Şampiy10
Magazin
Gündem

Din-millet ikilemi

Wadad Makdisi Cortas’ın “O Sevdiğim Dünya” (Metis Yayınları, çeviren Gamze Varım) adındaki anı kitabını okuyorum. 1909’da Beyrut’ta doğup 70 yıl sonra yine aynı yerde ölen Cortas, iki dünya savaşına, İsrail devletinin kuruluşuna, dolayısıyla başta Filistinliler olmak üzere tüm Arap halklarının çektiği çile ve zulümlere bizzat tanıklık etmiş olan aydın bir Arap kadını.

Cortas’ın Lübnan, Filistin ve Suriye başta olmak üzere tüm Arap alemi ve çok sayıda Batı ülkesinde geçen 70 yıllık hayatı, Ortadoğu’nun sömürgeciler ve yeni-sömürgeciler tarafından nasıl talan edilmiş (ve halen edilmekte) olduğunu açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Kendisinin, “Oryantalizm” adlı dev eseriyle Batı sömürgeciliğinin gerçek yüzünü tüm dünyaya göstermiş olan Edward Said’in kayınvalidesi olması bu nedenle hiç de raslantı olmasa gerek.



“O Sevdiğim Dünya”yı okurken yıllardır beni meşgul eden, büyük ölçüde gazetecilik faaliyetlerimin de temel sorusu olan “din-millet” ilişkisi ve ikilemi üzerine bir kez daha düşünmeme yol açtı. Şöyle ki kitap “Bu benim hikayem, bir Arap kadınının hikayesi” cümlesiyle başlıyor ve Cortas’ın daha küçük bir çocukken edinmiş olduğu Arap kimliğini, bir eğitimci ve kadın hakları savunucusu olarak hayatının son anına kadar muhafaza ettiğini gösteriyor. Yazar bir Hıristiyan. Eşi Emile Cortas da kendilerini barışa adamış olan Hıristiyanlığın Quaker mezhebine mensup. Zaten kitaptan, Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkış ve gelişmesinde Hıristiyanların ne derece önemli bir rol oynadığını da öğreniyoruz.

İki çarpıcı örnek

Buradan “din-millet ikilemi”ne dönecek olursak aklıma hemen iki örnek geliyor. Örneğin işgal altındaki Filistin topraklarında, özellikle de Gazze’de Müslüman Kardeşler örgütü, El Fetih liderliğindeki milliyetçi hareketin önünü kesmeleri umuduyla uzun bir süre İsrail tarafından hoşgörülmüş, hatta teşvik edilmişlerdi. Fakat Müslüman Kardeşler, tabandan gelen baskılara daha fazla direnemeyip önce adını Hamas olarak değiştirdi, ardından milliyetçi söylemleri de benimseyip İsrail askerlerine saldırmaya başladı ve nihayet Filistin’in en güçlü siyasi yapısı haline geldi.

Bir diğer örnek, İran desteğiyle Lübnan Şiileri içinden çıkmış olan Hizbullah’tır. Başlangıçta ağır basan yönü “radikal İslamcılık” olan Hizbullah, Lübnan’daki sol ve laik milliyetçi güçlerin boşalttığı alanı doldurmaya başladığı andan itibaren İsrail’e karşı direnişin baş aktörü oldu ve neredeyse Lübnan’ın milli ordusu haline geldi.

Türiye örneği

Ve ülkemize gelecek olursak: Şurası çok açık, Türkiye dini muhafazakârlıkla milliyetçiliğin içiçe geçmiş olduğu bir ülkedir. 1970’li yıllarda bir seçimde ağırlıkla MHP’ye oy vermiş bazı bölgelerin bir sonranki seçimde MSP’ye yönelmiş olduklarına tanık olmuştuk. 1980’lerin ANAP’ı milliyetçilikle muhafazakârlığı bir süre bir araya getirmiş, fakat ardından RP ve MHP tekrar siyasetin ana aktörleri haline gelmişti. 1999’da MHP’nin ikinci parti olması nasıl aslında sürpriz olmadıysa 2002’de AKP’nin tek başına iktidarı da o kadar olağandı.

Bugün “din-millet ikilemi” Kürt sorunu söz konusu olduğunda yeniden ciddi biçimde karşımıza çıkmaktadır. Kürt siyasi hareketinin yükselişini engellemek için “İslam kardeşliği” sloganının tek başına yetmediğini görüyoruz. Tanık olduğumuz bir başka gelişme de aynı hareketin, dine karşı geleneksel inkar tutumundan uzaklaştıkça daha da güçleniyor olmasıdır. Sonuçta şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Kimi durumlarda din, özellikle de İslamiyet etnik, milli farklılıkları aşan bir kapsayıcılığa sahipken, kimi durumlardaysa milli kimlikler dinsel farklılıkları geri plana itebiliyor. Hamas ve Hizbullah gibi örneklerse, bu iki kimliğin ustalıklı bir şekilde harmanlanması halinde siyasi açıdan başarının daha kolay ve mümkün olabileceğini kanıtlıyor.

Bu tartışmayı şimdilik noktalayıp sözünü ettiğim kitaptan bir alıntı yapmak istiyorum. Küçük Wadad, babasının arkadaşlarından Lübnanlı büyük İslam araştırmacısı Philip Hitti’den imza defterine bir şeyler yazmasını istemiş. Henüz kariyerinin başındaki genç Hitti ise şunları yazmış: “Şu dünyayı ayakta tutan yalnızca dört şey vardır: bilgelerin irfanı, uluların adaleti, erdemlilerin duaları ve cesurların yiğitliği.”



