Şampiy10
Magazin
Gündem

Kürt hareketi özüne mi dönüyor?

KÜRT HAREKETİNİ ANLAMAK/1

Bundan tam dört yıl önce Vatan Gazetesi’nde “PKK’yı Anlamak” başlığıyla dört gün boyunca PKK analizleri yapmıştım. Bugün PKK yerine genel olarak “Kürt hareketi”ni, yine birkaç gün sürecek bir şekilde analiz etmek istiyorum. “Neden PKK değil de Kürt hareketi?” diye sorulacak olursa, “Çünkü bu hareket yer yer PKK’yı da aşma potansiyeline sahip” diye cevaplarım.

“Peki neden Kürt siyasi hareketi değil de Kürt hareketi?” diye soranlaraysa önce 1980’lerde yükselişe geçen İslami hareket örneğini hatırlatırım.

O tarihlerde ön plana çıkan hiç kuşkusuz siyasetti, yani İslami hareket denince akla türban eylemleri, Refah Partisi ve onun seçimlerde aldığı oylar akla geliyordu. Ama hareketin siyasi boyutu, çok güçlü ve her geçen gün daha da güçlenen bir ekonomik, toplumsal ve kültürel zemin üzerinden yükseliyordu. İşte bugün de Kürt hareketinde siyaset öne çıkmakla birlikte, dipten gelen ekonomik, toplumsal ve kültürel hareketliliği göz ardı edemeyiz, hatta olabildiğince bu boyutları ön plana alıp irdelemek bu hareketi anlamamıza daha fazla yardımcı olacaktır.

Anlamaktan korkanlar

Burada geniş bir parantez açıp “anlamak” fiilini biraz tartışalım. Bir gazeteci olarak “anlamak”, daha doğrusu “anlamaya çalışmak” öteden beri benim için hayati bir öneme sahip olmuştur. Örneğin 1994 yerel seçimlerinin hemen ardından piyasaya çıkan “Ne Şeriat Ne Demokrasi” adlı kitabımın alt başlığı “Refah Partisi’ni Anlamak”tı. Ancak maalesef herkesin her şeyi çok iyi bildiği ülkemizde “anlamak” pek sevilmez ve sık sık “anlayışla karşılamak”, hatta “benimsemek”, “sahiplenmek”le karıştırılıyor.

Dün nasıl bir gazeteci olarak İslami hareketi anlama çalışmam birçokları tarafından “İslamcı olmak” ya da en azından “İslamcıların ekmeğine yağ sürmek” olarak görüldüyse günümüzde de Kürt hareketini anlama çabalarımın birtakım karaçalmalarla engellenmek istendiğinin farkındayım. Dün olduğu gibi bugün de bu türden yaftalamalara gülüp geçiyorum. Bu arada bugün beni “PKK’nın ekmeğine yağ sürmek”le itham etmeye kalkanların bir kısmının dünün İslamcıları olması (ki bunların İslamcılığa çoktan veda etmiş oldukları da aşikâr) da kaderin garip bir cilvesi olsa gerek.

Kürt hareketinde din faktörü

Tam da bu noktada, günümüzdeki Kürt hareketini anlamanın merkezinde din, daha doğrusu İslamiyet olgusunun yer aldığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Daha açacak olursam, bugünün Kürt hareketini diyelim ki 10 yıl öncekiyle kıyaslarsak, dinin (ve dindarların) bu hareketteki görünürlüğü, etkisi ve rolünün sistemli bir şekilde artmakta olduğunu çarpıcı bir şekilde gözlemliyoruz. Kandil’de başörtülü PKK militanları, Güneydoğu’nun dört bir tarafındaki alternatif Cuma namazları, Osman Baydemir gibi öne çıkmış bazı şahsiyetlerin gayet olağan bir şekilde dini söyleme başvurmaları, Altan Tan gibi İslamcı kimliğiyle temayüz etmiş birinin BDP içinde hızla parlaması ve taban tarafından da benimsenmesi ve nihayet TBMM’de verilen başörtüsü yasağının kalkması önergesi, bu noktada aklıma gelen ilk örnekler.

Bu örneklere bakıp, cumhuriyetin ilk yıllarındaki Kürt kalkışmalarının büyük çoğunluğunda İslam faktörünün merkezi bir önemde olmasını da hatırlayıp “Yoksa Kürt hareketi özüne mi dönüyor?” diye soranlara, “O kadar da değil, en azından şimdilik” cevabını verip Kürt hareketi-İslam ilişkisini tartışmasına yarın devam edelim.

YARIN: PKK hangi hatasından döndü? Devlet hangi hatasında ısrar ediyor?

Yazının devamı...

Baydemir tutuklanırsa ne olur?

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in “Bir hafta içinde tutuklanabilirim” sözleri acaba kimsede “Nerden çıkartıyor bunu!” şeklinde bir tepkiye yol açmış mıdır? Sanmıyorum. Çünkü 2009 yerel seçimleri öncesi başlayan ve dalga dalga süren KCK operasyonları sonucunda dün DTP, bugün BDP saflarında siyaset yapan çok sayıda kişi ve bu parti listelerinden seçilmiş belediye başkanı, meclis üyesi vb. tutuklandı. Yakınlarda hakkında bazı teknik takip görüntülerinin medyaya sızdırıldığı düşünülürse Baydemir’in de topun ağzında olması şaşırtıcı olmayacaktır.

