Şampiy10
Magazin
Gündem

“Barışa emanet olun”dan “Allah’a emanet olun”a

Hasan Cemal’i dün öğle saatlerinde aradığımda Van Havaalanı’ndaydı ve kar yağışı nedeniyle kalkıp kalkmayacağı belli olmayan uçağını bekliyordu. Üç gündür Milliyet’i takip edenler onun, yine Milliyet muhabiri Namık Durukan ve foto muhabiri Bünyamin Aygün’le birlikte Van’da, Erciş’te ve çevre köylerde dolaşan depremzedelerin sorunlarına tanıklık ettiğini biliyor. Ben de onun izlenimlerini, hem bir insan olarak, Vanlıların yaşadığı ve daha da yaşayacakları anlaşılan çile ve acıların yol açtığı üzüntüyle; hem de bir gazeteci olarak, bir kez daha “doğru zamanda doğru yerde olma”sına gıpta ederek okuyorum.

Zira bu depremde medya genel olarak çok başarısız bir sınav verdi ve vermeye devam ediyor. Kimsenin hakkını yemek istemem. İlk günlerde büyük kanallarımızın ana haberlerini Van’dan yapmış olmalarını; farklı gazetelerden az sayıda da olsa bazı meslektaşlarımızın ilerleyen günlerde de halkın dertlerini bizlere aktarmaya çalıştıklarını ve en önemlisi DHA’dan iki arkadaşımızın, Sebahattin Yılmaz ve Cem Emir’in ikinci depremde hayatlarını kaybetmiş olduklarını tabii ki unutmuyorum. Ama medyanın Van performansının, yaşanan felaket(ler)in hayli gerisine düştüğü de son derece açıktır.

Otosansür illeti

“Neden böyle?” diye sorulacak olursa akla bir dizi cevap geliyor fakat bunlardan ikisi daha belirleyici gözüküyor:

1) Medyayı yıllardan beri bir tür esir almışa benzeyen ve onun her geçen gün daha fazla içinin boşalmasına neden olan otosansür. Şöyle ki bugün birçok medya kuruluşu, depremle ilgili yapacağı yayınlarda öncelikle, halkın haber alma hakkını ve toplumsal bir sorun/acı hakkında kamuoyu oluşturmayı değil bunların doğurabileceği siyasi sonuçları gözetiyor. Yani yayınların hükümete, muhalefete ve tabii Van söz konusu olduğu için BDP ve Kürt siyasi hareketine olası etkileri hesaplanıyor ve ona göre hareket ediliyor.

2) Sadece ülkemizde değil tüm dünyada gazeteciliğe ve habere bakışta çok köklü değişim ve dönüşümler yaşanıyor. Binbir kanaldan son derece hızlı ve çok haberin akıyor olması sadece okuyucu/izleyiciyi (yani tüketiciyi) değil aynı zamanda gazeteciyi (yani üreticiyi) de tembelliğe itiyor. Bunun sonucunda örneğin bir depremi yerinde izlemek, haberleştirmek yerine internetten, haber kanallarından şöyle bir izleyip, birkaç “uzman”ın söylediklerine şöyle bir kulak kabartıp yazıp konuşmak son derece olağan karşılanıyor. (Hatırlayalım, Eyüp Can, Radikal Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni olunca “sokak yazarlığı” diye doğru bir uygulamaya gitmişti, fakat fazla sürdüremedi.)

En kötüsü, çaresizlik

Hasan Cemal, sağolsun, bana bugün Milliyet’te çıkacak olan dördüncü ve sonuncu Van yazısını yolladı. Başlığı “Hayat bazen ne kadar acımasız!” olan yazısının bir bölümünde şöyle diyor: “Kimsenin yüzüne bakmak içimden gelmiyor. Bakışlarımı kaçırıyorum. Bana bir kurtarıcıymışım gibi bakmalarından rahatsız oluyorum çünkü... Dertlerini olanca içtenliğiyle döküyorlar. Yazmaktan başka elimden bir şey gelmeyeceğini bilmiyorlar. En kötüsü bu, çaresizlik...”

Cemal’in yazısı şöyle bitiyor: “Otelden dün sabah ayrılırken kar bastırmış, tipi halinde yağıyordu. Şu üç günde çadırlarda tanıdığım Vanlılar’a ‘Allah’a emanet olun!’ demek geldi içimden. Başka ne yapabilirdim ki?”

Bu satırları okurken aklıma Cemal’in “Barışa Emanet Olun!” gibi son derece güzel ve ümit verici bir başlığa sahip olan ve karşılıklı savaş çığırtkanlıkları yüzünden en azından şimdilik hak ettiği ilgiyi göremeyen son kitabı geldi.

Bir de tabii Başbakan Erdoğan’ın medya kuruluşlarının sahip ve yöneticileriyle yaptığı toplantıda, adı (veya adları) nedense açıklanmayan bir (veya birden fazla) gazetecinin, herhalde ilk olarak Hasan Cemal’i ima ederek, bazı gazetecilerin Murat Karayılan’la mülakat yapmalarından şikayetçi olmasını hatırladım.

