi bir başka sorun var: Güneydoğu’da halk PKK’ya, hiç de devletin kendisinden istediği, beklediği gibi bakmıyor. Bu konuyu yarın ele alalım.

90’lı yılların tam tersi

Çukurca’da sohbet ettiğimiz vatandaşlar son derece sakin ve rahattı. 90’lı yılların tam tersi, özgürce konuştuk. O zaman halk sokağa çıkmaktan korkar, gazeteciler de konuşacak vatandaş bulmakta zorlanırdı. Şimdi ise genci de yaşlısı hem konuştu, hem fotoğraf çektirdi...

Dağda başka bağda başka

Çukurca’da konuştuğumuz vatandaşların çoğu, devletin baskısına kendilerinden örnek verememekle birlikte tüm ülkeyi kasıp kavuran KCK operasyonlarından şikayet ettiler. Kırsal alanda baş başa kalmaya son derece dikkat eden devletin, kentlerde dün DTP, bugün BDP çatısı altında veya ona yakın yerlerde siyaset yapan isimleri, halkın seçtiği belediye başkanlarını, sivil toplum aktivistlerini ve aydınları gözaltına alması ve bunların ezici bir çoğunluğunun tutuklanması son derece çelişkili bir durum.

KCK operasyonları sayesinde Kürtlerle PKK arasındaki köprüleri uçurmayı hesaplayanlar, tam tersi sonuçlarla yüzyüze gelince, hatalarını kabullenip geri adım atmak yerine daha da hırçınlaşıyorlar. Son olarak Prof. Büşra Ersanlı ve yayıncı-yazar Ragıp Zarakolu gibi isimlerin de gözaltına alınmış olması, bu kişilerin tam anlamıyla “akıl tutulması” yaşadıklarını gösteriyor.

Bakalım “bağdaki” devlet 1990’lı yıllardan ne zaman ders çıkaracak?

Yazının devamı...

Çoğunluk kibri

Geçtiğimiz Cumartesi günü, Gazi Üniversitesi öğretim üyesi dostum Hüseyin Yayman ile Van üzerinden Hakkari’ye geçtik. (Kürt sorunu üzerine yaptığı çalışmalarla son dönemde iyice sivrilen Yayman’ın, Doğan Kitap’tan yeni çıkan “Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası”nı ne yapıp edip edinin) Hakkari’de, askeri operasyon nedeniyle bizden önce bölgeye gelmiş olan foto muhabiri arkadaşımız Burak Kara ile buluştuk ve gece geç saate kadar kentin kanaat önderleriyle PKK’nın son Çukurca baskını ve TSK’nın operasyonundan hareketle Kürt sorununda hangi noktada olduğumuzu tartıştı. Pazar sabahıysa Çukurca’daydık. Halkla, askerlerle sohbet ettikten sonra öğle vakti Yüksekova’ya doğru yola çıktık. Kürt hareketi için son derece kritik bir öneme sahip olan Yüksekova’ya tam girmek üzereyken Van’daki depremi öğrendik ve hemen bu ilimize doğru yola koyulduk.



Hakkari ve Çukurca’da görüp duyduklarımı, düşündüklerimi birkaç gün içinde bir yazı dizisi halinde yayınlamayı planladığımı belirttikten sonra tekrar deprem konusuna dönelim. İki gün boyunca içimiz dışımız “Kürt sorunu” olmasına rağmen depreme etnik açıdan bakmak Hakkarili şoförümüz Emin dahil hiçbirimizin aklına gelmedi. Van’da Paris Otel’in enkazının başında çabalayan insanların çoğunun Kürtçe konuşuyor olması da bizde böyle bir duygu yaşatmadı. Akşam saatlerinde ulaştığımız, depremin son derece acımasız davrandığı Erciş’in her köşesinde birer insanlık dramı yaşanıyordu. Gerek Ercişli, gerekse çevre il ve ilçelerden akın etmiş olan vatandaşlar görevlilerle birlikte bu dramların trajediye dönüşmemesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Depremle Kürt sorunu arasında doğrudan bir ilinti kurmada, Bitlis Norşin’den (Güroymak) gelmiş olan bir grup İslamcıyla sohbetimin katkısı çoktur. İki gündür kaleme aldığım, depremin bir süredir iyice zedelenmiş olan kardeşliğimizi tamirde pekala bir fırsat olabileceği fikri o sohbetten çıktı. Hatta bu düşüncemi, aynı gece Erciş’te karşılaştığım iktidar partisi heyetinden Hüseyin Çelik’le de paylaşmıştım.

