Şampiy10
Magazin
Gündem

Cemaat mi, hükümet mi?

Milliyet yazarı Kadri Gürsel, önceki gün “AKP-Cemaat savaşında neyi savunmalıyız?” başlıklı bir yazı (http://dunya.milliyet.com.tr /akp-cemaat-savasinda-neyi/dunya/ ydetay/1804154/default.htm#.UqW-dmT4iPU) kaleme aldı. İlk olarak, bu yazının son iki cümlesini alıntılamak istiyorum: “Geçmişte askerle olan hesaplarını AKP ve Cemaat üzerinden görme hayaline kapılan sözde liberallerin Türkiye’de sivil bir baskı rejimi kurulmasına sağladıkları net katkı ortada... Şimdi de Cemaat ile olan hesaplarını AKP üzerinden görme hevesine kapılanların, rejimin daha da baskıcı bir karakter kazanmasına katkıda bulunacaklarını görmeleri gerekir.”

Gerçekten yerinde bir uyarı. Çünkü gerçekten cemaatten intikamlarını hükümet üzerinden almak isteyenler var ve onların da teşvikiyle hükümet daha baskıcı politikalara yönelebilir.

Fakat olayın, Kadri’nin (kendisi tam 41 yıllık arkadaşım olduğu için böyle hitap ediyorum) yazısında karşımıza çıkmayan bir başka boyutu da var: AKP ile, daha çok da Başbakan Erdoğan ile olan hesaplarını cemaat üzerinden görme hevesine kapılanlar. Hatta bu kişilerin, ilk gruptakilere kıyasla sayıca daha fazla ve güç açısından daha etkili olduklarını gözlüyorum.

Cemaatin hışmı

Buradan başlıktaki soruya gelecek olursak: MİT krizinin hemen ardından hükümet ile cemaat arasında “yeni tür iktidar savaşları” başladığını yazmamla birlikte sık sık bu soruyla karşılaştım. Birçok kişi, Hanefi Avcı, Ahmet Şık ve Nedim Şener’e düzenlenen komplolara alenen karşı çıktığım ve bu yüzden cemaatin hışmına uğradığım için, Kadri’nin yazısının sonundaki gruba dâhil olduğumu sandı, hâlâ öyle düşünenler var, ama değilim. Çünkü ben cemaate karşı demokrasiyi, hukuk devletini, temel hak ve özgürlükleri savundum, halbuki hükümetin yaptığı esas olarak bir iktidar mücadelesi.

Kuşkusuz Başbakan’ın dile getirdiği “milli iradenin üstünlüğü”ne sahip çıkma ve her türlü vesayete karşı olma önemli. Bu bağlamda eğer devlet içerisinde seçilmişlere tabi olmayan ve kendi içlerinde ayrı hiyerarşisi bulunan yapılar varsa (ki olduğuna inanıyorum) bunların tasfiyesi zorunludur.

İki sorun alanı

Fakat burada karşımıza iki sorun alanı çıkıyor: Birincisi, iktidar partisinin, askeri vesayeti sonlandırmak veya buna benzer başka nedenlerle bu türden kadrolaşma/yapılaşmalara, bütün uyarılara rağmen göz yummuş olması. İkincisi de vesayet girişimlerini boşa çıkarmak uğruna demokrasi, hukuk devleti ve temel hak ve özgürlüklere aykırı uygulamalara gidilmesi ihtimali.

Hükümetin dershaneleri kapatma (kendi deyişleriyle dönüştürme) projesini buna örnek verebiliriz. Daha ilk günden bunun sadece bir dershane meselesi olmadığını, esas amacın Gülen cemaatinin gücünü sınırlamak olduğunu söyledik. Nitekim böyle olduğu da kısa süre içerisinde ortaya çıktı. Öyle ki dershane konusu konuşulmaz oldu.

Daha vahim bir durum basın özgürlüğü konusunda yaşanıyor. Taraf Gazetesi’nin yaptığı ve Fethullah Gülen başta olmak üzere cemaat tarafından tamamen sahiplenen ve iktidar partisinin canını çok yaktığı belli olan yayınlar üzerine birçok koldan yargı süreci başlatıldı.

Hükümetin gazetelere yayın yasağı getirmesi, bu haberleri yazıp çizenler (ki kendilerine gazeteci demeye dilim pek varmıyor) üzerine değişik türden baskı uygulaması durumunda olay hemen “devlet içindeki devletin tasfiyesi”nden çıkıp bambaşka alanlara savrulacak, hiç hak etmeyen kişi ve kurumlar kestirmeden “basın özgürlüğü kahramanı” payesine ulaşacaktır.

“Yesinler birbirlerini” değil

Sonuç olarak, daha yeni başlayan, daha doğrusu alenileşen ve kısa sürede şaşırtıcı şekilde şiddetlenen ve her geçen gün daha da sert geçeceği anlaşılan bu iktidar savaşının bir parçası olmamak bana doğru geliyor. Buradan “yesinler birbirlerini” basitliğinde bir seyirciliği kesinlikle kastetmiyorum. Üçüncü şahıslar, Türkiye’nin kaderinin bu yeni tür iktidar savaşlarına endekslenmesini engellemek ve bu savaşların ülkeye olabildiğince az zarar vermesini sağlamak için ellerinden geleni yapmalılar. Şöyle bir cümle isabetli olur mu emin değilim: Demokrat olduğu ölçüde hükümetin, sivil ve şeffaf olduğu ölçüde cemaatin yanında, ama şu konjonktürde ikisine de mesafeli...