Galiba ülkemizde gazeteciliği de Allah’a emanet etmemiz gerekiyor.

Yazının devamı...

Dersim’den Başbakan’a daha çok ekmek çıkar

Dersim konusu ilk gündeme geldiğinde Türkiye’ye açılım atmosferi hâkimdi. Yani Kürt sorunu söz konusu olduğunda diyalog, iyiniyet, barış, özgürlük ve tartışma gibi kavramlar öne çıkıyordu. Bu nedenle AKP’nin Dersim katliamıyla yüzleşmeyi savunması doğal, açılıma başından beri mutlak bir şekilde karşı çıkan CHP’nin de bu katliamı sahiplenmesi anlaşılır (tabii ki kabul edilemez) bir şeydi.

Bugünse Dersim katliamının yeniden AKP ile CHP arasında bir polemik konusu olması çok da mantıklı gözükmüyor. Zira başta Başbakan Erdoğan olmak üzere tidar partisi bir süredir açılım perspektifinden uzaklaştı ve bazı “taşra analistleri”nin geliştirdiği, Kürt sorununu çözmek için öncelikle Kürt siyasi hareketi üzerinde yoğun bir fiziki baskı kurmak gerektiği tezini benimsedi veya benimsemiş görünüyor. Ne var ki CHP’nin içindeki hiç de yabana atılmaması gereken “ulusalcı” grup, milletvekili arkadaşları Hüseyin Aygün’ü, sırf Dersim gerçeklerini alenen tekrarladı diye linç etmeye kalkınca AKP hükümeti ve onun destekçileri bu fırsatı çok iyi değerlendirdi.

İşin muhalefet partisini zor durumda bırakma yönü bulunsa da Başbakan Erdoğan’ın devlet adına Dersim katliamı için özür dilemiş olması kuşkusuz son derece önemlidir. Tabii bu özürün sadece lafta kalmaması, devlet tarafından gereğinin yapılması da gerekir. Öncelikle karşımıza katliamın insani boyutu çıkıyor. Örneğin bazı aileler daha yakınlarının mezarlarına bile sahip değiller. Ayrıca Başbakan’ın özrünü tescilleyecek bazı simgesel adımlar da atılabilir ve işe Tunceli yerine Dersim adına dönerek başlanabilir. Bu arada katliam mağdurları ve yakınlarının zararları tanzim edilmesi de mutlaka gündeme alınmalıdır.

CHP cesur olabilse

CHP Lideri Kılıçdaroğlu, Başbakan’a “Dersim konusunda sana ekmek çıkmaz” diye seslenmişti ama görüldüğü gibi tersi oldu, AKP Lideri, Dersim konusundan pekala gönlünce istifade ediyor. CHP bu iki arada bir derede tutumunu sürdürürse de etmeye devam edeceğe benziyor. Eğer Kılıçdaroğlu bu durumdan samimi olarak rahatsızsa yapacağı şey aslında çok basit: Dersim dahil olmak üzere, cumhuriyet tarihinde devletin kendi halkına reva gördüğü zulümlerin tümünü, mağdurlarının kim olduğuna bakmaksızın, doğurabileceği sorunları önemsemeden ülke gündemine taşıması ve bunlarla yüzleşmenin öncülüğüü yapmasıdır.

Tabii bunu yaparken günümüzün sorunlarına da aynı cesaretle gitmesi gerekir. Örneğin Kürt sorununu ele alalım. Hükümet ne zamandır “açılım” çizgisinden uzaklaştı. Dün CHP Kürt açılımına destek vermiyor, hatta onun başarısız olması için elinden geleni yapıyordu. Fakat tam bu esnada Deniz Baykal istifa etti ve yerini “yeni CHP” vaat eden Kemal Kılıçdaroğlu aldı. Ama ortada yeni bir şey göremiyoruz. CHP hükümeti açılım perspektifinden uzaklaştığı için eleştirmek yerine, son döneme egemen olan “şahin” bakış açısını örtük bir şekilde destekliyor.

Bu nedenle Başbakan Erdoğan’ın, dünkü konuşmasında “Ben beklerdim ki KCK operasyonlarıyla ilgili CHP ve MHP de konuşşun. Onlar da bu konuda gerekli olan bu desteği versinler” demiş ki daha fazla nasıl bir destek bekliyor, çıkaramadım. Başbakan sözlerini şöyle sürdürmüş: “Beklerdim ki medya da tek vücut olsun, gereken desteği versin.”

Bu çağrıyı da anlamak zor. Şunun şurasında kaç kişi kaldı ki KCK operasyonlarını eleştirmeyi sürdüren! Başbakan o birkaç kişi uyarmak yerine eleştirilerini teşvik etse demokrasimiz için daha hayırlı olmaz mı?

Yazının devamı...

