Şampiy10
Magazin
Gündem

Kılıçdaroğlu’na fezleke dopingi

26 yıldır gazeteciyim. 10 Ocak’ın “Çalışan Gazeteciler Günü” olduğundan tabii ki haberdarım ama düne kadar bu günü “kutlama” fırsatım hiç olmamıştı. Nasip karlı bir Ankara gününeymiş. Aslında dünkü “kutlama” da pek isteyerek olmadı. Meclis’te Vatan Gazetesi’nin bürosunda otururken CHP lideri Kılıçdaroğlu ellerinde kırmızı karanfillerle gelip bizleri tebrik etti. Daha önce de MHP lideri Bahçeli’nin Meclis Basın Bürosu’nu ziyaret edip günümüzü kutlamış olduğunu meslektaşlarımdan öğrendim.

Günümüz Türkiyesi’nde böyle bir günü kutlamanın ne kadar “gerçeküstü” olduğunu kanıtlamak için uzun uzadıya örnekler vermek gereksiz. Medya sahip ve yöneticilerinin yanlışları sonucu ekonomik nedenlerle işsiz kalan meslektaşlarımıza bir de siyasi gerekçelerle tasfiye edilenler eklendi.

Hiç kuşkusuz daha acısı, ülkemizin hapisteki gazeteciler konusunda dünya rekoruna doğru koşmakta oluşudur. İşin fecisi, bu anti-demokratik durumu çözmekle mükellef olan kişiler sorumluluklarını yerine getirmek yerine gerçekleri çarpıtmakla meşguller. Bu kervana son olarak TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in eklenmiş olduğunu üzülerek gördüm.

Uzun bir alıntı olacak ama bu sözlerin tekrar tekrar kayda geçilmesinde yarar var. Çiçek, Norveç Başbakanı Jens Stoltenberg’e şöyle demiş: “Şu an cezaevlerinde, gazetecilik mesleğini icra etmekten dolayı tutuklu bulunanlar sanıldığı gibi değildir. Ama bir kısmının yaptığı iş gazetecilik gibi gözükse de terör örgütüne üye olmak, evrakta sahtecilikten tutun, sade insanların bile işlemesi yasak olan fiillerden dolayı kalmaktadır. Sadece gazeteci sıfatına bakarak bir değerlendirme bence çok ciddi bir yanılgı olur. Vakit olsa bunu çok daha detaylı ifade etmek isterim. Çünkü bunlar, çok iyi bildiğim ve en çok uğraştığım konulardır. Bu görevimden önce Adalet Bakanlığı da yaptım, bu konuların biraz uzmanı sayılırım.”

Ben de uzun zamandır gazetecilik yapıyorum, tutuklu gazetecilerin bir kısmını şahsen, bir kısmını da uzaktan tanıyorum, davalarını da elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum; yani ben de bir tür “uzman” sayılırım ve Çiçek’in sözlerinin gerçeği yansıtmadığına inanıyorum.



Fezlekenin yararları

Dün Meclis’te gözler doğal olarak Kılıçdaroğlu’nun üzerindeydi. CHP lideri, Silivri Başsavcılığı’nın hakkında hazırladığı fezleke üzerine, detaylarını gazetemizin haber sayfalarında gördüğünüz çok sert açıklamalar yaptı. Zaten ortam da Kılıçdaroğlu’nun bu coşku gösterisine hayli müsaitti: CHP örgütleri, Meclis’e tam anlamıyla çıkartma yapmıştı. CHP Grup salonu, genel seçimlerin ardından yapılan ilk toplantıdan beri bu kadar kalabalık görmemişti.

Ana muhalefet partisini yakından takip eden meslektaşlarımla konuştuğumda hemen hemen hepsi, bu fezlekenin, son günlerde sesi daha gür çıkmaya başlayan parti içi muhalefete karşı CHP liderinin elini güçlendirdiği yorumunu yaptı. Kılıçdaroğlu ile grup toplantısından sonra makamında kısaca sohbet etme imkanı buldum ve fezlekenin onda bir tür doping etkisi yapmış olduğuna ben de iyice kâni oldum.

Demokrasiyle yönetilen bir ülkede, bir ana muhalefet lideri hakkında, sırf sarf ettiği sözler yüzünden suç duyurusunda bulunulmasını, hele suçlamanın çerçevesinin “adil yargılamaya müdahale” olarak çizilmesini anlamak ve kabul etmek mümkün değil. İktidar partisinin bu konuda herhangi bir elle tutulur tepki göstermemesi, üstüne üstlük, Başbakan’ın “olması gereken olmuştur” demesiyse olayın vahametini artırıyor.

Son olarak AKP lideri Erdoğan’ın BDP lideri Demirtaş’a karşı Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel’i savunması üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Fakat AKP’nin 10 yıllık iktidarında sivil-asker ilişkilerinin neredeyse 180 derece değişmiş olduğunu kanıtlayan bu savunmayı yarın daha geniş bir şekilde ele almak daha isabetli olabilir.

Yazının devamı...

