Kürtler nereye kayboldu?
.
Dikkatinizi çekiyor mu, bilmem ama büyük medyada Kürt kimliğine açıkça sahip kişilere yok denecek kadar az ölçüde söz veriliyor. “Yer” değil “söz” verilmesinden, yani Kürt siyasetçilerin, aydınların birer “özne” olarak medyada kendilerine yer bulmalarından söz ediyorum. Yoksa birer haber “nesne”si olarak hemen her gün gazetelerin birinci sayfalarında, haber bültenlerinin ön sıralarında yer alıyorlar.
Aslında bunların çoğuna ne derece haber denebilir, emin değilim. Çünkü Kürt siyasetçiler hakkında yazılan çizilen haberlerin, yayınlanan görüntü ve fotoğrafların önemli bir bölümünün kaynakları bile meçhul. Daha açık konuşalım: Devletin güvenlik ve istihbarat birimleri tarafından üretilip servis edildiği anlaşılan ve büyük bir memnuniyetle yayınlanan bu “haber”ler bize, günümüz Türkiyesinde bir süredir, Kürt siyasi hareketi hakkında “enformasyon” değil “dezenformasyon” çalışmalarının açık ara öne geçmiş olduğunu gösteriyor.
Halbuki son genel seçimler öncesinde Kürt sorunu ve Kürt siyasi hareketi bambaşka bir medya atmosferinde, olabildiğince çoğulcu ve özgür bir biçimde ele alınıp tartışılıyordu. Fakat seçim sonrası PKK’nın saldırılarını yeniden tırmandırması ve buna bağlı olarak devletin “topyekûn savaş” konseptini benimsemesiyle işin rengi değişti. Kuşkusuz medyanın tümüyle Kürtlerden ve Kürt sorunundan arındırılması mümkün olamıyor, bu nedenle “makul” ve “makbul” görülen bazı Kürtlerin önlerinin açıldığını, fakat bunların da kendilerine yüklenen yükü taşımakta hayli zorlandıklarını görüyoruz. Bunun üzerine medyada Kürt sorunu, Çetin Altan’ın deyimiyle “Türkün Türke propagandası” şeklinde, yani Kürt olmayan kişilerin kendi aralarında aynı şeyleri tekrarlayıp durmasıyla ele alınıyor.
RP tecrübesi
Peki buradan ne çıkar? Bu sorunun cevabı kocaman bir “hiç”tir. RP’nin yükseliş döneminde büyük medyanın İslami hareketi nasıl yoksaydığını; onların sözcülerine mikrofon uzatmak yerine haklarında hep olumsuz yayın yaptığını; bu yayınlarında en büyük desteği devletin güvenlik ve istihbarat birimleri tarafından beslendiğini unutmadık. Fakat büyük medya ile derin devletin ittifakı toplumun içinde çok derin kökleri olan İslami hareketi kurutmaya, etkisiz kılmaya yetmedi. Sonuçta RP ve FP olmasa da AKP tek başına iktidara geldi ve 10 yıldır ülkeyi yönetiyor; dünün bir numaralı düşmanlarından Fethullah Gülen hareketi de günümüzdeki egemen sistemin en önde gelen parçalarından biri haline geldi.
Eğer Kürt siyasi hareketi, toplumda karşılığı bulunmayan, dış güçlerin basit bir taşeronu olsaydı, günümüz derin devletiyle büyük medyanın işbirliğinden bir sonuç elde etmek belki mümkün olabilirdi. Fakat onca psikolojik harekâta ve adli kovuşturmaya rağmen bu hareketin belinin kırılamamış olduğunu net bir şekilde görüyoruz. Dolayısıyla yakın geçmişten ders çıkartmak, toplumsal hareketleri kriminalize etmek yerine onları demokratik sisteme eklemlemeye çalışmak daha doğru olacaktır.
Bugün Hayrettin Eren’in devlet tarafından gözaltına alınıp kaybedilmesinin 31. yıldönümü. 1970’li yılların devrimci gençlik hareketi liderlerinden olan Eren’i yakından tanırdım. Geçen yıl onunla ilgili bir de yazı yazmıştım. (http://haber.gazetevatan.com/hayri-hoca/348807/4/Haber) Hayri Hoca’nın annesi ve babası cunta döneminde çalmadık kapı bırakmadı. Aradan yıllar geçtikçe artık sadece oğullarının mezarını arar oldular. Ancak bu mezar da çok görüldü yaşlı anne babaya. İşte kaybedilişinin tam 31. yıldönümünde Cumartesi Anneleri bugün yine Galatasaray’da oturacaklar ve bu kez onun akıbetini soracaklar yetkililerden.