İyi güzel de, sonra ne olacak? Diyarbakır seçmeni bir sonraki seçimde BDP (veya kapatılırsa yerine kurulacak parti) adayını değil de diyelim ki AKP adayını mı tercih edecek? Hatırılıyorum, 1994 yerel seçimlerinde PKK boykot kararı aldığında Güneydoğu’daki belediyelerin hatırı sayılır bir bölümü Refah Partisi’ne gitmişti. RP’den Diyarbakır Belediye Başkanı seçilmiş olan Dr. Ahmet Bilgin, epey başarılı bir performans göstermiş olmasına rağmen bir sonraki seçimde HADEP adayı Feridun Çelik karşısında kaybetmişti.

Çiller’li günler gibi

Son dönemde Kürt sorunu tartışmalarının KCK operasyonları ekseninde döndüğünü görüyoruz. Son derece doğal ve yararlı olan bu tartışmanın iki ucu var: Bir yanda 1990’lı yıllarda, özellikle Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde izlediği “topyekûn savaş” stratejisini bugünlere taşımak isteyenler, diğer yanda Kürt realitesiyle birlikte “Kürt siyasi hareketi realitesi”ni de ön plana çıkarıp sorunun barışçıl yöntemlerle kalıcı bir şekilde çözülmesini savunanlar.

İkinci grupta yer alan bir gözlemci olarak, birinci gruptakilerin en büyük eksiğinin Kürtlerde son yıllarda yaşanan değişim ve dönüşümü görmemek veya görmek istememek olduğu kanısındayım. Eğer görmüş olsalardı, her baskı politikasının Kürt siyasi hareketini daha da güçlendirdiğini görür, strateji ve taktiklerini ona göre geliştirirlerdi.

Benim gibi barışçıl yöntemleri savunanlar, şu an BDP saflarında siyaset yapan kişilerin belki de “konuşulabilir son kuşak” olduğunu görüyorlar. Yanılmıyorsam bu tespit, Kürt hareketi içindeki en makul isimlerden biri olan, bu özelliğine rağmen ilk KCK operasyonlarından birinde tutuklanan Fırat Anlı’ya ait. “Neden konuşulabilir son kuşak?” diye sorulacak olursa, günümüzde sokaklara dökülen Kürt çocukları ve gençlerin radikalizminin BDP ve hatta yer yer PKK’yı bile aştığının altını çizmek gerekir.

Türkiye’nin önündeki ikilem

Buradan tekrar Baydemir’e dönecek olursak, öncelikle onun, Kürt siyasi hareketi içinde Selahattin Demirtaş, Ayla Akat Ata gibi en sivrilen isimlerden biri olduğunun altını çizmemiz gerekir. Özel olarak Diyarbakır, genel olarak tüm Güneydoğu’da epey popüler olan Baydemir’in, meraklısının dikkatini çeken bir diğer özelliği İslami konulara olan hakimiyeti ve sık sık dini terminolojiye, gayet doğal bir tarzda başvurmasıdır. Nitekim Baydemir gibi İslamiyetle barışık isimler son dönemde Kürt siyasi hareketiyle dindar Kürtlerin arasındaki mesafenin kapanmasında epey rol oynadılar. Bazı çevrelerin Baydemir’i hedef almasında bu özelliğinin de etkili olduğunu rahatlıkla ileri sürebiliriz.

Şimdi Türkiye’nin önünde şöyle bir ikilem var: Kürt hareketi birikimli, becerikli, konuşulup tartışılabilir ve en önemlisi öngörülebilir kişiler tarafından mı, yoksa acemi, beceriksiz, ne zaman ne yapacağı belli olmayan kişiler tarafından mı yönetilirse Türkiye’nin hayrına olur?

Bu soruya şimdilik şöyle bir cevap vereyim: Baydemir gibi siyasetçilere Kürt hareketinden çok Türkiye’nin ihtiyacı var. Onların devre dışı bırakılması Kürt sorununun çözümünü kolaylaştırmaz, tam tersine zorlaştırır.

Yazının devamı...

CHP’liler medyaya boşuna kızıyor

Salı günü Meclis’te karşılaştığım CHP milletvekilleriyle grup toplantısını izlemeye gelmiş bazı partililer bana hep medyadan yakındılar. Medyanın tamamen siyasi iktidara angaje olduğunu, kendilerini yok saydığını ileri sürdüler ve örnek olarak da genellikle “köstebek bakan” olayını verdiler.