Yazının devamı...

Hükümet ve cemaatin artıları ve eksileri

Önce birkaç hızlı gözlem ve tespit:

- Cemaat ile hükümet arasındaki kavganın alabildiğine tırmanmasına karşılık dershanelerden eskisi kadar söz edilmiyor olması, esas sorunun dershane olmadığını açık bir şekilde gösterdi.

- Belli bir aşamasından itibaren Fethullah Gülen, kayda alınıp yayınlanan sohbetleri aracılığıyla kavgaya bizzat dâhil olmuştu. Başbakan R. Tayyip Erdoğan da nihayet, son günlerde verdiği sert mesajlarla sürece dâhil oldu. Bundan böyle “cemaat-hükümet”ten ziyade “Gülen-Erdoğan” kavgasından söz etmek doğru olacak.

- Başbakan’ın Haziran 2012’de Türkçe Olimpiyatları sırasında yapmış olduğu yurda dönme çağrısına Fethullah Gülen’in neden olumlu cevap vermediği son gelişmelerle daha iyi anlaşılıyor olsa gerek. Kendisi, herhâlde Taraf Gazetesi’nde yayınlanan belgelerden bir şekilde haberdardı. Bu da bize tarafların birbirlerine karşı duydukları güvenin derecesini gösterebilir.

- Bugün yaşananlardan hareketle yakın geçmişteki Erdoğan-Gülen ilişkilerinin bir arkeolojisi yapılsa kim bilir neler bulunur. Örneğin Gülen’in bazı sohbetlerinde imalı olarak Erdoğan’ı eleştirdiği şeklindeki ve hemen “fitne” olarak yaftalanan değerlendirmelerin bazıları pekâlâ isabetli çıkabilir.

Güç ve güçsüzlükler

Sadece bizler değil, Türkiye ile bir şekilde alakalı herkes Erdoğan-Gülen çekişmesinin nasıl gelişeceğini, kimin kazanacağını merak ediyor. Bu soruyu cevaplamaya yardımcı olmak için tarafların bazı artı ve eksilerini kıyaslamak istiyorum:

Devlet imkânları: Kuşkusuz Erdoğan, devletin imkânlarına sahip olduğu için açık ara avantajlı. Lakin cemaat de bürokraside hayli güçlü ve etkili. Zaten kavga, hükümetin, Cemaat’in bu gücünü kontrol etmek, zayıflatmak ya da sınırlamak istemesinden çıkıyor. Hüseyin Çelik’in açıklamasından, Başbakan’ın gözbebeği MİT’in bile ulaşılabilir olduğu anlaşılıyor ki bu da kavganın ciddiyetine işaret ediyor.

Medya imkânı: Hükümet medyada etkili olma konusunda da avantajlı. Fakat denetimindeki medyanın cemaat medyası kadar etkili olduğu söylenemez. Tekrar olacak ama, bunun ana nedeni, her ne kadar dışarıdan isimlere kapılarını açmış olsalar da cemaat medyasının kilit noktalarında Gülen hareketine çok erken yaşta bağlanmış kişilerin bulunması. Onlar bu sürece bir “dava” gibi bakarken hükümet yanlısı medyada çalışanların önemli bir kısmı için bireysel çıkarlar öne çıkıyor.

İnandırıcılık sorunu: Erdoğan, cemaati vesayet sistemi kurmak istemekle suçlayıp, muhalefet dâhil herkesi milli iradeye sahip çıkmaya çağırıyor. Cemaat ise demokrasiyi, başta basın özgürlüğü olmak üzere temel hak ve hürriyetleri savunma iddiasında. Ancak her iki taraf da fazla inandırıcı olamıyor, çünkü tarafların birbirlerine yönelik suçlamalarının tarihi epey eskilere gidiyor fakat aralarındaki tartışma çok yeni. Örneğin tavrını hükümetten yana alan birine “Cemaat devlet içinde kadrolaşmaya bir ay önce mi başladı? Başbakan zamanında niye tavır almadı?” diye sorduğunuzda cevap vermekte zorlanıyor. Keza cemaat yanlılarına Erdoğan’da sözünü ettikleri otoriterleşme eğiliminin miladının dershaneler mi olduğunu sorduğunuzda benzer bir mahcubiyetle karşılaşıyorsunuz. Bu inandırıcılık sorunu nedeniyle tarafların üçüncü şahısları yanlarına çekmeleri pek mümkün olmuyor.

