Şampiy10
Magazin
Gündem

Alevi açılımına ne oldu?

Başbakan Erdoğan’ın Dersim konusunda devlet adına özür dilemesi, hükümetin Kürt sorununda “açılımcı” perspektiften sapmasından rahatsız olanları bir nebze de olsa ümitlendirdi. Zira Dersim katliamı, Kürtlerin hak taleplerine devletin baskı yoluyla cevap vermesinin ve tabii ki baskı politikalarının uzun vadede tam tersi sonuçlara yol açtığının en acı örneklerinden biriydi. Ne var ki AKP hükümeti Kürt sorunundaki “şahin” pozisyonunu en azından bir süre daha koruyacağa benziyor. Dolayısıyla Dersim özürünü, şimdilik “gerçeküstü” bir olumlu adım olarak kabul etmemiz, daha fazlası için ümitlenmememiz daha doğru olabilir.



Öte yandan Dersim konusu Kürt sorununun olduğu kadar Alevi sorunununun da kapsama alanındadır. Geçenlerde Sünni İslamcı gelenekten geldiğini ve “Erdoğancı” (“Tayyipçi” demedi) olduğunu söyleyen bir taksi şoförü şöyle konuştu: “Belki inanmayacaksınız ama Erdoğan biz muhafazakârları bayağı değiştirdi. Mesela Dersim bizi hiç ilgilendirmezdi. Zaten Alevilerle de aramızda hep mesafe vardı. Ama şimdi Erdoğan’ın sayesinde Dersim konusunu hatmettik.”

Sıvas’ta doğmuş, yıllarca Alevilerle iç içe yaşamış ama onlara pek de sempatik bakmayan bir insanın, beğendiği siyasi lider aracılığıyla aradaki mesafeyi hızla kapatması ve bundan memnun olması acaba münferit bir olay mıdır? Sanmıyorum. Çünkü Erdoğan, Gül, Arınç gibi siyasi liderlerin demokrasi, temel hak ve özgürlükler, Batı, gayrımüslimler, Kürtler, Aleviler vb. konularda, önyargı ve önkabulleri sarsan çıkışlarının tabanlarından genellikle olumlu karşılık bulduğunu; hatta bu liderlerin kimi durumlarda tabanlarının beklentilerinin gerisinde kaldıklarını gözlüyorum.

Bu bağlamda Alevi sorununa dönecek olursak, daha Milli Görüş hareketi sırasında ilk işaretlerini gördüğümüz Alevilere yönelik açılım arayışları, tabandan çok tavandaki tutuculuk ve/veya beceriksizlik nedeniyle akamete uğramıştı. Örneğin Erdoğan, belediye başkanıyken Alevileri kucaklama iddiasıyla “Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim” sözünü sık sık tekrarlıyor, ama bu sözün kendisini Alevilere yakınlaştırmak yerine daha da uzaklaştırdığının herhalde farkına varamıyordu.

CHP’nin manalı ilgisizliği

AKP ile birlikte Alevilere Aleviliğin ne olduğunu öğretmeye kalkma yerine onların kimlik ve buna bağlı olarak hak taleplerini ciddiye alma dönemi de başladı. Sayıca çok az da olsa partiye katılan bazı Alevi şahsiyetlerin de katkısıyla geçen dönem ilan edilen “Alevi açılımı” bu bakımdan tarihi bir öneme sahiptir. Başta ilgili bakan Faruk Çelik ve koordinatör Necdet Subaşı’nın iyiniyetli ve gayretli çalışmaları, her iki tarafın kırmızı çizgilerini aşmada yeterli olmadı ve bu açılım da diğerleri gibi, en azından şimdilik, rafa kaldırıldı.

Peki Dersim özürü ile birlikte alevi açılımı kaldığı yerden sürdürülebilir mi? Bu sorunun cevabı kesinlikle evettir. Fakat burada hükümetin alacağı inisiyatif kadar, hatta ondan daha çok CHP’nin bu konuda kolları sıvaması gerekiyor. Çünkü o klişe sözle söyleyecek olursak “hak verilmez, alınır.” Bugün Aleviler ciddi bir şekilde parçalanmış durumdalar ve böylesine uzun soluklu bir hak ve özgürlük mücadelesini birlik içinde ve güçlü bir şekilde sürdürme noktasında pek umut vermiyorlar. Alevi örgütlerinin yetersizliğinin birinci derecede sorumlusu da CHP’dir. Alevilerin geleneksel olarak en fazla yöneldiği parti olan CHP, nedense onların hak taleplerine ilgisiz kalmış, birkaç koltuğa Alevi oldukları bilinen kişileri yerleştirerek durumu geçiştirmeye çalışmıştır.

CHP’nin Alevi sorununa neden layıkıyla sahip çıkmadığı sorusu, Türkiye’nin gerçekleriyle yüzleşme anlamında son derece yerinde ve hayati bir sorudur. Bunu tartışmayı sonraki günlere bırakıp kendisi de Dersimli bir Alevi olan CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na şunu soralım: Neden CHP olarak Alevi sorununun çözümü konusunda Meclis’teki diğer partilerin tümünün gerisinde bir profil çiziyorsunuz?

Yazının devamı...