Bahri Zengin’in ardından

Gazetecilik hayatımda tanıdığım ilk İslamcılardan biri Bahri Zengin’di. Mühendis olmasına rağmen kültürel konularla yakından ilgili olan Zengin bir döneme damgasını vuran Akabe dergisinin de yayıncısıydı. Fakat Bahri Bey’in esas öne çıkışı RP içinde “yenilikçi” akımın düşünce temellerini atmasıyla olmuştur. Dönemin RP İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından pratiğe geçirilen bu fikirler önce RP’nin, ardından AKP’nin başarılarının ana unsuru oldu. Ancak Zengin, Milli Görüş içindeki ayrışmada Erdoğan‘la değil Erbakan‘la birlikte hareket etti, son olarak Has Parti’de yer aldı.

Bahri Zengin’e Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.

Yazının devamı...

Kâmuran Şipal, Hermann Hesse ve devlet

Çevirmenlik, özellikle edebiyat söz konusu olduğunda, son derece önemli bir iştir. Eğer iyi bir edebiyat okuruysanız, okuduğunuz bir çevirinin iyi mi, kötü mü, idare eder mi olduğunu daha ilk sayfalarda anlarsınız. İyi bir çeviri sizi bir yazara (ondan hareketle de edebiyata) daha fazla bağlayabileceği gibi, kötüsü de sizi soğutabilir.

Çevirmenlik bir o kadar da nankör bir meslektir. Burada uzun uzun çevirmenlerin yaşadığı sorunları anlatacak değilim, bunun yerine bir deneme yapalım: Bir çırpıda aklımıza gelen yabancı yazarları ve Türk çevirmenleri sıralalayalım; bir yanda uzun, karşısındaysa son derece kısa bir liste çıkacaktır.

Geçtiğimiz günlerde, bu nankör mesleğin en usta isimlerinden biriyle tanışma onuruna eriştim. Bugün 85 yaşında olan, kendisi de yazar olmakla birlikte yarım asırı aşkın bir süredir Almanca’dan yaptığı çevirilerle bildiğimiz Kâmuran Şipal’den söz ediyorum. Bakın kimleri dilimize kazandırmış: Alfred Adler, Ingeborg Bachmann, Wolfgang Borchert, Heinrich Böll, Alfred Brauchle, Bertolt Brecht, Max Brod, Elias Canetti, Sigmund Freud, Gustav Hans Graber, Günter Grass, Carl Gustav Jung, Thomas Mann, Rainer Maria Rilke, Robert Musil, Bernhard Zeller, Hans Zulliger, Hermann Hesse...

Hayatımda ilk Şipal çevirisini, galiba bir Kafka’ydı, Galatasaray Lisesi’nde öğrenciyken, yani yaklaşık 35 yıl önce okumuş olmalıyım. O zamandan bu yana onun çevirdiği nice kitabı okudum ya da göz attım ancak bu süre zarfında kendisinin ne bir resmini gördüm, ne de kendisiyle yapılmış bir mülakat okudum.

Hesse’yi keşfim

12 Eylül 1980 askeri darbesinden 6 ay sonra gözaltına alınıp 18 ay tutuklu kaldım. Hasdal ve Metris askeri cezaevlerinde, bu süre zarfında sayısız kitap okudum. Siyasi eserlere “sakıncalı” muamelesi yapıldığı için ağırlık edebiyattaydı. Ama ufkumu açan edebiyat okumalarımı cezaevinden çıktıktan sonra yaptığımı itiraf etmeliyim. Zira biz İstanbul’daki siyasi tutuklular başından itibaren faşist cuntaya boyun eğmeyip direndiğimiz için çok ağır baskılara maruz kalıyorduk ancak mutluyduk, kendimizle barışıktık.

Halbuki 1982’nin Ağustos ayında tüm Türkiye, herkesin kendi bacağından asıldığı bir tür “açıkhava hapishanesi”ydi. İşte böylesine zor bir süreçte biraz okul, daha çok oradaki arkadaşlar, biraz sinema ve tabii ki edebiyat yardımıma yetişti. Mesela Reha’nın (Erdem) sayesinde Hermann Hesse ile tanıştım. 1877’de Almanya’da doğan bu İsviçreli yazar 1946 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandı ve 1962’de İsviçre’de hayatını kaybetti.

Hesse’den ilk olarak tabii ki Siddharta’yı, arkasından hemen hepsi yine Şipal tarafından çevrilmiş olan Peter Camenzind, Boncuk Oyunu, Rosshalde, Demian, Gertrud’u okudum. Ama favorim epey tartışmalara yol açmış olan Bozkırkurdu’dur. Romanın bir yerinde, Harry Haller adındaki kahraman (ki eleştirmenler bunun Hesse’nin kendisi olduğunu söyler) bir odaya girer. Burada bir satranç tahtasının önüne oturmuş olan bir adam Haller’dan elindeki aynaya bakmasını ister. Bu aynaya Haller’in kişiliğinin, hayatının parçaları yansır. Adam o parçaları satranç tahtasına yerleştirerek Haller’in yaşamını kurgular. Aynı görüntüleri farklı farklı kurguladığınızda farklı hayatlar çıkar karşınıza.