Üç hata

Son olarak tarafların bana göre bazı hatalarını ele almak istiyorum:

1) Önce Gülen, ardından Erdoğan kavganın içinde bizzat yer alarak hata yaptılar. Ama Başbakan’ın hatası daha stratejik zira Gülen, en az 40 yıl boyunca bu cemaat yapısını tel tel ördü. Ne kadar büyürse büyüsün, cemaat üzerindeki kontrol ve hâkimiyeti; cemaatin de ona bağlılığı çok yüksek. Aynı şeyi Erdoğan için söylemek zor.

2) Uzun süre el altından sürdürülen savaş birdenbire açığa çıktı ve şaşırtıcı derecede şiddetlendi. O arada da telafisi çok zor adımlar atıldı, karşılıklı suçlamalar yöneltildi. Bu aşamadan sonra istense bile mutlak anlamda barış çok zor gözüküyor.

3) Başbakan’ın basın özgürlüğü konusundaki kayıtsızlığı, bu krizde zirve yapmış durumda. Korkarım bu gidişle, hiç hak etmedikleri hâlde bazı kişi ve kurumlar onun sayesinde “basın özgürlüğü kahramanı” payesine erişecekler.

Yazının devamı...

Hesap vermeden hesap sormak

Taraf Gazetesi günlerdir peş peşe belgeler yayınlıyor. Hakkında üç ayrı suç duyurusu yapılan, Başbakan Erdoğan tarafından “vatana ihanet” olarak yaftalanan bu yayınların Fethullah Gülen cemaati dışındaki kesimler tarafından fazla önemsenmemesinin ya da önemsenmiyormuş gibi yapılmasının herhalde önde gelen nedeni siyasi iktidardan çekinme/korkma olsa gerek. Kaldı ki Türkiye’de, hükümetin ve cemaatin etki alanları dışında ciddi bir medya varlığından söz etmek de mümkün değil.

Özeleştiri zorunluluğu

Ancak bir başka olguyu da hesaba katmamız gerekiyor: Bugün, başta basın özgürlüğü olmak üzere temel hak ve hürriyetler konusunda cüretkâr ve haklı çıkışlar yapan Gülen cemaatinin, aynı konulardaki sicili pek de parlak değil. Bu konuya 24 Ekim tarihli yazımda () değinmiş ve “Özeleştiri şart” ara başlığıyla şunları yazmıştım: “Gülen cemaatinin yayın organları ve oralarda yazan, yöneticilik yapan cemaatle organik ilişki içindeki bazı meslektaşlarımız, son dönemde demokrasi, basın ve ifade özgürlüğü konusunda çok doğru şeyler söylüyorlar ve siyasi iktidar çevrelerinden geldiğini iddia ettikleri baskı, manipülasyon, çarpıtma ve dezenformasyonlardan şikayet ediyorlar. Ama biz, Gülen cemaati medyasının tam da bugün şikayet ettikleri hususlarda göstermiş oldukları üstün performansı da yakından biliyoruz, bizzat yaşadık ve bunlardan bizzat mağdur olduk. Bugünkü pozisyonlarında inandırıcı olmaları için siyasi iktidara karşı yönelttikleri kapsamlı, isabetli ve sert eleştiriyle aynı ölçüde kapsamlı, isabetli ve sert bir özeleştiri yapmaları şart.”

Ahmet-Nedim olayı

Bu çağrımdan muhataplarımın çoğunun haberdar olduğunu biliyorum ve özeleştiri konusunda herhangi bir ciddi adım atmadıklarını da görüyorum. Kendilerine hatırlatma babında Ahmet Şık’ın @sahmetsahmet twitter hesabından 5 Aralık günü verdiği, tümü Zaman Gazetesi’nde çıkan 13 haber ve analiz bağlantısına göz atmalarını öneririm, ki Ahmet’in de belirttiği gibi bunlardan daha çok var. Üstelik bunlar “en yumuşak”ları sayılabilir.

Temel hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda “dün dündür, bugün bugün” mantığının geçerli olabileceğine inanmıyorum. Benzer bir şekilde, dünkü “Artık dokunabilirsiniz arkadaşlar!” başlıklı yazıma cemaat çevrelerinden gelen (muhtemelen bu yazıya da gelecek olan) “kin” yakıştırmasının doğru olduğunu da düşünmüyorum. Tam tersine, esas “kin”e, arkadaşlarımızın, medya-polis-özel yetkili mahkemeler üçgeninde acımasızca mağdur edildikleri sırada tanık olduk.Benim ve benim gibilerin yapmak istediği, en fazla hafıza tazelemek ve yaşanan mağduriyetlerin olabildiğince telafisini sağlamaya çalışmaktan ibarettir. Yoksa hükümet ile cemaat arasındaki, gün geçtikçe tırmanan kavganın herhangi bir şekilde içinde yer almak gibi bir derdim yok, olmayacak da.

Gülen cemaati içinde genç ve orta yaşlı kesimde özgürlükçü, demokratik ve sivil damarın bazılarını şaşırtacak ölçüde güçlü olduğunu gözleyen biriyim. Beklentim, dershane kriziyle birlikte tamamen değişen Türkiye atmosferinde bu yaklaşımın öne çıkması ve cemaati, ülkedeki genel demokratikleşme mücadelesine taşımaları. Bunu yapmayıp, esas olarak Türkiye’de ve dünyada giderek yükselen Tayyip Erdoğan antipatisine güvenerek, bu süreci demokrasi değil de iktidar mücadelesi olarak görerek ve yakın geçmişte hiçbir şey olmamış gibi davranarak gidilebilecek fazla bir yol yok.

