Şampiy10
Magazin
Gündem

Ya PKK’lı olsalardı?


Şu ana kadar yapılan açıklama, değerlendirme ve yorumlara baktığımda, şu berbat 2011 yılını kapatırken başımıza gelen Roboski faciasından gereken dersleri çıkarmadığımız, kolay kolay da çıkaracağa benzemediğimiz duygusuna kapılıyorum.

Meramımı anlatabilmek için başlıktaki soruyu ele almak istiyorum: Evet, F-16’ların bombardımanıyla Şırnak Uludere’nin Roboski (Ortasu) köyünden 35 vatandaşımız değil de 35 PKK’lı hayatını kaybetmiş olsaydı ne olurdu?

Herhalde çok şey değişirdi. Öncelikle, başta haber kanallarımız olmak üzere medyamız bu kadar pısırık davranmaz, kamuoyunu hızlı bir şekilde olaydan haberdar ederdi. Hükümet ve iktidar partisi de uzun bir süre ortadan çekilmezdi, örneğin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin “görüldüğü gibi terörün belini kırıyoruz” mealinden açıklamalar yapardı.

Ve tabii ki “istihbarat zaafı”ndan değil “istihbarat zaferi”nden söz edilirdi. Örneğin “Heronlar buluyor, jetler vuruyor” türünden yorumlar yine ortalığı kaplar; TSK’daki son yapılanmanın ardından asker-sivil koordinasyonunun mükemmel bir şekilde sağlandığı vurgulanır ve bu kez gerçekten sonuç alınmak üzere olduğu müjdesi verilirdi.

İki farklı kamuoyu

Ne var ki ülkenin bir bölümünü sevince boğacak böylesi bir gelişme, ülkenin diğer bölümünde acı ve kedere yol açardı; tıpkı son Kazan Vadisi, Cudi Dağı operasyonlarının ardından yaşandığı gibi. Artık şunu kabul etmenin zamanı geldi de çoktan geçiyor: Bu ülkede uzun bir süredir, Kürt sorunu söz konusu olduğunda iki farklı kamuoyu bulunuyor. Örneğin öldürülen PKK militanları için sevinen çok fazla Kürt bulamazsınız. Bu gerçeği, “Öldürülen PKK militanları için üzülmeyen çok fazla Kürt bulamazsınız” diye de ifade edebiliriz.

Diğer bir deyişle, bu ülkenin Kürtleri, F-16 bombalarının kurbanlarının PKK militanları değil de kaçakçılıkla iştigal eden Roboski köylüleri olmasından en fazla, “bir başka türlü” üzülmüşlerdir. Bu tür “kaza”ların onları PKK’ya daha da yaklaştırdığını ileri sürmek için de çok derin analizler yapmaya gerek olmadığı ortadadır.

Yüzsüzler

Dün de yazdığım gibi, bu facianın bir “kaza” olduğuna, yani muhtemelen bir istihbarat yanlışından kaynaklandığına inanıyorum. Ama asıl yanlış, iç içe geçmiş olan PKK ve Kürt sorunlarının, Heronlarla, F-16’larla, bombardımanlarla, kısacası silahla çözüleceğinin sanılmasıdır. Dolayısıyla bu facianın sorumluluğunu herhangi bir kişiye, gruba yüklemeye çalışmak son derece anlamsız olur. Hele devletin son dönemde yürüttüğü sertlik politikalarını tasarlayanların, uygulamaya koyanların ve bunları kayıtsız şartsız destekleyenlerin, kendi eserleri olan bu faciadan şunu ya da bunu sorumlu tutmaya yüzleri olmasa gerektir. Ama gördüğümüz gibi yüzsüzlükte sınır tanımıyorlar.

Özetle: Yeni yılda yeni Roboski faciaları yaşamak istemiyorsak çözümü silahlarda aramaktan bir an önce vazgeçmemiz gerekiyor.

Yazının devamı...

Hükümet bu facianın üstünü örtmeye çalışmaz, çalışamaz

2011 Türkiye için birçok açıdan kâbus gibi bir yıl oldu. İlk aklımıza gelenleri sayalım: Kürt sorununda yaşanan ve adım adım tırmanan sertleşme; ifade ve basın özgürlüğüne yönelik aleni ihlaller; Van depremi...

Böylesine berbat bir yılın, Şırnak Uludere’den en az 35 köylünün, PKK’lı oldukları zannedilerek savaş uçakları tarafından öldürülmesiyle kapanıyor olması üzücü ama hiç de şaşırtıcı değil. Bu feci olayın saşırtıcı olmamasının tek nedeni 2011’de yaşanmış olması değil hiç kuşkusuz. Özellikle genel seçimlerin ardından hükümetin Kürt sorununda “açılım” çizgisinden uzaklaşıp PKK liderliğindeki Kürt siyasi hareketini kentlerde kitlesel tutuklamalar, kırsal kesimdeyse yoğun operasyonlarla etkisiz hale getirme stratejisine yönelmesinin (daha doğrusu kendisinden önceki nice hükümetin izlemiş olduğu çizgiyi benimsemesinin) böylesi bir kazaya yol açması aslında son derece doğal.