Vatandaşın şeref ve namusu

Kimilerine fazla zorlama gelebilir ama son günlerde devlet (en azından bazı devlet görevlileri) eliyle, Kürt sorunu ve KCK operasyonları bahane edilerek, medya üzerinden bazı yazar ve aydınlar hakkında yürütülen itibarsızlaştırma faaliyetleri aklıma Bozkırkurdu’nun bu bölümünü getiriyor.

Bazı devlet görevlileri, ilk gençliklerinden itibaren fişledikleri bazı vatandaşlarının hayatları hakkındaki kimi bilgileri, aralarına bol miktarda yalan da katarak, kafalarına göre kurgulayıp, kod meslekleri gazetecilik olan ajanları aracılığıyla kamuoyuna bu kişilerin sözümona “gerçek yüzleri”ni teşhir ediyorlar. Aslında teşhir ettikleri kendi gerçek yüzleri.

Hesse Bozkırkurdu’nda satranç tahtası aracılığıyla masumane ontolojik bir sorgulama yapıyordu. Hükümetler değişse de ülkemizde devletin, medya arcılığıyla, şeref, namus ve güvenlikleri kendisine emanet edilmiş olan vatandaşlarına reva gördüğü bu tür muamelelerse ne ontolojik, ne de masumanedir.

Yazının devamı...

Hani her şeyi konuşacaktık!

Geçtiğimiz günlerde Meclis kulisinde sohbet ettiğim bir MHP yöneticisi “Açılım konusunda çok heveslenmiştiniz ama hükümet sonunda bizim çizgimize geldi. Zaten böyle olacağı da belliydi” demişti. İki tespitinde de haklı görünmekle birlikte böyle olmadığı kanısındayım. Yani ne AKP hükümeti Kürt sorununda MHP çizgisine geldi, ne de açılımın daha başlar başlamaz biteceği belliydi.

Kuşkusuz şu son günlerde yaşadığımız ve her geçen gün daha da tırmanan gerilim atmosferinde bir “açılım”dan söz etmek mümkün değildir. Ama gerek PKK, gerekse devletin karşılıklı olarak “topyekûn savaş” stratejisi uyguluyor olmaları, illa ülke olarak bir felakete doğru koştuğumuz anlamına gelmez. 14 Eylül’de kaleme aldığım yazıda, içinden geçtiğimiz süreci “Nihai çözüm öncesi büyük kapışma” olarak tanımlamıştım (http://rusencakir.com/Nihai-cozum-oncesi-buyuk-kapisma/1571 ) ve bu sürede yaşanan onca ek olumsuzluk ve tatsızlığa rağmen bu yaklaşımımı koruyorum. Tarafların hiçbirinin bu “topyekûn savaş”ı gidebileceği en uç noktaya kadar götüremeyeceğini, çünkü böylesi bir durumun net şekilde “kazananı olmayan savaş” anlamına geleceğini bildiklerini düşünüyorum.

Konuşmamak mümkün değil

Benim gibi düşünen, yani çok geçmeden Kürt sorununda yeniden “barışçı çözüm” arayışlarının öne çıkacağına inanan birinin normal şartlarda bir kenara çekilip, o ana kadar yaşanacak olanları sessizce izlemesi beklenir. Ama bu “geçiş dönemi” o kadar sert ve acımasız yaşanıyor ki suskunluk vicdansızlıkla eşdeğer hale geliyor.

Önce PKK’ya bakalım: Kırsal alanda karakol baskını, pusu, mayın tuzağı gibi kalleşliklerle can almayı sürdürüyor. Kentlerde başta polisler olmak üzere güvenlik güçlerine yönelik olarak geçmişte Hizbullah’ın infazlarına benzer katliamlar tezgahlıyor ve bu arada kadın-erkek, genç-yaşlı demeden masum sivilleri de katlediyor.

Devlete gelince, kırsal kesimde PKK’ya karşı mücadele ederken halkı da karşısına alan, diğer bir deyişle PKK eylemlerinin hıncını bölge halkından çıkaran devletin maziye karışmış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak devlet kentlerde, bir zamanların olağanüstü hallerini andırır bir strateji izlemekten çekinmiyor. Tabii ki KCK operasyonlarını kastediyorum. Ama Başbakan Erdoğan’ın bu operasyonların eleştirilmesine tahammül edememesi, bu operasyonlardan daha vahim bir duruma işaret ediyor. 1990’lı yıllarda bizlerden “Mehmetçik gazeteci” olmamız istenirdi. Yani PKK’ya karşı devletin her yapıp ettiğini kayıtsız şartsız desteklememiz. Eğer bugün Türkiye’de demokrasiden bahsediliyorsa, bunda, birçok gazetecinin, birçok açık riske rağmen “Mehmetçik gazeteci” dayatmasına direnmelerinin payı yadsınamaz.

Açılım döneminden iki güzel slogan hatırlıyorum: “Analar ağlamasın” ve “Her şey konuşulsun.”

Maalesef bugünlerin sloganı “herkes ne konuştuğuna dikkat etsin” oldu. Peki etmezsek, sanki açılım sürüyormuş gibi konuşmayı sürdürsek ne olacak?

Bekleyelim, görelim.

Yazının devamı...

