Şampiy10
Magazin
Gündem

Gülen sustu sulh havası hakim oldu

Cemaat-hükümet savaşı hakkında çıkardığımız ikinci hasar tespit raporunun yayınlandığı Perşembe günü çok sıradışı olaylara tanık olduk: Önce ikinci dalga yolsuzluk soruşturmasını açan ama daha sonra dosya kendisinden alınan savcı Muammer Akkaş bir basın açıklamasıyla soruşturma yapmasının engellendiğini söyledi.

Ardından İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı basının karşısına çıktı ve Akkaş’ı kendilerini yanıltmak ve basına bilgi sızdırmakla suçladı. Daha sonra Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu tarafından yapılan açıklamada “Hukuka aykırı eylem ve işlemlerde bulunulması halinde yönetenlerin de herkes gibi yargı tarafından denetlenmesi demokratik hukuk devletinin bir gereğidir” denildi.

Daha önemlisi HSYK, hükümetin 17 Aralık soruşturmasından dört gün sonra çıkardığı “Adli Kolluk Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”in

2’nci ve 3’üncü maddelerinin, yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı ilkeleri ile Anayasanın ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun ilgili hükümlerine açıkça aykırı olduğunu savundu. Nitekim bir gün sonra Danıştay, oy çokluğuyla bu yönetmeliğin yürütmesini durdurdu. Aynı gün Başbakan Erdoğan da Sakarya’da, “Yetkim olsa HSYK’yı yargılardım” dedi. (Partisinden teker teker kopmaların yaşandığı da düşünülecek olursa Erdoğan’ın böyle bir yetki elde etmesi pek mümkün gözükmüyor ama HSYK’da inisiyatifi Cemaat’e kaptırmış olduğu için 12 Eylül referandumunu yapmamış olmayı tercih etmesi ihtimal dahilindedir.)

Gülen’in suskunluğu

Bütün bu yaşananlardan hareketle, daha önceki iki hasar tespit raporunda çıkardığımız hükümetin ağır yaralı, buna karşılık Cemaat’in sapasağlam ayakta olduğu sonucunu tekrarlamamız gerekebilir. Lakin Cuma günü akşam saatlerinden itibaren (görüldüğü gibi artık grafik saatlere göre bile oynayabiliyor) savaştan çok, barış, tarafların tercih ettiği sözcükle “sulh” atmosferi hakim olmaya başladı; üstelik bunda Cemaat’in geri adım attığı/atmaya hazır olduğu iddiaları belirleyici oldu.

Sulh beklentisine esas olarak Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin attığı birkaç tweet’in yol açtığı ortada. Hatta kendisinin arabuluculuk yapmak için Ankara’ya gittiği bile ileri sürüldü ki Gülerce bunu redddetti. Bana göre Fethullah Gülen’in, Başbakan’ın “İnlerine kadar gideceğiz, didik didik edeceğiz” çıkışına “Kimin ‘in’de olduğunu Allah görüyor” diye cevap verdiği “Birlik, Dirlik ve Beraberliğin Yolu” başlığıyla sunulan konuşmasından, yani 22 Aralık’tan sonra sesinin çıkmaması daha önemli.

Bu suskunluk “geri adım”, oradan hareketle “sulh arayışı” anlamına gelir mi, emin değilim. Fakat daha önceki raporda belirttiğimiz şu üç noktanın, yani Cemaat’in “siyasetüstü” olma iddiasının hiçbir anlamının kalmaması; sürekli konuşan, Başbakan’la polemiğe giren Gülen’in bir din adamından çok siyasetçi profili çizmeye başlaması ve Gülen’in 20 Aralık’ta yaptığı “Yolsuzluk” başlıklı konuşmanın, onun ve Cemaat’in imajında ciddi yaralar açması, Gülen ve Cemaat’i yeni bir strateji arayışına ittiği, en azından varolan stratejiyi gözden geçirmeye sevk ettiği anlaşılıyor.