Bu cüret nerden?

Meğer bizler Van’da, Erciş’te “insanlık” ve “kardeşlik” üzerine dertlenirken ülkenin batısında birileri Kürtlere yönelik nefret ve öfkelerini, gerek “sosyal medya”dan, gerekse televizyon ekranlarından kusuyorlarmış. Bir yanıyla hiç şaşırmadım çünkü Kürt hareketinin gelişmesine paralel olarak özellikle kentli orta sınıflar arasında bir “Kürt alerjisi”nin başgösterdiğini, bunun ayrımcı ve hatta ırkçı tavırlara bile yol açabildiğini görmüş ve yazmıştım. Örneğin Bilge Köyü katliamını ölen ve öldürenlerin Kürt olmasıyla açıklamaya ve normal göstermeye çalışanlar olmuştu, hatırlayacaksınız.

Öte yandan bu kişilerin deprem gibi insani duyguların son derece ön plana çıktığı bir olay daha taptazeyken ayrımcı ve ırkçı çıkış yapma cüretlerine de şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Öncelikle “bu cüreti nerden alıyorlar?” sorusu son derece hayatidir. Bu sorunun cevabını ararken karşımıza, “demokratik açılım” günlerinin “empatik” dilinin, PKK’nın son dönemde saldırılarını artırmasıyla birlikte yerini tekrar “savaşçı” bir dile bırakmış olması ve medyanın bu açıdan, genel olarak çok kötü bir sınav veriyor olması gerçeği karşımıza çıkacaktır.

Irkçılığın kaynağı

Ardından “kim bunlar?” diye soracak olursak, yukarda da değindiğim gibi, Kürt düşmanı pozisyonlar alanların çoğunun kentli orta sınıf kökenli olduğunu görüyoruz. Acı olan, bunların bazılarının geçmişte sol harekete bulaşmış olmaları, hatta kimilerinin hâlâ kendilerini solcu olarak göstermeye çalışmalarıdır. Bu kişilerin ayrımcı-ırkçı yaklaşımlara sürüklenmesinin temelinde “çoğunluk kibri” olduğunu düşünüyorum. İktidarlarının büyük kısmını dindarlara kaptırmış olmanın öfkesine ek olarak Kürtlerle eşit vatandaş olma düşüncesi kendilerini epey telaşlandırıyor.

Nitekim MHP Lideri Bahçeli’nin Van depremi için “oh olsun” denmesini “densizlik ve soysuzluk“ olarak tanımlaması alkışı hak etmenin yanı sıra “Kürt düşmanlığı” ile geleneksel Türk milliyetçiliği arasında bir bağ olmadığını bir kez daha bizlere gösterdi. Buna bağlı olarak BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın deprem yardımlarına teşekkür ederken sürekli ve içten bir şekilde kardeşliğe vurgu yapmasını, Kürt siyasi hareketinin kendi içindeki “Türk düşmanı” eğilimlere tahammül etmeyeceğinin işareti olarak görebiliriz.



Nur içinde yat Hikmet abi...

Hikmet Bila çok sevdiğim, bu meslekte bana çok şeyler öğretmiş, çok yardımı olmuş bir dostumdu. Önce Milliyet, ardından NTV’de birçok işe birlikte imza attık. Hakkari’de olduğum için cenazesine katılamadım. Sanıyorum bana kızmamıştır. Hikmet Abi’ye Allah’tan rahmet, başta eşi, oğlu ve kardeşleri olmak üzere tüm yakınları ve dostlarına başsağlığı diliyorum. Nur içinde yatsın.