Tutukluk yapan adalet

Yeni vizyona giren Kurtuluş Son Durak filminin son sahnesinde, cezaevinde tutuklu bulunan Eylem’e (Belçim Bilgin) ziyaretçisi olduğu söylenir. O da özel bir odaya geçip internet üzerinden, Kadın Merkezi’ne sığınmış olan şiddet mağduru genç bir kadınla görüntülü sohbet eder.

Tabii ki ve maalesef Türkiye’de hapishaneleri dolduran binlerce tutuklu sanığın böyle bir şansları bulunmuyor. Bununla birlikte, kadına yönelik şiddete karşı çıkmak, bu ciddi sorun hakkında belli bir kamuoyu oluşturmak gibi temiz ve saygın bir misyon üstlenmiş olan bu eğlenceli filmde bu türden “gerçekdışı” ve “gerçeküstü” sahnelerin yer alması rahatsız edici değil. En azından “keşke” diyorsunuz.

“Peki tutukluların yaşam koşulları nasıl?” diye sorulacak olursa elimizde dağınık bilgi ve gözlemler var. Bu noktada öncelikle, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan gibi popüler isimlerin maruz kaldıkları “tecrit” uygulamasının altını çizmek lazım. Bu türden insani olmayan uygulamaların, cezaevi yönetimlerinden ziyade “merkez”den kaynaklandığı kanısındayım. Benzer bir şekilde, PKK ve sosyalist sol örgüt davalarından yargılanan kişilerin okuyup yazmalarına, ziyaretçilerine getirilen/getirilmek istenen kısıtlamaların da belli bir stratejinin ürünü olduğu açıktır.

Cezaevleri zor değişiyor

Silivri ve Sincan cezaevlerini, tutuklu dostlarımı ziyaret ettiğim için biraz biliyorum; 12 Eylül döneminde askeri cezaevlerinde 18 ay yatmış olduğum için de belli ölçülerde kıyaslama yapma imkanına sahibim. Kuşkusuz 30 yılda olumlu anlamda çok şey değişmiş, ne var ki Türkiye’nin bu süre zarfında yaşamış olduğu ilerleme ve değişimlerle kıyaslandığında ceza ve tutukevlerinin hayli geride kaldıkları aşikâr. Örneğin Silivri ve Sincan “kampüsleri”, yakın zamanda yapılmış olmalarına rağmen hâlâ 20. yüzyılı çağrıştırıyorlar.

Her ne kadar Engin Çeber’in öldürülmesi olayı hazıfazlarımızda halen taze olsa da, cezaevlerinde karşılaştığım yöneticiler ile infaz ve koruma memurlarının genel olarak profesyonel ve insancıl olduklarını gözledim. Tutuklu tanıdıklarımdan da bu konuda pek şikayet işitmedim. Bununla birlikte başta yemek olmak üzere bir dizi sorunun olduğunu duyuyoruz ki bunlar da son derece doğal.



Başlıbaşına cezalandırma

Ama en büyük rahatsızlık nedeni, ülkemizde tutukluluğun bir “tedbir” değil açık bir “cezalandırma” yöntemi olarak kullanılmasıdır. Savcılar, özellikle Ergenekon, Şike, KCK, Balyoz gibi son dönemin gözde davalarında gözaltına alınanların büyük çoğunluğu için tutuklu yargılama talep ediyor, yargıçlar da büyük ölçüde bu yönde karar veriyor. Yine aynı davalarda mahkemelerin tahliye taleplerini son derece hızlı bir şekilde ve kuru gerekçelerle reddettiğini görüyoruz. Sonuçta ortaya tek kelimeyle acımasız bir tablo çıkıyor.

Şunda tartışılacak hiçbir nokta yok: Ne Aziz Yıldırım, ne Ümit Karan, ne İlker Başbuğ, ne Nedim Şener, ne Büşra Ersanlı, ne Ragıp Zarakol, ne de herhangi bir muvazzaf subay kanunlar karşısında herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir, olamazlar da. Yani herhangi bir suç şüphesi oluştuğunda her vatandaş, statüsü ne olursa olsun adli makamlarca koğuşturulur ve gerek görülürse yargılanır. Fakat bu yargılamaların illa tutuklu olarak yapılması diye bir şart kesinlikle yoktur. Hele Türkiye gibi, tutukluluk kararının yanlış bir şekilde mahkumiyet kararı gibi algılandığı bir ülkede mahkemeler daha özenli davranmak durumundadırlar. Akis takdirde hukuk devletinin tutukluk yaptığına tanık oluruz ki bir süredir yaşadığımız tam da budur.

Sonuç olarak, 18 ay çok ağır koşullarda tutuklu kalmış ve sonunda beraat etmiş biri olarak mahkemelerimizi daha insaflı olmaya, yetkilileriyse infaz kurumlarındaki şartları iyileştirmeye davet ediyorum.

Yazının devamı...