Misillemenin ön işaretleri

Bu arada Cuma ve Cumartesi günü Sabah Gazetesi’nin manşetinden verilen “Cemaat’in Emniyet imamı Osman Hilmi Özdil” haberlerini de önemsemek, o hep beklenen, hükümetin Gülen cemaatinin devlet içindeki yapılanmasını tespit, teşhir ve tasfiye sürecinin startı olarak görmek yanıltıcı olmaz. Bu ismi Hanefi Avcı 2010 Ağustos ayında çıkan kitabında yazmış, ama Özdil’e hiçbir şey olmazken Avcı kendisini cezaevinde bulmuştu. Üç yıl sonra aynı kişi hakkında elde edildiği ileri sürülen çok özel bilgilerin medya üzerinden kamuoyuna sunulması, devletin misilleme için kamuoyu oluşturmak istemesi şeklinde yorumlanabilir.

Diyelim ki sulh oldu

Belki de “sulh” havalarının esmesinde bu yayınların da etkisi olmuştur. Her ne olursa olsun, şu soruları sormak şart:

1) Cemaat ile hükümet arasında sulh tesis edilirse yolsuzluk soruşturma dosyaları ne olacak?

2) Sulh tesis edildi diye hükümet, altını çizerek vurguladığı “devlet içindeki devlet” yapılanmalarını tasfiye hedefinden vaz mı geçecek?

Üçüncü hasar tespit raporunu şöyle bitirmek mümkün: Savaşı sonlandıracak bir sulh, hatta tansiyonu bir ölçüde düşürecek bir ateşkes çatışan her iki tarafın da lehine gözüküyor, ancak o kadar kısa sürede o kadar şiddetli bir savaş yaşandı ve bu arada her iki taraf hakkında bilinmeyen o kadar çok şey öğrenildi ki istense de bunu durdurmak ve sulh halini kalıcı kılmaz çok zor gözüküyor. Yine de imkansız diyemeyiz.

Yazının devamı...

Bu savaşta taraf tutmak zorunda mıyız?

Eğer iktidar partisini destekliyorsanız ve Başbakan Erdoğan’a tam olarak güveniyorsanız bu savaşta taraf olmakta zorlanmazsınız.

Benzer şekilde Fethullah Gülen’i seviyor ve onun hareketine güveniyorsanız da safınızı belirlemeniz zor olmayacaktır.

Ama son 12 yılda sayıları epey artmış olan, Erdoğan ve Gülen’i eşit ölçüde seven, AKP hükümetine ve cemaate aynı mesafede olanlardansanız işiniz hiç kolay olmayacaktır.

Erdoğan ve Gülen’den hemen hemen aynı derece hoşlanmayan bir kişiyseniz eğer, “yesinler birbirlerini” demekle işin bitmediğini görüyor olmalısınız.

Hele tercihinizi savaşta kazanan taraftan yana yapmayı düşünüyorsanız işiniz iyice zorlaşacak, neredeyse saat başı yaşanan flaş gelişmelerle hangi safa geçeceğinizi bilememenin sancısıyla kıvranıp duracaksınız...

Tarafsızlığın erdemi

Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki savaşın alenileşmesi ve her geçen gün daha da kızışmasıyla birlikte zaten karışık olan kafaların daha da karıştığını görüyoruz. Mesela ulusalcılar AKP ve Erdoğan’a antipatileri yüzünden cemaate utangaç da olsa destek verenler ve zamanında cemaat tarafından mağdur edildikleri için hükümeti “devlet içindeki devlet” mekanizmasını tasfiye için teşvik edenler olarak ikiye ayrılmış durumda. Kürt siyasi hareketi içinde ağır basan eğilim, çözüm sürecinin kesintiye uğramaması için yolsuzluk iddialarını fazla kurcalamamak ama zaten hükümetin süreçte samimi olmadığına inanan Kürtlerden krizin derinleştirilmesi gerektiğini savunanlar da çıkabiliyor...

Soru malum: Bu savaşta hangi tarafı tutmalıyız? Soruya muhatap olduğumda genellikle başlıktaki soruyla cevap veriyorum: Bu savaşta taraf tutmak zorunda mıyız? Ardından “böylesi bir savaşta taraf olmasınız da olur, hatta böylesi daha iyi olur” diyorum. Çünkü:

1) Bu bir iktidar mücadelesi. Eğer iktidardan pay almak istiyorsanız bir tarafı seçmeniz gerekebilir, ama böyle bir derdiniz yoksa bütün taraflarla aranıza mesafe koymak daha iyi olabilir.