İlk duruşma, iki hayal kırıklığı

İnsan hepsini bir arada, sanık sandalyelerinde görünce bir kez daha bu davanın nasıl mümkün olduğunu kendine sormadan edemiyor. Bir yanda Odatv’nin yöneticileri, çalışanları ve yazarları var. Ama onların da aslında kendi içlerinde farklılık arz ettiklerini bilen biliyor. Örneğin Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Türk solu içindeki Maocu akımın en güçlü kollarından olan Aydınlık geleneğinden gelirken, Yalçın Küçük ve Mümtaz İdil, 1970’li yıllarda tam karşı kutupta yer alıyor, Sovyetler Birliği’ne daha yakın duruyorlardı. Bu kişilerin yıllar sonra sol bir ulusalcılıkta birleştiklerini kabul etsek bile, ulusalcılığa karşı çok net pozisyonları olan Ahmet Şık’ın onlarla birlikte hareket ettiğini iddia etmek fazlasıyla zorlama. Türk basınında “araştırmacı gazetecilik” denince ilk akla gelen isimlerden olan ve belli bir siyasi angajmanının bulunmadığını bildiğimiz Nedim Şener’in de bu davaya katılmış olması da yadırgatıcı.

Ek olarak, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgiden gelen, hayatı boyunca sol hareketlerle mücadele etmiş polis şefi Hanefi Avcı’yı görüyoruz. Ama onun Devrimci Karargâh Davası’ndan da yargılandığını bildiğimiz için Odatv Davası’nda yer almasına o kadar da şaşırmıyoruz. Bu arada Ankaralı meslektaşımız Müyesser Yıldız var ki, TBMM kulislerinde sık sık sohbet etme imkanı bulduğum Müyesser’in ülkücü harekete yakın olduğunu hepimiz biliriz. Ama arada sırada Odatv sitesinde yazmış olması onun da sanıklar arasında yer almasına yetmiş. Bir de tutuksuz sanık İklim Bayraktar var ki onun aslında ne olduğunu sanırım kimse tam olarak anlayamadı, aslında anlamaya da pek fazla gerek olmayabilir.

Sorumlu kim?

Dünkü duruşmanın en manidar çıkışı hiç kuşkusuz Prof. Yalçın Küçük’ten geldi. Her zamanki kırmızı kaşkoluyla en ön sırada ve tam köşede oturan Prof. Küçük “Bu davada sadece Ahmet Şık ve Nedim Şener yargılanmıyor” dedi. Bizler, Ahmet ve Nedim’in arkadaşları, gereksiz ek sıkıntılar çıkarmamak için bu algıyı çok fazla kurcalamamaya özen gösterirken, Prof. Küçük gibi diğer sanıklardan bazılarının ve onların dışardaki kimi yakınlarının bu durumu sürekli gündeme getirmeye çalışmaları anlaşılır bir şey değil. Şöyle ki, adı “Odatv” olan bir davanın, bu internet sitesiyle organik bağları olmayan iki genç gazeteci üzerinden konuşuluyor olmasından şikayet edeceklerine bunun nedenlerini sorgulamaları herhalde daha iyi olacaktır.

Adı saray

Çocukluğu Çağlayan’da geçmiş biri olarak İstanbul Adalet Sarayı’nda geçirdiğim ilk günün tam bir hayal kırıklığı olduğunu söylemeliyim. Tabii ki öncelikle mahkemenin hiçbir tahliye vermemesi büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Kuşkusuz hepimiz umutluyduk ama gerçekçi olanlarımız açıkçası tahliye beklemiyordu. Hele aynı sabah KCK operasyonlarında 50’ye yakın avukatın birkaç saat içinde gözaltına alındığı bir ülkede yaşıyorsanız gerçekçi olmanın dışında bir şansınız da olmuyor.

İkinci hayal kırıklığını “saray” yüzünden yaşadım. Gerçekten son derece görkemli bir bina inşa edilmiş ama gerdiği ilk sınavda tek kelimeyle sınıfta kaldı. Kamuoyunda bu kadar geniş ilgi gören bir davanın ilk duruşmasında, esas olarak salonun yetersizliği nedeniyle bir dizi sorun ve tatsızlık yaşandı. Burası “saray”ın en büyük salonuymuş ve öğrendiğim kadarıyla daha da küçük olarak planlanmış ama eski başsavcının ısrarları sonucu büyütülmüş.

İnsanların onar onar, hatta yüzer yüzer gözaltına alındığı bir ülkenin en büyük metropülünün en büyük “adalet sarayı” için daha büyük bir duruşma salonu öngörülmemiş olmasını anlamak mümkün değil.

Tekrar davaya dönecek olursak: Evet bizler gerçekçi olmayı öğrendik ama Ahmet ve Nedim olayının iç ve dış kamuoyunda yol açtığı tepkilerden hareketle savcı, yargıç ve tabii ki polisleri de en az bizler kadar gerçekçi olmaya davet etmek hiç de yanlış olmayacaktır.

Yazının devamı...

Ahmet ve Nedim üzerine: Şerdeki hayır, hayırdaki şer

Bu sabah Çağlayan’da, İstanbul Adliyesi’nde olacağım. Çünkü Odatv Davası nihayet başlıyor. Davadan önce Çağlayan ve yeni adliye binası hakkında birkaç söz söylemek istiyorum.