Kara bir ara dönem

Çarşamba günü Fransa’nın başkenti Paris’te, Sosyalist Parti’ye yakınlığıyla bilinen IRIS (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü) adlı kuruluşta, içinde Türklerin de bulunduğu ama Türkiye ile ilgili Fransızların çoğunluğu oluşturduğu bir grupla ülkemizin gündemini, özel olarak da AKP’yi konuşup tartıştık.

Öncelikle bir gözlemimi aktarmak istiyorum: Türkiye’yi yakından takip etmeye çalışan Fransızların en çok merak ettiği konu Fethullah Gülen cemaati. Türkiye’de karşılaştığım diplomat ve yabancı gazetecilerin de Gülen hareketine yönelik ilgi ve meraklarının giderek arttığını gözlemiş olduğum için bu durum beni pek şaşırtmadı. Buna karşılık, bu cemaatin “diyalog” konseptiyle düzenlemiş olduğu farklı etkinliklere gönüllü olarak ve coşkuyla katılmış olan yabancı araştırmacıların bir kısmının kafalarında, bu hareket hakkında soru işaretlerinin oluşması dikkat çekici.

Neden kötümserler?

Tekrar toplantıya dönecek olursak; yaptığım konuşmada söylediklerim ve sorulara cevaplarım izleyicilerin ciddi bir bölümü tarafından “iyimser” bulundu. Benim iyimserliğime geçmeden önce salondaki kötümserliği biraz irdeleyelim: Son dönemde demokrasi alanında peş peşe tanık olduğumuz olumsuzluklar (basın ve düşünce özgürlüğü ihlalleri, Kürt sorununda “açılım” hattından sapılıp yeniden baskı politikalarının yürürlüğe sokulması...) bizlerin olduğu kadar ülkemizi izleyen yabancıların da içlerini karartıyor.

Mutlaka içlerinde Türkiye’nin kötülüğünü daha fazla isteyenler de vardır fakat bugüne kadar deneyimlerim bana, ülkemizi şu ya da bu nedenle izleme durumundaki yabancıların çoğunun, başlangıçtaki duyguları ne olursa olsun, süreç içinde onu sevdiklerini, hatta bazılarının “sevdalandığını” gösterdi. Bu nedenle, “ne yaparsak yapalım onlara beğendiremeyiz zaten” diye söylediklerine kulak tıkamak yerine yabancıların eleştirilerini ciddiye alıp önemsemek gerekir kanısındayım.

Otoriterlik mümkün mü?

Son dönemdeki temel hak ve özgürlükler konusunda yaşanan ihlallerin, özellikle gazetecilerin, aydınların, siyasetçilerin uzun süreli tutuklamalara maruz bırakılmalarının, “yoksa Türkiye demokrasi rayından sapıp otoriter bir rejime doğru mu yol alıyor?” sorularını da beraberinde getirdiği ortada. İşte Paris’teki toplantıda, ülkeyi yöneten siyasetçiler çok isteseler ve çok uğraşsalar dahi ülkemizde otoriter bir rejim inşa etmelerinin mümkün olmadığını savundum. Çünkü kim ne derse desin, Türkiye’nin asla küçümsenemeyecek bir demokrasi deneyimi ve birikimi var ve sivil toplumun bunun şu ya da bu nedenle bir kere daha rafa kaldırılmasına izin vermeyeceğine inanıyorum.

Kaldı ki ülkemizdeki Kürt sorunu realitesi demokrasi dışındaki seçenekleri bütünüyle geçersiz kılmaktadır. Şöyle ki, otoriterlik heveslileri demokrasinin esas olarak “çoğulculuk” olduğunun üstünü örtüğ onu bir “çoğunluk” rejimi olarak göstermek isterler. Fakat bu formülün, Kürtlerin bugünkü bilinç seviyeleri göz önüne alındığında geçerli olabilmesinin imkanı yoktur. Bundan önceki hükümetlerin, “Kürtlerin ne istediği değil, çoğunluğun onlara vermeyi kabul ettiği esastır” şeklindeki yaklaşımları başarısız oldu, bundan sonra da böyle olacağı muhakkaktır. Özetle, ülkemizin bütünlüğünü muhafaza etmenin yegane yolu, demokrasiye sahip çıkmak ve onu sürekli güçlendirmektir.

Paris’teki toplantıda, kara bir dönemden geçtiğimizi, bu süreçte nice ciddi mağduriyetler yaşandığını ama bu durumun daha fazla sürmesinin mümkün olmadığını söyledim. Tıpkı bu yazıyı okuyacaklardan bazılarının yapacağı gibi, dinleyicilerden bazılarının beni “saflık derecesinde iyimser” bulduğunu biliyorum. Fakat bu “kara” dönemin aynı zamanda “ara” olduğu tespitimin temenniden ibaret olduğu, gerçekçi olmadığı eleştirilerine katılmıyorum.

Tekrar söylemek gerekirse: Türkiye bu şekilde daha fazla yol alamaz!

Yazının devamı...