Bu feci olayın hemen öncesini hatırlayalım: Birçok üst düzey hükümet yetkilisi, bürokrat ve bu sertlik politikasının sivil akıl hocaları ve destekçileri peş peşe açıklamalar yapıyor ve nihayet PKK hareketinin köşeye sıkıştırılmak üzere olduğunu müjdeliyorlardı. Onlara göre bu stratejinin başarılı olmasının bir nedeni son derece gelişmiş teknolojik imkanların devreye sokulmasıysa (örneğin “Heronlar buluyor, jetler vuruyor” şeklinde güzellemeler okuyorduk), bir diğeri de PKK ile mücadele edilirken sivillerin kesinlikle kapsam dışında bırakılmasıydı. Nitekim PKK’nın son baskınının hemen ardından gittiğimiz Hakkari Çukurca’da PKK ile halkı ayırma stratejisinin başarıyla uygulandığını görmüş ve yazmıştık. Ancak tanık olduğumuz facia, en ileri teknolojilerde bile son derece yüksek hata payları olduğunu bizlere acı bir şekilde gösterdi.



İki senaryo

Artık bu olayın ardından Kürt sorununu askeri yöntemlerle çözme iddiasındakilerin sesleri en azından bir süre için kısılacaktır. Peki sonra ne olur? İki senaryo karşımıza çıkıyor.

İyimser senaryoyu şöyle özetleyebiliriz: Şahinlerin sessiz kalacağı dönemde devlet içindeki güvercinlerin sesi daha gür çıkar ve PKK da yangına körükle gitmeyerek, ortamın yeniden ılımlılaşmasına katkıda bulunur.

Kötümser senaryodaysa, bu olay kısa süre içinde unutulur; gerçek sorumlular yerine meçhul komplocular suçlanır ve sertlik politikaları kaldığı yerden devam eder. Tabii PKK da elinden geleni ardına koymayarak bu sertleşmenin iyice tırmanmasına yardımcı olur...

Bu noktada iki kişisel görüşümü belirtmek istiyorum:

1) Yaşanan facia, bilerek değil kazayla yaşandı. Ama kaza olması sorumluların günahlarını azaltmıyor, tam tersine artırıyor. Buna ek olarak doğrudan bu sürece dahlleri olmasa da, bu askeri stratejileri kotaran kişilerin de sorumlular arasına katılmasına neden oluyor.

2) AKP hükümeti bu olayın üstünü örtmeye çalışmayacaktır. Eğer örtmek isterse İsrail, Suriye gibi ülkelerin rejimlerine yönelik eleştirileri havada kalır; kışladan Muğlalı adının çıkarılması, Dersim katliamıyla yüzleşme gibi iddialı adımlar anlamını yitirir.

Bu trajik olayda yaşamlarını yitiren kardeşlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum. Umarım bu olay, iyice kırılganlaşmış olan barış içinde birarada yaşama irademize olumsuz değil, tam tersine olumlu anlamda katkıda bulunur.

Son bir not: Böylesi bir günde vatandaşları yaşananlardan haberdar etmeme konusunda olağanüstü bir beceri sergileyen “haber kanalları”nın günahlarına ortak olmadığım için son derece memnunum. Gerçekten her işte bir hayır varmış!



Yalçın Küçük şov

Dün Odatv Davası’nda savunmalara bir numaralı sanık Prof. Yalçın Küçük ile başlandı. Prof. Küçük, birkaç çantaya zor bela sığdırdığı kitapları, dosyaları ve kupürleriyle kelimenin gerçek anlamıyla bir “tek kişilik şov” sergiledi. İddianamenin zayıf noktalarını (ki hayli çoklar!) lime lime etme iddiasındaki Prof. Küçük’ün her vesileyle kendisinden söz ettiğini, siyaset kadar magazin dünyasına da girdiğini gördük.

Prof. Küçük’ü uzun yıllardır bilir ve kısmen tanırım. Açıkçası kendisinden daha güçlü bir savunma beklerdim. Haksızlık da etmek istemem zira çok fazla dayanamayıp öğle tatilinde duruşma salonunu terk ettim, belki benden sonra açılmıştır. Hatta belki de izlediğim kadarıyla onun derinliğine vakıf olamamışımdır.

Her neyse sonuçta bu davadan bazı sanıkların 2012’ye sevdikleriyle birlikte özgür bir şekilde gireceklerine dair umutlarımız suya düşmüş oldu. Umarım savunmalar bir an önce sonlanır ve mahkeme adlatesiz tutuklamaları sonlandırır.

Yazının devamı...

Ana dilde eğitim: Kaçınılmaz bir zorunluluk


Her ne kadar vaat edilen yeni düzenlemeler, Kürt sorunuyla doğrudan alakalı olmasa da hükümetin “demokratik açılım”ı yeniden başlatacağı yolunda söylenti ve işaretler her geçen gün artıyor. Özellikle son genel seçimlerin ardından içine girdiğimiz, karşılıklı sertleşmenin “geçici bir dönem” olduğuna inanan biri olarak açılımın yeniden başlaması beni hiç şaşırtmaz. Ama dün Radikal’de Cengiz Çandar’ın da yazdığı gibi bu sefer sadece “iyiniyet” yeterli olmayacak, iktidarın somut ve bir şeyleri olumlu anlamda değiştirecek adımlar atması gerekecek. Diğer bir deyişle “analar ağlamasın” sloganının tek başına bir açılımı sürüklemesi mümkün değil, hele “hepsinin anasını ağlatacağım” diyen biri İçişleri Bakanlığı gibi kilit bir pozisyonu kontrol ettiği müddetçe.