Başbuğ’a bakıp Org. Özel’i anlamaya çalışmak

Ne zamandır Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Özel hakkında bir yazı yazmayı tasarlıyordum. İlker Başbuğ’un tutuklanmasından sonra kafamdaki bu yazıyı daha fazla geciktirmek istemedim. Ancak Org. Özel hakkındaki görüşlerimi dile getirmeden önce, BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın onun hakkında söylediklerine kısaca değinmek istiyorum. Demirtaş, Org. Özel’in Kürt sorunu hakkındaki bazı görüşlerine çok hiddetlenmiş olmalı ki kendisine “Senin rütben orgeneral de olsa bizim nazarımızda onbaşısın. Senin kıymetin o kadardır” diye çıkışmış. Nedense “onbaşı” bizim siyasilerin dilinde bir küçümseme, aşağılama sözcüğü oluyor. Unutanlar için hatırlatalım: Bundan yaklaşık 15 yıl önce DYP Lideri Tansu Çiller, ANAP Lideri Mesut Yılmaz’ı, başına “şerefsiz” sıfatı da ekleyerek onbaşıya benzetmişti.

Demirtaş’ın bir süredir dilini kontrollü bir şekilde sivrilttiğini gözlüyoruz. Bu tutum hem onun BDP içinde “en makul” isimlerden biri olduğu yolundaki algıyı zedeliyor, hem haklı olduğu konularda haksız bir pozisyona düşmesine yol açıyor, hem de Türk ve Kürt kamuoyları arasındaki mesafenin daha da açılmasına neden olunuyor.

Kürtçe eğitime itirazı

Demirtaş, Org. Özel’e Kürtçe eğitime karşı çıktığı için tepki gösteriyor. Gerçekten Org. Özel’in, Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila’nın sorusuna verdiği cevap son derece yadırgatıcı. Mevcut anayasanın 3. ve 42. maddelerini anımsatan Org. Özel, Bila’ya “Türkçe, bu topraklarda yaşayan herkes için ortak bir paydadır. Eğitimde ve kamusal alanda farklı dillerin kullanılmasının toplumda ayrışma yaratacağını ve bu nedenle başka bir dilin eğitimde ve kamuda kullanılmasını uygun bulmuyorum” demişti.

Halbuki anadilde eğitim konusunun mevcut anayasayla mümkün olmadığı zaten biliniyor ve yeni anayasada bu yönde düzenlemeler yapılması talep ediliyor. Org. Özel dahil olmak üzere, mevcut anayasayı korumaya çalışanların başarılı olma şansı da pek bulunmuyor.

İkinci olarak, farklı dillerin kullanımına ayrışma yaratacağı gerekçesiyle karşı çıkan birisinin, bugün Kürt sorunu nedeniyle toplumda zaten yaşanmakta olan ayrışmayı nasıl çözeceğini de söylemesi gerekir.

Her vatandaş gibi Org. Özel de Kürtçenin kullanımı konusunda belli görüşlere tabii ki sahip olabilir ama bunu kamuoyuna bu şekilde sunmasının doğru olmadığı kanısındayım. “Sormuşlar, o da cevaplamış” diyenler olabilir, ama unutmayın, gazeteci her soruyu sorar ama muhatapları bunların tümünü cevaplamak zorunda değildir. Nitekim Org. Özel’in aynı mülakatta askeri konulardaki bazı soruları “gizlilik” gerekçesiyle cevaplamadığını görüyoruz.

Mülakatın bir yerinde Org. Özel’in “Terörle mücadelenin güvenlik boyutu dışındaki faaliyetleri hükümetimizin yetkisinde olan konulardır” dediğini görüyoruz ama hemen ardından “atılacak her adımda, toplumsal hassasiyet ve değerlerimizin gözetilmesi; şehit ve gazilerimizin anılarına saygı duyulması yaşamsal önem taşımaktadır” diye ekliyor.

Başbuğ’la kıyaslama

Bu noktada Org. Özel’i İlker Başbuğ ile kıyaslayabiliriz. Başbuğ göreve geldiğinde kamuoyunun karşısına çıkmak istemediğini söylemiş ama değişik vesilelerle sık sık bu sözüne aykırı hareket etmişti. Org. Özel’in bu noktada Başbuğ ile asla kıyaslanamayacağı ortadadır. Birçoklarımızın daha adını bile ezberleyemediği Org. Özel’in alışılmadık ölçüde sessiz ve ortalıkta görünmemeye özen gösteren bir genelkurmay başkanı olduğu açıktır. Ne var ki, medyanın yazılı sorularına birkaç kez yazılı cevap vermiş olması onun da mutlak anlamda sessizliği tercih etmediğini bize gösteriyor. Tabii ki en çok PKK ve Kürt sorunu üzerine konuşuyor. Ve söylediklerinin hiçbiri bizi şaşırtmıyor, heyecanlandırmıyor.

Dün de yazmış olduğum gibi Başbuğ’un en büyük hatası, epey hakim olduğu PKK ve Kürt sorunları konusunda statükocu davranması ve hükümetin açılım stratejisine destek vermediği gibi engelleyici pozisyonlar almış olmasıydı. Sonunda hem kendi kaybetti, hem de Türkiye’ye kaybettirdi.