Yazının devamı...

Artık dokunabilirsiniz arkadaşlar!

3 Mart 2011 günü meslektaşım ve arkadaşım Ahmet Şık gözaltına alındığında, evinin önünde bekleyen gazetecilere şöyle seslenmişti: “Dokunan yanar arkadaşlar!”

Ahmet haklıydı. Onun medya-polis-yargı üçgeninde kotarılan bir tezgâhla özgürlüğünden mahrum edilmesinin nedeni Fethullah Gülen cemaati üzerine kaleme aldığı ama daha bitirmediği kitaptı. Ahmet haklıydı çünkü Hanefi Avcı, Eskişehir Emniyet Müdürüyken yayınlattığı “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında cemaati hedef aldığı için uydurma suçlamalarla içeri atılmıştı. Ahmet haklıydı çünkü, kendisiyle aynı gün gözaltına alınan gazeteci Nedim Şener’in kabahati de, Ergenekon soruşturmasını yürüten ve cemaate yakın oldukları söylenen bazı polis şeflerinin Hrant Dink suikastıyla ilişkileri olduğu iddiasını araştırmalarıyla sürekli gündeme taşıyordu.

Ahmet haksız çıktı, çünkü bir avuç meslektaşı “Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları” (ANGA) adı altında bir araya gelip “Yansak da dokunacağız” sloganıyla arkadaşlarına sahip çıktılar. Birçok riski göze aldılar, çok zorlandılar, bazı havalı, sözüm ona “demokrat” meslektaşları tarafından sıklıkla aşağılandılar ama sonunda kazandılar.

Vahim hesap hatası

Bu süreçte AKP hükümeti ve onun destekçileri berbat bir sınav verdi. Cemaatin Ergenekon bahanesiyle kendi “özel” işlerini devletin imkânlarıyla görüyor olmasından rahatsız oldular ama ittifakın bozulmaması için bunları sineye çektiler. Bu çok büyük bir hesap hatasıydı çünkü özellikle Batı’da Ahmet-Nedim olayı büyük yankı buldu; her hükümet yetkilisine bu konu soruldu, onlar da “gazeteci oldukları için tutuklanmadılar” diye kendilerinin de inanmadıkları cevaplar verdiler. Hele Başbakan Erdoğan‘ın basılmadan el konan Ahmet’in kitabı hakkında “bazı kitaplar bombadan daha tehlikelidir” sözü tarihe geçti.

Ama bugün yaşanan cemaat-hükümet savaşında, bazı siyasi iktidar sözcüleri ve onların destekçilerinin söyledikleri Ahmet’in kitabını bile sollayacak hâle geldi. Bu arada cemaate yüklenirken Ahmet-Nedim olayı da iktidar ehli tarafından gündeme getirilir oldu. Öyle ki Ahmet Twitter’dan “El ele verip bizleri hapse tıkan AKP ve cemaat ile yanaşmaları, şimdi kendilerini aklama aracı olarak da isimlerimizi kullanıyorlar. Pes!!!!” deme ihtiyacı hissetti. Haksız sayılmaz, bu gidişle Hanefi Avcı’nın kitabı polis okullarında mecburi okuma listesine alınsa şaşırmayacak durumdayız.

Nereden nereye?

Evet, çok acayip günler yaşıyoruz. Şunun şurasında daha birkaç yıl önce Gülen hareketinden “cemaat” diye söz etmek bile başlı başına özel yetkili savcıların kolları sıvamasına yol açıyordu. Hatta bu sorunun aşılması için “camia”, “Hizmet”, “Hizmet/Gülen hareketi” gibi yumuşak formüller geliştirilmişti. Şimdiyse varsa yoksa cemaat. Hatta Gülen hareketine mensup kişiler bile saldırıları cevaplamak için olsa da, kendilerinden “cemaat” diye bahseder oldular.

Görüldüğü gibi bir tabu yıkıldı. Yaşanan/yaşatılan onca mağduriyetin ardından Gülen cemaatine dokunmak, en azından bir süre için tehlikeli olmaktan çıktı.

Lakin bu durum aldatıcı. Çünkü ortada çok ciddi bir samimiyet sorunu var. Yaşanmış olan mağduriyetler giderilmediği müddetçe de bu sorunun aşılması mümkün değil.

Yarın da madalyonun diğer yüzünü, bir başka samimiyet sorununu, Gülen cemaatinin demokrasi ve başta basın özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlükleri savunmasını ele alalım.

Yazının devamı...

Cemaat-CHP yakınlaşması

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, dün Washington’da Türki Amerikan Birliği (TAA) temsilcileriyle kahvaltı etti. 2010 yılı mayıs ayında ABD çapında 200’ü aşkın kuruluşun bir araya gelmesiyle Washington’da kurulan TAA, Fethullah Gülen cemaatine yakın. Yine dün, cemaatin Washington’daki ana kuruluşu olan Rumi Forum, CHP heyetinin en genç isimlerinden Bursa Milletvekili Aykan Erdemir ile farklı düşünce kuruluşlarından bir grup Amerikalıyı öğle yemeğinde bir araya getirdi.