Haksız sayılmazlar. Medyaya baktığımızda ana muhalefet liderinin suçlamalarından çok Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın savunmalarına yer verildiğini görüyoruz. Normal şartlarda medyanın “savcı”dan çok “avukat” olmaya talip olması anlaşılır bir şeydir. Fakat daha önceki örneklerden hareketle medyanın genelinin “savunma en kutsal haktır” düşüncesinden değil, güçlüden (yani siyasi iktidardan) yana olma, görünme refleksiyle böyle bir tutum izlediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

CHP’lilerin, medyanın daha eşitlikçi, adil bir çizgiye gelmesini talep etmeleri, haksızlıklardan şikayet etmeleri son derece yerindedir fakat siyasi iktidara karşı etkili bir muhalefet yürütememelerinin sorumluluğunu medyaya yüklemeleri kolaycılıktan başka bir şey değildir. Yine “köstebek bakan” örneğinden yola çıkarak sözlerimi açmak istiyorum: Eğer medya bu konuda evrensel basın kriterlerine göre “tarafsız” bir tutum izlese ne olacaktır? Diyelim ki CHP Atalay’ı iyice itibarsızlaştırdı, hatta onun görevi bırakmasına sebep oldu; bu onu “güçlü” ve “etkili” bir ana muhalefet partisi yapar mı?

Geçmişteki örnekleri hatırlayalım: Kılıçdaroğlu grup başkan vekiliyken Şaban Dişli ve Dengir Fırat gibi iki dişli AKP yöneticisini ciddi bir şekilde hırpaladı; onların pozisyonlarını kaybetmelerine yol açtı. Ama ardından yapılan seçimlerden iktidar partisi hiç de zararlı çıkmadı. Dişli hâlâ milletvekili ama olan AKP’nin özellikle Kürt sorununda en “akil” isimlerinden olan Dengir Bey’e oldu.

Medyaya rağmen siyaset

CHP’liler medyaya aşırı yüklenirken yakın siyasi tarihimizden pek bir ders çıkarmamışa benziyorlar. İşte AKP örneği ortada. Bu parti, sürekli olarak büyük medyanın en acımasız saldırılarına maruz kalmış bir kadro tarafından, “medyaya rağmen” kuruldu, tek başına iktidara geldi ve belli bir süre yine medyanın büyük bir kısmının engelleme çabalarına rağmen yoluna devam etti. AKP’nin medyayı kontrol altına almasının büyük ölçüde 2007 seçimlerinden sonra gerçekleştiğini söyleyebiliriz.

AKP’nin medyaya rağmen başarılı olmasının sırrı, “sahici bir siyasi hareket” olması, yani toplumun içinde çok derin köklere sahip olmasıydı. AKP’nin toplumun belli kesimlerinden aldığı destek o derece sağlamdı ki medya vurdukça bu parti güçlendi.

Bir diğer örnek Kürt siyasi hareketidir. Kürt hareketinin tarihteki tüm partileri, hiç tartışmasız medyanın gözünde hep “lanetli” olagelmiştir. Halen bu muamele BDP’ye uygun görülmektedir. Ama onca dışlanma, karalanma ve saldırıya rağmen bu partilerin oyları neredeyse sistemli bir şekilde arttı, artmaya da devam ediyor. Burada da benzer bir durumla karşı karşıyayız: BDP de toplumun belli bir kesiminde çok ciddi bir karşılığı olan “sahici” bir siyasi partidir. BDP’lilerin Meclis’e gelir gelmez gündem belirler konuma gelebilmeleri de aynı sahicilik nedeniyledir.

Her devrin medyacıları

CHP’liler medyaya eleştirilerini her şeyin önüne geçirmeyip, “sahici” bir ana muhalefet partisi olmaya çalışsalar herhalde daha isabetli olacaktır. Kaldı ki medyanın desteğini alacaklar da ne olacak? Türkiye’de şu an varolan medya düzeniyle hiçbir siyasi hareket bir adım bile ileriye gidemez. Diğer bir deyişle, bugün bir muhalefet partisinin medyayla arasının “iyi” değil “kötü” olması, o partinin lehinedir.

Bir de şunu akılda tutmakta yarar var: Bugün CHP’liler tarafından iktidar partisinin güdümünde olmakla suçlanan yayın organlarının, medya yöneticisi, yazar ve çalışanlarının hatırı sayılır bir bölümü, yakın bir zamana kadar Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarına durmaksızın saldırmayı kendilerine vazife biliyorlardı. Eğer bir gün CHP iktidara gelirse, bunların ezici bir çoğunluğunun bu sefer onlara yanaşacağını kestirmek zor olmaz.

Yazının devamı...

Meclis’te ilk Salı

İstanbul’da yaşayan bir gazeteci olmama rağmen TBMM çalışmalarını izlemek, kulislerde farklı partilerden milletvekilleri, onların danışmanları, ziyarete gelmiş seçmenler ve tabii ki Ankaralı meslektaşlarımla sohbet etmeyi çok severim, özellikle de Salı günlerini.

Çünkü Salı günleri saat 10.30 ile 14.30 arasında sırasıyla MHP, AKP, BDP ve CHP grupları toplanır, liderler konuşur; bu vesileyle herkesi görme, her partinin gündemini öğrenme ve bunları karşılaştırma imkanına kavuşursunuz ki bu yüzden Salı günleri Meclis benim gibi siyasi konularla ilgilenen bir gazeteci için hazine değerindedir. Bu yasama dönemine kadar Meclis TV grup konuşmalarının tümünü yayınlıyordu ve bu nedenle tüm ülke, en azından haftada bir gün Meclis’te olup bitenlerden haberdar olabiliyordu; artık konuşmalar kısmen yayınlanıyor. Kuşkusuz demokrasimiz için iyi bir uygulama değil bu, yine de geçen dönemlerde bazı Salı günlerinin, liderlerin peş peşe gelen hırçın konuşmaları nedeniyle ülkenin daha da gerilmiş olduğunu da unutmamamız lazım.