Bush, Obama, Erdoğan ve Koru

4 Kasım 2008 günü ABD’de yapılan başkanlık seçimini Barack Hussein Obama’nın kazanmış olması dünyada geniş yankı uyandırmış, Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkede kamuoyları Obama’yı, en azından dünyayı George W. Bush’tan kurtardığı için coşkuyla alkışlamıştı. NTV’de Mirgün’le (Cabas) birlikte yaptığımız “Yazı İşleri” programına, o tarihte Yeni Şafak’ta yazan Fehmi Koru’yu konuk ettik. Söz Obama’dan açıldı ve tabii ki Türkiye’ye ve yine tabii ki Başbakan Erdoğan’a geldi. O günlerde Erdoğan Kürt sorununda, bugünkü kadar olmasa da “şahin” bir strateji izliyordu ve Koru’nun da dahil olduğu birçok kişi bu durumdan rahatsızdı. Şimdi Koru’nun o programdaki bazı sözlerini hatırlatmak istiyorum:

“Türkiye bugün Amerika’da yaşananı 2002 seçimlerinde yaşadı. Daha sonra kendisi de ‘zenci’ metaforunu kullandığı için rahatlıkla söyleyebiliriz, Erdoğan Türkiye için Obama’nın ABD’de başkan olmasına eşdeğerde bir gelişimin sonucu olarak ve büyük bir zaferle başbakanlığı elde etmişti. Siyasi yasaklıydı. 2002’de Meclis’e bile girememişti ama önüne konulan engeller kalktı ve sonunda başbakanlığa kadar yükseldi. Yani Türkiye’de bugün ABD’de yaşanana benzer bir süreç yaşanıyor. Ancak Türkiye’de 2002 yılında yaşanan Obamacı bir yaklaşımdı, fakat 2008 yılına geldiğinde biraz Bush’u andıran bir yönetim anlayışı içinde sorunlara yaklaşıyormuş gibi görünüyor...

Hükümetin insan hakları, demokrasi noktasında son zamanlarda biraz kendi çizgisinden saptığı kanaatindeyim. Kürt sorununa yaklaşım da bunu en ciddi şekilde dışarı vuran bir olay. Aslında çok basit tedbirlerle bu sorunu geride bırakmamız mümkünken, kalkıp tekrar 1990’ların başlarının şartlarına, yani terörle Kürt sorunun birbirine karıştırıldığı ve dolayısıyla sanki bu iş tanklarla silahlarla çözülecekmiş gibi bir anlayışın hakim olduğu dönemde doğru yol aldığımız hissini bana veren birtakım gelişmeler yaşanıyor bu da beni doğrusu rahatsız ediyor.

DTP çizgidışı, siyasetdışı sistem dışı gerilimler peşinde, tamam, ama iktidarın bu gerilimleri düşürmesi, tansiyonu düşürmesi gerekirken onu daha da yükseltici çıkışlar yaparak 2007 seçiminde elde ettiği çok açık olan bölgedeki üstünlüğünü elinden kaçırıyor.”

Koru’nun benzetmesi, hak ettiği gibi kamuoyunda çok geniş ilgi gördü. Tabii Erdoğan da sessiz kalmadı ve üç gün sonra, partisinin İstanbul Bağcılar İlçe Kongresi’nde, Koru’ya, adını vermeden “Sevsinler seni, yazıklar olsun. Biz ne Obama’yız, ne Bush’uz. Biz, biziz. Bizi, kimseye benzetmesinler” diye cevap verdi.

Koru’ya yapılan haksızlık

Bütün bunları neden hatırlatıyorum? Birincisi, tıpkı Nuray Mert, Hasan Cemal gibi diğer örneklerde de gördüğümüz gibi, Kürt sorununun Erdoğan’ın bir tür “yumuşak karnı” olduğunun; kendisinin bu konudaki eleştirilere özellikle tahammül edemediğinin altını çizmek için. İkincisi, Koru’nun o tarihteki sözlerinin hemen tümünün bugün de geçerli olduğunu düşündüğüm için. Üçüncüsü, aleni bir haksızlığa itiraz etmek için. Şöyle ki, son dönemde medyada bazı gazetecilerin hükümetten, özel olarak da Erdoğan’dan korktukları üzerine peşpeşe polemik yazıları çıkıyor ve Koru’nun da adı bu bağlamda geçiriliyor.

Halbuki Koru, benim izlediğim kadarıyla, Erdoğan Kürt sorunda açılım yaptığında açılan, kapandığında kapanan; bu arada açılır veya kapanırken işi ifrada vardıran birçok meslektaşımızdan epey farklı ve saygın bir yerde duruyor. (Bir de tabii, “demirden korkup trene binmeyen”, yani ne olur ne olmaz diye Kürt sorununa mümkün olduğunca değinmeyenler var.)

Koru’nun 2008’de olduğu gibi bugün de Kürt sorununda sertliği temel alan yaklaşımdan rahatsız olduğunu, buna bağlı olarak KCK operasyonlarını eleştirdiğini okurları görüyor. Hatta bu yüzden, devlet içindeki sertlik yanlısı odakların tetikçilerinin saldırılarına maruz kaldığını da biliyoruz.

Derdim, medyadaki malum polemiklere ucundan kenarından bulaşmak değil. Kaldı ki kavgada en çok dayağı araya girenin yediğini de iyi bilirim. Fakat “korkan gazeteciler” tartışmasının layıkıyla yapılmasını ve bundan basın özgürlüğü anlamında olumlu sonuçlar çıkmasını istiyorsak, kişisel kaygı, hesap ve hesaplaşmaları bırakmamız şart. Yani bağcı dövmek yerine üzüm yemenin peşinde olmalıyız.