Aslında bu tür temas ve ilişkilerin son derece normal karşılanması lazım. Ne var ki gerek CHP ile cemaatin arasındaki mesafenin büyüklüğü, gerekse cemaatin AKP hükümetiyle her geçen gün daha da şiddetlenen bir kavga içerisinde olması, bu iki buluşmayı olağanın üstünde anlamlı kılıyor ve bizleri, yazının başlığına da çıkardığımız gibi Gülen cemaatiyle CHP arasında bir yakınlaşmanın başladığı sonucuna götürüyor.

Taban uyuşmazlığı

Fakat bu yakınlaşmanın o kadar kolay olmadığı da ortada. Öncelikle iki yapı arasındaki mesafe gerçekten çok büyük. Cemaatin AKP ile girmiş olduğu ittifak döneminde, özellikle medyası üzerinden CHP’ye ve onun tabanına alenen saldırmış olduğunu net bir şekilde hatırlıyoruz. Benzer bir şekilde CHP tabanının ciddi bir bölümü, yakın zamana kadar her türlü kötülüğün ardında cemaati görüyordu. Örneğin Kılıçdaroğlu’nu Washington’da ağırlayan Türklerin içinde ABD’de cemaate karşı açık bir şekilde mücadele etmiş kişilerin sayısı epey fazlaydı.

Yani “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığının hâkim olup, cemaat ile CHP’nin Tayyip Erdoğan’a karşı olmak temelinde hızla birbirlerine yakınlaşacaklarını, hatta müttefik olacaklarını ileri sürmek abartılı olacaktır. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun da Gülen’in de kendi taraftarlarını, geçmişte hiçbir şey yaşanmamış gibi böylesi bir ittifaka ikna etmeleri kolay olmayacaktır. Zaten birbirlerine daha yakın oldukları varsayılan AKP ile cemaat arasındaki işbirliğinin bile sona erdiği düşünülecek olursa, CHP-cemaat birlikteliğine fazla ömür biçmek mümkün olamaz.

Başbakan’ın çağrısı

Lakin, bütün zorluklarına rağmen CHP ile cemaat arasında bir yakınlaşma olduğu ve bunun Erdoğan’ı rahatsız ettiği de muhakkak. Nitekim AKP lideri, partisinin dünkü Meclis grup toplantısında milli iradeyi vesayet altına almaya çalışanlara vurgu yaptı ve “Milli iradeye muhalefet partileri de sahip çıkmalıdır” dedi. Başbakan’ın vesayet konusunda cemaati işaret ettiğini ve başta CHP olmak üzere muhalefet partilerini cemaat ile aralarında mesafe koymaya çağırdığını düşünüyorum.

CHP’nin (ve diğer muhalif partilerin) bu üstü kapalı çağrıya icabet etmeleri tabii ki beklenemez. Fakat hükümet ile cemaat arasındaki kavga daha da şiddetlenir ve taraflar birbirlerine yönelik eleştiri, şikâyet ve suçlamalarını daha somut ve detaylı bir şekilde dile getirirlerse (ki cemaat Taraf Gazetesi üzerinden böylesi bir süreci başlatmış durumda), CHP ve diğer üçüncü şahıslar da kendilerini taraf tutmak zorunda hissedebilirler.

İlgili ama nötr

Washington’da Kılıçdaroğlu’na hemen herkes bu kavgayı ve kendisinin tavrını soruyor. CHP liderinin dershane konusuna bakışı cemaatinkine daha yakın: İhtiyaç ortadan kalkmadığı müddetçe dershanelere dokunmanın yanlış olacağını savunuyor. Fakat kavganın siyasi boyutuyla ilgili sorularaysa bağlayıcı cevaplar vermekten özenle kaçınıyor, kavganın bundan sonraki seyrini beklemek gerektiğini söylüyor. Kısacası konuyla çok yakından ilgili ama nötr bir tavrı benimsiyor.

Kılıçdaroğlu’nun bu kavgaya (en azından şimdilik) doğrudan müdahil olmayarak, buna karşılık olaya “yesinler birbirlerini” basitliğinde de bakmayarak doğru yaptığını düşünüyorum. Fakat bu tutum uzun sürmeyebilir ve CHP ile lideri, gidişata göre kendilerini kavganın tam ortasında bulabilirler.

Yazının devamı...

Kılıçdaroğlu Washington’da icazet mi arıyor?

AKP Genel Başkan Yardımcısı Salih Kapusuz, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Washington ziyareti üzerine 1 Aralık günü tam 17 tweet attı. Bunlardan bazılarını aktarmak istiyorum: “Her fırsatta ‘anti-emperyalizm’ ve ‘AntiAmerika’ söylemlerini dilinden düşürmeyen Kılıçdaroğlu son 1 aydır ABD ziyareti için çabaladı ve gitti... CHP, iktidara talip olduğunu, projelerini ve programını millete değil de ABD’ye anlatma ihtiyacını hissediyorsa icazet alıyordur... Bu ABD ziyareti, CHP’nin klasik ‘Türkiye’yi şikayet’ ziyaretlerinden değil Yahudi lobisi ve ‘Derin ABD’ ile işbirliği ziyaretlerindendir.”