2) İki taraf da bunun bir iktidar mücadelesi olduğu gerçeğini örtüp bizi aslında “milli iradeyi savunmak” veya “yolsuzlukla mücadele etmek” istediklerine ikna etmek istiyor.

3) Böylesi bir savaştan kimsenin galip çıkma imkânı yok. Belki de kimin daha çok ve daha az kaybettiğine bakmamız gerekecek. Ama daha vahimi, cemaat ve hükümetin birbirlerini tüketmesiyle Türkiye’nin önünün açılacağının garantisi yok, çünkü ortada alternatif olma potansiyeli taşıyan üçüncü bir güç bulunmuyor.

Hem o, hem öteki

Tabii ki bu yazı burada biterse eksik olur. Çünkü hükümet bizi ısrarla “devlet içindeki devlet”e karşı mücadelesine destek olmaya; cemaat de yolsuzluklara karşı yargının yanında durmaya çağırıyor. Yolsuzluk iddialarını ciddiye alacak kadar AKP’yi, “devlet içinde devlet” iddialarını ciddiye alacak kadar cemaati tanıdığımı düşünüyorum. Bu nedenle cemaatin “devlet içindeki devlet” yapılanmasını tasfiye ettiği ölçüde hükümete, yolsuzlukla mücadele ettiği ölçüde yargıya (dolayısıyla cemaate) destek olmanın bir sakıncası bence yok.

Demokrasiyi ve şeffaflığı savunan birisi olarak, şeffaflıktan uzak olan cemaate, milli iradeden kastı çoğulcu demokrasi olmayan hükümete (dolayısıyla Erdoğan’a) kayıtsız şartsız destek vermeyi hiç düşünmedim, bundan sonra da düşüneceğimi sanmıyorum.

Son söz: Eğer Gülen cemaatinin sivil kanadı, gizli-kapaklı işler çeviren sivil olmayan kanadı etkisizleştirir ve sahici bir sivil toplum hareketini inşa eder; AKP de çoğunlukçu/dayatmacı anlayıştan uzaklaşıp çoğulcu/katılımcı demokrasinin önündeki engelleri kaldırırsa bu ülke için hayırlı olur.

Yazının devamı...

“Paralel devlet” nasıl kanıtlanır?

Fethullah Gülen hareketiyle AKP hükümeti arasındaki iktidar mücadelesinin açığa çıkması 7 Şubat 2012 günü patlak veren MİT kriziyle, bunun topyekûn savaşa dönüşmesiyse dershane kriziyle oldu. Her iki kırılma anında tarafları yakınlaştırmaya çalışanlar çıktı. Hükümet kanadında bu misyonu büyük ölçüde Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı, Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan üstlendi. Bu anlarda verdiği gazete ve televizyon mülakatlarında, Star ve Yeni Şafak gazetelerindeki köşelerde onun özellikle Bediüzzaman Said Nursi’den alıntılarla kavgayı (boşuna) yatıştırmaya çalıştığına sık sık tanık olduk. Akdoğan’ın birkaç gündür, yine Nursi’ye atıf yaparak, ama bu sefer karşı tarafı suçlayarak yazılar kaleme alması hükümet ile cemaat arasındaki kopuşun kanıtlarından biri. Özellikle dün Yeni Şafak’ta “Yasin Doğan” müstearıyla çıkan “İstihbarat oyunlarının vardığı nokta” (http://yenisafak.com.tr /yazarlar/ YasinDogan/ istihbarat-oyunlarinin-vardigi-nokta/ 45130) başlıklı yazı bu kopuşun mührü olarak görülebilir.