1966’da Hopa’dan İstanbul’a göç ettiğimizde Çağlayan’a yerleştik. Çağlayan o zamanlar İstanbul’un en bilinen varoş semtlerinden biriydi. Hatta Galatasaray Lisesi’nde okurken Türk hocalarımız kızdıklarında bizi “burası Çağlayan Lisesi değil” diye azarlarlardı. Halbuki tam o sırada abilerimden biri, şimdi yeni adliye binası için yıkılmış olan Çağlayan Lisesi’nde okuyordu. Onun tam karşısındaysa benim mezun olduğum Ziya Paşa İlkokulu vardır; bereket o yıkılmadı.

İstanbul o kadar hızlı büyüdü ki Çağlayan, özellikle Çevreyolu’nun yapılmasının ardından “dışardan içeriye” terfi etti ve neredeyse “şehrin göbeği” olarak görülmeye başlandı. 1980’li yıllarla birlikte evlerin teker teker işyerlerine, özellikle de tekstil atölyelerine dönüştüğüne tanık olduk. Buna bağlı olarak sayıları hızla artan emekçilere yönelik hizmetler sunan yeni işyerleri açıldı ve biz eski Çağlayanlılar ne zamandır mahallemizi tanıyamaz hale geldik. Adliye’nin taşınmasıyla birlikte bu dönüşümün iyice hızlanacağı aşikârdır.

Şerdeki hayır

Bu kadar nostalji yeter, konumuza dönelim. Bu dava hakkında çok konuştum, çok tartıştım, çok yazdım, ayrıca yazdığım her yazıya Ahmet Şık ve Nedim Şener’i konuk ettim -bu konuk etmenin serüvenini de umarım ilerde bir gün yazarım. Ancak Ahmet ve Nedim hakkında yine bir şeyler söylemek, onlarla dayanışma içinde olduğumu duruşmalarının ilk günü tekrarlamak istiyorum. (Soner Yalçın ve Odatv hakkındaki görüşlerimi 21 Şubat günü Vatan’da yazmıştım, tekrarlamak istemiyorum, merak edenler şu bağlantıdan o yazıyı bulabilirler: http://haber.gazetevatan.com/ayrilar-ayri-yerde-aynilar-ayni-yerde/360597/4/Haber)

Ahmet, kendisini cezaevinde ilk ziyaretimde tutuklanmalarının Türkiye için “hayırlı” olduğunu söylemişti. İlk bakışta kulağa doğru geliyor. Gerçekten Ahmet ve Nedim’in tutuklanmaları Türkiye’de, başta Ergenekon Davası olmak üzere birçok şeyin seyrini değiştirdi. Örneğin bu soruşturmanın iki kilit ismi peş peşe “terfi yoluyla azledildi”; ülkemizdeki basın özgürlüğü sorunu içerde ve dışarda ciddi bir kaygı konusu ve gündem maddesi oldu.

Yine de “keşke Ahmet ve Nedim hiç tutuklanmasaydı” diyorum. Çünkü öncelikle bu iki dost ve meslektaşımın özgürlüklerinin bu kadar süre ellerinden alınmasının; eşleri ve kızları başta olmak üzere aileleri, dostları ve okurlarından kopartılmalarının çok kötü bir şey olduğunu biliyorum. Hayatlarında hiç hapis yatmamış bazı kişilerin, onların tutukluklarını “ne var bunda o kadar abartacak”diye küçümsemelerinden de son derece rahatsız oluyorum.

Hayırdaki şer

Ahmet ve Nedim olayının doğurduğu tepkinin ardından savcı, polis ve yargıçlar daha dikkatli davrandılar fakat son KCK tutuklamalarında olduğu gibi, siyasi iradenin en azından “sarı” ışık yakması halinde kaldıkları yerden devam edebildiklerini de görüyoruz. Ama bence Ahmet ve Nedim’in tutuklanmalarının yol açtığı en “hayırsız” gelişme Ergenekon soruşturmasının ve buna bağlı olarak “derin devlet” ile hesaplaşmanın içinin iyice boşalmasıdır. Öncelikle, Balyoz”, “İnternet Andıcı” gibi soruşturmaları saymazsak Ergenekon kapsamında dişe dokunur yeni gelişme yaşanmadı. Örneğin ilk zamanlarda ağızlarda sakız edilen “bir numara” konusunda hiç ama hiçbir somut adım atılmadı.

Ergenekon sürecinin akamete uğramasının sorumluları hiç kuşkusuz Ahmet, Nedim ve onları destekleyenler değil, kendi kişisel hesapları için onları Ergenekon sepetine atanlar ve onların bu pervasızlığını kayıtsız şartsız destekleyenlerdir. Burada “post-ergenekon” gibi sözümona “şık” adlandırmalarla bu tutuklamaları meşrulaştırmaya ve buna karşı çıkanları da Ergenekoncu ilan etmeye etmeye çalışan “liberal” iddialı isimlere ayrı bir yer vermek lazım.

Bu konuda yazacak, söylenecek daha çok şey var. Fakat arkadaşlarımın özgürlüklerine kavuşmalarını herşeyden çok önemsediğim için bazı hesaplaşmaları ileriki bir vakte ertelemekten hiç de rahatsız olmuyorum. Bu vaktin çok da “ileri” olmayacağını umuyor ve hissediyorum.