Neyse, bu yazıda dün Meclis’te dikkatimi çeken bazı noktaları aktarmak istiyorum. Bundan böyle mümkün olduğunca Salı günleri Meclis’te olup izlenimlerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

MHP kasetlerine ne oldu?

Partileri, grup toplantısı sırasıyla ele alalım ve önce MHP ile başlayalım. MHP’de seçim sonrası yaşanan durgunluğun aynen sürdüğünü gözledim. Malum seçim öncesi 9 parti yöneticisinin evlilik dışı ilişkilerinin kaydedildiği kasetlerin şokunu yaşayan bu parti sandıkta da arzuladığı sonucu elde edemedi. Dün konuştuğum bazı MHP milletvekilleri normal şartlarda yüzde 20 oyu zorladıklarını ama kaset yayınları yüzünden çok oy kaybettiklerini iddia ettiler.

Buradan yarım kalmış o tartışmaya dönüş yapabiliriz:

Bu kasetleri kim, neden kaydetti ve niçin seçim öncesi sızdırdı? İnternette bu kasetleri yayınlayanalar kendilerini “ülkücü” olarak gösteriyorlardı. “Gerçek ülkücüler” mi, “farklı ülkücüler” mi, her neyse o adı kullanan kişilerin sesleri neden çıkmıyor? Eğer gerçekten parti içi bir muhalif grup söz konusu olsaydı, bu seçim sarsıntısının ardından Bahçeli yönetimini sarsıyor olmaları beklenmez miydi? Sonuçta bu operasyonun esas olarak MHP’nin oylarını azaltmayı, hatta mümkünse yüzde 10’un altına çekmeyi hedeflediğini rahatlıkla söyleyebiliriz gibi geliyor bana.

Başbakan’ın ana acısı

Dün Başbakan Erdoğan annesini kaybettikten sonra ilk kez kamuoyuna hitap etti. Bu kayıptan duyduğu acı sesine de yansıyordu. Nitekim konuşmasının ilk bölümünü de bu konuya ayırdı; yaşam ve ölüm ilişkisi üzerine duygusal sözler söyledi, başsağlığı dileyen herkese teşekkür etti.

Başbakan’ın dünkü konuşmasında yeni anayasa çalışmaları hakkında söylediği sözlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öylesine pozitif, yapıcı ve iyimser konuştu ki içimden sık sık “inşallah” dedim. Evet, inşallah bu Meclis, parti çıkarlarını filan geri plana itip bir yıl içinde tüm ülkenin benimseyebileceği modern, özgürlükçü, demokratik bir anayasayı ortaya çıkarır. Ben de Erdoğan gibi Türkiye’nin tarihi ve deneyiminin bunu mümkün kıldığı kanısındayım ne var ki Kürt sorununun yeni anayasada nasıl ele alınacağı sorusu tüm vahametiyle ortada duruyor.

“Biz Kürtleri kazanın”

Buradan BDP’ye geçebiliriz. BDP’lilerin gündeminde Abdullah Öcalan vardı. Gemlik’te yapmak istedikleri gösterinin engellenmiş olmasına çok öfkeliydiler. Selahattin Demirtaş’ın dünkü konuşması da (bu arada Demirtaş’ın performansının giderek yükseldiğinin altını çizmek isterim) Kürt hareketinin önümüzdeki dönemde ana talebinin Öcalan’a ev hapsi olacağını gösteriyordu.

Ben yine de Demirtaş’ın Suriye’den hareketle söylediklerini daha çok önemsedim. Ortadoğu’da Türkiye, İran ve İsrail arasında amansız bir rekabetin olduğunu söyleyen Demirtaş tarafların dördüncü bir gücü, Kürtleri ihmal etmemeleri gerektiğini söyledi. Onun AKP hükümetine şöyle bir çağrı yaptığını söyleyebiliriz: “Eğer bölgesel bir güç olmak istiyorsanız bizi kazanın.” Bunun bir başka versiyonu da şu olabilir: “Bizi karşınıza alırsanız bölgesel güç olmanızı engellersiniz.”

CHP’nin gücü

Son olarak CHP’ye değinelim. Kemal Kılıçdaroğlu malumu ilan etti ve “köstebek bakan”ın Beşir Atalay olduğunu ileri sürdü. Kuşkusuz hayli ses getirecek bir suçlama. Ama yeni değil. Daha önemlisi aklıma şu takılıyor: Baykal genel başkanken CHP’de bu tür iddialar Grup Başkanvekili Kılıçdaoğlu tarafından gündeme getirilir ve ciddi sonuçlar alınırdı. Sonra Kılıçdaroğlu lider oldu ama daha önceki dönemde üstlenmiş olduğu rollerin dışına pek çıkamıyor, çıksa da fazla etkili olamıyor.

Hal böyle olunca CHP ana muhalefet partisi fonksiyonunu, bana göre, tam olarak yerine getiremiyor.

Yazının devamı...