Mübarek, Kaddafi ve Erbakan

Başbakan Necmettin Erbakan’ın Afrika gezisinin ilk ayağı Mısır’dı. Kahire’de pek sıcak karşılanmamıştık. Erbakan ile Hüsnü Mübarek arasındaki uzun görüşmeden herhangi somut bir gelişme çıkmamıştı. Akıllardan kalan, Erbakan’ın Müslüman Kardeşler için “Aslında onlar iyi insanlardır” demesi üzerine Mübarek’in “Çok seviyorsanız hepsini size gönderelim” diye cevap vermesiydi.

Sonraki durak Libya’ydı. Erbakan’ın amacı “dostu” Muammer Kaddafi’yi birikmiş müteahhit alacaklarını ödemeye ikna etmekti. Bu ülkeye uçuş yasağı olduğu için Tunus’ta Cerbe Adası’na uçup karayoluyla Libya’ya gittik ve Trablus’ta bir otele yerleşip Kaddafi’nin Türk heyetini yanına çağırmasını bekledik. Otelin duvarlarındaki Kaddafi’nin “Yeşil Kitap”ından seçilip son derece kötü bir Fransızcayla konukların dikkatine sunulan “özlü sözler” nasıl bir ülkede olduğumuzu net bir şekilde gösteriyordu.

Neyse, sonunda beklenen haber geldi ve çöldeki Kaddafi’yle buluşmak için 6 Ekim 1996 günü öğleden sonra yola çıktık. Önce bir uçak yolculuğu, ardından farları sönük araçlarla çöl seyahati. Başlangıçta Kaddafi Türk heyetini son derece samimi bir şekilde karşıladı. Dev bir çadırda yenecek olan akşam yemeğinden önce gazetecileri çağırıp bizlerle ayaküstü sohbet etti.

Tarifi imkansız şok

Yemeğin ardından, Erbakan’la başbaşa görüşemeye geçmedenden önce Libyalı görevliler gazetecileri yeniden çağırdı. Normal olarak basın toplantıları görüşmelerin ardından yapıldığı için şaşırdık. Hatta Erbakan’ın bir kurmayı bu durumu “Kaddafi Hoca’ya olan sevgi ve saygısını göstermek için görüşmede söyleyeceklerini önceden basına söylemek istiyor” diye yorumlamıştı.

Sonrası malum: “Oldum olası merak etmişimdir, şu gökkubenin altında neden bir Kürt devleti bulunmuyor” diye başlayıp hem Osmanlı Devleti’ne, hem Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik birbirinden sert eleştiri ve suçlamalarla devam eden Kaddafi cumhuriyet tarihimizin en çarpıcı diplomatik skandallarından birini yaşamamıza neden oldu.

O çadırda siyasetçisinden bürokrat ve gazetecisine, yaşadığımız şokun tarifi mümkün değildi. Devlet Bakanı Abdullah Gül’ün sessiz bir şekilde çadırı terk etmesi hâlâ gözlerimin önündedir, mesela. Belki çevirmen yanlış yapmıştır diye Kaddafi’nin sözlerini içimizden Arapça bilenlere yeniden çevirttik, tabii ki durum değişmedi. Kaddafi ile buluşmaya giderken yaşadığımız coşku, dönüş yolunda yerini şaşkınlık, öfke ve sessizliğe bırakmıştı. Üstelik skandallar ertesi gün de Trablus’ta devam etti...

Devasa fark

Aslında bu yazıyı Kaddafi’nin o son derece üzüntü veren fotoğraflarını gördükten sonra kaleme almaya düşündüm ancak Kürt sorunu ve deprem gibi nedenlerle yazmayı erteledim.

Peki bir bayram günü neden böyle bir yazıyla karşınıza çıkıyorum? Bunun çok basit bir cevabı var: Demokrasi ile temel hak ve özgürlüklerin öneminin altını çizmek için.

Şöyle ki, o tarihte gerek Mübarek, gerekse Kaddafi Erbakan’ı küçümsüyor, onun “hükümet” olsa bile “iktidar” olamadığını düşünüyorlardı. Çok da haksız olmadıkları birkaç ay sonra başlayan 28 Şubat süreciyle ortaya çıktı. Ancak haklı oldukları “doğru” oldukları anlamına gelmiyordu.

Nitekim 15 yıl sonra, Türkiye’yi 10 yıldır yöneten Erbakan’ın öğrencileri, başta biraz tereddüt etmiş olsalar da, Mübarek ve Kaddafi’nin iktidarlarını kaybetmelerinin hızlanması için ellerinden geleni yaptılar.

Erbakan’ın evrensel anlamda bir demokratik rejimi savunup savunmadığı tartışılabilir, ancak onun siyasi hayatında, onca engelleme, mağduriyet ve zulme, diğer bir deyişle tahriğe rağmen yasal ve meşru yollar dışına sapmadığı da muhakkaktır.

Bir an için Mübarek’in mahkemedeki halini ve Kaddafi’nin barbarca katledilişini gözlerinizin önüne getirin ve bu görüntüleri Erbakan’ın cenaze töreniyle karşılaştırın. İşte o aradaki devasa fark, demokrasiyle ororiter ve totaliter rejimler arasındaki farktır.



Hepinize mutlu bir Kurban Bayramı diliyorum.

Yazının devamı...