Buna karşılık şu aşamada Org. Özel’in durumunun hiç de sıkıntılı olduğu söylenemez. Uyum içinde çalıştığı hükümetin bir süredir Kürt sorununda baskı politikalarını tercih etmesinin Org. Özel’in işini iyice kolaylaştırdığı bellidir. Fakat hükümetin yeniden açılımcı bir çizgiye dönmesi halinde durumun karışacağını kestirmek zor olmasa gerek.

Yazının devamı...

Olayların gidişi ve Başbuğ olayı

İstanbul Film Festivali daha festival değilken, yani “Sinema Günleri”nin ilk yılında izlediğim ve beni çok etkilemiş bir filmdi “Olayların Gidişi.” Alman yönetmen Wim Wenders’in 1982’de çektiği, orjinal adı “Der Stand der Dinge” olan bu sade ama müthiş filmden nasipse ilerde bir gün uzun uzadıya bahsederim, bugünlük sadece adını ödünç almakla yetineceğim. Kimileri AKP hükümetiyle birlikte yaşanan büyük dönüşümleri anlamada bir başka Alman’ın, felsefeci Hegel’in dolaşıma sokmuş olduğu “zamanın ruhu” (zeitgeist) kavramıyla anlamayı ve anlatmayı tercih ediyor, bense Wenders’in filminden esinlenerek “olayların gidişi”ni.

İlker Başbuğ’u ele alalım. Başbuğ, genelkurmay başkanı olduğu dönemde “olayların gidişi”ni kavramamış olamaz. Olsa olsa bu gidişattan memnun olmadığını, onu durdurmasa bile olabildiğince engelleyip geciktirmeye çalıştığını düşünebiliriz. Tabii ki bunda başarılı olamadı, olabilmesi de herhalde mümkün değildi ve olaylar normal seyrinde akınca onun da yargılanması gündeme geldi. Kısacası Başbuğ’un tutuklu yargılanması, basit bir olay olmamakla birlikte son derece olağandır ve sanıyorum kendisi de buna pek şaşırmamıştır.

Özkök’ü örnek alsaydı...

Olayların bu şekilde gelişmesinde Başbuğ’un birinci derecede sorumluluğu bulunuyor. Şayet kendisine berbat bir miras devretmiş olan Yaşar Büyükanıt yerine Hilmi Özkök’ün çizgisini benimsemiş olsa, yani olayların gidişini engellemeye çalışmak yerine yasaların kendisine çizdiği sınırlar içinde kalıp bu gidişatın olabildiğince olumlu bir şekilde evrilmesine katkıda bulunmaya çalışsa hem Türkiye, hem kendisi için epey hayırlı olurdu.

Bu noktada kuşkusuz akla ilk olarak Ergenekon, Balyoz ve benzeri soruşturmalardaki çabaları geliyor. Başbuğ bütün bu süreçlerde, TSK’nın günahlarını örtmeye çalışmak yerine bunlarla yüzleşmeyi tercih etmiş olsa olaylar hem daha hızlı, hem daha sağlıklı bir şekilde gelişirdi. Ne var ki onun bu nafile çabalarının hiçbir işe yaramadığı, üstelik kimseyi memnun etmediği ortadadır.

Ancak Başbuğ’un en büyük hatasının Kürt sorununda statükocu pozisyonda ısrar etmesi, hükümetin başlattığı açılıma destek vermekten kaçınması olduğunu düşünüyorum. Neden böyle yaptığının iki temel nedeni olsa gerek. Birincisi, hiç kuşkusuz TSK’ya hakim olan ideolojidir. İkincisi de, Kürt sorununun bir “tehdit” olarak varlığını sürdürmesinin, TSK’ya ülkede hep belli bir güç ve iktidar alanı açıyor olmasıdır.

En büyük hatası

Halbuki iç içe geçmiş olan Kürt ve PKK sorunlarını en yakından ve en iyi bilen kişilerde biri olan Başbuğ, bunların silahla çözülemeyeceğin de bilincindeydi, fakat o geleneksel “biz görevimizi yaptık, yapıyoruz; şimdi sorumluluk sivillerde” klişesini tekrarlamanın ötesine pek geçemedi. Prof. Metin Heper’in ilginç ama geçerliliği hayli tartışmalı tezlerine yaslanarak, en fazla “bireysel haklara evet ama kolektif haklara hayır” noktasına varabildi ki bu yaklaşımın sahici hiçbir açılıma cevaz vermediğini açık bir şekilde gözlüyoruz.

Sonuç olarak, tutuklanması gerekir miydi tartışmasını bir yana bırakırsak Başbuğ’un yargılanacak olması son derece olağan ve doğru bir gelişmedir. Bu aşamadan sonra Türkiye’nin daha da demokratikleşmesini isteyen herkes Başbuğ’dan daha beter sicile sahip olan eski genelkurmay başkanlarının da hesap vermesini haklı bir şekilde beklemektedir. Tabii bu hesaplaşmaların dar bir alana sıkışıp kalmaması, ülkemizde yaşanan bir dizi temel hak ve özgürlük ihlalindeki sorumluluklarının da masaya yatırılması şart.