Hasan Cemal’den

Hasan Cemal’in “Barışa Emanet Olun” başlıklı yeni kitabını okuyorum. Aslında kendisinin sıkı bir takipçisi olduğum için kitapta yer alan mülakat, izlenim ve görüşlerin büyük bir çoğunluğunu daha önce okumuş veya kendisinden dinlemiştim. Ama kitap bambaşka bir şeydir ve açıkçası Hasan Cemal bunu çok iyi bilir. Kendisi “Tank Sesiyle Uyanmak” adlı ilk çalışmasından beri biz gazetecilere kitap yazma konusunda da kılavuzluk etmektedir. Cemal’in son kitabı “Kürt Sorununa Yeni Bakış” altbaşlığını taşıyor. “Yeni” sıfatı çok cazip ama aynı zamanda çok da tehlikelidir. “Yeni” bir bakış açısı sunma iddiası hiç kuşkusuz okuyucuyu daha çok çeker ama alıp okuduğunda kendince “yeni” bir şey görmediğinde kandırılmış olduğunu düşünür ve o andan itibaren gerek o yazarın, gerek diğerlerinin “yeni” olma iddialarına kuşkuyla yaklaşır.

Henüz kitabı bitirmiş değilim, sindire sindire okumaya çalışıyorum ama işte bu “yeni bakış” iddiası, daha okumayı bitirmeden bu kitap hakkında yazmaya itti beni. Soru çok basit: Hasan Cemal yeni kitabında yeni bir bakış açısı sunuyor mu sahiden? Benim cevabım da çok basit olacak: Hem de nasıl!



Peki nedir yeni olan? Bu soruyu, “Barışa Emanet Olun”u, yine Cemal’in 2003’te basılan “Kürtler” kitabıyla karşılaştırarak verebiliriz. Çıkar çıkmaz çok satanlar listesine giren “Kürtler”in “Kürt realitesini tanıma” tartışmalarının sona ermesinde büyük katkısı olduğu yadsınamaz. “Barışa Emanet Olun” ise “Kürt realitesi” ile iç içe geçmiş bir başka realitenin, “Kürt siyasi hareketi realitesi”nin, diğer bir deyişle “PKK realitesi”nin altını kalın çizgilerle çiziyor. Kuşkusuz “Kürt sorunu” ile “PKK sorunu”nun iç içe geçmiş olduğu tespiti “yeni” değildir. Yeni olan, Hasan Cemal gibi saygın isimlerin, “öncelik Kürt sorununa verilmeli. Kürt sorunu çözülürse PKK’nın varlık nedeni de ortadan kalkar” şeklinde hızla özetleyebileceğimiz, ülke gerçekleriyle pek de bağdaşmayan, o naif yaklaşımı sonunda terk etmeye başlamalarıdır. Eğer bu ülkenin onca zamanı, enerjisi, kaynakları ve insanları Kürt realitesini tanımama inadından dolayı kaybedilmişse, son yıllarımızın da Kürt siyasi hareketi realitesiyle yüzleşmekten kaçma ısrarı nedeniyle tüketilmekte olduğunu söyleyebiliriz.

Zorla mı, iknayla mı?

Son günlerde Kürt sorununun ana ekseninde “PKK realitesi”ni tanıyıp tanımama tartışmasının yattığını görüyoruz. Sırtını devletin bir kısmına dayamış olan bazıları, PKK’yı baypas ederek, hatta daha ileri gidip onu zorla tasfiyeye yönelerek Kürt sorununun çözülebileceğinde ısrar ediyorlar.

Dalga dalga gelen KCK operasyonları, bu operasyonları eleştirmeye çalışanlara yönelik, geçmişte TSK’nın andıçlarına taş çıkartacak psikolojik harekat faaliyetleri bu yaklaşımın tezahürleri ki Hasan Cemal ve onun gibi düşünenlerin de bu (nafile) itibarsızlaştırma çabalarının hedefi olması şaşırtıcı değil.

Diğer tarafta devletin bir başka kısmının da desteklediği, sorunu “zorla” değil “ikna” ile yani müzakerelerle çözme yaklaşımı var. Hatırlanacaktır, 12 Eylül referandumu öncesi devletin Öcalan’la sistemli bir şekilde görüştüğü ortaya çıkmış ama başta MHP olmak üzere muhalefetin onca gayretine rağmen AKP sandıkta seçmen tarafından cezalandırılmamıştı.

Geçenlerde ortaya çıkan PKK-MİT görüşme tutanaklarının da kıyamet koparmamış olması, sanıldığının aksine “müzakereci” yaklaşımın kamuoyunu çok da rahatsız etmediğini bir kez daha göstermiş oldu. Herhalde devlet içindeki “şahin” kanadın bu kadar öfkeli olmasının bir nedeni de kamuoyunun yöneliminin bu şekilde belirginleşmesidir.

Tekrar Hasan Cemal’e ve son kitabına dönecek olursak: Hasan Cemal, kendi konumundaki bir gazeteci için hayli riskli ve meşakketli bir tercih yapıyor. “PKK realitesi” ile Güneydoğu’da ve Kandil’de yüzleşip izlenimlerini bizlerle paylaşıyor. Eğer kamuoyu, barışın ancak diyalog yoluyla gelebileceğine eskisine göre daha fazla inanıyorsa bunda Cemal ve onun gibi gazetecilerle aydınların rolü son derece önemlidir.