“Anneliğin ideolojisi yoktur”

Bugün Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 11 Ağustos 2009 günü partisinin Meclis Grubu’nda yaptığı ve bazı milletvekilleriyle Güneydoğu’da çok kişi ağlatmış olan konuşmasından bazı bölümleri hafızalarımızı tazelemesi için yayınlamak istiyorum. Konuşmanın tamamını http://www.akparti.org.tr/ak-parti-genel-baskani-ve-basbakan-erdoganin-ak-parti-tbmm-_6300.html bağlantısından okuyabilirsiniz:

“Türkiye son 25 yılını terörle, çatışmayla, olağanüstü hal ile, faili meçhullerle, boşaltılan köylerle, üzerine al yıldızlı bayrağımızın örtüldüğü tabut görüntüleriyle heba etmeseydi, bugün nerede olurdu? Eğer sorun daha ortaya çıkarken fark edilip gerekli tedbirler alınabilseydi. Eğer mesele büyümeden çözüme kavuşturulsaydı. On binlerce insanımız hayatını kaybetmeden, on binlercesi yaralanmadan, yüz binlercesi mağdur olmadan bu mesele suhuletle çözülmüş olsaydı, bugün Türkiye nerede olurdu?

Bu soruları çoğaltarak sormanızı istiyorum. Milletçe sormamızı istiyorum. Aziz milletimizin bu soruları sormasını, bu meseleyi objektif bir şekilde enine boyuna sorgulamasını rica ediyorum. Ne oldu, nerede yanlış yapıldı, nerede yanlış politikalar uygulandı, nerede yanlış tavırlar sergilendi. Bizim binlerce yıllık dostluğumuzun, akrabalığımızın, kardeşliğimizin kopacağına, çökeceğine, çürüyüp bozulabileceğine kim nasıl inanma cüretini gösterdi de, aramıza nifak tohumları ekme gayretine girdi? Bu iş bu kadar kolay mıdır?

Fuzuli’nin şiirleri nasıl ruhumuza hitap ediyorsa, Ahmedi Hani’nin dizeleri de aynı şekilde bizi duygulandırmıyor mu? Neşet Ertaş ‘Gönül Dağı’ dediği zaman her birimizin tüyleri ürperiyor. Aynı şekilde Şivan Perver Halepçe dediğinde, Hazal dediğinde gönül dünyamızın derinliklerine dalıyoruz. Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Karacoğlan, Pir Sultan bu toprakların mayasını yoğururken, Cudi’nin, Munzur’un eteklerinde dolaşan Dengbejler de aynı topraklara aynı kardeşlik mayasını atıyorlar. Horon bizim horonumuz. Zeybek bizim zeybeğimiz. Halay bizim halayımız. Zılgıt bizim zılgıtımız.

Bizi birbirimizden ayırmak kimin haddi?

Bu ülkede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliği altında yer alan her etnik kökendeki insan, Türküyle, Lazıyla, Kürdüyle, Çerkeziyle, Gürcüsüyle, bizim kardeşimizdir, buna kimse gölge düşüremez.

Değerli kardeşlerim, evlat acısından daha büyük bir acı yoktur. Allah hiç kimseye bunu yaşatmasın, hiç kimsenin ocağına bu ateşi düşürmesin ama son 25 yıldır, ülkemin doğusunda, batısında, kuzeyinde, güneyinde nice annelerin, çalan her telefonla yürekleri ağızlarına gelmiştir.

Elleri telefona uzanırken, hasret gidermekle, şehadet haberini almak, ölüm haberini almak arasındaki derin uçurumda kaldılar.

Yaklaşık 30 yıldır nice annemiz, telefonun başında, Ağrı Dağı gibi, Munzur Dağı gibi, Cudi gibi, Erciyes gibi, Kaçkar gibi, olduğu yere yığılıp kaldı, hep bunu yaşadık. Babaların gözyaşı sel oldu içine aktı.

Anneliğin ideolojisi yoktur. Anneliğin siyaseti yoktur, sağcılığı, solculuğu yoktur.

Oğlu her ne sebeple hayatını kaybetmiş olursa olsun. Yozgat’taki anne ile, Hakkari’deki anne, oğullarının başında aynı duayı ediyorsa, evladı için Yasin ve Fatiha okuyorsa, cemaat aynı kıbleye dönüyorsa, burada çok ciddi bir yanlış olduğu ortadadır.

Bu süreçten hiçbir tarafın kazançlı çıkmayacağı aşikârdır. Ama kaybedenin Türkiye olduğu, kaybedenin vatanımız olduğu, kaybedenin milletimiz olduğu, ülkemizin geleceği olduğu aşikârdır.

Kaybedenin anneler olduğu, babalar olduğu aşikârdır.

Bu meselenin kalıcı olarak çözümü, huzur ve emniyet zemininin tesisi, kardeşlik ikliminin yeniden pekiştirilmesi için biz bu çalışmayı sürdürüyoruz, sürdüreceğiz.

Şunu açıklıkla ifade etmek durumundayım: Kürt vatandaşlarımızın sorununu üreten siyasi zihniyeti, sorunu bu hale getiren politik yaklaşımı bizim sahiplenmemiz, paylaşmamız, sürdürmemiz mümkün değildir.

Bizim dünya görüşümüz, siyaset felsefemiz, böyle bir sorunu üretmeyi de, böyle bir sorunu çözümsüzlüğe mahkum etmeyi de, böyle bir soruna gözümüzü yummayı da normal göremez.