“Kayıt dışı yapılanma”

Yazıdan uzun uzun alıntı yapmak istemiyorum, ancak Akdoğan’ın adını vermeden de olsa Gülen cemaatini “istihbarat şebekesi” gibi çalışmakla itham edip bu yönüyle yine adını vermeden, 1990’ların Hizbullah’ı ile benzeştirmesi anlamlı. Akdoğan, yine adını vermeden Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı hakkında “geçmişte TÜSİAD’ın yaptığı gibi her hafta racon kesiyor, dini cemaatler veya STK’larla işbirliğine gitmek yerine yabancı ülkelerin misyon şefleriyle hükümete karşı lobicilik faaliyetlerine girişiyorsa bu nasıl bir sivilliktir, nasıl bir vatanseverliktir?” diye soruyor.

Yazının en kritik bölümüne gelecek olursak; “Kayıt dışı istihbarat, kayıt dışı operasyon, kayıt dışı yapılanma öncelikle hukuk devleti için tehdittir. Devlet kurumları tertip ve tezgâh mantığıyla hareket etmezler” diyen Akdoğan’ın şu sözlerinin altını birkaç kez çizmek lazım: “Dini gruplara mensup bireylerin devlet kurumlarında görev alması kesinlikle ‘sızma’ gibi kavramlarla değerlendirilemez ve bir sorun olarak görülemez. Ancak bu kişiler grup aidiyetiyle farklı bir mekanizma oluşturuyor ve dâhildeki veya hariçteki yetkisiz kişilerin iradesiyle yönlendirilmeye başlıyorsa bu büyük bir sorundur. Karar mercii sivil ve meşru idare olmaktan çıktığı an, orada hastalıklı bir yapı oluşuyor demektir.” Onun yazdıkları, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Demokratik hukuk devletinde çalışanların hepsinin bireysel farklılıkları, düşünceleri olabilir. Farklı akımlara bağlı olabilirler. Ancak devlet ve kamu söz konusu olduğunda başka hiçbir dayanışma ve ilişki olamaz. Bu temel ilkedir” şeklindeki açıklamasıyla örtüşüyor.

Şahin Alpay’ın önerisi

Buradan doğal olarak, son dönemin en popüler tanımlamalarından “paralel devlet”e (aslına bakılacak olursa “devlet içinde devlet” demek daha doğru olabilir ama “paralel devlet” daha kullanışlı ve yaygın) geliyoruz. Şahsen Gülen cemaatinin, başta polis ve adliye olmak üzere bürokrasi içinde yaygın bir şekilde örgütlendiğini, Türkan Saylan, Hanefi Avcı, Ahmet Şık, Nedim Şener ve Hakan Fidan ile diğer MİT yöneticileri olaylarında olduğu gibi, devlet imkânlarını kendi çıkarlarına uygun bir şekilde kullanmaktan çekinmediğini düşünüyorum.

AKP hükümeti hiç kuşkusuz devlet içindeki devlet yapılanmasından başından beri haberdardı, ancak Ergenekon, Balyoz gibi süreçlerde Gülen cemaatiyle ittifak hâlinde olduğu için buna göz yumdu; nasılsa gerektiğinde kontrol altına alabileceğini, kaldı ki bu yapının kendilerine yönelmeye cesaret edemeyeceğini düşünmüş olmalılar. Lakin iki konuda da yanıldılar: Bu yapı hem hükümetin kontrolünden çıktı, hem de onu, özellikle Başbakan’ı hedef aldı.

Peki bu sorun nasıl aşılır? Bu konuda, “paralel devlet” iddiasının akıl ve izanla bağdaşmadığını savunan Zaman Gazetesi yazarı Şahin Alpay’ın önerisini destekliyorum. Şöyle diyor Alpay: “Bu tezin kabul edilebilmesi için, söz konusu soruşturma ve davaların kilit noktalarında rol alan emniyet ve yargı mensuplarının hepsinin ‘F-tipi’ olduklarının, ayrıca amirlerinden değil Fethullah Gülen ve Hizmet Hareketi yöneticilerinden aldıkları talimata göre davrandıklarının da ispat edilmesi gerekir.” (http://www.zaman. com.tr /sahin-alpay /paralel-devlet-meselesi_2188957.html)

Sahiden, eğer soruşturmayı yürütenler amirlerinden gizledikleri bilgileri, Gülen’den ve “cemaat imamları”ndan gizlememişlerse, üstelik operasyonlar konusunda onlardan talimat almışlarsa ve “asıl” devlet de bunu tartışmasız bir şekilde kanıtlarsa Türkiye kritik bir virajı almış olur. Aksi takdirde hükümet ve Başbakan’ın işi iyice zorlaşacaktır.