Yazının devamı...

Depremin sunduğu kardeşliğimizi pekiştirme fırsatı

Marmara Depremi denildiğinde, ortaya çıkan yıkım ve acılardan sonra akla gelen ilk şey sivil toplumun göstermiş olduğu olağanüstü dayanışma performansıydı. Bir gazeteci olarak Marmara Depremi’ni Gölcük, Sakarya ve Kocaeli’nde yerinde izlemiş ve sivil inisiyatiflerin çabalarını yakından gözlemiştim. İçlerinde İslamcılar da vardı, Atatürkçüler de; solcular da sağcılar da; belli bir grup, cemaat ya da partiyle irtibatlı hareket edenler de vardı bağımsız oluşumlar da. Bazen birlikte, bazen ayrı ayrı çalışıyor, hatta yer yer birbirleriyle rekabet ediyorlardı ama bütün bunlar depremin yaralarının sarılmasına yönelik genel çabanın içinde yer alıyordu.

İlk dayanışma görüntüleri

İşte Van ve Erciş’te deprem bölgelerini dolaşırken aklımda hep Marmara Depremi ve sözünü ettiğim o tarihi sivil dayanışma vardı. Ve tabii ki aklımda şu soru: 12 yıl sonra Türkiye toplumu benzer bir dayanışma seferberliğini gerçekleştirebilir mi? Bu sorunun cevabını vermek için henüz çok erken olduğunu farkındayım, ama elimizde şimdiden bazı ipuçları var. Örneğin Erciş’te, Ağrı, Bitlis, Batman, Diyarbakır gibi bölge illerinden sırf yardım amacıyla gelmiş çok sayıda muhafazakâr kişiyle karşılaştım. Bunların bazıları belli İslami kuruluşlar adına, kimileri de kendi başlarına hareket ediyordu. Onların daha deprem olur olmaz Erciş’e ulaşmış olmaları, ülke çapındaki İslami yapılanmaların Van depremine yoğun bir ilgi göstereceğinin kanıtıdır. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın, yanında kalabalık bir heyetle hemen deprem bölgesine gelmiş olmasının, sadece devletin olaya el koyması değil, aynı zamanda toplumun belli bir bölümünü yardım için teşvik etmesi anlamında son derece önemli olduğunun altını çizelim.


Deprem bölgesinde AKP kadar etkili olan diğer siyasi parti BDP. Örneğin KCK kapsamında tutuklanmayan az sayıdaki BDP’li belediye başkanlarından olan Bekir Kaya rakip partiler tarafından da yer yer takdir edilen bir isim. Sonuçta BDP çevresinin de depremin yaralarının sarılmasında faal olacakları kesin, ancak şu günlerde bölgede yaşanan ağır çatışma atmosferinin depremzedelere yardım çalışmalarını gölgeleme riskini de yabana atmamalı.

“Beyaz Türk” ayrımcılığı

Bölgede etkili olmamakla birlikte CHP’nin de ilk andan itibaren deprem konusunda hassasiyet gösterdiğine tanık olduk. Ana muhalefet partisinin Van depremini gündeminin en ön sırasına çıkartıyor olması son derece sevindirici bir adım çünkü ülkenin batısında yaşayan ve siyasi olarak CHP’ye yakın olduklarını varsayabileceğimiz bazı kişiler bu depreme son derece “ayrımcı”, hatta “ırkçı” bir perspektiften bakabiliyorlar. Bazı muhafazakârların Marmara Depremi’ni, 28 Şubat süreci başta olmak üzere dindarlara yönelik kimi baskılar nedeniyle “Allah’ın gazabı” olarak değerlendirmesine benzer bir şekilde kimi “beyaz Türk”ün Van depremini PKK’nın son saldırılarının bir tür “misillemesi” gibi görmesi son derece utanç ve kaygı vericidir. (Onların tutumu sadece “ayrımcı” değil aynı zamanda son derece “cahilce”dir. Çünkü eğer iddia ettikleri gibi bu vatanı gerçekten herkesten çok seviyor olsalardı Van’da sadece Kürtlerin yaşamadığını biliyor olurlardı.)