Sorunun devam etmesine, çözümün akamete uğramasına çanak tutan anlayışlar, yaşanan acıların vebaline de ortak olurlar.

Sorunu bu hale getiren anlayışlardan medet beklemiyoruz, ama diyoruz ki, gölge etmeyin, engel olmayın, bu kardeşlik projesine, bu barış ve bütünleşme projesine, bu milli birlik bütünlük projesine kapılarınızı kapatmayın diyoruz. Yaptığımız bu.

Gelin bu çalışmayı hep birlikte şekillendirelim.

Türkiye’nin her köşesinde, bu meselenin çözümü için samimi şekilde bir yeni sürecin başlatıldığına dair umutlar oluşmuş durumdadır.

Elbette istismar mekanizmaları çalışacaktır...

Elbette, çözümsüzlükten beslenenler süreci çarpıtmak için ellerinden geleni yapacaklardır.

Elbette, bağımsızlık gibi, milli birlik ve bütünlük gibi, sadakat gibi kavramları dillerine dolayanlar, bu hepimizce kutsal sayılan kavramları siyasi hırslarına alet edenler çıkacaktır.

Şunu da bütün samimiyetimle, bütün kalbimle, bütün yüreğimle ifade ediyorum: Sürecin siyasi riski, siyasi getirisi ve götürüsü her ne olursa olsun, bizim, bu meseleyi, Türkiye’nin çıkarına, 71 buçuk milyon vatandaşımızın çıkarına, geleceğimiz adına çözmekten başka bir gayemiz yoktur, olamaz. Biz artık Botan Çayı’nda serinlemek, Zap Suyu gibi coşmak, Dicle, Fırat, Murat gibi barışa, kardeşliğe akmak istiyoruz. Derdimiz bu.

İstiyoruz ki Munzur Dağlarında hep birlikte kardelenler toplayalım. Cudi Dağı’ndan yediverenler, Ağrı Dağı’ndan çiğdemler dermek istiyoruz. Ülkemin 7 coğrafyasından derilmiş çiçekleri, ülkemin annelerine, o tertemiz yüreklere vermek istiyoruz.

Türkiye’ye yeni ufuklar açmak, Türkiye’yi şaha kaldırmak, Türkiye’yi artık kabına sığmaz, tutulamaz, güçlü bir ülke olma yolunda zaptedilemez hale getirmek istiyoruz.

Bunun mümkün olduğuna inanıyoruz. Çünkü bunu 7 yılda gördük. Nereden nereye geldiğimiz ortada.

Bedeli her ne olursa olsun, bunu başaracağız. Hep birlikte başaracağız. Burada olanlarla olmayanlarla birlikte başaracağız.

Bu kardeşlik projesini, bu bütünleşme projesini, bu Türkiye’yi ayağa kaldırma projesini hep birlikte başaracağız.”

Yazının devamı...

Günümüzün savaş baronları

O meşhur 1990’lı yıllarda, yani devletin “topyekûn savaş” konseptiyle PKK’yı yok etme iddiasıyla her türlü zulmü devreye soktuğu günlerde bir cesur adam, Felat Cemiloğlu, verdiği bir mülakatta, koparılan gürültülerin aldatıcı olduğunu, “savaş baronları”nın bulunduğunu ve bunların savaşın bitmesini hiç ama hiç istemediklerini söyledi. Onun bu sözleri o kadar sahiciydi ki kimse çıkıp da “ne saçmalıyor bu adam?” diyemedi.

Rahmetli Felat Bey, kelimenin gerçek anlamıyla “akil” bir insandı. Diyarbakır’a her gidişimde mutlaka ona uğrar, sloganlardan, yalanlardan uzak bir şekilde Kürt sorununun gerçek boyutlarını, çözümün nasıl mümkün, nasıl imkansız olduğunu kendisinden dinlerdim.

İşadamıydı. Yıllarca Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası başkanlığı yapmış, TOBB yönetiminde yer almış olan Felat Bey’in 12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’nde maruz kaldığı insanlık dışı muameleleri, Hasan Cemal’in “Kürtler” kitabında bulabilirsiniz.

Yıllar öncesinden bir an

“Savaş baronu” deyince aklıma hep bir an gelir. 1994 yerel seçimlerinin hemen ardından bir “Güneydoğu raporu” hazırlamak amacıyla Şevket Kazan başkanlığında bir RP heyeti günlerce bölgenin her köşesini dolaşmıştı. Ben de başından sonuna dek o geziyi gazeteci olarak izlemiştim. Bilmem Şevket Bey hatırlar mı, Mardin’e doğru yol alırken bana resmi lojmanlar önünde park etmiş hemen hepsi son model arabaları göstermiş ve şöyle demişti: “Tabii bu imkanlarını bırakmak istemezler!”

O günden bugüne çok şey yaşandı, değişti. Şevket Kazan’ların yanında yetişen kadrolar 10 yıldır ülkeyi yönetiyor ama “savaş” hâlâ bitmiş değil. Hatta tam “bitiyor mu yoksa?” diye umulandığımız bir sırada şaşırtıcı bir şekilde şiddetlendi.

O zaman şu soruyu sormak yanlış olmayacaktır: Peki günümüzde “savaş”ın bitmesini kimler istemiyor? Kuşkusuz çatışmaların iyice tırmanmasında PKK birinci derecede sorumludur. Bu bağlamda Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için PKK’ya yatırım yapmış dış odakların da sorumlulğu çok yüksektir. Ama iş bununla bitiyor mu? Ülke içinde çatışmanın rantını yiyen ve bundan vazgeçmemek için her türlü barış ve çözüm ihtimalini torpilleyenler yok mu?