Kapusuz da çok iyi biliyor ki, yakın bir zamana kadar, Kılıçdaroğlu’nun yerine Erdoğan, CHP yerine AKP yazılarak onun cümlelerinin tıpatıp aynısı karalamalar kendi liderine ve hareketine uygun görülüyordu. Kapusuz’un da içinde yer aldığı, Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki “yenilikçi” hareket daha Milli Görüş hareketinden kopmamışken benzer suçlamalara maruz kalmış, AKP’nin kuruluşuyla birlikte bu tür yakıştırmaların dozu artmıştı. Öyle ki AKP’nin tek başına iktidar olmasını “Çünkü Washington böyle istedi” diye yorumlayanlar çok oldu; hatta onların büyük kısmı hâlâ böyle düşünüyor. Davos ve Mavi Marmara olaylarıyla birlikte AKP’ye yönelik Yahudi lobisiyle işbirliği yakıştırmaları bitmiş olabilir ama Büyük Orta Doğu Projesi’ndeki eş başkanlık, Kılıçdaroğlu dâhil muhalefetin hep dilinde.

Washington’un gücü

Türkiye’nin aslında ABD tarafından yönetildiğine, en azından Washington’dan icazet almayan siyasetçilerin iktidara gelme şansının bulunmadığına inanan insanlarımızın sayısı hayli yüksek. Bu nedenle herhangi bir siyasetçinin ABD ziyareti hemen “icazet” açısından ele alınıyor. Hatta CHP’nin yıllardır iktidara gel(e)memesini, liderlerinin ABD’ye gitmemesine bağlayanlar da var.

Washington’da 2.5 yıl gazetecilik yapmış biri olarak bu türden akıl yürütmelerin doğru olduğunu düşünmüyorum. Kuşkusuz Türkiyeli herhangi bir siyasetçinin, hem dünyanın en güçlü kutbu, hem de Türkiye’nin en önemli stratejik müttefiki olması nedeniyle ABD’yi yok sayması, ona cephe alması çok kolay değil. Lakin Washington’ın gücünü “istediğini iktidara getirir, istediğini iktidardan indirir” şeklinde abartmak yanlış olur. Kaldı ki Amerikan yönetiminin, gücünü büyük ölçüde, hakkındaki bu abartılı imajdan aldığını söyleyebiliriz.

Amerikan gücünün sınırları

ABD’nin Türkiye’deki siyasi hayata hep müdahil olduğu, bundan sonra da olmak isteyebileceği bir sır değil. Siyasetçilerimizin de bütün hesaplarını yaparken muhakkak Washington faktörünü akıllarında tuttukları, hatta en ön sıralara yerleştirdikleri de malum. Ama ortada şöyle sıkıntılı bir durum var: Türkiye’de Amerikan karşıtlığı dünya ortalamasının epey üstünde. Bununla birlikte, ABD’den hoşlanmayanların çoğu, onunla iyi geçinmeyen Türkiyeli siyasetçilerin fazla şansı olmadığını da düşünüyor. Dolayısıyla ülkemizde iktidarı hedefleyen bir siyaset yapmak isteyenler, kamuoyundaki Amerikan karşıtlığıyla Washington’un kaygı ve beklentileri arasında bir denge tutturmak zorunda.

Ki böyle bir dengeyi tutturmak imkânsıza yakın bir zorlukta. Örneğin temaslarında Kılıçdaroğlu’na değişik vesilelerle Erdoğan’a BOP eş başkanlığı üzerinden yönelttiği suçlamalar hatırlatılırsa herhâlde cevap vermekte zorlanacaktır. Tıpkı AKP’nin ilk yıllarında Erdoğan ve kurmaylarının daha önceki ABD ve İsrail aleyhine sözlerini açıklamakta zorlanmaları gibi.

Son olarak: Washington’un Türkiye’de (başka ülkelerde de herhâlde böyledir) her istediğini iktidara getirme gibi bir gücü yok. Ama iktidardaki bir gücü, kendi istediği çizgiye çekme, eğer gelmiyorsa, iktidarını ona bir tür zindan etme gücüne büyük ölçüde sahip. Bunu da daha çok, diğer iktidar alternatifleriyle ilişkilerini geliştirerek yapıyor.

Dolayısıyla ana muhalefet partisi liderine gösterilecek ilgiden çıkartılacak mesajların asıl muhatabının iktidar partisinin lideri, yani Başbakan Erdoğan olacağını ileri sürebiliriz.

Yazının devamı...

Kılıçdaroğlu Washington’da ne umuyor, ne bulabilir?