Türkiye bunu başarabilir

Tam da bu noktada Van bölgesini derinden sarsan son depremin, yakın dönemde çok kötü bir şekilde zedelenmiş olan kardeşlik duygularımızın, barış içinde birarada yaşama arzumuzun tamirinde olumlu bir rol oynayabileceğini söyleyebiliriz. Eğer Türkiye toplumunun büyük bölümü, her türlü ayrımcılığa karşı koyup depremde zarar gören tüm kardeşlerimizin yaralarını birlikte sarmak için seferber olursa, yani Marmara Depremi sırasındaki sivil toplum dayanışmasının bir benzeri bugün hayata geçirilirse ülke olarak içinden geçmekte olduğumuz son derece gergin atmosferin de büyük ölçüde ılımanlaştığına tanık olabiliriz. Sanıyorum Türkiye bunu başarabilecek güçtedir.

Yazının devamı...

Susmak değil, yeni şeyler söylemek zamanı

Dünkü yazıda Bitlis Güroymak’taki PKK saldırısının ardından, “teröre inat yazmaya devam” dememiş olsaydım, Hakkari Çukurca’da yaşananların ardından, bugün sizlerden özür diler, başlattığım yazı dizisine ara verir ve yazı yazmazdım. Yanlış anlaşılmasın, dünkü baskının, sözü bitirdiğini düşünüyor değilim. Hatta tam aksine, Çukurca’da yaşananların, bugüne kadar Kürt sorunu ve PKK hakkında sarf edilmiş sözlerin çoğunu boşa çıkardığı, artık yepyeni şeyler söylememiz gerektiği kanısındayım. Ancak ülkeyi böylesine kedere sevk eden bir olayın ardından söylenecek her yeni söz yanlış anlaşılmaya, lüzumsuz tepkilere yol açmaya müsaittir. Ama madem ki bir kere “teröre inat, yazmaya devam” dedik, Türkiye için tam bir dönüm noktası olmaya aday bu terör saldırısının ardından, olabildiğince dikkatli olmaya gayret ederek, bazı noktalara dikkat çekmeye çalışalım.

Kara harekâtına tahrik: PKK’nın saldırılarını adım adım tırmandırarak Kuzey Irak’a bir kara harekâtını tahrik etmek istediğine inanıyorum. 2007’de Gabar, Dağlıca, Aktütün saldırılarıyla orduyu Irak’ın kuzeyine çekmeye çalışmış, fakat hükümet, muhalefet partilerinin bütün baskılarına rağmen bu harekâtı geciktirmiş, nihayet son derece kısıtlı bir alanda, kısa süreli Güneş Harekâtı yapılmıştı. Bu sefer hükümetin yeni bir kara harekâta daha fazla istekli olduğunu söyleyebiliriz. Bunun birçok nedeni vardır ama öncelikle, son askeri şuranın ardından TSK komuta kademesinin hükümetin istediğine yakın şekillenmesinin bu noktada hayli önemli olduğunu düşünüyorum.


PKK TSK’ya (dolayısıyla Türkiye’ye) Irak’ta bir “tuzak” kurmak istiyor diye kara harekâtı olmayacak değildir. Olsa olsa PKK’nın tahrikleri, hazırlıkların hızlanmasına ve takvimin öne çekilmesine yol açabilir.