Akad’a saygı

Ömer Lütfi Akad bu toprakların yetiştirdiği en değerli sinemacılardan biridir. Birçok filminin yanı sıra “Gelin”, “Düğün” ve “Diyet” üçlemesinin Türk sinemasında bir tür “dönüm noktası” olduğunu düşümüyorum. Kendisine Allah’tan rahmet, yakınlarına, sevenlerine başsağlığı diliyorum. Umarım bu ülke onun değerini kaybettikten sonra anlar.

Yazının devamı...

CHP ulusalcılardan arınırsa ne olur?

İktidar partisinin, başta Kürt sorunu olmak üzere birçok hayati konuda açılım çizgisinden statükoculuğa doğru meylettiği bir dönemde ana muhalefet partisi ne yapıyor? Normal şartlarda bu fırsattan yararlanması, yani statükoya karşı “değişim”i ön plana çıkarması beklenen CHP’den bir grup milletvekili statükonun da gerisine düşüyor.

Tabii ki Haluk Koç, İsa Gök, Nur Sertel’in de aralarında olduğu 12 CHP milletvekilinin, kendi partilerinden Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün “Dersim katliamı” hakkındaki sözlerine kazan kaldırmalarından söz ediyorum. Koç’un okuduğu açıklamadaki “Amacımız, partimiz tabanındaki ve kamuoyundaki tartışmalara karşı tüm yöneticilerimizi ve milletvekillerimizi söylem ve duruş birlikteliğine çağırmaktır” sözleri ilkin kulağa makul geliyor. Ne var ki kaygıları gerçekten parti disiplini olsaydı herhalde böyle bir ortak açıklama yapmanın dışında yollara başvururlardı.



Öte yandan bu çağrıyı yapanların bir bölümünün olur olmaz konularda sık sık fevri ve tabii ki “ulusalcı” olarak tanımlanabilecek çıkışlar yapmış olmaları, burada amacın üzüm yemek değil, bağcı dövmek olduğunu göstermede yeterli. Diğer bir deyişle onlar Aygün’ün neden konuştuğunu değil, ne konuştuğunu sorguluyorlar.

Madem esas konu Aygün’ün sözleridir, ondan rahatsız olanlar şu soruların cevabını vermek durumundalar:

1) Dersim’de katliam oldu mu, olmadı mı?

2) Dersim’de yaşananları ülkeyi tek başına yöneten CHP’nin ve tabii ki Atatürk’ün bilmemesi ve dolayısıyla dahli olmaması mümkün müdür?

3) CHP, Türkiye’nin ve kendisinin tarihiyle samimi bir şekilde yüzleşmeden nasıl sosyal demokrat ve ilerici bir parti olabilir?

Dersimlilere ayıp

Anlaşılan bu milletvekilleri önceki dönemde Onur Öymen’in Dersim konusundaki sözlerinin partilerinde yol açtığı ağır hasarı ya görmüyor ya da görmek istemiyorlar. Görmedikleri veya görüp de önemsemedikleri bir diğer nokta Dersimlilerin kendi partileri için ne kadar değerli olduğudur. Ne zaman Dersim katliamı söz konusu olsa, yıllarca bu acının izlerini en azından zihinlerinde ve yüreklerinde taşımış olan Dersimlileri rencide edecek söz ve davranışlar sergilemekten ne zaman vazgeçecekler?

Kılıçdaroğlu’nun da Dersimli olması, 12 milletvekilinin çıkışına ayrı bir anlam katıyor. Genel başkanlarına “ya bizden yanasın, ya Aygün’den” gibi saçma bir ikilem dayatan bu kişilerin, “parti içinde muhalefet yaratma gibi bir arayışımız yok” sözleri bana hiç inandırıcı gelmiyor.

Ulusalcıların geleceği

CHP içindeki ulusalcılar pekala bir parti içi muhalefet odağı oluşturabilirler ancak buradan hiçbir yere varabileceklerini sanmam. Çünkü bir dönem kopardıkları onca gürültüye rağmen ulusalcılığı Türkiye’de parlak bir gelecek beklediği söylenemez.

Bir de şu sorular var önümüzde: CHP ulusalcılardan arınmış bir parti olabilir mi? Olmalı mı? Olursa ne olur?

İlk iki soruya cevabım “evet” olacak. Toplumun yerine hep devleti öne çıkaran, çağın hayli gerisinde kalmış anlayışlarla bağını koparmadığı müddetçe CHP “değişimci” bir parti olamaz; “değişimci” olmadığı için de ilelebet muhalefette kalmaya hükümlü olur. İçindeki “gerici” unsurları temizlemesi başlangıçta kuşkusuz CHP’yi zorlayacaktır ancak onların boşaltacağı yerlerin “ilericilerle” doldurulması halinde CHP çağdaş bir sol parti olmaya yönelebilir.