Hakan Üstünberk’in istifası

Kulübün tel tel döküldüğü bir dönemde basketbol şubesini ayağa kaldırıp biz Galatasaraylılara bir nebze de olsa moral aşılamış olan Hakan Üstünberk’in görevinden istifa etmiş olduğunu üzülerek öğrendim. Tam 40 yıllık arkadaşım olan Hakan bana gerekçe olarak yorulduğunu söyledi. Umarım bir süre dinlenir ve yakın zamanda yeniden Galatasaray’a katkıda bulunmaya devam eder. Kendisine çok teşekkür ediyorum.

Yazının devamı...

Adalete değil arkadaşlarımıza güveniyoruz

Odatv Davası’nı herhalde en iyi özetleyecek sözü dün Nedim Şener, dinleyiciler arasında gördüğü Uğur Dündar’a hitaben söyledi: “Tiyatroya hoşgeldiniz!”

Evet tam bir tiyatro söz konusu. Kimi zaman komedi, genellikle dram, hatta yer yer trajedi olarak adlandırılabilecek bir oyun söz konusu. Her ne kadar sanıkların dramı ya da trajedisi gibi gözükse de esas olarak Türkiye’deki hukuk sisteminin, buna bağlı olarak demokrasimizin içler acısı haline tanık oluyoruz bu davada.
Örneğin dün savunmalarını yapan 5 sanığın hiçbirini, evrensel ölçülerde hukuk devletinin varolduğu bir ülkede, böylesi bir iddianameyle, böylesi “deliller”le, böylesine abes “suçlamalar”la yargılayamazsınız. Hele yaklaşık 11 ay boyunca tutuklu kalmaları akıl alır gibi değil.
Baştan alalım: Kamuoyunun bu davada belki de en az tanıdığı iki ismin, bir genç akademsiyen ile bir akademisyen adayının, Coşkun Musluk ile Sait Çakır’ın savunmalarını dinledik. Kendilerinin de yer yer esprili bir şekilde vurguladıkları gibi, ikisinin de en büyük kabahatleri Prof. Yalçın Küçük ile “hoca-talebe” ilişkisi içinde olmaları. Prof. Küçük’ün her dönem böyle genç talebeleri olmuş ve bunların bir kısmı onun başına gelen adli koğuşturmalardan nasiplerini almışlardır. Fakat daha Prof. Küçük’ün neden yargılandığı, neden tutuklu olduğu soruları ortadayken, savunmalarında sık sık “ben aydın olmak istiyorum” türü naif sözler eden bu gençlerin 11 aya yakın süredir içerde tutuluyor olmalarını anlamak mümkün değil.

Ahmet beklediğimiz gibi

Ardından sıra Ahmet Şık’a geldi. Ne zamandır beklediği anın gelmiş olması nedeniyle başta çok heyecanlı olan Ahmet tam da kendisinden bekleneni yaptı: Yer yer duygu yüklü, kendi durumunu ikinci plana iten, basın ve ifade özgürlüğünü, demokrasiyi önceleyen siyasi bir savunma yaptı. Diğer bir deyişle, tarihte nice örneğini gördüğümüz gibi yargılanan değil yargılayan kişi oldu.

Hanefi Avcı’nın savunmasıysa daha çok teknikti. Yaptığını, Haliç’te Yaşayan Simonlar kitabını, kendi başına, kimsenin telkini ve müdahalesi olmadan yazmış olduğunu kanıtlamaya çalışmak olarak özetleyebiliriz. Kaldı ki onun gibi bir polis şefi, böylesi bir kitabı profesyonel yardım alarak yazdığı için değil, olsa olsa almadığı için suçlanabilir. Bunun tartışılacağı yerin de mahkeme salonları değil, gazete köşeleri ve tv ekranları olduğu da açıktır.

Nedim’in politizasyonu

Dün son olarak Nedim Şener’i izledik. Nedim’in konuşmasının başında KCK tutukluları Ragıp Zarakol ve Büşra Ersanlı ile Hopa Davası’ndan tutuklu gençlere selam yollaması son derece çarpıcıydı. Aklıma Ahmet ile Nedim’i kıyaslamış olduğum bir yazıda Ahmet ne kadar siyasetle ilgiliyse Nedim’in de o kadar siyasete mesafeli bir gazeteci olduğunu yazmış olduğum geldi. İşte dün, tutuklu geçen 300’ü aşkın günün Nedim’i olumlu anlamda ne derece politize etmiş olduğunu gördüm, gördük.

Nedim de savunmasının önemli bir bölümünde Avcı’nın kitabıyla bir ilgisi olmadığını kanıtlamaya çalıştı. İşin acısı, savcının Nedim’e yönelik suçlamaları, onun bazı meslektaşlarının köşe yazılarından aparmış olmasıydı.
Nedim’in artık yok olmaya yüz tutan mesleğini, gazeteciliği savunmasındaki kararlılık, onun olduğu kadar biz izleyenlerin de gözlerinin dolmasına neden oldu. Ama ne onun, ne Ahmet’in, ne Hanefi Avcı’nın, Coşkun Musluk ve Sait Çakır’ın, ne de onlardan önce savunmalarını yapan sanıkların, zaten ayakları üzerinde duramayan iddianameyi iyice çökertmiş olmaları, en azından şimdilik, bir şey değiştirmedi; mahmekeme tatliye taleplerinin tümünü reddetti.