Kara harekâtının olası sonuçları: Eğer bir kara harekâtı yapılırsa, bu sefer Kandil’in de hedeflenmesini bekleyebiliriz. Dolayısıyla öncekilerden daha zorlu, daha geniş kapsamlı ve daha uzun süreli bir harekâta tanık olabiliriz. Böylesi bir harekâtın PKK’ya çok ciddi darbeler indireceği muhakkaktır, ama devletin üst düzeyinin sık sık “uzun soluklu mücadele”ye vurgu yaptıkları da akılda tutulursa, örgütün bir harekâtla tam anlamıyla tasfiyesi mümkün gözükmüyor. Böylesi bir operasyonun Kürt kamuoyunda ne tür tepkilere yol açacağı, PKK’nın buna cevap olarak Türkiye çapında neler tezgahlayacağı da ayrı tartışma konularıdır.

PKK’nın taşeronluğu: Başbakan uzun bir süredir, PKK’nın eylemlerini bazı dış güçlerin yönlendirmesiyle tırmandırdığına inanıyor. Bu, hiç de yabana atılmayacak bir iddia. Suriye, İran, İsrail gibi son dönemde AKP hükümetiyle ayrı ayrı sorun yaşayan ülkelerin hükümetlerinin, Türkiye’yi istikrarsızlaştırma adına PKK’ya yatırım yapmaları hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak dış parmak olsa dahi PKK’nın eylemlerindeki ana motivasyonun kendi gündemleri olduğu da açıktır.

Hükümeti zor duruma düşürme: Dün Başbakan Erdoğan’ın basın toplantısını izlerken, “Artık AKP hükümetini istikrarsızlaştırabilecek yegane güç Kürt siyasi hareketidir” tespitinin ne derece isabetli olduğunu bir kez daha gördüm, gördük. Buradan hareketle, PKK’nın Çukurca saldırısını, AKP hükümetinin ve Başbakan’ın canını acıtmak için düzenlemiş olduğunu söylemek mümkündür.

Bu arada CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nu es geçmemek lazım. Böylesine kritik bir anda hükümeti istifaya çağırdı ve kendilerinin çözüm önerilerinin olduğunu söyledi. Ama “akil adamlar” çağrısı dışında ana muhalefetin Kürt ve PKK sorunları hakkında elle tutulur, uygulanabilir öneriler geliştirdiklerini ben duymadım. Bu arada sorunun çözümü için son derece ciddi bir fırsat olan “demokratik açılım”ın, Baykal liderliğindeki CHP’nin gayretleriyle de akamete uğratılmış olduğunu da unutmuş değiliz. Son olarak, Kılıçdaroğlu’nun, PKK ile mücadeleyi hükümetten alıp bir Meclis komisyonuna havale etmek istemesini anlamakta zorlandığımı itiraf etmeliyim.

Daha söylenecek çok şey var ama “Kürt hareketini anlama”nın neden son derece hayati olduğunun son Çukurca baskınıyla bir kez daha anlaşıldığını vurgulayarak noktayı koyalım ve yarın devam edelim.

Yazının devamı...

Kürt hareketi solcu mu, milliyetçi mi?

PKK örgütlenmesinde ve faaliyetlerinde Stalinist yöntemleri benimseyen, bağımsız ve birleşik sosyalist bir Kürdistan’ı hedefleyen, Türk sosyalist solunun içinden çıkmış Marksist-Leninist bir örgüttü. Adında “işçi” kelimesi, ambleminde de “orak-çekiç” vardı. PKK’lılar, diğer Kürt solcuları gibi kesinlikle milliyetçi olmadıklarını iddia eder ama Türk solunu kolay kolay ikna edemezlerdi. Bununla birlikte “ezilen ulus milliyetçiliği” adı verilen bir kategoride değerlendirilir ve “milliyetçilik” kusurları, basitçe söyleyecek olursak, hoşgörülürdü.