“Somut adım” derken içiçe geçmiş olan PKK ve Kürt sorunlarını birlikte çözmeyi hedefleyecek düzenlemeleri kastediyorum. Habur’daki tatsız deneyimden sonra PKK’yı silahsızlandırma noktasında ne yapılabilir tam belli değil ancak MİT-PKK görüşmelerinin kamuoyuna yansıyan bölümleri bile, bunun yolunu-yordamını bulup hayata geçirmenin hiç de imkansız olmadığını bizlere gösteriyor.

Kıpkırmızı bir çizgi

Kürt sorununun çözümündeyse karşımıza öncelikle yeni anayasa çıkıyor. Gerçekten “sivil”, “demokratik” ve “özgürlükçü” bir anayasa yazacaksak Kürt sorununun bunun kalbinde yer alması şart. Bu noktada vatandaşlığın tanımlanması, kamu yönetiminde yerellik ve tabii ki anadillerin kamusal alanda nasıl kullanılacağı gibi konular kilit öneme sahip olacak.

Bugün bunlardan “anadilde eğitim” konusunu irdelemek istiyorum. Bu konuya öncelik vermemin üç nedeni var: 1) Anadilde eğitim (bu arada kamusal alanda çokdillilik), Kürt olmayan vatandaşlar ve devlet için öteden beri tam bir tabu, moda deyimle kırmızı çizgidir; 2) Belki de bu nedenle Kürt hareketi siyasi taleplerinin eksenine anadili (yani Kürtçe’yi) yerleştirmektedir; 3) Son dönemde Kürt olmayan çevrelerde bu kırmızı çizginin esnediği, en azından pembeleştiği görülüyor.

Gülen hareketinin bakışı

Bu bağlamda, Fethullah Gülen’in onursal başkanı olduğu Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na 6 madde halinde sunulan önerilere bir göz atalım.

Vakıf, “aidiyet ve kimlik vurgusu yapmadan, farklılıklarımızı zenginlik kabul eden eşit yurttaşlık esasına dayalı anayasal vatandaşlık” tanımlaması öneriyor. Vakıfın “ana dilde eğitim” konusundaki görüşüyse şöyle formüle edilmiş: “İlk ve ortaöğretim kurumlarında eğitim dili Türkçe olup yeterli sayıda velinin talebi halinde Türkçe yanında diğer bir dilin de eğitim dili olarak kullanılması ve ayrıca anadillerin öğretilmesi için gereken düzenlemeler yapılır. Türkçe dışındaki anadillerde hangi derslerde haftada kaç saat eğitim yapılacağı tamamen ortaya çıkacak taleplere göre değerlendirilir.”

Bu önerileri Uzlaşma Komisyonu’na sunan heyette yer alan Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’nin önceki gün katıldığı bir tv programında Kürtçe eğitim talebine destek vermiş olması, bu çevrenin, söz konusu önerilerin ciddi şekilde takipçisi olacağını gösteriyor ki bu son derece olumlu bir gelişmedir.

(Tabii bu noktada çok ilginç bir paradoksun altını çizmemiz doğru olacaktır: Kurulduğu andan itibaren Türkiye’nin, içinde yer aldığımız coğrafyanın, hatta tüm dünyanın temel sorunları üzerine eğilen, bunlarla ilgili son derece geniş katılımlı ve etkili organizasyonlara imza atan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı, kendileri için belki de en öncelikli konular olması gereken ve son dönemde ülkemizin en can yakıcı sorunu haline gelen basın ve ifade özgürlüğü ihlallerine karşı, en hafif deyimiyle, kayıtsız bir tutum izliyor.)

Olmazsa olmaz

Kürtçe eğitim gibi kritik ve kırılgan bir konuda Gülen hareketinin nihayet lehte bir tutum takınması, hem Kürt olmayan kamuoyunun bazı önyargı ve önkabullerinin kırılması, hem de Kürtlerin kırgınlık ve öfkelerinin bir nebze de olsa giderilmesi açısından son derece olumludur. Bu aşamadan sonra, “Daha önce neredeydiler?” diye sormak son derece gereksiz ve anlamsız olur. Bu tavrın arkasında bir artniyet veya hesap aramak da nafile olacaktır. Olsa olsa şunu diyebiliriz: Türkiye’nin “öngörüleri en doğru çıkan” yapılanması olarak anılmayı fazlasıyla hak eden Gülen hareketi, Türkiye’nin Kürtçe eğitimi kabul etmemede ısrarının felaket gibi sonuçlara yol açacağını (ön)görmüş olmalı.

Yazının devamı...

Boşuna mı çiğnedik?


Odatv Davası’nın görüldüğü Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nin önünde karşılaştığım meslektaşım Aydın Engin’e şöyle sordum: Boşuna mı çiğnedik?

Bu soruyu ilk soran Sevim Belli’ydi. Belli, Türkiye sosyalist hareketi içinde geçen yaşamından anıları bu adla kitaplaştırmıştı. Sanıyorum tıpkı benim gibi, Sevim Belli’nin de sormuş olduğu bu soruya bir cevabı vardı. Sanıyorum ikimizin cevapları da birbirine benziyor.