Umudum, bugün karşınıza Ahmet ile Nedim’in tutukluluk günlerini saymayı kesmiş bir şekilde çıkmaktı. Yapacak bir şey yok, adalete değil arkadaşlarımıza güvenmeye devam edecek 23 Ocak sabahı yine Çağlayan’da İstanbul Adliyesi’nde olacağız.

Yazının devamı...

Oyuncuları değil oyunu değiştirmek gerek

1994 yerel seçimlerinin ardından kaleme aldığım “Ne Şeriat Ne Demokrasi: Refah Partisi’ni Anlamak” adlı kitabımın ana tezi, o günlerde sanılanın (ve korkulanın) aksine RP’nin amacının ülkede varolan sistemi değil de bunun oyuncularını değiştirmek olduğuydu. 1995 Aralık seçimlerinden birinci parti çıkmasına rağmen, gecikmeli bir şekilde, o da sadece bir yıl hükümette kalabilen RP, istese bile kurulu düzeni değiştirme imkanı bulamadı.

Dolayısıyla “oyunu değil oyuncuları değiştirmek istiyorlar” şeklinde özetlenebilecek olan tezimin doğru olup olmadığını anlamak için AKP’nin 10 yıllık iktidar dönemine bakmak doğru olacaktır. Bilindiği gibi bu 10 yıl büyük ölçüde siyasi iktidarın üzerindeki vesayetlerin kaldırılması mücadelesiyle geçti. Her biri hayli zorlu geçen bu süreçler sonucunda hem TSK’nın, hem de yüksek yargının hükümet üzerindeki kontrolü büyük ölçüde tarihe karıştı, çok da iyi oldu. Ama bunun ötesine gidilemedi.

Şöyle ki yıllardır sözü edilen profesyonel orduya geçilemedi, bir ara yeşil ışık yakılır gibi olan vicdani red hakkının önüne yine engeller çıkarıldı ve en önemlisi, askeri vesayetin sonlandırılması sürecinde kıyasıya eleştirilen TSK’ya, özellikle son YAŞ’tan sonra yeniden bir tür dokunulmazlık bahşedildi. Nitekim yakın bir zamana kadar her vesileyle TSK’yı hedef tahtasına oturtan bazı kişilerin son günlerde sık sık “aman askerin moralini bozmayalım” türü çıkışlar yaptığını görüyoruz.

Tıpkı düne kadar her türlü yargı organını (büyük ölçüde haklı nedenlerle) sistemli bir şekilde sorgulayıp suçlayan kesimlerin, anayasa değişikliğinin ardından oluşan yeni HSYK ile birlikte “bırakalım bağımsız yargı işini yapsın” diyerek hukuk devletiyle bağdaşmayan her türlü uygulamaya açık çek vermesi gibi.

Medyada da eski düzen

Benzer bir durum, Türkiye’deki oligarşik yapının en kritik parçalarından olan medyaya baktığımızda da karşımıza çıkıyor. Yıllarca sistemle iç içe geçmiş bir medya düzeninin birinci derecede mağduru olmuş bir siyasi kadro, bu ortamı demokratikleştirmek, yani medya sahiplerinin diğer sektörlerdeki ekonomik faaliyetlerini, tabii öncelikle devletle olan ilişkilerini sınırlamak yerine onları kendisinin birer uydusu yapmayı tercih etti. Daha önce de yazmış olduğum gibi, dünden bugüne ülkemizin medya düzeninde değişen tek şey, medyanın devleti yönetenleri belirlemesinin yeri devletin medyayı yönetenleri belirlemesinin almış olmasıdır ki buna demokrasi denemez.

YÖK, RTÜK, diğer “özerk” kurumlara vb. baktığımızda da, bu yapıların dile getirilen eleştiriler ışığında yeniden yapılandırılmasından ziyade, varolan yapıların muhafaza edilip sadece yöneticilerinin değiştirilmiş olduğunu görüyoruz.



Bu “oyunu değil oyuncuları değiştirme” çizgisinin eleştirilecek nice yönü var, ama şimdilik, son Uludere Roboski faciasında yaşadığımız bir “sakınca”sına dikkat çekmekle yetinelim:

Bütün oyuncuları değiştirdikten sonra, bu tür vahim hataların ardından devlet içinden suçlanacak kimse kalmıyor. Sorumluluğun MİT’e yüklenmesi gayretlerini tabii ki biliyorum, ama Başbakan Erdoğan’ın ilk günden itibaren bu seçeneği net bir şekilde reddetmesini daha fazla önemsiyorum.

Sonuçta Roboski faciasının, artık “oyun”a odaklanmak gerektiğini, yani Türkiye’deki mevcut sistemin “biçimsel” değil özde köklü değişikliklere muhtaç olduğunu hükümete göstermiş olduğunu düşünüyorum.