Aradan yıllar geçti, yasal ve yasadışı bir dizi küçük parti ve fraksiyonun toplamı haline gelen sosyalist Türk solu iyice marjinalleşti, buna karşılık PKK’nın başını çektiği Kürt siyasi hareketi, Türkiye’de mevcut siyasi iktidarı tehdit eden yegane güç haline geldi. Buna ek olarak Kürtlerin yaşadığı diğer coğrafyalarda da nüfuz sahibi oldu. Nitekim sosyalist solun bazı unsurları, bugün Kürt siyasi hareketinin çatısı altında varlığını sürdürmeye çalışıyor. Örneğin yıllardır lafı edilen “çatı partisi” şu günlerde hayata geçeceğe benziyor ama bunun pek anlamlı olacağını sanmam.

Yelpazenin tüm renkleri
“Neden?” diye sorulacak olursa 1990 sonlarında Güneydoğu’da bir belediye başkanıyla yaptığım sohbeti aktarmak isterim. Tam emin değilim ama o zamanki partisi HADEP olmalı. Her neyse, kendisi “Ben siyasi olarak merkezde olan, liberal diyebileceğiniz biriyim. Ama parti yönetiminde, bildiğiniz gibi sol görüşlüler çoğunlukta. Aslında partide benim durumumda olan, yani siyasi yelpazenin farklı uçlarında yer alan çok insan var. Eğer bir gün Kürt sorunu çözülürse, sanıyorum o zaman herbirimiz kendi partilerimizde yer alırız” demişti. Kürt siyasi hareketine esas rengi, “sol”un değil “milliyetçilik”in verdiğini kavramamda bu sözler hayli etkili olmuştur. Duran Kalkan, Cemil Bayık gibi PKK liderlerinin, BDP’nin önde gelen birçok isminin eski sol jargonla konuştuğunu; hareketin yasal ve yasadışı alanlarındaki eğitim faaliyetlerinde halen Marksizm-Leninizmin esas alındığını biliyorum. Ama sosyalist sistemin çökmesinin ardından önce orak-çekiçe veda eden PKK’nın, dilini pek olmasa da yönelimini iyice Kürtlüğe kaydırdığını da biliyorum. Yani solculuk Kürt hareketinde artık “nostaljik bir süs”tür.

Sonuç olarak günümüzde Kürt hareketinin gücü de, güçsüzlüğü de milliyetçilikten gelmektedir. Milliyetçiliğin sunduğu imkanlardan sonuna kadar yararlanan bu hareketin militanlarının, onun dezavantajlarından sakınma adına kendilerinden “yurtsever” diye bahsettiklerini, “tüm Türkiye’yi kucaklama” gibi gerçekleşmesi asla mümkün olmayan bir hedefi dillendirdiklerini görüyoruz.

Yeniden İslam faktörü

Bu bağlamda, yazı dizimizin ilk iki gününde irdelediğimiz Kürt hareketi-İslamiyet ilişkisine dönecek olursak, Kürt siyasi hareketinin İslam diniyle ve dolayısıyla dindar Kürtlerle arasındaki mesafeyi kapatmasını PKK’nın “taktiği” olarak görenler yanılırlar. Bu, son derece doğal, hatta bu hareket içinde epey etkili kişilerin istememesine rağmen, büyük ölçüde kendiliğinden gelişen bir süreçtir. Nasıl Türk milliyetçiliğinde dini muhafazakârlık baskın bir öğeyse, Kürt milliyetçiliğinde de benzer bir sentezin ortaya çıkması, bu hareketi yönetir gözükenler istemese de, kaçınılmazdı ve galiba şu günlerde tam da buna tanık olmaktayız.

İşte yeni Kürt hareketi PKK’yı tam da bu noktada zorluyor. Çünkü günümüzde hareket içinde milliyetçilikle uyum sağlayabilenler yükseliyor, sağlayamayanlarsa giderek etkisizleşiyor. Bu köklü ideolojik dönüşüme karşı bir direnişin olması ve bunun da iç çekişme ve hatta çatışmalara yol açması son derece olağandır.