Şöyle ki o, yaşanan bütün olumsuzluklara, çekilen bütün çilelelere rağmen sol hareket için umutluydu. Dolayısıyla onun bu soruya “Ne münasebet, hiç de boşuna değildi” diye cevap vermesi pek şaşırtıcı olmayacaktır.

Bense bu soruyu genel olarak Türkiye’nin demokratikleşmesi, özel olarak da basın ve ifade özgürlüğü hakkında soruyorum ve kötümser olmaya elverişli onca gelişmeye rağmen ülkemiz için umutluyum.

İç karartıcı bir dönem

26 yıllık meslek hayatımda olumsuz çok şey yaşadım, gördüm ama şimdiki gibi iç karartıcı bir döneme kesinlikle tanık olmamıştım. Örneğin Ahmet ve Nedim tutuklulukta 300. güne ulaştı. Konuyla ilgilenen ve bir nebze vicdana ve hakkaniyet duygusuna sahip olan kişiler onlara ne büyük bir haksızlık yapıldığını net bir şekilde görüyor. Sadece Ahmet ve Nedim mi? Ülkemiz cezaevindeki gazeteci sayısında dünya rekoruna doğru koşuyor. Ve meslektaşlarımıza yöneltilen suçlamaların nerdeyse tümünün “Niye şu kişiyle konuştun?”, “Şu haberi niye yazdın?” gibi sorularla meşrulaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz.

Yani ortada ne bir silah var, ne de bomba. Ama “bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir”, “onların kalemleri kalaşnikoftan beter” gibi söylemlerle basın çalışanları sindirilmek isteniyor.

Bu arada İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in son açıklamalarıyla, tutuklama furyasına ressamların, şairlerin de katılacakları anlaşılıyor. (Koşar adım Türkiye’nin McCarthysi olmaya doğru yol alan Bakan Şahin’i birileri durdursa hiç fena olmayacak. Kürt sorununu sadece güvenlik güçleri ve istihbarat birimlerinin çizdiği sınırlar içinde algılayan Şahin’in bu hayati soruna bir nebze olsun “sivil” açıdan bakabilmesi için telkin ve yardıma ihtiyacı var. Bir an önce birilerinin bunu kendisine söylemesi ve onu ikna etmesi gerekiyor.)

Tarihten dersler

Hayır, boşuna çiğnemedik. Ahmet Şık’ın, kendisini ziyaretimde bana söylediği gibi, onların tutukluluğu kesinlikle Türkiye’nin hayrına oldu. Sadece onların değil, diğer gazetecilerin, aydınların, öğrenci gençlerin, Kürt siyasetçilerin vb. tutuklanmalarının da demokrasimize katkısı olduğu, olacağı açıktır. Tabii ki bu saptamadan hareketle bu baskılar, hak ihlalleri ve acılardan memnun olmamız gerekmez. Keşke bunların hiçbiri yaşanmasaydı, gazeteciler, siyasetçiler, aydınlar, gençler saçma sapan bahanelerle mağdur edilmeselerdi. Fakat şunu bilmek insana güven ve ümit veriyor: Tarih bize baskı politikalarının hep bir yere kadar gittiğini, insanlık onurunun sonunda üstün geldiğini gösteriyor.

Kendi ülkemize bakalım. 10 yıldır Türkiye’yi yöneten ve son seçimlerde her iki kişiden birinin oyunu alan siyasi kadro, devletin (ve onun sivil uzantılarının) bütün imkanlarıyla tasfiye edilmek istemişti. Partiler kapatılır, siyaset yasakları getirilir, hatta sırf şiir okuduğu için (Bunu İdris Naim Şahin’e hatırlatsalar iyi olur!) geleceğin başbakanı (belki de cumhurbaşkanı) hapse atılırken, “Bağımsız yargının işleri bunlar” deniyor ama kimse ikna olmuyordu.

“Bağımsız yargı” bahanesiyle günümüzde yürürlüğe sokulan baskı politikalarının sonu da farklı olmayacaktır.

Yazının devamı...

Devletimizin Kürtlere lütfu: TRT Şeş


TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in Kürt kadın sanatçı Rojin hakkında söyledikleri üzerine söylenecek çok şey var. Herhalde, önce Arınç, ardından Başbakan (hatta eşi) devreye girip Rojin’i sahiplenmeselerdi herhalde bu olay büyümez, kısa süre içinde de unutulurdu. Erdoğan ailesi ve Arınç’a “kol kırılır yen içinde” demeden doğru olanı yaptıkları için teşekkür edelim ve olayın insani boyutunun ötesinde siyasi yönüne de bakalım.

Bilindiği gibi AKP hükümeti, iktidara geldiği andan itibaren Kürtleri, Öcalan ve PKK çizgisinden koparmaya çalışıyor. “Devlet öteden beri böyle yapmıyor mu?” diye sorulabilir. Ama arada büyük bir fark var. Önceki dönemlerde devlet Kürtlere hep “öteki” olarak bakmış, onları kazanma yerine parçalayıp bölüp öyle yönetmeye çalışmıştı. Dolayısıyla geçmişteki stratejilerin hemen tümü “Kürtleri koruculaştırma”nın ötesine geçemediği için başarısızlığa uğramıştı.