Eğer Türkiye’de basın özgürlüğünü samimi olarak tartışmak istiyorsak işe Kürt sorunuyla başlamamız gerektiği açıktır. Mesela Özgür Gündem Gazetesi yazarı Cengiz Kapmaz’ın neden tutuklu olduğunu sorabiliriz? Mesela asparagas olduğu kısa sürede anlaşılan, Öcalan’ın avukatlarından İrfan Dündar’ın “Kandil’de kalaşnikoflu pozu”nu birinci sayfalarından veren gazetelerin daha sonra özeleştiri yapıp yapmadıklarını sorgulayabiliriz...

Yazının devamı...

“Arap baharı”na İran gölgesi

Arap dünyasındaki otoriter-totaliter rejimler yerlerini çokpartili sistemlere bırakıyor ve buralardaki İslamcı grup ve partiler ilk genel seçimlerle birlikte iktidara geliyorlar. Bu süreç İslamcıların nispeten en az güçlü olduğu Tunus ile başladı, Mısır’la devam edeceğe benziyor. Sırada Libya’nın ve hatta Suriye’nin olduğu tahmin ediliyor. Aslında bu listeye Fas, Ürdün, Cezayir gibi başka ülkeleri de eklemek mümkün olabilir.

Bütün bunlar ne anlama geliyor? Seçimle işbaşına gelen Sünni İslamcı hükümetler birbirleriyle paslaşır, ortak hareket eder mi? Daha ileri gidelim: Bütün bunlar, yazı dizimizin ilk gününde sorduğumuz gibi, Necmettin Erbakan’ın en büyük hayali olan, Türkiye’nin liderliğindeki bir “dünya İslam birliği”nin işaretleri olarak görülebilir mi?

İç ve dış sorunlar

İlkin, daha yolun çok başında olduğumuzu söylemeliyiz. Söz konusu olan ülkelerde İslami hareketler çok güçlü olmakla birlikte yegane siyasi güç değiller. Özellikle eski rejimin artıklarının ellerindeki tüm iktidarı teslim etmek istemeyecekleri veya en kısa zamanda geri almak için ellerinden geleni yapacakları malum. Öte yandan yıllardır muhalefette olan İslamcıların iktidarda nasıl bir performans sergileyecekleri önemli. Devraldıkları olağanüstü kötü mirasa bir de kendi beceriksizliklerini ve hatalarını eklerlerse bu ülkelerdeki İslamcılık efsaneleri çok ciddi bir şekilde yara alabilir.

Bu ülkelerin herbiri ayrı ayrı ekonomik ve stratejik nedenlerle diğer ülkelerin hayli ilgisini çekiyor. Tabii akla ilk olarak ABD, bellibaşlı Avrupa ülkeleri, İsrail, Rusya ve Çin geliyor. Bu arada komşu ülkeleri de muhakkak akılda tutmak lazım. Dolayısıyla ister İslamcılar olsun, ister diğer siyasi güçler, bu ülkelerde iktidara gelecek her parti çok çetrefil bir uluslararası platformda iş görmek zorunda kalacak.

İran’ın tavrı

Kısaca “Arap baharı” diye adlandırılan yaşadığımız sürecin önündeki en hayati stratejik engelleri sıralamaya çalışalım:

1)Filistin sorunu: İsrail’in Batı tarafından büyük ölçüde hoşgörülen küstahlığı sürdüğü, yani Filistin sorunu çözülmediği müddetçe bölgede gerçek bir normalleşme olması beklenemez. Siyasi söylemlerinin merkezine Filistin’i ve İsrail (hatta Yahudi)karşıtlığını oturtan İslamcıların başında olduğu hükümetlerin, en azından bu nedenle “radikal” bir çizgi izleyecekleri açıktır. Örneğin Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi halinde İsrail devleti Mübarek’i mumla arayacaktır.

2)Şii hilali: Son dönemde yaşanan gelişmelerin arkaplanında bir şekilde İran’ın bölgede nüfuz alanını alabildiğine genişletmesini engelleme kaygısının bulunduğunu ileri sürebiliriz. Saddam’ın devrilmesinden Irak’ta en fazla Şiiler istifade etti. Bu kritik gelişme, Lübnan, Körfez ülkeleri, Pakistan, hatta Afganistan gibi ülkelerde Şii toplulukların güçlenmesiyle birlikte okunduğunda “Şii hilali” diye kavramlaştırılan bir olgu gündeme geldi. Bu durumun ABD başta olmak üzere bazı Batı ülkelerini ve İsrail’i, başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkelerini, bunlara ek olarak Mısır, Ürdün ve hatta Türkiye gibi ülkeleri tedirgin ediyordu.

Nitekim “Arap baharı”nın en yakın müttefiki Suriye’ye de sirayet etmesiyle İran’ın sesini yükselttiğini gördük. Kimse İran’ı küçümsemesin; Arap ülkelerinin herbirinde çok sağlam şebekeler inşa etmiş olan Tahran rejiminin, “Arap baharı” denen süreci engelleme veya yönünü saptırma potansiyelini gözardı edilemez. Dolayısıyla “füze kalkanı” nedeniyle yaşanan Türkiye-İran gerilimine bir de bu açıdan bakmak yararlı olabilir.