CHP hakkındaki bu yazıda Kılıçdaroğlu’nun TESEV üyeliği tartışmasına bilhassa değinmedim. Çünkü sözümona bu “suçlama”nın dikkate alınabilecek hiç ama hiçbir yönü yok. Hem gülünç, hem ayıp.

Yazının devamı...

Ben de bedelliydim

Seçim öncesi CHP’nin sahip çıktığı bedelli askerlik konusu, nihayet ve hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde hükümetin gündemine geldi ve artık uygulamaya geçilmesi an meselesi. Önceki gün partisinin grup toplantısında MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin de destek verdiğini düşünürsek artık bedelli önünde herhangi bir engel kalmadığı açıktır. Bununla birlikte kamuoyunda bedelli konusunun daha bir süre tartışılacağını söyleyebiliriz. Bedelliye yönelik eleştiri ve tepkiler cılız olmakla ve herhangi bir sonuca yol açma ihtimalleri bulunmamakla birlikte irdelenmeyi hak ediyor.

Bu itirazların büyük kısmı “milliyetçi” bir bakış açısından kaynaklanıyor. TSK’nın PKK ile mücadelesinin tam hız sürdüğü ve şehit haberlerinin gelmeye devam ettiği bir ortamda bedelli askerlik uygulamasını bir tür “vatana ihanet” gibi görenler var. Ne var ki ülkemizde son derece örgütlü bir şekilde bedelli askerlik için kampanya yürütenlerin söylemlerine yakından baktığımızda onların da milliyetçilikten hiç uzak olmadıklarını görüyoruz. Özellikle bedelli isteyenlerin önemli bir bölümüne, “peki neden vicdani red hakkı istemiyorsunuz?” diye sorulduğunda bu soruyu bir hakaret, hatta küfür olarak algıladıklarını gözlemiştik. Bu durum şahsen benim için hiç de şaşırtıcı değildi. Şöyle ki, uzun bekleyişlerin ardından bedelli askerlik yasası çıkar çıkmaz, 4 arkadaş, “ne olur ne olmaz, devlet belki fikir değiştirir” diye ilk tertipte, yani 1992 sonunda bedelli askerlik için Burdur’un yolunu tutmuştuk. Ve bizleri en çok şaşırtan, o kalabalık içinde siyasi olarak kolaylıkla “milliyetçi-muhafazakâr” diye tanımlayabileceğimiz kişilerin ezici bir çoğunluğu oluşturmalarıydı. Bunların neredeyse hiçbiri askerlik kurumuna karşı, yani anti-militarist değildi. Hatta bazılarının, kendileri için olmasa bile, zorunlu askerlik uygulamasına da pek itirazları olduğu söylenemezdi.

Dolayısıyla “ideolojik” olarak tanımlayabileceğimiz gerekçelerle bedelli askerliğe karşı çıkmak belki anlaşılabilir ancak gerçek hayatta bunun pek karşılığı olduğu söylenemez.

Fırsat eşitliği

Bedelli uygulamasına “toplumsal eşitlik” açısından yöneltilen eleştirilerin daha fazla önemsenmesi gerektiği ortadadır. Yalnız bu noktada da çok ciddi önyargılar ve yanlış bilgiler hakim. Kendi bedelli deneyimimden hareketle, bu uygulamadan yararlananların “şımarık zengin çocukları” olarak damgalamasının son derece haksız olduğunu söylemek isterim. Bizim dönemimizde, ki sonraki dönemlerde de böyle olduğunu biliyorum ve günümüzde de benzer bir durumla karşı karşıya olduğumuzu gözlüyorum, bedelli hakkından yararlananların hatırı sayılır bir bölümü, bu parayı bulmakta zorlanmış, çoğu borca girmişti. “Süper zengin” olarak tanımlanabileceklerin sayısı gerçekten çok çok azdı.

Toplumumuzdaki bedelli talebi, zengin sayısının çokluğundan değil işsizliğin son derece ciddi bir sorun olmasından dolayı bu derece yüksek. Yani bedelli askerlik bekleyenlerin büyük kısmını, genç yaşta iş-güç sahibi olabilmiş ve uzun süreliğine askere gitmesi halinde bunu kaybetmekten korkan kişiler oluşturuyor. Yine de devletin yeni bedelli askerlik uygulamasında “eşitlik” ilkesini sonuna kadar gözetmesi, maddi durumları yetersiz olan gençlere makul kolaylıklar sunması gerekiyor.

Vicdani ret

Hükümetin bedelli askerlikle birlikte “vicdani red” hakkını da gündemine almasını son derece olumlu bir adım olarak görüyorum. Bedelli konusundaki cılız milliyetçi itirazların “vicdani ret” söz konusu olduğunda alabildiğine şiddetlenebileceğini daha ilk günden gördük. Ancak “ileri demokrasi” iddiasını taşıyan bir ülkenin, inançları nedeniyle eline silah almak istemeyen yurttaşlarına daha fazla “suçlu” muamelesi yapmasının imkanı yoktur. Son olarak, askerlik üzerine yapılan tartışmaların, yıllardır süregelen çatışmanın ipoteğinden kurtarılması gerektiğinin altını çizelim. Eğer Türkiye, içiçe geçmiş olan PKK ve Kürt sorunlarını çözebilirse bu konuları daha sakin bir şekilde tartışabileceğimiz ve daha kolay çözümler üretebileceğimiz muhakkaktır.