Kim bunlar?

Sizleri günümüzün yeni “savaş baronları”nın kim olduğunu düşünmeye ve tartışmaya davet ediyorum. Çatışmaların yeniden tırmanmasıyla birlikte kimlerin önü açıldı, kimlerin kapandı? Kimler muteber, kimler lanetli oldu?Eğer Türkiye, “ezber” analizlere ve hazır cevaplara itibar etmeden bu soruyu özgürce tartışabilirse o zaman barışın mümkün olacağına inanıyorum.



Özür

Dünkü yazımda polislerin Prof. Türkan Saylan’ın evine geliş tarihini 18 Mayıs 2009 olarak yazdım. 18 Mayıs Prof. Saylan’ın vefat ettiği gün. Doğrusu 13 Nisan 2009 olmalıydı. Bu hatadan dolayı özür diliyor kendisini bir kez daha rahmetle anıyorum.

Yazının devamı...

Üçüncü büyük kırılma

Birinci büyük kırılma 18 Nisan 2009 günü yaşandı. O sabah polislerin kanser hastası Prof. Türkan Saylan’ın evine girmesiyle birlikte, önce Ergenekon soruşturmasında, buna bağlı olarak Türkiye’de çok şey değişti. Esas değişen iç ve dış kamuoyunun algısıydı kuşkusuz. Prof. Saylan’a reva görülen muamele, bir “terör örgütü” soruşturmasından ziyade bir “hesaplaşma”nın, daha açık deyimiyle “hesap görme”nin söz konusu olduğunu ciddi bir şekilde düşündürttü.

İkinci büyük kırılma 3 Mart 2011 günü yaşandı. Polisin o sabah gözaltına aldığı isimler arasında iki gazeteci, Nedim Şener ve Ahmet Şık kısa sürede birer sembol haline geldiler. Onların “terör örgütü üyesi” olma suçlaması (ki iddianamede bu “yardımcı olma”ya çevrildi) çok az kişiyi ikna etti. Genel kanı bu iki gazetecinin, yazdıkları ve yazmakta oldukları ktaplar nedeniyle cezalandırılmak istendikleri şeklindeydi.

Nitekim daha ilk günden Cumhurbaşkanı Gül vicdanen rahatsız olduğunu dile getirdi. Ardından olayın merkezindeki bir polis şefi ve bir özel yetkili savcı “terfi yoluyla azil” edildi. Ulusal ve uluslararası kamuoyunun Şık ve Şener’e samimi ve coşkulu bir şekilde sahip çıkmasına bağlı olarak hükümet yetkililerine dünyanın dört bir tarafında hep bu iki gazeteci soruldu. Türkiye’nin demokrasi, özgürlükler ve insan hakları notlarının kırılmasında Ahmet ve Nedim olayı birinci derecede etkili oldu.

Üçüncü büyük kırılmaysa 29 ve 30 Ekim 2011 günlerinde yaşandı. Önce BDP Parti Meclisi üyesi Prof. Büşra Ersanlı, ardından yayıncı Ragıp Zarakolu, KCK operasyonu kapsamında gözaltına alındı, önceki gün de tutuklandılar. Ersanlı ve Zarakolu Kürt olmamalarına rağmen Kürt sorununa son derece duyarlı, Kürt siyasi hareketiyle sıcak ilişkileri olan ve bu sorunun barışçıl yöntemlerle çözülmesi için uğraş veren iki solcu aydın olarak iç ve dış kamuoyu tarafından tanınan ve saygı gören iki isimdir. Dolayısıyla onların “terör örgütü üyesi olmak” gibi hiç de inandırıcı olmayan bir suçlamayla tutuklanmaları ciddi tepkilere yol açtı ve bu tepkilerin çığ gibi büyüyeceğini kestirmek hiç de zor olmayacaktır.

İhtimaller

Peki bundan sonra ne olacak, ne olabilir? İlk akla gelen, olumlu ihtimal, tepkiler üzerine bu işin sorumlularının geri adım atması, Zarakolu ve Ersanlı hemen tahliye olmasa bile benzer hoyrat uygulamalardan bir süre geri durulmasıdır. Nitekim Ahmet ve Nedim olayının ardından böyle olmuş, yine Ergenekon kapsamında soruşturulan bazı ilahiyatçılar ve gazetecilere son derece medeni bir şekilde davranılmış, hiçbiri gözaltına alınmamıştı.

Şahsen bu sefer durumun farklı olacağını, bu gözaltı ve tutuklama furyasının şiddetlenerek süreceğini düşünüyorum. Bunun birinci nedeni, hükümetin Kürt sorununda “açılım” çizgisinden sapıp sertliğe yönelmesinin MHP tarafından açıkça, CHP tarafındansa mahçup bir şekilde destekleniyor olmasıdır. CHP Grubu’nda Zarakolu-Ersanlı olayı üzerine yapılan tartışmalar, bu partinin özgürlükçü sol bir çizgiye gelmesini hâlâ umut edenler için tam bir hayal kırıklığıdır.

