Tutukluk yapan adalet
.
Yeni vizyona giren Kurtuluş Son Durak filminin son sahnesinde, cezaevinde tutuklu bulunan Eylem’e (Belçim Bilgin) ziyaretçisi olduğu söylenir. O da özel bir odaya geçip internet üzerinden, Kadın Merkezi’ne sığınmış olan şiddet mağduru genç bir kadınla görüntülü sohbet eder.
Tabii ki ve maalesef Türkiye’de hapishaneleri dolduran binlerce tutuklu sanığın böyle bir şansları bulunmuyor. Bununla birlikte, kadına yönelik şiddete karşı çıkmak, bu ciddi sorun hakkında belli bir kamuoyu oluşturmak gibi temiz ve saygın bir misyon üstlenmiş olan bu eğlenceli filmde bu türden “gerçekdışı” ve “gerçeküstü” sahnelerin yer alması rahatsız edici değil. En azından “keşke” diyorsunuz.
“Peki tutukluların yaşam koşulları nasıl?” diye sorulacak olursa elimizde dağınık bilgi ve gözlemler var. Bu noktada öncelikle, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan gibi popüler isimlerin maruz kaldıkları “tecrit” uygulamasının altını çizmek lazım. Bu türden insani olmayan uygulamaların, cezaevi yönetimlerinden ziyade “merkez”den kaynaklandığı kanısındayım. Benzer bir şekilde, PKK ve sosyalist sol örgüt davalarından yargılanan kişilerin okuyup yazmalarına, ziyaretçilerine getirilen/getirilmek istenen kısıtlamaların da belli bir stratejinin ürünü olduğu açıktır.
Cezaevleri zor değişiyor
Silivri ve Sincan cezaevlerini, tutuklu dostlarımı ziyaret ettiğim için biraz biliyorum; 12 Eylül döneminde askeri cezaevlerinde 18 ay yatmış olduğum için de belli ölçülerde kıyaslama yapma imkanına sahibim. Kuşkusuz 30 yılda olumlu anlamda çok şey değişmiş, ne var ki Türkiye’nin bu süre zarfında yaşamış olduğu ilerleme ve değişimlerle kıyaslandığında ceza ve tutukevlerinin hayli geride kaldıkları aşikâr. Örneğin Silivri ve Sincan “kampüsleri”, yakın zamanda yapılmış olmalarına rağmen hâlâ 20. yüzyılı çağrıştırıyorlar.
Her ne kadar Engin Çeber’in öldürülmesi olayı hazıfazlarımızda halen taze olsa da, cezaevlerinde karşılaştığım yöneticiler ile infaz ve koruma memurlarının genel olarak profesyonel ve insancıl olduklarını gözledim. Tutuklu tanıdıklarımdan da bu konuda pek şikayet işitmedim. Bununla birlikte başta yemek olmak üzere bir dizi sorunun olduğunu duyuyoruz ki bunlar da son derece doğal.
Başlıbaşına cezalandırma
Ama en büyük rahatsızlık nedeni, ülkemizde tutukluluğun bir “tedbir” değil açık bir “cezalandırma” yöntemi olarak kullanılmasıdır. Savcılar, özellikle Ergenekon, Şike, KCK, Balyoz gibi son dönemin gözde davalarında gözaltına alınanların büyük çoğunluğu için tutuklu yargılama talep ediyor, yargıçlar da büyük ölçüde bu yönde karar veriyor. Yine aynı davalarda mahkemelerin tahliye taleplerini son derece hızlı bir şekilde ve kuru gerekçelerle reddettiğini görüyoruz. Sonuçta ortaya tek kelimeyle acımasız bir tablo çıkıyor.
Şunda tartışılacak hiçbir nokta yok: Ne Aziz Yıldırım, ne Ümit Karan, ne İlker Başbuğ, ne Nedim Şener, ne Büşra Ersanlı, ne Ragıp Zarakol, ne de herhangi bir muvazzaf subay kanunlar karşısında herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir, olamazlar da. Yani herhangi bir suç şüphesi oluştuğunda her vatandaş, statüsü ne olursa olsun adli makamlarca koğuşturulur ve gerek görülürse yargılanır. Fakat bu yargılamaların illa tutuklu olarak yapılması diye bir şart kesinlikle yoktur. Hele Türkiye gibi, tutukluluk kararının yanlış bir şekilde mahkumiyet kararı gibi algılandığı bir ülkede mahkemeler daha özenli davranmak durumundadırlar. Akis takdirde hukuk devletinin tutukluk yaptığına tanık oluruz ki bir süredir yaşadığımız tam da budur.
Sonuç olarak, 18 ay çok ağır koşullarda tutuklu kalmış ve sonunda beraat etmiş biri olarak mahkemelerimizi daha insaflı olmaya, yetkilileriyse infaz kurumlarındaki şartları iyileştirmeye davet ediyorum.