Sonuç olarak: Tebrikler ve teşekkürler Hasan Cemal.

Yazının devamı...

Erdoğan’ın Suriye’ye bakışı değişti, iyi de oldu

Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Utku Çakırözer’in haberine göre Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Eylül başında kabul ettiği CHP heyetine “Ben değişmedim, Tayyip Erdoğan değişti” demiş. Haksız sayılmaz. Ama onun bu tespiti doğru diye Ankara’nın son dönemde geliştirmeye çalıştığı Suriye politikasının “yanlış” olduğunu söylemek yanlış olacaktır.

Biraz karışık bir cümle oldu ama şunu söylemek istiyorum: Siyasi iktidarın, bu ülkedeki halk hareketleri başlayana kadar olan dönemde geliştirmiş olduğu Suriye politikası yanlıştı. Esad’ın olur olmaz vesilelerle sık sık Türkiye’ye gelmesi, Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan başta olmak üzere üst düzey isimlerin Şam’ı üst üste ziyaret etmesi; iki ülkenin bakanlar kurulunun ortak toplanması gibi aşırı muhabbetler, belki “komşularla sıfır politika” konseptine uygundu ama eşyanın doğasına aykırıydı. Bir yana Suriye’deki otoriter (ki olağanüstü durumlarda totaliter olduğunu da gördük) Baas rejimini, diğer yana da Türk demokrasisini koyduğumuzda “eşyanın doğası”ndan ne kastettiğim anlaşılmıştır, sanırım.

Ankara ile Şam arasındaki o yoğun muhabbet dönemlerini hep uzaktan, garipseyerek ve kuşkuyla izledim. Bu yüzden çok görmek istediğim Suriye’ye bir gazeteci olarak gitmek hiç içimden gelmedi. Örneğin kendi ülkesindeki Kürtlerin çoğuna vatandaşlık hakkı bile vermeyen Esad’ın meslektaşlarıma Türkiye’nin Kürt sorununun nasıl çözüleceğini anlatmasına ve bu sözlerin manşetlere çıkmasına bir anlam veremedim.

Türkiye-Suriye ilişkileri uzun bir süre Hatay ve PKK gibi kritik konular nedeniyle hep gergin olmuştu. Ama ben Baas rejimini bu tür “milliyetçi” gerekçelerle değil, kendi halkına reva gördüğü muamele, örneğin 1982 Şubat ayı başında Hama şehrinde yapılan katliam nedeniyle hiç sevmedim. Bir solcu olarak, Suriye’deki rejimin kendini “sosyalist” gibi sunmasından, laiklik yanlısı biri olarak yine Baasçıların kendilerinden “Arap dünyasının tek laik ülkesi” olarak bahsetmelerinden ayrıca rahatsız oldum, oluyorum.

Suriye’nin yakın geleceği hayli belirsiz. Çünkü sivil toplum çok güçsüz, rejimse çok güçlü. Türkiye’nin Suriye’deki gelişmeleri kaygıyla izlediği ama elinden de çok fazla şey gelmediği ortada. Ama en azından tercihin Baas rejiminden değil Suriye halkından yana yapılmış olması bile, geç kalınmış olsa da, olumlu bir gelişmedir. Dolayısıyla Ankara’nın bu belirsizlik içinde geliştirmeye çalıştığı politikaları “Amerikan kuyrukçuluğu” gibi basit suçlamaların ötesinde anlamaya ve eleştirmeye çalışmak gerekiyor.



Tenzile Erdoğan’a Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı dilerim.



Cemil Bayık’a

PKK’nın üst düzey yöneticilerinden Cemil Bayık geçtiğimiz günlerde verdiği bir mülakatta uzun uzun Türk basınına değinmiş ve benim de adımı anmış. Kendisiyle tanışma imkanımız olmadı, ama belli ki birbirimizi yakından takip ediyoruz. Örneğin 8 Aralık 2007’de Vatan’da “Karayılan ve Bayık’ın artık emekliliği şart!” başlıklı bir yazı kaleme almış ve şöyle demiştim:

“Cemil Bayık örneğini ele alalım: 56 yaşında olan Bayık, 24 yaşında Öcalan’la birlikte PKK’nın tohumlarını attı. Örgütte hep üst düzey görevler alan Bayık’ın en az 25 yılı Suriye, Lübnan, İran ve Irak’ta geçti ve geçiyor. Kent merkezlerinde, bulunduğu otoriter ya da totaliter sistemlerle yönetilen ülkenin istihbarat servislerinin izin ve denetiminde, dağlardaysa her an tetikte, diken üzerinde geçen bir hayat. Sonuçta Bayık gibi birinin Türkiye ve dünyada yaşanan olağanüstü değişim ve dönüşümleri görüp anlayabilmesi; bunlara uygun politikalar geliştirebilmesi ne derece mümkün olabilir? ”

Bayık artık 60 yaşında ve emekli olacağa benzemiyor. Hatta sözlerinden benim emekliliğimi beklediği anlaşılıyor. Şaka bir yana, hakkımda söyledikleri üzerine Bayık’a bir şeyler söylemek istiyorum:

1) Orada medya dedikodularını da takip ettiğiniz anlaşılıyor, ama bilginiz yanlış: NTV’den atılmış değilim.