Yazının devamı...

Depremi de siyasallaştırdık

Dün Meclis’in gündeminde Van depremi vardı. Önce MHP Lideri Devlet Bahçeli, partisinin grup konuşmasında önemli bir bölümünde hükümeti deprem yüzünden sert bir şeklide eleştirdi. Ardından Başbakan Erdoğan, partili milletvekillerine (ve televizyonlar aracılığıyla tüm ülkeye) hitabının ilk, en kapsamlı ve en can alıcı bölümünü yine deprem konusuna ayırmıştı. Nihayet BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da konuşmasında ağırlıkla deprem konusuna değindi. (BDP Lideri, adını vermeden, Bahçeli’yi deprem konusunda hükümeti eleştirmemekle suçladı ve bunu onun “ırkçı” olmasıyla açıklamaya çalıştı fakat konuşma metnine tekrar göz attığımda MHP Lideri’nin AKP’ye karşı hiç de müsamahakâr davranmadığını görüyorum. Bahçeli’nin, adını anmadan da olsa, Somali’ye yardım kampanyasına da taş atmış olmasının Başbakan Erdoğan’ı ayrıca öfkelendireceğini kestirmek güç değil) CHP Lideri Kemal Kılıçdaoğlu eğer KKTC’de olmayıp grupta konuşma yapmış olsaydı muhakkak o da depremi ana gündem maddesi yapardı.

Van depremi konusunda muhalefet partilerinin farklı ve ortak eleştirilerini, hükümetin bunlara verdiği cevapları bir kenara bırakıp ortaya çıkan tablonun adını koyalım öncelikle: Bir süredir elbirliğiyle Van depremini siyasallaştırmayı başarmış durumdayız ve an itibariyle buradan geri dönüş pek mümkün görünmüyor.

Halbuki Van’dan hiç iyi haberler gelmiyor. Daha depremlerin yaraları tam olarak sarılamamışken artçı veya değil yeni deprem ihtimalleri Vanlıları şehri terk etmeye sevk ediyor. Hükümetin şehrin bir süreliğine taşınmasına pek itiraz etmediğini görüyoruz. Fakat hem geçici de olsa taşınma kolay bir iş değil, hem de kalıcı bir çözüm olmaktan hayli uzak.

Keşke açılım sürseydi

Hiç kuşkusuz Van depreminin siyasallaşmasının birinci dereceden sorumlusu son dönmede iyici tırmanan hükümet-BDP gerilimidir. Aslında depremin ilk günlerinde bu gerilimin arka plana itileceğine dair işaretler alınmıştı. Örneğin BDP milletvekilleri ile ilgili bakanlar Van’da bir araya gelmişler, toplatı sonrası herhangi bir açıklama yapılmaması da hayra yorulmuştu. Fakat kısa süre içinde hükümet ile BDP’nin, diğer deyişle valilik ile belediyenin ortak hareket edecekleri yolundaki beklentiler boşa çıktı. Ortak hareket olmadığı gibi, tarafların sistemli bir şekilde birbirlerini suçlamayı tercih ettiklerine dünkü grup konuşmalarında da tanık olduk.

İnsan ister istemez şöyle düşünüyor: Van depremi Kürt sorununda her iki tarafın şahinlerinin borularını öttürdüğü şu günlerde değil de bundan iki yıl önce, yani “demokratik açılım”ın gündemde olduğu, silahların nispeten az konuştuğu, dolayısıyla “şahinler” değil “güvercinler”in öne çıktığı bir dönemde yaşanmış olsaydı böyle mi olurdu?

Bu soruya benim cevabım, hiç tereddütsüz “Kesinlikle hayır” olacaktır. Açılımın tüm ülkeye yaymış olduğu (ve maalesef kısa ömürlü olan) sıcak atmosfer Van’da kendini gösterdiğine, devlet ile toplumun hep birlikte, hızla yaraları sardığına tanık olabilirdik. Bu yönüyle deprem açılım iddialarının ve çözüm kararlılığının sınanmasına vesile olurdu.

Bilmiyorum benden başka açılımın ilk günlerini özlemle anan ve kaldığı yerden tekrar devam etmesini temenni eden kaç kişi kaldı ama her iki tarafın birden “topyekûn savaş”ta ısrar etmesini bu ülkenin çok fazla kaldırabileceğini sanmıyorum.

PKK’nın sorumluluğu

Bugün çetin kış şartlarında Van’da binlerce kardeşimizin durumlarının daha da zorlaşmasında Kürt sorununun bir türlü çözülememesinin rolü çok büyüktür. Ve onların acılarının daha da derinleşmesinin birinci derecede sorumluları bu savaşın daha da kızışmasına sebep olanlardır. Bu noktada tabii ki birinci derecede sorumluluk PKK’nındır. PKK’nın hâlâ silahta ısrar etmesinin, masum sivillere zarar vermekten bile çekinmemesinin ve gencecik çocukları nafile eylemlere yönlendirip ölüme sürüklemeyi sürdürmesinin kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur. Bu nedenle yazımı yıllardır tekrarladığım bir çağrıyla bitirmek istiyorum. İlk adım PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakmasıdır.

