İlk duruşma, iki hayal kırıklığı
.
İnsan hepsini bir arada, sanık sandalyelerinde görünce bir kez daha bu davanın nasıl mümkün olduğunu kendine sormadan edemiyor. Bir yanda Odatv’nin yöneticileri, çalışanları ve yazarları var. Ama onların da aslında kendi içlerinde farklılık arz ettiklerini bilen biliyor. Örneğin Soner Yalçın ve Doğan Yurdakul, Türk solu içindeki Maocu akımın en güçlü kollarından olan Aydınlık geleneğinden gelirken, Yalçın Küçük ve Mümtaz İdil, 1970’li yıllarda tam karşı kutupta yer alıyor, Sovyetler Birliği’ne daha yakın duruyorlardı. Bu kişilerin yıllar sonra sol bir ulusalcılıkta birleştiklerini kabul etsek bile, ulusalcılığa karşı çok net pozisyonları olan Ahmet Şık’ın onlarla birlikte hareket ettiğini iddia etmek fazlasıyla zorlama. Türk basınında “araştırmacı gazetecilik” denince ilk akla gelen isimlerden olan ve belli bir siyasi angajmanının bulunmadığını bildiğimiz Nedim Şener’in de bu davaya katılmış olması da yadırgatıcı.
Ek olarak, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgiden gelen, hayatı boyunca sol hareketlerle mücadele etmiş polis şefi Hanefi Avcı’yı görüyoruz. Ama onun Devrimci Karargâh Davası’ndan da yargılandığını bildiğimiz için Odatv Davası’nda yer almasına o kadar da şaşırmıyoruz. Bu arada Ankaralı meslektaşımız Müyesser Yıldız var ki, TBMM kulislerinde sık sık sohbet etme imkanı bulduğum Müyesser’in ülkücü harekete yakın olduğunu hepimiz biliriz. Ama arada sırada Odatv sitesinde yazmış olması onun da sanıklar arasında yer almasına yetmiş. Bir de tutuksuz sanık İklim Bayraktar var ki onun aslında ne olduğunu sanırım kimse tam olarak anlayamadı, aslında anlamaya da pek fazla gerek olmayabilir.
Sorumlu kim?
Dünkü duruşmanın en manidar çıkışı hiç kuşkusuz Prof. Yalçın Küçük’ten geldi. Her zamanki kırmızı kaşkoluyla en ön sırada ve tam köşede oturan Prof. Küçük “Bu davada sadece Ahmet Şık ve Nedim Şener yargılanmıyor” dedi. Bizler, Ahmet ve Nedim’in arkadaşları, gereksiz ek sıkıntılar çıkarmamak için bu algıyı çok fazla kurcalamamaya özen gösterirken, Prof. Küçük gibi diğer sanıklardan bazılarının ve onların dışardaki kimi yakınlarının bu durumu sürekli gündeme getirmeye çalışmaları anlaşılır bir şey değil. Şöyle ki, adı “Odatv” olan bir davanın, bu internet sitesiyle organik bağları olmayan iki genç gazeteci üzerinden konuşuluyor olmasından şikayet edeceklerine bunun nedenlerini sorgulamaları herhalde daha iyi olacaktır.
Adı saray
Çocukluğu Çağlayan’da geçmiş biri olarak İstanbul Adalet Sarayı’nda geçirdiğim ilk günün tam bir hayal kırıklığı olduğunu söylemeliyim. Tabii ki öncelikle mahkemenin hiçbir tahliye vermemesi büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Kuşkusuz hepimiz umutluyduk ama gerçekçi olanlarımız açıkçası tahliye beklemiyordu. Hele aynı sabah KCK operasyonlarında 50’ye yakın avukatın birkaç saat içinde gözaltına alındığı bir ülkede yaşıyorsanız gerçekçi olmanın dışında bir şansınız da olmuyor.
İkinci hayal kırıklığını “saray” yüzünden yaşadım. Gerçekten son derece görkemli bir bina inşa edilmiş ama gerdiği ilk sınavda tek kelimeyle sınıfta kaldı. Kamuoyunda bu kadar geniş ilgi gören bir davanın ilk duruşmasında, esas olarak salonun yetersizliği nedeniyle bir dizi sorun ve tatsızlık yaşandı. Burası “saray”ın en büyük salonuymuş ve öğrendiğim kadarıyla daha da küçük olarak planlanmış ama eski başsavcının ısrarları sonucu büyütülmüş.
İnsanların onar onar, hatta yüzer yüzer gözaltına alındığı bir ülkenin en büyük metropülünün en büyük “adalet sarayı” için daha büyük bir duruşma salonu öngörülmemiş olmasını anlamak mümkün değil.
Tekrar davaya dönecek olursak: Evet bizler gerçekçi olmayı öğrendik ama Ahmet ve Nedim olayının iç ve dış kamuoyunda yol açtığı tepkilerden hareketle savcı, yargıç ve tabii ki polisleri de en az bizler kadar gerçekçi olmaya davet etmek hiç de yanlış olmayacaktır.