Kürt hareketinin milliyetçi çizgide yol aldıkça daha da kapsayıcı olduğunu, kitleselleştiğini ve meşruiyet kazandığını görüyoruz. Bunun doğal sonucu olarak silah, terör eylemleri, bu hareketin önünü açmak yerine kapatıyor. Sanıyorum yeni Kürt hareketi en kısa sürede silahla ilişkisini sonlandıracaktır. Devletin ve Türk kamuoyunun müdahil olması halinde bu silahsızlanma süreci daha hızlı ve daha az sancılı olur.

Farkındayım, dün söz verdiğim devletin “iyi Kürt” yaratma politikasını ele alamadım. Yarın devam ederiz.



Yazıyı yazmaya oturduğumda Bitlis’teki terör saldırısı haberi geldi. Görüldüğü gibi PKK esas eylem alanı olarak kent merkezlerini ve esas hedef olarak da polisleri seçmiş durumda. Lanet olsun!

Şehit polislere, hayatlarını kaybeden vatandaşlara Allah’tan rahmet diliyorum. Bu tür saldırılar, bir yandan Kürt sorununu ve dolaysıyla hareketini anlama ve anlatma çabalarımızı sabote ederken, diğer yandan daha da zaruri hale getiriyor. Kısacası, teröre inat, yazmaya devam.

Yazının devamı...

Devlet din kartıyla Kürtleri neden kazanamadı?

KÜRT HAREKETİNİ ANLAMAK/2

Bugün okurları iç içe geçmiş şu üç soru etrafında düşünmeye çağırıyorum:

1 Kürtlerin genel olarak dindar bir topluluk olduğu göz önüne alınırsa, PKK gibi, özellikle ilk yıllarda yer yer ateist bir materyalizmi savunan bir örgüt bunca yıl onların arasında nasıl varlık gösterebildi?

2 Devletin PKK’ya karşı mücadelede sık sık “din kartı”na başvurduğunu biliyoruz. Peki bu strateji neden başarılı olamadı?

3 Kürtler arasında öteden beri güçlü olan Nakşibendilik, Kadirilik gibi tarikatlar, Nurculuk gibi cumhuriyet dönemi İslami ekoller bu süre zarfında neden PKK’ya alternatif olamadılar?

Kürt hareketi-İslamiyet ilişkisi üzerine tartışmada son derece değerli olan bu üç sorudan sonuncusuyla başlayacak olursak önümüzde çok taze iki metin var: Cemal Uşşak’ın Açık Toplum Vakfı’nın çıkardığı “Anadolu Vicdanı” adlı çalışmada yer alan “Dil yaresi derin olur” başlıklı anısı (http://www.aciktoplumvakfi.org.tr/anadolu_vicdani/anadolu_vicdani.pdf ) ve bu anıdan hareketle Ezgi Başaran’ın Radikal’de kendisiyle yaptığı söyleşi. (http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1065858&Yazar=EZG%DD%20BA%DEARAN&Date=11.10.2011&CategoryID=98)

Nurculuk örneği

Nurcu hareketin önemli isimlerinden olan Uşşak içerden biri olarak Türkiye’de İslami kesimin, Kürtlerin dinen caiz olan haklarına kulak kapadıklarını inandırıcı bir biçimde bizlere anlatıyor. Ne var ki Uşşak’ın bu samimi özeleştirisine muhafazakâr kesimden gelen eleştiri ve cevapların da maalesef hayli zayıf kaldı.

Halbuki 1985’ten bu yana bir gazeteci olarak izlediğim İslami hareketin genel olarak Kürt sorunu karşısında duymayıp, görmeyip söylemediğine bizzat ben de tanık oldum. Bu bağlamda, Girişim Dergisi’nin ilk kez Kürtleri (o da Irak üzerinden) kapak yapmasının yarattığı infiali unutmak da mümkün değil.