2) Yıllardır Kürt meselesinde belli bir doğrultuda yazdım ve bundan sapmamaya çalışıyorum. Dolayısıyla son dönemde, kendime yer bulmak için hükümetin politikalarını destekleyen, hükümeti rahatsız etmeyen bir dil kullanmaya dikkat ettiğim filan yok.

3) “Eski solcu” lafından, en azından kendim için hiç hoşlanmam. Çünkü Allah’a çok şükür 14 yaşından beri solcuyum ve böyle ölmekte kararlıyım.

Yazının devamı...

Telefonlarını değil, biraz da Kürtlerin kalbini dinleyin

El Kaide’nin 11 Eylül 2001 günü gerçekleştirdiği terör saldırısının şokunun etkisiyle ABD’de şuna benzer sorular sorulur olmuştu: “Uydu aracılığıyla, dünyanın herhangi bir köşesinde araba kullanan herhangi birinin kolundaki saati bile okuyabilen bizler nasıl oldu da bu saldırıyı önceden öğrenemedik, engelleyemedik?”

Bu sorunun cevabı çok basitti ve El Kaide ve ona benzer yapılanmaları, önyargısız, olabildiğince objektif araştırmaya çalışan kimseler tarafından verildi: “Uydular koldaki saati okur ama kalpleri okuyamaz.” Ve hemen ardından İslam dünyasında ABD’ye karşı giderek artan öfkeyi, bunun eğitimli orta sınıf gençleri de kapsadığını ayrıntılarıyla anlattılar ve buradan hareketle El Kaide ve benzer yapılanmalara karşı dünya Müslümanlarının “kalplerini ve zihinlerini kazanma”nın ön şart olduğunun altını çizdiler.

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush ve kurmayları, bu “kalpleri ve zihinleri kazanma” önerisini benimsemiş gibi yaptılar ancak önce Afganistan, ardından Irak’ta yapıp ettikleriyle daha fazla kalp kırıp zihinlere daha fazla düşmanlık tohumları ektiler.

KCK operasyonları

Buradan Türkiye’ye, Kürt sorununa ve yine gündeme gelen KCK operasyonlarına geçebiliriz. Bazı gazeteler BDP İstanbul İl Başkanlığı’na yerleştirilmiş “böcek” sayesinde elde edilmiş birtakım kayıtları yayınlayarak bu operasyonun yerinde olduğunu kanıtlasmaya çalışıyor. Halen yürümekte olan KCK davalarının iddianamelerinin de esas olarak telefon ve ortam dinlemelerine dayandırıldığı bilindiğinde bunda şaşacak bir şey yok. Diyarbakır’daki o meşhur plastik kelepçeli fotoğrafın ardından kaleme aldığım, 28 Aralık 2009 tarihli yazının başlığında “Kürt sorunu dinlemelerle çözülmez” demiştim. O günden bugüne daha çok kişi dinlendi, teknik takibe alındı; yüzler, hatta binlerce kişi daha gözaltına alındı, çoğu tutuklandı. Ama hiçbir şey çözülmedi, çözüleceğe de benzemiyor. Örneğin o tarihten bu yana Kürt siyasi hareketi kentlerde “sivil itaatsizlik” adı altında çok başarılı bir kampanya yürüttü; DTP son genel seçimlerden zaferle çıktı...

Ortada çok büyük bir yanılsama var: Ergenekon, Balyoz vb. soruşturmalarında elde edilen başarılardan gözleri kamaşan bazı kişiler aynı yöntemlerin Kürt siyasi hareketine karşı uygulanması durumunda başarının kesin olduğunu düşünüyorlar. Fakat birbirinden tamamen farklı iki oluşum söz konusu olduğu için arzulanan başarıya ulaşmak mümkün olmuyor; başarı gelmeyince de operasyonların (yani baskının) dozu artırılıyor. Ne var ki yine olmuyor.

İşte bu nedenle bugünkü yazımın başlığında “Telefonlarını değil, biraz da Kürtlerin kalbini dinleyin” diyorum. Bu başlık aslında hükümete, demokratik açılımı kaldığı yerden devam ettirme çağrısıdır. Aksi takdirde Kürtlerin kalplerini ve zihinlerini kazanma şansı iyice azalacak ve Türkiye’de barış içinde bir arada yaşamak iyice zorlaşacaktır.

Jobs’a minnet

Hayatımda ilk bilgisayarım bir Mac’ti. Uzun bir süre Mac’te ısrar ettim ama daha pahalı olması ve bu yüzden daha az yaygın olması nedeniyle Windows’a geçtim. Ama Apple’ın yaptığı büyük atılımla birlikte Mac’le yıllar sonra yeniden kavuştuk. Beş yıldır yine Mac’ciyim çok şükür. Tabii bu arada Ipod, Iphone, Ipad gibi “oyuncaklar”ı da unutmamak lazım.