Yazının devamı...

Van dersleri

Başbakan Erdoğan depremden haberdar olur olmaz bakanlarını da yanına alıp Van’a gitti, hatta akşam saatlerini, depremden en büyük vurgunu yemiş olan Erciş’te geçirdi. Normal olarak, depremin şokunun hâlâ çok güçlü olduğu bir sırada, Erciş’te bulunmak bir siyasetçi için epey risklidir. Fakat Erciş’te o akşam karanlığında yanında bakanlarıyla Erdoğan’ı gördüğümde hiç şaşırmamıştım. Zira Erdoğan’ı rakiplerinden ayıran en belirgin özelliklerden biri, hele işin içinde halkla doğrudan temas söz konusuysa, risklerin üstüne gitmekten çekinmemesidir.

Ne var ki Erdoğan’ın cesareti ve inisiyatif alma yeteneğinin bu tür ciddi kriz anlarında tek başına yeterli olmadığını çok zaman geçmeden gördük. Kendisinin de itiraf ettiği gibi, ilk günden sürece müdahale etme başarısını gösteren hükümet, depremzedelerin, başta çadır olmak üzere birçok sorununu çözmekte bocaladı. Üstelik daha ilk depremin yaraları sarılamadan Van’daki 5.6’lık ikinci depremde göz göre göre kayıplar verildi.

Kimileri bu durumu o bildik “kendisi iyi, çevresi kötü” formülüyle izaha kalkabilir. Katılmıyorum. Van’da yaşanan sorunları, sıkıntıları, kurmaylarının Erdoğan’a ayak uyduramamasıyla açıklamak aldatıcı olacaktır. Çünkü işin kökü çok daha derinlere, ülkemizde yıllardır egemen olan sistemin arızlarına gitmektedir. Ki Erdoğan’ın da sık sık “bürokratik oligarşi” olarak tanımladığı bir yapıdan şikayetçi olduğunu duyuyoruz. Fakat ortada çok hayati bir soru duruyor: 10 yıldır ülkeyi tek başına yöneten, bu süre içinde son derece köklü yapısal dönüşümlere imza atan AKP hükümeti bu “bürokratik oligarşi” ile neden gereğince mücadele etmedi veya edemedi?

Yine “Kürt sorunu”

Bu noktada işin içine yine “Kürt sorunu” giriyor. Çünkü bürokratik oligarşiyi zayıflatmanın yolu yerel yönetimlerin güç ve yetkilerinin artırılmasından geçiyor ama bu yolda atılması düşünülen adımlar ilk andan itibaren “ülke bölünür” endişesine kurban ediliyor. Açık konuşmakta sakınca yok: Güneydoğu’da belediyelerin önemli bir kısmı BDP (ve benzeri) partilerin elinde olduğu sürece merkezi iktidarın güç, imkan ve yetkilerinin bazılarını yerel yönetimlere devretmesini beklemek hayal olacaktır. Deprem sırasında hükümetle BDP’li belediyenin birlikte hareket etmemesi/edememesi işlerin hiç de kolay olmadığını kanıtladı.

“Güneydoğu sorunu”nu çözme fırsatı

Depremin hemen ardından bu acı olayın kardeşliğimizi pekiştirme imkanı sunduğunu söylemiştim. Çok şükür Türkiye bir-iki densiz ayrımcı/ırkçıya teslim olmadı ve Van halkıyla övünç verici bir dayanışma sergiledi.

Bu deprem Türkiye’de bir “Kürt sorunu” mu yoksa bir “Güneydoğu sorunu” mu yaşandığı tartışmalarını netleştirmede de bir fırsattı. Şöyle ki, sorunun Kürtlerin kimlik taleplerinden değil de sosyo-ekonomik şikayetlerden kaynaklandığını, yani “Kürt” değil “Güneydoğu” sorunu olduğunu savunanlar, devletin gerekli sosyo-ekonomik müdahaleleri yapması durumunda çözümün mümkün olduğunu iddia ediyorlar. Bu bağlamda sosyo-ekonomik sorunların çıplak gözle gözlendiği Van depremi, devletin Kürtlerle yakınlaşması için mükemmel bir fırsattı. Bu fırsatın değerlendirilip değerlendirilmediğini normal şartlarda Mart 2013’de yapılacak yerel seçimlerle anlayabiliriz.

Son genel seçimlerde BDP’nin Van’daki milletvekili sayısı 2 artmış, AKP’nin de bir azalmıştı. Mart 2009’daki yerel seçimlerde de AKP Van belediye başkanlığını DTP’ye (kapatıldıktan sonra BDP oldu) kaptırmıştı. Bakalım geleek yerel seçimlerde Van’da sandıktan kim çıkacak?



Van depreminde hayatlarını kaybeden meslektaşlarım Sebahattin Yılmaz ile Cem Emir’e Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.