Yazının devamı...

Erbakan 20 yıl önce ne yapmıştı?

Uludere Roboski faciasını daha iyi değerlendirebilmek için sizleri bundan 20 yıl önceye götürmek istiyorum. 1991 yılında, yine Aralık ayında, 19 Aralık’ta Diyarbakır’ın Kulp ilçesi ile Bingöl’ün Solhan ilçeleri arasındaki dağlık bölgede helikopterle düzenlenen bir askeri operasyon sonucu bir grup PKK’lı öldürüldü. Üç gün sonra, olay yerine giden yüzlerce sivil, üç cenaze bulup Kulp’a götürdü. Ertesi gün, kalan cenazeleri almaya giden binlerce kişi, dönüşte Kulp’a 2 kilometre uzaklıktaki Sarım Çayı üzerindeki köprüde güvenlik güçleri tarafından durduruldu. Haberin duyulması üzerine Diyarbakır ve ilçelerinden yola koyulan vatandaşlar Kulp-Lice arasındaki Seyrek Karakolu tarafından engellendi.

DYP Lideri Süleyman Demirel’in başbakanlığının ilk günleriydi. DYP Diyarbakır Milletvekili Salim Ensarioğlu durumdan bizzat Başbakan’ı haberdar etti. HEP’li milletvekilleri de İçişleri Bakanı İsmet Sezgin’i devreye soktular. O da Diyarbakır Valisi Muzaffer Ecemiş’i Kulp’a yolladı. Fakat vatandaşların cenazelerle birlikte Kulp’a girmesine askerler izin vermedi.

Uzun süren bekleyişin ardından, 24 Aralık günü öğleden sonra köprünün başında bekleyen kalabalığa çılan ateş sonucu Mehmet Nesip Altın, Neytullah Tekin, Hayrettin Demirtut, Felemez Bulut, Ömer Öztürk, Adil Miltaş ve Şahin Tekin öldürüldü, 50’den fazla vatandaş yaralandı. Kulp’taki Tabur Komutanlığı’nın bahçesine getirilen cenazeler basına, “terörist” olarak tanıtıldı.

İlginçtir, olaydan birinci derecede sorumlu tutulan dönemin Diyarbakır İl Jandarma Alay Komutanı Albay İsmet Yediyıldız, (kendisi Temmuz 1991 tarihinde evinden kaçırılarak öldürülen HEP İl Başkanı Vedat Aydın olayıyla ilgili olarak da suçlanıyordu) tuğgeneral rütbesiyle emekli olduktan sonra yerleştiği Trabzon’da 6 Kasım 1999 günü faili meçhul bir trafik kazasında hayatını kaybetmesi tüm sırlarıyla birlikte öldü.

Gerçekler ortaya çıkar

20 yıl önce Kulp’ta yaşananlar, “devlet kendi vatandaşını öldürmez” önermesinin hiç de gerçeği yansıtmadığının bir örneği. Güneydoğu’da buna benzer nice acı olay yaşandığını, bunların hemen hemen hiçbirinin sorumlularının cezalandırılmadığını ama bazıları yüzünden devletin AİHM’de mahkum olduğunu biliyoruz.

Uludere Roboski faciasının Kulp’taki katliama benzemediği açıktır. 20 yıl önce güvenlik güçlerinin göz göre göre sivil halka ateş açması söz konusuyken Roboskili köylülerin F-16’lar tarafından kasten bombalanmadığını biliyoruz. Tabii “operasyon kazası” açıklamasının bölge halkını tam olarak tatmin etmediğini unutmayalım.

20 yıl sonra Kulp katliamının hatırlatmamın başka bir nedeni var. O günlerde de, tıpkı son Roboski faciasında yaşadığımız gibi, devleti yönetenler bu tür olaylardan halkın haberdar olmaması için çok uğraşır ve medyayı yönlendirirlerdi. İşin kötüsü 20 yıl önce internet de, yani “sosyal medya” da yoktu. Fakat malum, gerçeklerin ortaya çıkma gibi bir huyu olduğu için hiçbir şey uzun bir süre gizli kalamaz, muhakkak bir yerlerden bir sızıntı olurdu. Ve gerçeklerin ortaya çıkmasında hep birileri öncülük yapardı.

Erbakan’ın çıkışı

Örneğin 20 yıl önce yaşanan Kulp’ta yaşananları, kısmen de olsa, Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’dan öğrenmiştik. O tarihte ülkemizde bugünkü gibi “ileri demokrasi” mevcut olmadığı için televizyonlarda siyasi liderler açık oturumlarda aynı masa etrafında tartışırlardı! İşte bunlardan birinde, TRT’de, yanılmıyorsan Prof. Bozkurt Güvenç’in yönettiği bir tartışmada Erbakan, Güneydoğu’da vatandaşların askerler tarafından buzda yerlere yatırıldığını Başbakan Demirel’in gözlerinin içine bakarak söylediğinde, başta Demirel olmak üzere çok kişi neye uğradığını şaşırmıştı.