İşte bu nedenle Steve Jobs’un o beklenen ölümü beni sandığımın ötesinde sarstı. Şahsen kendisine minnettarım. Bu vesileyle 1980’li yıllarda Prof. Süleyman Ateş’in başlatmış olduğu bir tartışmayı hatırladım. Prof. Ateş hazırladığı bir Kuran tefsirinden hareketle “Cennet Müslümanların tekelinde değildir” demiş ve epey tepki toplamıştı.

Herhalde esas olarak Jobs gibi insanlığa büyük hizmetler sunmuş insanları kastetmişti.

Mekanı cennet olsun!

Yazının devamı...

KCK operasyonları: Nerede kalmıştık?

Büyük medyada KCK operasyonlarını eleştiren galiba ilk gazeteciyim. Televizyon programlarını bir kenara bırakıyorum, sadece Vatan’da neredeyse 10’a yakın yazıda bu operasyonların Kürt sorununun çözümüne bir katkı sağlamayacağını, tam tersine çözümü daha da zorlaştıracağını ileri sürdüm. Temel itiraz noktalarımı hatırlatmak isterim:

1) Kürt siyasi hareketinin yasal ve yasadışı boyutları birer gerçeklikse, bunların arasında “yarı yasal” olarak tanımlayabileceğimiz bir yapının bulunması doğal, hatta lüzumludur.

2) Ne zamandır telaffuz edilmeyen “demokratik açılım”ın temel hedeflerinden biri PKK’ya kendi rızasıyla silah bıraktırmak ve bu yapıyı yasal siyasi süreçlere katmaktı. Eğer açılım fikri hâlâ gündemdeyse PKK’nın yasadışı alandan yasal alana geçişini kolaylaştırabilecek köprüleri muhafaza etmek gerekir.

3) Tıpkı daha önceki siyasi partiler (HEP, DEP, HADEP, DEHAP, DTP) gibi BDP’nin de PKK ile yoğun bir ilişki içinde olduğu bir sır değil. Devlet daha önce de bu bağı kopartmaya çalıştı ama her defasında başarısız oldu. Daha önce de KCK benzeri yapılar mevcuttu ve devlet bunları yok etme yerine bir şekilde denetim altına almayı daha fazla tercih ederdi.

4) KCK operasyonlarının PKK ile BDP’nin ilişkisini koparması hayal bile edilemez. Hatta tam tersine daha da güçlendireceğini söyleyebiliriz.

Kâr-zarar hesabı

İlk ciddi KCK operasyonları Mart 2009 yerel seçimlerinin arifesinde yapılmış, bu seçimlerden AKP hayal kırıklığı, DTP de büyük ölçüde zaferle çıkınca operasyonların şiddeti de artmıştı. 21 Nisan 2009’da “Güneydoğu’da garip şeyler oluyor” başlıklı bir yazı kaleme alıp bu operasyonların, “PKK’yı DTP’eştirmek” yerine “DTP’yi PKK’laştırmak” gibi ters bir sonuca yol açabileceğini ileri sürmüştüm.

O zamandan bu yana DTP kapatıldı, bir referandum ve bir genel seçim yaşandı; KCK operasyonlarında gözaltına alınanların sayısı binlerle ifade edilir oldu. Peki sonuç nedir? Bu süre içinde kitle desteği azaldı mı, arttı mı? Kürt siyasi hareketinin şehirlerde yasal ve yasadışı faaliyet gösterme kapasite ve kabiliyeti zayıfladı mı, güçlendi mi?

Hükümetin bu sorulara değişik dönemlerde farklı cevaplar verdiğini görüyoruz. Örneğin açılımın hâlâ sıcak olduğu günlerde Başbakan Erdoğan başta olmak üzere iktidar partisi ve hükümetin bazı önemli isimlerinin bu operasyonlarla aralarına mesafe koymaya çalıştıklarını biliyoruz. Bu noktada bizzat Diyarbakır polisi tarafından medyaya servis edilmiş olan o meşhur plastik kelepçeli tutuklular fotoğrafının etkisi çok fazla olmuştu ki bu fotoğraf kolay kolay zihinlerden silinebileceğe benzemiyor. Ama hükümetin bir süredir bu operasyonlara sahip çıktığını biliyor, görüyoruz. Şöyle ki eğer arkasında güçlü bir siyasi irade olmasaydı ülke çapındaki son büyük KCK operasyonu kolay kolay gerçekleştirilemezdi.

Şahinliğin sonu var mı?

Anlaşıldığı kadarıyla KCK operasyonları dalga dalga devam edecek. Kısa bir süre içinde Kuzey Irak’a bir kara harekâtına da tanık olabiliriz. Hatta TSK bu sefer Kandil’i bile hedef alabilir. Bu arada, Kürt sorununda sonuna kadar sertleşme yanlısı olanların idam cezasını yeniden Türkiye’nin gündemine sokmaya çalıştıklarını gözlüyoruz.

Peki bütün bunların sonu nereye varacak? Benim gibi, düzenli olarak Güneydoğu’ya giden, Kürt siyasi hareketini yakından izlemeye çalışanlar, devletin Kürt siyasi hareketini zorla bastırmasının, daha ileri giderek tasfiye etmesinin hiçbir zaman olmadığı kadar zor, hatta imkansız olduğunu düşünüyorlar.

Kimin haklı olduğunu anlamak için çok zaman geçmesini beklememiz gerekmeyeceğe benziyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.