3) Körfez ülkelerinin çifte standartı: “Arap baharı”na en az Türkiye kadar, hatta ondan daha fazla dahil olan ülke Katar. Ayrıca Suudi Arabistan ile diğer Körfez ülkelerinin de, bölgedeki statükonun parçalanmasından rahatsız olmakla birlikte, yıllardır himaye ettikleri, dolayısıyla çok yakından tanıdıkları İslamcı grupların iktidara gelmesi nedeniyle belli ölçüde kendilerini güvende hissediyorlar. Fakat “Arap baharı” denen olgu, gerçekten demokrasi, hukuk devleti ile temel hak ve özgürlüklere denk geliyorsa bu rüzgarın Körfez ülkelerini kasıp kavurması kaçınılmazdır.

Dört saptama

Toparlayacak olursak: Henüz yolun çok başında olmakla birlikte şu değerlendirmeleri yapabiliriz:

1)İslamcıların birçok ülkede işbaşına geliyor olması “dünya İslam birliği” için bir başlangıç olarak görülse bile kesinlikle yeterli değildir.

2)Genel olarak Şiileri, özel olarak İran’ı dışlayan, hatta karşısına alan bir süreçten böyle birliğin çıkması zaten imkansızdır.

3)AKP hükümeti bütün bu süreçte daha da aktif bir rol üstlenebilir ama buradan “Türkiye’nin liderliği”nin çıkmasını beklemek çok zordur.

4)Son Libya örneğinde görüldüğü gibi, sömürgeci iştahlarından pek bir şey kaybetmemiş olan Batılı ülkelerin, Müslümanların, hele İslamcı hareketlerin, kendi kaderlerini özgürce belirlemelerine izin vereceklerini beklemek saflık olur.

Yazının devamı...

“AKP modeli”ni ihraç etmek mümkün mü?



Türkiye’deki Milli Görüş hareketi, dünyanın dört bir tarafındaki İslamcıların ilgisini çekmiş ve onun gelişimi hep yakından izlenmiştir. FP’nin kapatılmasının ardından yaşanan AKP/SP bölünmesinin de İslamcı hareketler tarafından genellikle üzüntüyle ama aynı zamanda bir merakla karşılandığını söyleyebiliriz. Son 10 yılda, değişik vesilelerle sohbet etme ya da mülakat yapma fırsatı bulduğum Mısırlı, Faslı, Pakistanlı vb. İslamcıların hemen tümünün tercihlerini Necmettin Erbakan’dan yana yaptıklarına tanık oldum: Kendisine derin bir saygı duyuyor, onu Türkiye İslamcılığının tek ve gerçek lideri olarak görüyorlardı. Ne var ki aynı kişiler Erbakan ve onun SP’si hakkında pek bir şey merak etmezken AKP ile Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül hakkında peş peşe sorular yöneltiyorlardı.

Farklı ülkelerden İslamcıların, AKP’ye hem ilgi duyup hem de onunla aralarına mesafe koymalarının nedeni, Erdoğan ve arkadaşlarının iktidarda uzun süre kalamayacaklarını, bir şekilde ulusal (tabii ki öncelikle TSK) ve uluslararası sistemin (tabii ki öncelikle ABD ve İsrail) işbirliği sonucu tasfiye edileceklerini, arzulamasalar bile düşünmeleriydi. Ne var ki AKP’nin “hükümet” olmanın ötesine geçip “iktidar” olması, ülkedeki askeri vesayeti büyük ölçüde tasfiye etmesi ve özellikle Mavi Marmara olayının ardından İsrail’le açık bir çatışmaya girmesi bu öngörülerin tutmadığını net bir şekilde gözler önüne serdi. Bütün bunlara Erbakan’ın ölümü de eklenince dünyadaki önde gelen İslamcı hareketleriyle AKP arasındaki engellerin büyük ölçüde kalkmış olduğunu ve büyük bölümünün Türkiye’de yaşanan deneyimi kendilerine örnek aldığını söyleyebiliriz.

İslamcıların önündeki zorluklar

Ne var ki “AKP modeli”nin Tunus, Mısır, Libya, Suriye gibi ülkelere uyarlanabilmesinin ayrı ayrı zorlukları bulunuyor. Her şeyden önce AKP, kökü Tanzimat’a kadar uzanan bir modernleşme, Batılılaşma, sekülerleşme ve nihayet demokratikleşme sürecinin bir ürünüdür. Bütün bu süreci, artısı ve eksisiyle göz önüne almadan, sadece son 10 yıllık AKP iktidarına ve onun önde gelen aktörlerine bakarak yapılacak değerlendirmeler hiçbir işe yaramayacaktır. Erdoğan’ın son Mısır gezisinde laikliği övüp tavsiye etmesi, bu bağlamda düşünüldüğünde son derece anlaşılır ve isabetli olmuştur. Buna karşılık Müslüman Kardeşler başta olmak üzere Mısırlı İslamcıların bu telkinden rahatsız olmaları da, “AKP modeli” ihracının pek de kolay olmadığını göstermiştir.

