Din-millet ikilemi
Wadad Makdisi Cortas’ın “O Sevdiğim Dünya” (Metis Yayınları, çeviren Gamze Varım) adındaki anı kitabını okuyorum. 1909’da Beyrut’ta doğup 70 yıl sonra yine aynı yerde ölen Cortas, iki dünya savaşına, İsrail devletinin kuruluşuna, dolayısıyla başta Filistinliler olmak üzere tüm Arap halklarının çektiği çile ve zulümlere bizzat tanıklık etmiş olan aydın bir Arap kadını.
Cortas’ın Lübnan, Filistin ve Suriye başta olmak üzere tüm Arap alemi ve çok sayıda Batı ülkesinde geçen 70 yıllık hayatı, Ortadoğu’nun sömürgeciler ve yeni-sömürgeciler tarafından nasıl talan edilmiş (ve halen edilmekte) olduğunu açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Kendisinin, “Oryantalizm” adlı dev eseriyle Batı sömürgeciliğinin gerçek yüzünü tüm dünyaya göstermiş olan Edward Said’in kayınvalidesi olması bu nedenle hiç de raslantı olmasa gerek.
“O Sevdiğim Dünya”yı okurken yıllardır beni meşgul eden, büyük ölçüde gazetecilik faaliyetlerimin de temel sorusu olan “din-millet” ilişkisi ve ikilemi üzerine bir kez daha düşünmeme yol açtı. Şöyle ki kitap “Bu benim hikayem, bir Arap kadınının hikayesi” cümlesiyle başlıyor ve Cortas’ın daha küçük bir çocukken edinmiş olduğu Arap kimliğini, bir eğitimci ve kadın hakları savunucusu olarak hayatının son anına kadar muhafaza ettiğini gösteriyor. Yazar bir Hıristiyan. Eşi Emile Cortas da kendilerini barışa adamış olan Hıristiyanlığın Quaker mezhebine mensup. Zaten kitaptan, Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkış ve gelişmesinde Hıristiyanların ne derece önemli bir rol oynadığını da öğreniyoruz.
İki çarpıcı örnek
Buradan “din-millet ikilemi”ne dönecek olursak aklıma hemen iki örnek geliyor. Örneğin işgal altındaki Filistin topraklarında, özellikle de Gazze’de Müslüman Kardeşler örgütü, El Fetih liderliğindeki milliyetçi hareketin önünü kesmeleri umuduyla uzun bir süre İsrail tarafından hoşgörülmüş, hatta teşvik edilmişlerdi. Fakat Müslüman Kardeşler, tabandan gelen baskılara daha fazla direnemeyip önce adını Hamas olarak değiştirdi, ardından milliyetçi söylemleri de benimseyip İsrail askerlerine saldırmaya başladı ve nihayet Filistin’in en güçlü siyasi yapısı haline geldi.
Bir diğer örnek, İran desteğiyle Lübnan Şiileri içinden çıkmış olan Hizbullah’tır. Başlangıçta ağır basan yönü “radikal İslamcılık” olan Hizbullah, Lübnan’daki sol ve laik milliyetçi güçlerin boşalttığı alanı doldurmaya başladığı andan itibaren İsrail’e karşı direnişin baş aktörü oldu ve neredeyse Lübnan’ın milli ordusu haline geldi.
Türiye örneği
Ve ülkemize gelecek olursak: Şurası çok açık, Türkiye dini muhafazakârlıkla milliyetçiliğin içiçe geçmiş olduğu bir ülkedir. 1970’li yıllarda bir seçimde ağırlıkla MHP’ye oy vermiş bazı bölgelerin bir sonranki seçimde MSP’ye yönelmiş olduklarına tanık olmuştuk. 1980’lerin ANAP’ı milliyetçilikle muhafazakârlığı bir süre bir araya getirmiş, fakat ardından RP ve MHP tekrar siyasetin ana aktörleri haline gelmişti. 1999’da MHP’nin ikinci parti olması nasıl aslında sürpriz olmadıysa 2002’de AKP’nin tek başına iktidarı da o kadar olağandı.
Bugün “din-millet ikilemi” Kürt sorunu söz konusu olduğunda yeniden ciddi biçimde karşımıza çıkmaktadır. Kürt siyasi hareketinin yükselişini engellemek için “İslam kardeşliği” sloganının tek başına yetmediğini görüyoruz. Tanık olduğumuz bir başka gelişme de aynı hareketin, dine karşı geleneksel inkar tutumundan uzaklaştıkça daha da güçleniyor olmasıdır. Sonuçta şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Kimi durumlarda din, özellikle de İslamiyet etnik, milli farklılıkları aşan bir kapsayıcılığa sahipken, kimi durumlardaysa milli kimlikler dinsel farklılıkları geri plana itebiliyor. Hamas ve Hizbullah gibi örneklerse, bu iki kimliğin ustalıklı bir şekilde harmanlanması halinde siyasi açıdan başarının daha kolay ve mümkün olabileceğini kanıtlıyor.
Bu tartışmayı şimdilik noktalayıp sözünü ettiğim kitaptan bir alıntı yapmak istiyorum. Küçük Wadad, babasının arkadaşlarından Lübnanlı büyük İslam araştırmacısı Philip Hitti’den imza defterine bir şeyler yazmasını istemiş. Henüz kariyerinin başındaki genç Hitti ise şunları yazmış: “Şu dünyayı ayakta tutan yalnızca dört şey vardır: bilgelerin irfanı, uluların adaleti, erdemlilerin duaları ve cesurların yiğitliği.”
Bahri Zengin’in ardından
Gazetecilik hayatımda tanıdığım ilk İslamcılardan biri Bahri Zengin’di. Mühendis olmasına rağmen kültürel konularla yakından ilgili olan Zengin bir döneme damgasını vuran Akabe dergisinin de yayıncısıydı. Fakat Bahri Bey’in esas öne çıkışı RP içinde “yenilikçi” akımın düşünce temellerini atmasıyla olmuştur. Dönemin RP İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından pratiğe geçirilen bu fikirler önce RP’nin, ardından AKP’nin başarılarının ana unsuru oldu. Ancak Zengin, Milli Görüş içindeki ayrışmada Erdoğan‘la değil Erbakan‘la birlikte hareket etti, son olarak Has Parti’de yer aldı.
Bahri Zengin’e Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.