İkinci neden, hükümetin bir zamanlar mesafeli davranmaya çalıştığı KCK operasyonuna sonsuz destek vermesi veya öyle görünmesidir. Zarakolu-Ersanlı gibi isimlerin bu olaya karıştırılmış olmasının hükümet içinde de bazı rahatsızlıklara yol açtığını tahmin etmek zor değil ama girilen bu yoldan en azından bir süre dönmeyecekleri anlaşılıyor.

Zarakolu-Ersanlı olayının, hükümetin, yakın bir zamana kadar kendisine destek veren bazı liberal-sol aydınlar ve çevrelerle ilişkisinde açık bir kırılmaya yol açtığı ortadadır. Bu kırılmanın kısa vadede hükümeti strateji değişikliğine sevk edeceğini sanmam. Hatta “bu kadarı fazla” diye seslerini yükseltenlere karşı medyanın bir bölümünde şimdiden başlatılmış olan karalama kampanyalarına “yeşil”, en azından “sarı” ışık bile yakabilirler.

Son olarak, Kürt sorunu ekseninde yaşanan sertleşmenin her geçen gün daha da artması ve PKK eylemlerinin faturasını sivil siyaset yapan, yapmaya çalışan kişilere kesme tavrının, tüm eleştirilere rağmen sürmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Yazının devamı...

Güvenlik-özgürlük dengesi

Dün TBMM’de parti grup toplantılarını izledikten sonra iki kanaatim iyice pekişti:

1) Türkiye’nin en hayati sorunu, hatta “tüm sorunların anası” Kürt sorunudur...

2) Bu yasama döneminde AKP iktidarını en çok BDP muhalefeti zorlar.

BDP’nin bir tür “ana muhalefet partisi” gibi sivrilmesinde bu partinin başarısından çok genel olarak Kürt siyasi hareketinin giderek artan gücünün belirleyici olduğu muhakkak. Öyle ki BDP birçok kez bu hareketin hayli gerisinde kaldı, bazı durumlarda (kısa süreli de olsa) onun genel gidişinden sapma emaresi gösterdi.

BDP’nin öne çıkmasının bir diğer nedeni CHP ve MHP’nin genel seçimlerde yaşadıkları şokun etkisinden hâlâ sıyrılamamış olmalarıdır. Ayrıca seçimin hemen ardından hükümetin “demokratik açılım” çizgisinden çıkıp Kürt sorununda daha sert strataeji ve taktiklere başvurmuş olmasıyla MHP en büyük eleştiri kozlarından birini yitirmiş gözüküyor. Nitekim Bahçeli’nin dünkü konuşmasında hükümetin bu yeni çizgisine destek ve bundan sapmaması yolunda uyarılar vardı.

Baykal’ın tespitleri

Dün Başbakan Erdoğan’ın konuşmasının ana ekseninde de Kürt sorunu vardı. Bizim “Çukurca sonrası devlet, PKK ve Kürtler” başlıklı yazı dizimizde aktardığımız bazı gözlemlerle, dile getirdeğimiz bazı tespitlerin benzerlerini Erdoğan’ın konuşmasında görmek mümkündü. Başbakan PKK’ya karşı mücadelede güvenlik güçlerinin, halkın olumsuz etkilenmemesi için azami gayreti gösterdiğini, dolayısıyla 1990’lı yıllara dönüşün asla söz konusu olmadığını vurgulayıp terörle mücadele ederken demokrasiden asla taviz vermeyeceklerin bir kez daha tekrarladı. Onun güvenlik-özgürlükler dengesini hep gözettikleri ve bundan sonra da gözetecekleri taahhütünü şimdilik bir kenara yazalım.

Meclis’te kısaca sohbet etme imkanı bulduğum CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal, Hakkari gözlemlerimden hareketle yazdıklarımın çok önemli olduğunu, devletin, halkı işin içine katmadan PKK ile mücadele etmesini olumlu bulduğunu söyledi. Kendisine “Ya KCK operasyonları ne olacak?” diye sorduğumdaysa “onu ayrıca tartışırız” cevabını verdi.

Göz göre göre

Nitekim Baykal’la sohbetimizden yaklaşık 10 dakika sonra Prof. Büşra Ersanlı ve yazar Ragıp Zarakolu’nun da aralarında olduğu çok sayıda ismin tutuklandığı haberini aldım.

Açıkçası bu habere hiç şaşırmadım. Ersanlı ve Zarakolu gibi saygın isimler gözaltına alınıyor ve bazı medya organlarında onlar hakkında ciddi bir karalama kampanyası yürütülüyorsa, daha önce örneklerini gördüğümüz gibi tutuklama ihtimali hayli yüksektir. İşte tam bu noktada Başbakan’ın “güvenlik-özgürlükler dengesini gözetme” taahhütüne dönebiliriz. Ersanlı ve Zarakolu’nun özgürlüklerinin eline alınmasıyla Türkiye daha güvenli bir ülke haline mi gelmiştir? Benim bu soruya cevabım, hiç tereddütsüz “Hayır” olacak.

“Peki bu tutuklamalar Türkyie’nin demokrasi karnesine nasıl yansır?” diye sorulacak olursa buna da “çok kötü yansır” cevabını hiç çekinmeden veririm.

Son KCK tutuklamaları göz göre göre geldi ve anlaşıldığı kadarıyla devamı da var. Bu konuda söylenecek çok ama çok şey var. Şimdilik burada keselim ve yarın devam edelim.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.