Kuşkusuz bu noktada en çarpıcı örnekleri Nurculuk içinde görürüz. Bediüzzaman Said Nursi bir Kürttü. Üstelik bunu hiç gizlememiş, hatta bununla övünmüştü. Öyle ki birçok metinde adı Said Kürdi olarak geçmektedir. Dolayısıyla Nurculuk Kürtler arasında öteden beri çok yaygındır. Fakat Nurculuğun önde gelen kolları uzun bir süre Bediüzzaman’ın Kürt kimliğini gizlediler demesek de öne çıkarmamaya özen gösterdiler. Hatta bu nedenle Sıddık Bilgin, İzzeddin Yıldırım gibi bazı isimler ana gövdeden kopru ve hemen “Kürtçü Nurcu” olarak damgalandı.

Milli Görüş hareketi de İslamcıların Kürt sorunundaki ürkekliğine bir başka örnek teşkil eder. Erbakan’ın liderliğindeki bu hareket daha ilk andan itibaren Güneydoğu’da çok güçlü olmuş ama Kürt sorunu konusunda uzun bir süre sistemli bir programa sahip olmamıştır. Hele 1991 genel seçimleri öncesi, Kürt tabanının bütün itirazlarına rağmen Alparslan Türkeş liderliğindeki Milliyetçi Çalışma Partisi ile seçim ittifakı yapması ciddi travmalara yol açmıştır.

Kürt’ü Kürt’e kırdırma

Şimdilik burada kesip ikinci soruya geçecek olursak, devlet hem Kürt hareketini, hem İslami hareketi kendine düşman bellediği için PKK’ya karşı İslamcılara açıkça yatırım yapmadı. Yaptığı sanılan durumlarda, örneğin Hizbullah olayında, PKK’ya karşı sivil bir alternatif yaratma değil “Kürt’ü Kürt’e kırdırma” arayışı baskındır. Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla, yani camileri, din görevlilerini kullanarak PKK’nın önünü kesme stratejisi de hep kağıt üzerinde kalmış, hayata geçirilmek istense de kısa vadede başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Kaldı ki 1990’lı yıllarda bölgedeki camilerin devletin denetiminden ciddi bir şekilde çıktığı da söylenebilir.

Sonuç olarak devletin PKK’ya karşı İslam dinini kullanarak başarı elde edememesinin temel nedeni, İslamiyeti işi bittikten sonra atacağı, atabileceği bir “kart” olarak görmesidir. Türkiye bu anlamda o kadar vahim bir deneyim yaşamıştır ki, İslamiyeti asla bir tehdit olarak görmeyen AKP iktidarı bile Kürtlere yönelik olarak dini pek kullanamamıştır.

Gerek İslami hareketler, gerekse devlet, Kürtlerin ve Kürt sorununun varlığını kabulde epey geciktiler ve buna bağlı olarak Kürtlerle aralarındaki mesafe açıldı. Buna karşılık Kürt siyasi hareketi, özellikle 1990’lardan itibaren kaba materyalizmden adım adım uzaklaştı. Bunun sonucunda Kürt hareketinin her geçen gün dindar Kürtleri daha fazla kapsadığını gözlemliyoruz.

Aslına bakılacak olursa, 1980 ve 1990’lı yıllar, dindar Kürtlerin, gerek devlet, gerekse İslami yapılanmaların kendilerini sahiplenmesini beklemesiyle geçti. Ama kendilerine “Müslümanlar kardeştir”in ötesinde fazla bir şey söylenmedi, sunulmadı. Sonuçta hep “abisinin verdiğiyle yetinemesi gereken küçük kardeş” muamalesi gören dindar Kürtlerin daha fazla beklemeye tahammülleri kalmadığını görüyoruz. İşte bu buluşmadan yepyeni bir Kürt hareketi çıkıyor ve bu hareket dün de sözünü ettiğimiz gibi PKK’yı (ve tabii ki BDP’yi) de aşmaya aday.

Tartışmayı yarın sürdürelim.

Yarın: “İyi Kürt” yaratmak mümkün mü?

Yeni Kürt hareketi PKK’yı nerelerde zorluyor?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.