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kalabalık bir heyetle geldiği Washington’da ilk gün (pazar), sabah Wall Street Journal’a mülakat verdi, ardından gün boyu, ABD’de yaşayan Türklerin temsilcileriyle bir araya geldi. Akşam da partisinin Washington temsilciliğinin açılışını yaptıktan sonra ABD’deki bazı Yahudi kuruluşlarının temsilcileriyle yemek yedi.

Bugünden itibaren çok daha yoğun bir temas trafiği söz konusu. Daha önce Ankara’da görev yapmış olan İngiltere Büyükelçisi Peter John Westmacott ile kahvaltısının ardından Beyaz Saray’a geçecek olan CHP lideri burada, Ulusal Güvenlik Konseyi’nde Avrupa işlerinden sorumlu olan Karen Donfried ile görüşecek. Daha sonra Brookings Enstitüsü’nde konuşma yapacak olan Kılıçdaroğlu’nun bir sonraki durağı, Brookings gibi Demokrat Parti’ye yakın olan bir başka düşünce kuruluşu Amerikan İlerleme Merkezi olacak. CHP liderinin Kongre’deki temasları da bugün başlıyor. Akşam Cumhuriyetçi Temsilciler Meclisi üyeleriyle yemek yiyecek olan Kılıçdaroğlu ertesi günkü akşam yemeğinde de Demokrat temsilcilerle bir araya gelecek.

CHP lideri son gün (çarşamba) yakınlarda Partilerüstü Siyaset Merkezi adına yayınladıkları “Söylemden Gerçekliğe: ABD’nin Politikasını Yeniden Çerçevelemek” başlıklı raporla hükümetin tepkisini çekmiş olan ABD’nin eski Ankara büyükelçileri Morton Abramowitz ve Eric Edelman’la buluşacak. Daha sonra da Johns Hopkins Üniversitesi’nde Gezi konusuna ağırlık vereceği bir konuşma yapacak.

Tarihi olabilmesi için

Washington’da Aralık 2004-Haziran 2007 arasında gazetecilik yaptım. Herhangi bir muhalefet partisinin böyle bir programına tanık olmadım, sonra olduğunu da duymadım. Sadece AKP’nin kurulmasının ardından R. Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının kendilerini anlatmak için geldikleri Washington’da, Ankara’nın engellemeleri sonucu pek fazla muhatap bulamamış olduklarını biliyorum. Bu açıdan bakıldığında Kılıçdaroğlu’nun ziyaretini “tarihi” olarak niteleyebiliriz. Ancak tarihi sıfatını sahiden hak edebilmesi için, ziyaretin geleceği bariz bir şekilde belirlemesi gerekir.

Peki, olabilir mi? Teorik açıdan pek fazla sorun yok. Öncelikle, çok kapsamlı ve yoğun bir program söz konusu. Açıkçası, bu kadarını beklemediğimi itiraf etmeliyim. Bunda CHP’nin ABD’deki yeni, genç ama son derece dinamik teşkilatının payı olsa gerek. Sonuçta Kılıçdaroğlu’nun görüşmediği pek kimse kalmayacak. Kuşkusuz Obama yönetimiyle temasın “alt düzey” olması bir sorun, ama daha üst düzey olması şu koşullarda mümkün olamazdı; olsaydı muhakkak daha büyük sorun çıkardı.

İkinci olarak, Washington’da CHP’ye belli bir ilgi söz konusu. Ne var ki bu ilginin ana kaynağı CHP’nin kendisi değil de AKP hükümeti, hatta daha çok Başbakan Erdoğan. Ankara’nın bazı temel iç ve dış konularda izlediği politikalardan memnun olmayan Amerikalıların muhtemel alternatifleri değerlendirmeleri, bu bağlamda CHP’yi de merak etmeleri normal.

Ne söyleyecek?

Bu merak ve ilginin bir şekilde desteğe dönüşmesiyse Kılıçdaroğlu’nun (tabii ki kurmaylarının da) göstereceği performansa bağlı. Toplantılar, çalışma yemekleri, konuşmalar yapılması muhakkak önemli ancak daha önemli olan, CHP liderinin buralarda neler söyleyeceği; söylediklerinin muhataplarının ilgisini çekip çekmeyeceği; onları tatmin edip etmeyeceği.

Washington’da bir müddet yaşamış olanlar bilir: Bu şehirde hiç ummadığınız kişilerin Türkiye hakkında hiç beklemediğiniz derinlikte (kimi zaman da sığlıkta) bir bilgiye ve bakış açısına sahip olabildiğini görürsünüz. Yine hiç ummadığınız bir yerde söylediğiniz herhangi bir söz, ummadığınız bir şekilde (sizin için olumlu ya da olumsuz) sonuçlara yol açabilir.

Kısacası Kemal Kılıçdaroğlu’nu Washington’da yoğun, yorucu, kısa ve uzun vadede yaratacağı etkiler belirsiz bir program bekliyor. Sonuçları ne olursa olsun CHP liderinin bu ziyareti yapmış olması bile başlı başına önemli ve olumludur.

Yazının devamı...