Zaten Kürtler içinde belli bir toplumsal desteğe sahip olan AKP ise, ne kadar başarılı olduğu tartışılır ancak Kürtleri ötekileştirmemeye özen gösterdi. PKK çizgisiyle başetme potansiyeline sahip olabilecek Kürt şahsiyetler kendi tabanında pek bulunmadığı için de dışa açılmaya çalıştı. Bu bağlamda ilk aklımıza gelen isimler olarak Kemal Burkay’ı, Şivan Perver’i, Rojin’i sayabiliriz.

Bu kişiler, özellikle “demokratik açılım”la birlikte zaten belli ölçülerde mesafeli oldukları PKK’dan iyice uzaklaşıp devlete yaklaştılar. Bu kendileri için son derece riskli bir davranıştı. Nitekim adları hemen “işbirlikçi”ye çıktı, PKK tarafından tehdit edildiler...

Hükümetin son dönemdeki baskıcı politikalarının ardından Kürt sorununda yeniden açılımcı bir perspektife döneceği yolunda işaretlerin olduğu, yani “makul ve makbul Kürtler”e yeniden fazlasıyla ihtiyaç duyacağı bir döneme girmek üzereyiz. Dolayısıyla TRT Genel Müdürü’nün, Rojin’den “kullanım süresi bittikten sonra bir kenara atılacak bir işbirlikçi”ymiş gibi söz etmesinin devletin en üst düzeyinde infiale yol açması anlaşılır bir şeydir.

Kabahat ve özür

Şahin önce “benim üslubum böyle” diye her zamanki gibi eleştirileri kaale almaz bir tutum takındı, ancak hükümetin olaya el koymasıyla şu açıklamayı yaptı: “Toplantıda bulunanlardan biri, kanalın yayıncılık anlayışını hakkaniyetsiz bir biçimde eleştirdi. Kışkırtıcı nitelikteki soru ve ifadelerin ardından ben de TRT 6’nın yayıncılık sürecinde karşı karşıya kalınan zorlukları anlatırken, sanatçı Rojin’le ilgili maksadı aşan bir ifade kullandım. Bundan dolayı hem kendisinden hem de Türkiye kamuoyundan özür diliyorum.”

Bu birkaç cümle üzerine de çok cümle kurabiliriz. Mesela neden o soru ve ifadelerin sahiplerinin yüzüne “kışkırtıcılık yapmayın” demeyip orada bulunmayan Rojin’e hakaret ettiğini; TRT 6’nın yaşadıkları zorlukların sorumluluğunu neden Rojin’e bağladığını sorabiliriz. Tabii sözlerine “aramızda kadın yok değil mi?” diye başlamasındaki cinsiyetçi dili de sorgulayabiliriz.

TRT 6 neden başarısız?

Buradan TRT 6 konusuna geçelim: Kanal kurulduktan sonra benden de görüş almışlardı ve TRT 6’nın Türkiye için bir tür devrim niteliğinde olduğunu belirtmiştim. Hâlâ aynı kanıdayım. Bu bağlamda PKK çevrelerinden kaynaklanan itiraz ve karaçalmalara itibar etmiyorum. Bununla birlikte TRT 6’yı başarılı da bulmuyorum. Şahin yönetimindeki TRT’nin çok şey yapıyormuş gibi görünüp çok az şey yapma çizgisinin en bariz bir şekilde TRT 6’da hakim olduğu kanısındayım. Evet, Kürtçe bilmiyorum ama birçok kişi gibi, ilk günler heyecanla bu kanalda neler yapıldığını izlemeye çalışmıştım. Çok uzun bir süredir böyle bir merakım kalmadı. Güneydoğu ziyaretlerimde de TRT 6’nın yaygın bir şekilde izlendiğine tanık olmadım. En önemlisi bu kanal kendinden söz ettiremiyor, galiba söz ettirmek de istemiyor.

Bu başarısızlığın ardında, iktidar partisi ve bürokrasi içindeki bazı kişilerin TRT 6’yı “büyük devletimizin Kürtlere bahşettiği bir lütuf” gibi görmesi ve göstermek istemesi yatıyor. Halbuki hepimiz biliyoruz ki Türkiye’de Kürtler kendilerine verilen hakları nice mücadeleyle kazanmışlardır ve daha da fazlasını hak etmektedirler.

Özetle, “size hiç yoktan kanal verdik, daha ne istiyorsunuz?” tavırları veya başarısızlığı kendilerinde aramak yerine “öteki”ni (son olayda Rojin’i) suçlama kolaycılığı Türkiye’nin demokratikleşmesine hiçbir şekilde yardımcı olmuyor.

Bu konuyu Arınç’ın tarihi bütçe konuşmasından bir bölümle noktalayalım: “Kim ne varsa bu topraklar üzerinde, o kimliğe saygı duyacağız, o kimliğin bütün kültürel haklarını, Anayasal haklarını vereceğiz, tanıyacağız, diline saygı duyacağız. Ben Kürdüm diyen bir insanın eğitim, kültür, dil hakkı ne varsa vereceğiz. Bu ulufe, bahşiş değil.”

Umarım Arınç’ın bu sözleri birilerinin kulağına küpe olur.



