Ahmet ve Nedim üzerine: Şerdeki hayır, hayırdaki şer
.
Bu sabah Çağlayan’da, İstanbul Adliyesi’nde olacağım. Çünkü Odatv Davası nihayet başlıyor. Davadan önce Çağlayan ve yeni adliye binası hakkında birkaç söz söylemek istiyorum.
1966’da Hopa’dan İstanbul’a göç ettiğimizde Çağlayan’a yerleştik. Çağlayan o zamanlar İstanbul’un en bilinen varoş semtlerinden biriydi. Hatta Galatasaray Lisesi’nde okurken Türk hocalarımız kızdıklarında bizi “burası Çağlayan Lisesi değil” diye azarlarlardı. Halbuki tam o sırada abilerimden biri, şimdi yeni adliye binası için yıkılmış olan Çağlayan Lisesi’nde okuyordu. Onun tam karşısındaysa benim mezun olduğum Ziya Paşa İlkokulu vardır; bereket o yıkılmadı.
İstanbul o kadar hızlı büyüdü ki Çağlayan, özellikle Çevreyolu’nun yapılmasının ardından “dışardan içeriye” terfi etti ve neredeyse “şehrin göbeği” olarak görülmeye başlandı. 1980’li yıllarla birlikte evlerin teker teker işyerlerine, özellikle de tekstil atölyelerine dönüştüğüne tanık olduk. Buna bağlı olarak sayıları hızla artan emekçilere yönelik hizmetler sunan yeni işyerleri açıldı ve biz eski Çağlayanlılar ne zamandır mahallemizi tanıyamaz hale geldik. Adliye’nin taşınmasıyla birlikte bu dönüşümün iyice hızlanacağı aşikârdır.
Şerdeki hayır
Bu kadar nostalji yeter, konumuza dönelim. Bu dava hakkında çok konuştum, çok tartıştım, çok yazdım, ayrıca yazdığım her yazıya Ahmet Şık ve Nedim Şener’i konuk ettim -bu konuk etmenin serüvenini de umarım ilerde bir gün yazarım. Ancak Ahmet ve Nedim hakkında yine bir şeyler söylemek, onlarla dayanışma içinde olduğumu duruşmalarının ilk günü tekrarlamak istiyorum. (Soner Yalçın ve Odatv hakkındaki görüşlerimi 21 Şubat günü Vatan’da yazmıştım, tekrarlamak istemiyorum, merak edenler şu bağlantıdan o yazıyı bulabilirler: http://haber.gazetevatan.com/ayrilar-ayri-yerde-aynilar-ayni-yerde/360597/4/Haber)
Ahmet, kendisini cezaevinde ilk ziyaretimde tutuklanmalarının Türkiye için “hayırlı” olduğunu söylemişti. İlk bakışta kulağa doğru geliyor. Gerçekten Ahmet ve Nedim’in tutuklanmaları Türkiye’de, başta Ergenekon Davası olmak üzere birçok şeyin seyrini değiştirdi. Örneğin bu soruşturmanın iki kilit ismi peş peşe “terfi yoluyla azledildi”; ülkemizdeki basın özgürlüğü sorunu içerde ve dışarda ciddi bir kaygı konusu ve gündem maddesi oldu.
Yine de “keşke Ahmet ve Nedim hiç tutuklanmasaydı” diyorum. Çünkü öncelikle bu iki dost ve meslektaşımın özgürlüklerinin bu kadar süre ellerinden alınmasının; eşleri ve kızları başta olmak üzere aileleri, dostları ve okurlarından kopartılmalarının çok kötü bir şey olduğunu biliyorum. Hayatlarında hiç hapis yatmamış bazı kişilerin, onların tutukluklarını “ne var bunda o kadar abartacak”diye küçümsemelerinden de son derece rahatsız oluyorum.
Hayırdaki şer
Ahmet ve Nedim olayının doğurduğu tepkinin ardından savcı, polis ve yargıçlar daha dikkatli davrandılar fakat son KCK tutuklamalarında olduğu gibi, siyasi iradenin en azından “sarı” ışık yakması halinde kaldıkları yerden devam edebildiklerini de görüyoruz. Ama bence Ahmet ve Nedim’in tutuklanmalarının yol açtığı en “hayırsız” gelişme Ergenekon soruşturmasının ve buna bağlı olarak “derin devlet” ile hesaplaşmanın içinin iyice boşalmasıdır. Öncelikle, Balyoz”, “İnternet Andıcı” gibi soruşturmaları saymazsak Ergenekon kapsamında dişe dokunur yeni gelişme yaşanmadı. Örneğin ilk zamanlarda ağızlarda sakız edilen “bir numara” konusunda hiç ama hiçbir somut adım atılmadı.
Ergenekon sürecinin akamete uğramasının sorumluları hiç kuşkusuz Ahmet, Nedim ve onları destekleyenler değil, kendi kişisel hesapları için onları Ergenekon sepetine atanlar ve onların bu pervasızlığını kayıtsız şartsız destekleyenlerdir. Burada “post-ergenekon” gibi sözümona “şık” adlandırmalarla bu tutuklamaları meşrulaştırmaya ve buna karşı çıkanları da Ergenekoncu ilan etmeye etmeye çalışan “liberal” iddialı isimlere ayrı bir yer vermek lazım.
Bu konuda yazacak, söylenecek daha çok şey var. Fakat arkadaşlarımın özgürlüklerine kavuşmalarını herşeyden çok önemsediğim için bazı hesaplaşmaları ileriki bir vakte ertelemekten hiç de rahatsız olmuyorum. Bu vaktin çok da “ileri” olmayacağını umuyor ve hissediyorum.
Akad’a saygı
Ömer Lütfi Akad bu toprakların yetiştirdiği en değerli sinemacılardan biridir. Birçok filminin yanı sıra “Gelin”, “Düğün” ve “Diyet” üçlemesinin Türk sinemasında bir tür “dönüm noktası” olduğunu düşümüyorum. Kendisine Allah’tan rahmet, yakınlarına, sevenlerine başsağlığı diliyorum. Umarım bu ülke onun değerini kaybettikten sonra anlar.