İki araştırmacı gazeteci ve iki kitap

Ülkemizde bir zamanlar gazeteciler tarafından yazılmış kitaplar gözdeydi. Örneğin büyük gazeteci Uğur Mumcu’nun kitapları 1980’li yıllara damgasını vurmuştu. Zamanla gazeteci kitaplarının sayısı olmasa da nitelikleri düşmeye başladı ve günümüzde iflasa yakın bir noktaya geldik.

Bunun birçok nedeni var. Öncelikle bir-iki istisna dışında bir gazetecinin önceliği kitap yazmaya vererek geçinmesi zor. Dolayısıyla rutin işlerden arta kalan zaman ve enerjiyle, muhtemelen de çıkmış haber/yazıların derlenmesiyle kitaplar yazılıyor. İkinci olarak, bugün Türkiye’de gazeteci haberin değil, haber gazetecinin peşinde koşuyor. Son yıllarda alabildiğine artan otosansür öyle kanıksandı ki gazetecilerin habercilik heyecan ve refleksleri iyice aşındı. Bir başka neden de, aslında gazeteci olamayan, ama medya ortamına iliştirilen bazı kişilerin, “derin” yerlerden kendilerine servis edilen belge ve bilgilerden hareketle kaleme aldıkları son derece sığ kitapların piyasaya egemen olması. Bunlara “kopyala/yapıştır” yöntemiyle şişirilmiş ve çalakalem yazılmış olanları da eklemeliyiz.

Öğrenci muhalefeti ve baskılar

Yine de çok şükür istisnalar var. Örneğin akla ilk olarak başarılı araştırmacı gazeteciliğini kitaplarla da taçlandıran Radikal muhabiri İsmail Saymaz geliyor. Ama ben bugün iki ayrı meslektaşımızdan, onların imzasını taşıyan iki yeni kitaptan kısaca söz etmek istiyorum. Uzun bir süredir Ankara’da yargı muhabirliği yapan Vatan’dan Kemal Göktaş ile Milliyetten Gökçer Tahincioğlu’nun (yakın zamanda Milliyet Ankara Haber Müdürlüğü görevine getirildi) ortak imzalarını taşıyan “Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler “ (İletişim Yayınları) “Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar” altbaşlığını taşıyor ve yakın zamandaki öğrenci eylemlerini ve devletin bunlara verdiği cevapların kapsamlı bir dökümünü bizlere sunuyor.

Kitaba adını veren soru cümlesinin sahibi Başbakan Erdoğan. 2012 Aralık ayında ODTÜ’deki öğrenci protestoları üzerine öfkesini “Şimdi ben merak ediyorum; bu okulun yönetimi, akademisyenleri, bu öğrencilere bu işi mi öğrettiler? Nasıl sapan kullanılır? Veya araba lastikleri, ne zaman, hangi ortamda, nasıl yakılır...” diye dile getiren Erdoğan’ın son dönemdeki öğrenci eylemlerinin ana hedeflerinden biri olduğunu zaten biliyoruz. Ama bu kitap bize bildiğimizi sandığımız ama bilmediğimiz bir şeyi açık bir şekilde gösteriyor: Bütün yaşanmış örnekler bir araya getirdiğinde Türkiye’nin son yılları, gerek öğrenci eylemleri, gerekse bunlara karşı “orantısız şiddet ve baskısı” anlamında son derece bereketli.

Faili belli devlet cinayetleri

İkinci kitabıysa, yine Gökçer Tahincioğlu, ama bu sefer tek başına kaleme almış: “Beyaz Toros” (Doğan Kitap). “Faili Meçhul Devlet Cinayetleri” altbaşlığı taşıyan kitapta 1970’li yıllardan Kadir Manga, 80’lerden Cemil Kırbayır, Hakan Mermeroluk, Ferhat Kurtay, Orhan Keskin ve Ramazan Yukarıgöz, 90’lardan Namık Erdoğan, Hasan Ocak, Rıdvan Karakoç, 2000’lerden Mahsun Mızrak, Roboski ve Ethem Sarısülük’ün hikayeleri yakınlarının ağzından aktarılmış.

Kimisi çatışmada, kimisi gözaltında kaybedilerek, kimisi idam edilerek, kimisi cezaevi operasyonuyla, kimileri de askeri jetlerin bombardımanıyla katledilmiş insanların hikayeleri farklı ama kaderleri bir. İçlerinden Ramazan Yukarıgöz‘ü isim olarak biliyordum ve 1981 yılının Mart ya da Nisan ayında İstanbul Siyasi Şube’de karşılaştım. Silahlı bir soygun sırasında yaralı yakalanmış, daha tam iyileşmeden işkenceli sorguya alınmıştı. Yaklaşık iki yıl sonra da arkadaşlarıyla birlikte idam edildi. Hakan Mermeroluk‘u şahsen tanımıyordum ama bizler Hasdal Askeri Cezaevi’nde tutukluyken, 24 Aralık 1981 günü Alemdağ Askeri Cezaevi’nde bir operasyon yapıldığını ve üç arkadaşımızın öldürüldüğünü öğrenmiştik: Bahadır Dumanlı, Şerif Yazar ve Hakan Mermeroluk...

Gökçer ve Kemal’e, bu ülkenin kolektif hafızasına katkıları için teşekkürler.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.