Hoca’nın Bingöl’deki bir konuşmasında “Okullarda çocukları ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diye bağırtıyolar. Bu yanlış. Türk böyle derse Kürdün de ‘Ne mutlu Kürdüm diyene’ deme hakkı doğar” demiş olduğunu ve bu çıkışının Anayasa Mahkemesi’nin verdiği siyasi yasak kararında önemli etkisi olduğunu da hatırlatalım.

Sonuç olarak: 20 yıl önce devletten, buzda yere yatırılan vatandaşların hesabını soran Erbakan’ın talebelerinin, bugün bir hiç uğruna canlarını kaybeden 35 vatandaşın hesabını soracaklarına, daha doğrusu artık devlet kendi kontrollerinde olduğu için, vereceklerine inanıyorum.

Yazının devamı...

“Kapanımlar” yılı kapanırken


Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde “kapanım” diye bir sözcük yer almıyor ancak google’a girdiğinizde, bir ara AKP hükümetinin peş peşe gündeme getirdiği açılımları ele alan birçok yazıda, bunun zıddı olarak “kapanım” sözcüğünün kullanıldığını görüyorsunuz.

Siyasi iktidar, Ermeni sorunu, Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi kemikleşmiş ve ülkenin önünü gerçekten kapayan dertlere bir çare bulmak için açılımlar başlatmış ve bunlar toplumun geniş kesimleri tarafından da kısa şaşkınlıkların ardından genellikle hızla benimsenmişti. Ancak başlatılan her açılımın ardından, “Acaba sonuna kadar gidilebilecek mi?” soruları sorulmuş ve açılımlar büyük ölçüde kapanım ihtimallerinin gölgesinde zor bela yol alabilmişti.

Herhalde 2011’i “kapanımlar yılı” olarak tanımlamak çok fazla itirazlara yol açmayacaktır. Haziran ayındaki genel seçimlere giderken açılımların hızını iyice azaltan iktidar partisi, her iki seçmenin en az birinin oyunu almasına rağmen (kimbilir belki de bu durumun sunduğu cesaret ve özgüvenle) seçimlerin ardından bunların adını anmaz oldu.

Kuşkusuz zararsız bir “aç-kapa” oyunundan söz etmiyoruz. Nitekim Kürt, Alevi ve Ermeni sorunlarını çözme çabalarının sonlandırılmasının (ya da en azından askıya alınmasının) maliyetinin hayli ağır olduğunu görüyoruz. Diyelim ki Fransa ile yaşanan gerilimin tüm sorumluluğunu Sarkozy’ye yükledik, Alevilerin taleplerine hâlâ cevap verilmemesinin, Kürtlerin adım adım kopuşa sürüklenmesinin esas nedeni “açılım” yerine “kapanım” stratejilerinin benimsenmiş olması değil midir?

Hak ihlallerinde zirve

2011’in, kapanımlar yılı olmasına paralel bir şekilde temel hak ve özgürlüklerin ihlali açısından da 10 yıllık AKP iktidarının en berbat yılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada zirve KCK soruşturmasında yaşandı: Önce belediye başkanları, siyasetçiler ve sivil toplum aktivistleri; ardından aydınlar, avukatlar ve nihayet gazeteciler kitlesel bir şekilde gözaltına alındı ve çoğunlukla sudan gerekçelerle tutuklandılar. Ülkenin dört bir tarafında farklı gerekçelerle protesto gösterileri düzenleyen gençler, işçiler, köylüler de önce güvenlik güçlerinin, ardından yargının gazabına uğradılar.

Neredeyse hafta başına bir şatafatlı operasyonun düzenlendiği 2011’de en çok şike soruşturması konuşulduysa da yıla damgasını Odatv davası, daha doğrusu Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın tutuklanmaları vurdu. Bunun neden böyle olduğunu, başta bu ülkeyi yönetenler olmak üzere, konunun ilgilisi herkes biliyor.

2011, polislerin köşe yazarı, kimi köşe yazarlarının polis olduğu; yayınlanmamış, hatta daha bitmemiş kitapların bombadan daha tehlikeli görüldüğü; alabildiğine tırmanan çatışmaların sık sık masum sivilleri kurban aldığı; kuru bir “pardon” dışında ölenlerin öldüğüyle kaldığı, ateşin düştüğü yeri yaktığı bir yıl oldu.

Kendi ellerimizle yarattığımız onca felakete ek olarak Van depremi acılarımızı daha da artırdı. Son olarak Uludere Roboski faciası, 2011’den iyice nefret etmemize neden oldu.

Umalım ki 2012, 2011’den derslerin alındığı, sorunların çözümü için yeniden açılımların hayata geçirildiği, demokrasimizin sahiden ilerlediği bir yıl olsun. Kimse düşünceleri için hapse atılmasın, atılmış olanlar serbest bırakılsın; düşmanlık, ayrımcılık ve ırkçılık yerine dostluk, kardeşlik ve barış yeşersin.

Hepinize mutlu, barış dolu bir 2012 diliyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.