Geleneksel olarak İslami hareketin en güçsüz olduğu Tunus’ta elde etmiş oldukları zaferden hareketle, söz konusu ülkelerin herbirinde İslamcıların, oluşturulacak yeni hükümetlerin ana gövdesini oluşturacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha demokrasiyle tanışır tanışmaz kendilerini iktidarda bulan İslamcıların (hele birçoğu hâlâ demokrasiyi kullanılabilir, ama asla savunulamaz bir beşeri ideoloji olarak görüyorsa) epey bocalayacaklarını, birçok yanlış yapacaklarını öngörmek zor olmaz. Bu hatalar, zaten bu ülkelerin herbirinde son derece kırılgan olan iç barışı torpilleyebilir, bölgesel ve hatta uluslararası krizleri tetikleyebilir. Ama karşımıza öncelikle bu ülkelerin ekonomik istikrarı sorunu çıkıyor. Örneğin Tunus’ta İslamcılar iktidara geldikleri andan itibaren ülke ekonomisinin can damarı olan turizm sektörüne halel getirmeyecekleri sözünü veriyor. Mısır’da da Müslüman Kardeşler her vesileyle benzer mesajları tekrarlıyor, fakat hem İslamcılığın bir gereği olarak gündelik yaşamda İslamileşmeye ağırlık verip hem de “günah” kabul ettikleri birçok davranış ve alışkanlığa zemin hazırlayan turizme karışmamak İslamcı hükümetler için herhalde çok zor olacaktır.

Burada kesip, Erbakan’ın en büyük hayali olan “dünya İslam birliği”nin stratejik açıdan mümkün olup olmadığını tartışmayı yarına erteleyelim.

Yazının devamı...

ABD’nin taşeronu değil, İslamcıların “mentor”u

DÜNYADA İSLAMİ HAREKETLERİN DÖNÜŞÜMÜ VE AKP/2

Yakın bir zamana kadar “komşularla sıfır sorun” politikası yürütmeye çalışan, buna bağlı olarak İslam dünyasındaki otoriter ve hatta totaliter yönetimlerle işbirliğine gitmekten çekinmeyen AKP hükümeti bir süredir “devletler” yerine “halklar”ı esas alıyor. Bunun sonucunda Ankara, Tunus, Mısır, Libya, Suriye gibi ülkelerde yaşanan gelişmeleri “tarafsız gözlemci” olarak izlemek yerine elinden geldiğince bu ülkelerdeki dönüşüm süreçlerine müdahele ediyor. AKP yönetiminin söz konusu ülkelerde tercihini esas olarak İslamcı grup ve partilerden yana yaptığını, onlara birçok konuda destek sunduğunu da biliyoruz.

Kimileri bu durumu “AKP İslam dünyasında Amerikan yönetiminin taşeronluğunu yapıyor” diye özetlenebilecek bir bakış açısıyla açıklamaya çalışıyorlar. Onlara göre Arap dünyasında şu günlerde yaşananlar yıllar öncesinden, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında incelikle tasarlanıp hazırlanmıştır. Bu ülkelerin en ciddi toplumsal ve siyasal gücünü oluşturan İslamcıların bu sürece uygun hareket etmesi görevi de AKP’ye verilmiştir.

Arap dünyasında yaşanan dönüşümlerinde başrolü sadece ABD’ye layık gören, halkları da basit birer figürana indirgeyen bu bakış açısının doğru olduğunu düşünmüyorum. Söz konusu ülkelerin halkları yıllardır demokrasiye, temel hak ve özgürlüklere susamışken ve yine buralardaki İslami grupların bazıları neredeyse 100 yıla yakın bir geçmiş ve birikime sahipken, olup bitenleri bu türden ucuz senaryolarla açıklamaya çalışmanın inandırıcı bir yanı yok. Yakın bir zamanda, yaşanmakta olan dönüşümleri bizzat o ülkelere gidip görmeyi, toplumsal ve siyasal aktörlerle konuşamayı ve izlenimlerimi sizlere aktarmayı düşünüyorum. Bu nedenle şimdilik, söz konusu ülkelerde yaşananların kökünün esas olarak “dışarda” değil de “içerde” olduğuna inandığımı belirtip tekrar AKP’nin bu dönüşümlerde nasıl bir misyon üstlendiği konusuna dönmek istiyorum.

Kahramanı, bilinmeyene hazırlamak

Evet, yabancısı olanlar için başlıktaki “mentor” sözcüğünü açıklamaya sıra geldi. Son yıllarda bizde de sık sık telaffuz edilen bu Latin kökenli sözcüğün Türkçe’de birebir karşılığını bulamadım. “Yönder” diye Öztürkçe bir karşılıktan haberdarım ama pek sevmedim. “Hami”, “akıl hocası”, “kılavuz”, “rehber” gibi sözcüklerin bir ölçüde karşıladığı “mentor” aslında Yunan mitolojisinde Odise’nin arkadaşı olan bir kahramandır.

Vikipedi’de “mentor”, “bilgeliğini kendisinden daha az deneyimli olan meslektaşına aktaran ve bilgisini onunla paylaşan kişi” olarak tanımlanmış. Önemli edebiyat ve sinema eserlerinde de kahramanı bilinmeyene karşı hazırlayan, ona öğüt veren, yol gösteren “mentor”larla karşılaşırız. Lakin şu noktanın altını çizmemiz gerekiyor: “Mentor” belli bir noktaya kadar kahramana eşlik eder, ama bilinmeyenle yüzleşmek kahramanın tek başına yapacağı bir iştir.