Aydın Bey’in ardından

Aydın Menderes’i uzun zamandır tanır ve çok sever, sayarım. Kendisiyle çok verimli mülakatlar, çok keyifli sohbetler yaptık. Örneğin Türk sağı içinde Kürt sorununa çoğulcu demokratik bir perspektiften bakabilen ender ve ilk siyasetçilerdendi. Bahtsız ailenin bu bahtsız çocuğunun zamansız kaybı çoğumuzu olduğu gibi beni de çok sarstı. Kendisine Allah’tan rahmet, Ümran Hanımefendi’ye, yakınlarına, sevenlerine ve tüm Türkiye’ye başsağlığı diliyorum.



“Vurun” dedim öldürdüler

“Gazeteciyi vurun!” diye yazdığım gün mahkeme KCK soruşturması kapsamında tam 36 basın çalışanını tutukladı: Çağdaş Ulus, Ramazan Pekgöz, Mazlum Özdemir, Fatma Koçak, Kenan Kırkaya, Sadık Topaloğlu, Semiha Alankuş, Çağdaş Kaplan, Ömer Çelik, Zuhal Tekiner, Pervin Yerlikaya, Nilgün Yıldız, Zeynep Kuray, Nahide Ermiş, Ömer Çiftçi, Davut Uçar, Hüseyin Deniz, İsmail Yıldız, Dilek Demirel, Sibel Güler, Ertuş Bozkurt, Nevin Erdemir, Nurettin Fırat, Ayşe Oyman, Yüksel Genç, Oktay Candemir, Ziya Çiçekçi, Haydar Tekin, Safiye Torman, Selahattin Aslan, İrfan Bilgiç, Ali Fidan, M. Emin Yıldırım, Çiğdem Aslan, Cihan Albay, Saffet Orman. Gazetecilere ve basın özgürlüğüne karşı yürütülen bu savaşa hem “yeter”, hem “hayır” diyorum.

Bakalım yeni yargıçla birlikte Odatv duruşmasında bugün neler olacak. Gördüğünüz gibi Ahmet ile Nedim tutuklulukta 300 günü doldurmak üzereler.

Yazının devamı...

Gazeteciyi vurun!

Gazetecilikte başlık atarken roman veya film adlarından esinlenmek çok yaygındır. Örneğin “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” ya da “Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok”tan türetilmiş nice başlık atıldı, daha da atılacak. Ben de bugünkü yazımı, benden iki yaş büyük bir filmden, 1960 yapımı “Piyanisti Vurun”dan apardım. Neden aklıma François Truffaut imzalı o muhteşem filmin geldiği sorulacak olursa, bunun Fransız filmi olması ve başrolünde Ermeni asıllı Charles Aznavour‘un oynamasıyla inanın hiçbir ilgisi yok. Bu başlıkta karar kılmamın nedeni, ABD’nin önde gelen siyasi dergilerinden Foreign Policy‘nin (FP) internet sitesinde dün çıkan yazıdır. Arap asıllı Amerikalı kadın gazeteci Alia Malek‘in yazısının başlığı çok açık ve sert: Türkiye’nin gazetecilerle savaşı. Kuşkusuz bu başlık çok kişiyi rahatsız edecektir ancak onlar ne kadar öfkelenirse öfkelensinler, Batı dünyası bizde yaşananları böyle algılıyor ve böyle sunuyor.



(Madem bu yazıda sık sık başlıklardan söz ediyoruz, Yeni Şafak’ın 20’den fazla gazetecinin gözaltına alındığı son operasyonu “Terörpress operasyonu” başlığıyla meşrulaştırmaya çalıştığını da hatırlatalım. 28 Şubat sürecinde iktidarın baskılarına rağmen gazetecilik yaparak basın tarihimizde çok parlak bir yer edinmiş olan Yeni Şafak’ın ne zamandır bu mirası çarçur etmesi, özellikle basın ve ifade özgürlüğü konusunda dik durma görevini sadece birkaç yazarının sırtına yüklemiş olması insanı sadece hüzünlendiriyor.)

Siyasi bir operasyon

FP’deki yazının ana ekseninde Nedim Şener ve Ahmet Şık olayı yer alıyor. Zaten fotoğraf olarak da Odatv Davası’nın ilk duruşmasında adliye önündeki gösterilerden bir kare seçilmiş: Göstericiler İngilizce “Türkiye, gazetecileri serbest bırak” yazılı bir afiş taşıyorlar. Kaderin cilvesi şu ki fotoğrafta, son operasyonlarda gözaltına alınan ve savcılık tarafınndan bırakılan AFP’nin foto muhabiri Mustafa Özer‘in imzası var. (Dileğimiz, aralarında Vatan muhabiri Çağdaş Ulus’un da bulunduğu diğer gazetecilerin de özgürlüğüne kavuşması.)

Hasan Cemal dün köşesinden “Gazeteciler gözaltına alınıyor, tık yok...” diye şikayet etmişti. Haksız sayılmaz çünkü kimileri yapılanları doğru bulduğundan, kimisi sıranın kendisine gelmesinden çekindiğinden sessiz kalıyor. Bununla birlikte basın özgürlüğünü savunma noktasında ülkemizin o kadar da vahim bir durumda olduğu söylenemez. Örneğin bu Pazartesi günü, Odatv duruşması vesilesiyle Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi’nde buna bir kez daha tanık olacağız.

Öte yandan gazetecilerin ve basın özgürlüğünün başına gelenlerin yurtdışında çok yakından takip edildiğini de, FP’deki son yazı örneğinde olduğu gibi biliyoruz. AKP’liler son 10 yılda hükümet olmaktan devlet olmaya evrilmişlerse bunda Batı dünyasının desteğinin payı hiç de yabana atılamaz. Dolayısıyla “Batı içişlerimize karışmasın” sözü onların ağzına hiç yakışmıyor. Son dönemde yükselen eleştirilere karşı geliştirdikleri “Bu bağımsız yargının işi, biz karışmayız” savunmasınınsa muhataplarını hiç de tatmin etmediğini iyi biliyor olmalılar.

Eğer hükümet Türkiye’de gazetecilere savaş açıldığı algısından rahatsızsa duruma derhal müdahale etmeli, bu siyasi operasyona bir an önce son vermelidir.

Yazımızı, başlığımızın tam zıddı bir çağrıyla bitirelim: Lütfen artık gazetecileri vurmayın!

Yazının devamı...

Arınç Kürtlerin gözünü mü boyuyor?



Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşma birçok açıdan son derece önemli ve değerliydi. İlkin, “Kürtlerin varlığı bin seneden beri bir gerçektir. İnkar edemezsiniz. İnkar ederseniz 1980 öncesine dönüş yaparsınız. Bir insanın kimliğini inkar etmek o insanı inkar etmek gibidir” diyerek Kürt realitesinin devlet tarafından geri dönülmesi mümkün olmayacak bir şekilde kabul edilmiş olduğunun, yani Kürt kimliğini inkarın artık kesinlikle sonlandığının altını kalın çizgilerle çizdi.

Ardından “Kürtleri tanıyacaksanız haklarını da tanıyacaksınız” diyerek, devletin Kürt kimliğini tanımasıyla sorununun hallolmadığını, Kürtlerin taleplerini karşılamanın da devletin görevi olduğunu tartışmasız bir şekilde kabul etti. Onun şu sözlerini hükümetin bir süre önce askıya almış olduğu Kürt açılımına yeniden başlama niyetinin işaretleri olarak görebiliriz:

“Kim ne varsa bu topraklar üzerinde o kimliğe saygı duyacağız, o kimliğin bütün kültürel haklarını, Anayasal haklarını vereceğiz, tanıyacağız, diline saygı duyacağız. Bunları vermekle terörle eş anlamlı sonuç çıkarmayacağız. Irkçılığı reddediyoruz. Ben Kürdüm diyen bir insanın eğitim, kültür, dil hakkı ne varsa vereceğiz. Bu ulufe, bahşiş değil. Tüm haklarına saygı göstereceksiniz.”

Arınç “bu ulufe, bahşiş değil” sözlerinin iki boyutu bulunduğu kanısındayım: Birincisi kardeşlik boyutu; ikincisiyse bu hakların, Kürtlerin ve onları bu noktada destekleyen diğer yurttaşların yıllar süren mücadelesi sonucu devletin gündemine girmiş olduğu gerçeğidir. Diğer bir deyişle bu haklar kelimenin gerçek anlamıyla hak edilmiştir.

Çelişki var mı?

Kimileri Arınç’ın bu sözlerini “göz boyamaca”, “aldatmaca” olarak görebilir ve bir süredir Kürt siyasi hareketinin yasadışı, yasal ve yarı-yasal kollarına yönelik yoğun operasyonları bu iddialarına kanıt olarak gösterebilir. Bu yaklaşım ilk bakışta doğru gibi geliyor ancak Kürt hareketine yönelik baskıcı politikaların birebir Kürtleri sindirmeyi, buradan hareketle Kürt kimliğini yeniden inkarını hedeflediğini ileri sürmek fazla gerçekçi olmayacaktır.

Sözlerimi şöyle açmaya çalışayım: Örneğin KCK operasyonlarını devlete pazarlayanlar, bunları bir tür Kürt sorununun çözümü öncesi “zorunlu mıntıka temizliği” olarak sundular. Onlara göre Kürtlerin haklarını vermek için öncelikle Kürt siyasi hareketinin belini kırmak gerekiyordu.

Kürt sorununu yakından izlemeye çalışan biri olarak bu akıl yürütmenin akıllıca olduğunu düşünmüyorum. Kaldı ki yapılan onca operasyonun Kürt hareketinin tabanla bağlarını kopartmak yerine daha da güçlendirdiğini de ileri sürebiliriz.

Devlet içindeki farklılıklar

Arınç’ın konuşmasına devlet içinde Kürt sorununun çözümü konusundaki farklı görüş açıları ekseninden de bakabiliriz. İktidar partisinin Milli Görüş kökenli bazı ağırlıklı isimlerinin son döneme damga basan sert uygulamalardan fazla memnun olmadığını, ama “bekle gör” politikası izlediklerini gözlüyorduk. Fakat onca beklemenin ardından elle tutulur gelişmeler bir türlü gelmeyince küçük çaplı itirazlar ve “açılım” çizgisine dönüş hamleleri kendini göstermeye başladı.

Ülkemizde Kürt sorunu gibi kilit konularda devlet içinde hep görüş ayrılıkları olmuş ve genellikle “seçilmişler” ile “atanmışlar” arasında çekişmeler ve iktidar savaşları yaşanmıştır. Günümüzde de benzer bir süreçten geçiyor olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla birlikte, geçmişte “atanmışlar”ın tereddütsüz liderliğini yapan TSK’nın hemen hemen hiç etkili olmadığı göz önüne alınacak olursa, günümüzdeki iktidar kavgalarının hayli farklı, ilginç ve manidar olduğu aşikârdır.