Farkındayım, klasik tanımlarını sıraladıktan sonra AKP’lilerin Arap dünyasındaki İslamcı hareketlerle ilişkisini birebir “mentorluk” olarak tanımlamanın bazı zorlukları olacaktır. Örneğin kimileri AKP’ye “bilgelik” atfetmenin mümkün olmadığına dikkat çekecek, kimileri de Ankara’nın söz konusu İslamcılara yol yordam öğretmenin ötesinde, onlar aracılığıyla kendisine İslam dünyasında bir “nüfuz alanı” açmak istediğine vurgu yapacaktır.

Bu uyarıların hepsinde doğruluk payı bulunmakla birlikte AKP’nin Mısır, Tunus, Libya, Suriye gibi ülkelerin İslamcılarına, esas olarak, ülkelerinde iktidara gelebilmenin ve daha önemlisi orada uzun süre kalabilmelerinin yollarını, kendi deneyiminden hareketle öğretmeye çalıştığı aşikârdır. Sonuç olarak AKP’nin tercihini ABD’den (ve buna bağlı olarak dünya sisteminden) değil İslamcılardan yana yaptığını, onları olabildiğince ABD’den (ve buna bağlı olarak dünya sisteminden) gelebilecek tehdit ve tehlikelerden korumaya çalıştığını söyleyebiliriz.

Bu öğretme-öğrenme faaliyetinin önündeki engelleri ve muhtemel sonuçlarını da yarın tartışalım.

Yazının devamı...

Hoca’nın en büyük hayalini talebesi gerçekleştirebilecek mi?

Necmettin Erbakan, rüyaları, hayalleri olan bir siyasetçiydi. Öyle ki 1970’li yıllarda onun hayalciliğiyle “Hoca’nın hayallerine kurşan sıksan yetişemez” diye alay edilirdi. Ne var ki yıllar içinde Erbakan’ın hedeflerinin, rüyalarının tümünü “ham hayal” diye bir kenara atmanın yanlış olduğunu gördük. Son genel seçimlerin ardından kaleme aldığım “Hoca’nın rüyasını talebesi gerçekleştirdi” başlıklı yazıda ele almış olduğum örneği yeniden hatırlatmak isterim. Şöyle ki, Erbakan 1990’ların ortasında “Yoldan iki kişiyi çevirin; biri Milli Görüşçüdür, diğeri de olmayı bekliyordur” dediğinde ülkenin çoğu onunla alay ediyordu. Fakat yaklaşık 15 yıl sonra onun bir “rüya”, hatta “ham hayal” olarak görülen bu sözleri, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki talebeleri tarafından hayata geçirildi.

Başta Arap ülkeleri olmak üzere İslam dünyasında son dönemde yaşanan olağanüstü gelişmeler ve AKP hükümetinin bunların hemen tümünü çok yakından takip etmesi, hatta bunların çoğuna müdahale etmesi akıllara yazının başlığındaki soruyu getiriyor: Hoca’nın en büyük hayalini talebesi gerçekleştirebilecek mi?

Erbakan’ın “en büyük hayal”i, tabii ki “dünya İslam birliği”ydi. Ve ona göre bu birliğin lideri de tartışmasız bir şekilde Türkiye olmalıydı.

Önceki denemeler

İslam dini, tüm inananların kardeşliğini, dolayısıyla “ümmet”i esas alır, ancak İslam dünyası farklı etnik kökenlerin aritmetik toplamının ötesinde bir “birlik” imajı vermekten hayli uzaktır. Bu nedenle 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkan İslamcılık akımının en büyük hedeflerinden biri, bir yandan sömürgeliğe ve yeni-sömürgeciliğe karşı savaşırken, buna paralel olarak İslam ümmetini inşa etmekti, fakat başarılı olamadı.

20. yüzyılda ortaya çıkan kimi İslami hareketler veya kendilerini İslam diniyle tanımla iddiasındaki kimi devletler de bu birliği gerçekleştirme yolunda epey gayret sarf ettiler. Bunlardan bazılarını hızla sıralayalım: 1928’de Mısır’da kurulan ve özellikle Arap ülkelerinde hızla yayılan Müslüman Kardeşler teşkilatı; 1953’de Kudüs’te kurulan ve hilafetini yeniden kurmayı hedefleyen Hizbüttahrir; 1962’de Mekke’de kurulan ve Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi Vahhabiliği temelinde ve petrodolarlar sayesinde dünya İslam birliği kurmayı amaçlayan Rabıta; 1979’daki devrimini İslam dünyasına ihraç edebilmek için devletin tüm imkanlarını seferber eden İran rejimi ve nihayet böylesi bir birliği sarsıcı terör eylemleriyle gerçekleştirmeyi uman El Kaide.

Erbakan deneyimi

Erbakan siyasi hayatı boyunca o büyük hayalini gerçekleştirebilmek için çok gayret sarf etmiş ama belirgin bir başarıya ulaşamamıştı. Çünkü her şeyden önce liderliğini yaptığı Milli Görüş hareketi Türkiye’de yeterince güçlü değildi, sürekli sistem dışına itiliyordu.

Dünyadaki İslami hareketler de gerek Türkiye’ye, gerekse Milli Görüş’e fazla sıcak bakmıyorlardı. Öte yandan Erbakan’ın, İslam dünyasındaki mevcut stratejik farklılıkları hesaba katmadan tüm önemli odaklarla iyi geçinme çabaları sık sık trajik bir şekilde sonuçlanıyordu. Buna çarpıcı bir örnek olarak, Birinci Körfez Savaşı öncesi giriştiği ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri tarafından sert bir şekilde reddedilen arabuluculuk girişimini gösterebiliriz. Yine Erbakan’ın, bu kez başbakan olarak gittiği Libya’da Kaddafi’den gördüğü kötü muamele de ayrı ve acı bir başka örnektir.

Ancak Erbakan’ın talebesi Erdoğan, İslam dünyasında çok daha güçlü bir aktör olarak rol alıyor. Bunu tartışmayı yarın sürdüreceğiz.

Yazının devamı...

Kürtler nereye kayboldu?

Dikkatinizi çekiyor mu, bilmem ama büyük medyada Kürt kimliğine açıkça sahip kişilere yok denecek kadar az ölçüde söz veriliyor. “Yer” değil “söz” verilmesinden, yani Kürt siyasetçilerin, aydınların birer “özne” olarak medyada kendilerine yer bulmalarından söz ediyorum. Yoksa birer haber “nesne”si olarak hemen her gün gazetelerin birinci sayfalarında, haber bültenlerinin ön sıralarında yer alıyorlar.

Aslında bunların çoğuna ne derece haber denebilir, emin değilim. Çünkü Kürt siyasetçiler hakkında yazılan çizilen haberlerin, yayınlanan görüntü ve fotoğrafların önemli bir bölümünün kaynakları bile meçhul. Daha açık konuşalım: Devletin güvenlik ve istihbarat birimleri tarafından üretilip servis edildiği anlaşılan ve büyük bir memnuniyetle yayınlanan bu “haber”ler bize, günümüz Türkiyesinde bir süredir, Kürt siyasi hareketi hakkında “enformasyon” değil “dezenformasyon” çalışmalarının açık ara öne geçmiş olduğunu gösteriyor.

Halbuki son genel seçimler öncesinde Kürt sorunu ve Kürt siyasi hareketi bambaşka bir medya atmosferinde, olabildiğince çoğulcu ve özgür bir biçimde ele alınıp tartışılıyordu. Fakat seçim sonrası PKK’nın saldırılarını yeniden tırmandırması ve buna bağlı olarak devletin “topyekûn savaş” konseptini benimsemesiyle işin rengi değişti. Kuşkusuz medyanın tümüyle Kürtlerden ve Kürt sorunundan arındırılması mümkün olamıyor, bu nedenle “makul” ve “makbul” görülen bazı Kürtlerin önlerinin açıldığını, fakat bunların da kendilerine yüklenen yükü taşımakta hayli zorlandıklarını görüyoruz. Bunun üzerine medyada Kürt sorunu, Çetin Altan’ın deyimiyle “Türkün Türke propagandası” şeklinde, yani Kürt olmayan kişilerin kendi aralarında aynı şeyleri tekrarlayıp durmasıyla ele alınıyor.

RP tecrübesi

Peki buradan ne çıkar? Bu sorunun cevabı kocaman bir “hiç”tir. RP’nin yükseliş döneminde büyük medyanın İslami hareketi nasıl yoksaydığını; onların sözcülerine mikrofon uzatmak yerine haklarında hep olumsuz yayın yaptığını; bu yayınlarında en büyük desteği devletin güvenlik ve istihbarat birimleri tarafından beslendiğini unutmadık. Fakat büyük medya ile derin devletin ittifakı toplumun içinde çok derin kökleri olan İslami hareketi kurutmaya, etkisiz kılmaya yetmedi. Sonuçta RP ve FP olmasa da AKP tek başına iktidara geldi ve 10 yıldır ülkeyi yönetiyor; dünün bir numaralı düşmanlarından Fethullah Gülen hareketi de günümüzdeki egemen sistemin en önde gelen parçalarından biri haline geldi.

Eğer Kürt siyasi hareketi, toplumda karşılığı bulunmayan, dış güçlerin basit bir taşeronu olsaydı, günümüz derin devletiyle büyük medyanın işbirliğinden bir sonuç elde etmek belki mümkün olabilirdi. Fakat onca psikolojik harekâta ve adli kovuşturmaya rağmen bu hareketin belinin kırılamamış olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Dolayısıyla yakın geçmişten ders çıkartmak, toplumsal hareketleri kriminalize etmek yerine onları demokratik sisteme eklemlemeye çalışmak daha doğru olacaktır.



Bugün Hayrettin Eren’in devlet tarafından gözaltına alınıp kaybedilmesinin 31. yıldönümü. 1970’li yılların devrimci gençlik hareketi liderlerinden olan Eren’i yakından tanırdım. Geçen yıl onunla ilgili bir de yazı yazmıştım. (http://haber.gazetevatan.com/hayri-hoca/348807/4/Haber) Hayri Hoca’nın annesi ve babası cunta döneminde çalmadık kapı bırakmadı. Aradan yıllar geçtikçe artık sadece oğullarının mezarını arar oldular. Ancak bu mezar da çok görüldü yaşlı anne babaya. İşte kaybedilişinin tam 31. yıldönümünde Cumartesi Anneleri bugün yine Galatasaray’da oturacaklar ve bu kez onun akıbetini soracaklar yetkililerden.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.