Yazının devamı...

Özgür medyaya kimsenin tahammülü yok

“Gazeteci: Herkesin günah keçisi” başlıklı yazımın çıktığı günün sabahı 20’yi aşkın meslektaşımın gözaltına alındığını öğrendim ve bir kez daha “ne yapmalı?” sorusunu kendime sordum. Bu sorunun cevabını vermek için yakın dönemde, basın özgürlüğü konusunda yaşadığımız, başta gazetecilerin tutuklanması olmak üzere, insanın içini daraltan nice tatsız gelişmeye gösterilen tepkilere göz atalım:

Kimileri olumsuz hiçbir şey yaşanmıyormuşcasına basın ve ifade özgürlüğü ihlallerini, “kimse gazeteci olduğu için tutuklanmıyor” çarpıtmasının ardına sığınarak onayladı, hatta destekledi. Kimileri işin kolayına kaçıp, “söz tükendi” gibi parlak cümleler kurarak yaşananları “sessiz bir gözlemci” olarak izlemeyi tercih etti. Sayıları giderek azalan bir kesimse bu ihlalleri tavizsiz ve ayrım gözetmeksizin eleştirdi; tutuklu gazetecilerle dayanışma içine girdi, özetle basın ve ifade özgürlüğünü, dolayısıyla demokrasiyi savundu, savunmaya devam ediyor.

Kendimi sonuncu kesim içinde görüyorum. Böyle bir pozisyonu korumanın her geçen gün daha zor ve riskli olduğunun farkındayım ama kimden gelirse gelsin, basın ve ifade özgürlüğü ihlallerine ortak olmanın veya bunlara karşı sessiz kalmanın doğru olmadığına inanıyorum.

Sosyal medyanın rolü

Dünkü yazımda, daha önce tutuklanan Özgür Gündem yazarı Cengiz Kapmaz ile bir sohbetimden hareketle Kürtlerin neden medyada yeterince etkili olmadığı konusunda birkaç söz söylemiştim. Dünkü operasyon, devletin Kürt hareketinin kapsama alanındaki birkaç cılız medya yapılanmasına bile tahammülü olmadığını bizlere gösterdi. (Tam da operasyonun olduğu gün Murat Karayılan’ın Kürt kimliğini öne çıkartan bazı yazarları “dönek” ve “işbirlikçi” olarak suçlayıp tehdit etmesi bu tahammülsüzlüğün karşılıklı olduğunu bizlere gösteriyor.)

Fakat bu tahammülsüzlüğün çok fazla işe yarayabileceği söylenemez. Nitekim dün büyük medya organları operasyonu büyütmeden ve devletin çizdiği çizgiler içinde verirken “sosyal medya”da son derece hızlı, ayrıntılı ve özgür bir haber/yorum akışı yaşandığına tanık olduk. Bunun ciddi rahatsızlık yarattığını tahmin etmek güç olmasa gerek. Herhalde ilgililer bir süredir “sosyal medya”yı da denetim almanın yolları üzerine kafa yoruyorlardır.

Kürt sorunu nasıl çözülmez?

Dünkü operasyon, basın özgürlüğü konusunda içimizi daha da karaltmakla kalmamış Kürt sorununun barışçıl yollarla kalıcı çözümü konusundaki ümitlerimizi de iyice tüketmiştir. Başından beri KCK operasyonlarının arkasındaki mantığı eleştiriyorum. Çünkü yapılan her operasyonun, bize gösterilen hedefin (yani PKK’nın belini kırmanın) tam zıddı sonuçlara yol açtığını gözlüyor ve bu tür baskı politikalarının yol açtığı travmaların barış içinde birarada yaşama imkanını torpillediğini düşünüyorum. Bir günde 40’ı aşkın avukatı, 20’yi aşkın gazeteciyi gözaltına alıp bunları basit bir şekilde “terörle mücadele” iddiasıyla meşrulaştırdıklarını sananlar demokrasimize çok ciddi bir şekilde gölge düşürüyorlar. Medyanın büyük bir kısmının, devletin çizgisinde hareket edip olup bitenleri sorgulamamasının da pek bir işe yaramadığını, daha önceki sayısız örnekte olduğu gibi, görmemiz de yakındır.

CHP’den beklenen adım

Dün, Bugün Gazetesi muhabiri Ezelhan Üstünkaya’nın TBMM’de CHP Gençlik Kollan Başkanı İrfan İnanç Yıldız ve Milletvekili Faik Tünaydın’ın danışmanı Yavuz Demir’in sözlü saldırısına maruz kalmasından bahsedip şöyle yazmıştım: “Söylenenlere göre, kimi CHP’liler ‘yandaş medyanın eline koz vermeyelim’ diye istifa veya azil seçeneklerine karşı çıkıyorlarmış. ‘Herhalde bu söylentiler doğru değildir’ diyelim ve olayın takipçisi olalım.”

Fazla beklemeye gerek kalmadı. Yazıyı gazeteye yollamamdan birkaç saat sonra CHP yönetimi Yıldız’ı görevden almış. Öyle ki görevden alma haberiyle yazım aynı gün çıktı. CHP yöneticilerini hızları nedeniyle tebrik ediyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.