Yazının devamı...

Esas hedef Erdoğan’ın bizzat kendisi

Hasar tespit raporu-2

Geçtiğimiz cuma günü yayımlanan cemaat-hükümet savaşındaki ilk hasar tespit raporunda (Hasar tespit raporu-1) hükümetin ağır yaralı, buna karşılık cemaatin sapasağlam ayakta olduğu sonucuna varmıştım. O günden bu yana çok şey yaşandı, ama iki temel aktörün durumları pek değişmemiş gibi: Hükümetin yaraları daha da ağırlaşırken, cemaat herhangi bir yara almamış gibi görünüyor.

Bu görüntünün doğru olup olmadığını tartışmak için öncelikle geçen süre zarfında neler yaşandığına hızla göz atmak iyi olacak.

Hükümet hâlâ savunmada

1) Başbakan Erdoğan, yolsuzluk operasyonunda adı geçen bakanlardan üçünün istifasını bir hafta bekletti. Herhâlde istifaları hemen devreye sokmasının kaşı tarafa açık bir üstünlük sağlayacağını düşünmüş olmalı. Ayrıca, başka isimleri ilgilendiren yeni dosyaların açıklanmasını engellemek istemiş de olabilir.

2) Bu stratejinin normal şartlarda işlemesi beklenebilirdi. Fakat, belli ki rüşvetle suçlanmaktan rahatsız olan Erdoğan Bayraktar’ın “o zaman Başbakan da istifa etmeli” açıklaması bütün planları bozmaya yetti.

3) Gerek hükümet, gerekse kontrolündeki medya, geçen süre zarfında da yolsuzluk iddialarını etkisizleştirebilecek elle tutulur bir argüman geliştiremedi. Ne “dış bağlantı” ne de “siyaseti itibarsızlaştırma” suçlamalarının böylesine büyük bir soruşturmanın ağırlığını hafifletmesinin mümkün olmadığını açıkça gördük.

4) Hükümetin, soruşturmayı yürütenlerin büyük bölümünü alelacele görevden almasının; yeni soruşturmaların açılmasını zorlaştıracak düzenlemelere gitmesinin bir yerden sonra pek işe yaramadığı dün net bir şekilde belli oldu. Valilik ve emniyet, savcının yeni bir soruşturma kapsamında verdiği gözaltı talimatına direnerek cumhuriyet tarihinde pek görmediğimiz türden bir krizin yaşanmasına neden oldu. Bu yazı yazılırken kriz tırmanarak sürüyor, soruşturmanın konusuna ve kimleri kapsadığına dair ayrıntılı bilgiler sosyal medyada hızla yayılıyordu. Ki aile fertlerinin de bu dosya kapsamında zikredilmesi esas hedefin Başbakan’ın bizzat kendisi olduğunu düşündürüyordu.

5) Tıpkı Gezi sürecinde olduğu gibi, Erdoğan’ın “ne yapıp edip aleyhine olan durumu lehine çevirdiği” yolunda analizlerle karşılaşıyoruz. Bunlar dün yanlıştı, bugün daha fazla yanlış. Hükümetin bir hafta boyunca son derece kötü bir kriz yönetimi sergilediğini söyleyebiliriz.

Cemaat hâlâ saldırıyor

Dünkü yeni soruşturma (girişimi), cemaatin hükümete karşı epey bir malzeme istiflemiş olduğunun yeni bir kanıtı. Ellerinin altında buna benzer başka dosyaların da bulunduğu da muhakkak. Hükümet soruşturma açılmasını engellese bile bunları (sosyal) medya üzerinden kolaylıkla dolaşıma sokabileceklerdir.

Ne var ki mevcut bariz avantajlı durum, cemaatin önünün sonuna kadar açık olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü:

1) Artık cemaatin “siyasetüstü” olma iddiasının hiçbir anlamı kalmadı. Sürekli konuşan, Başbakan’la polemiğe giren Fethullah Gülen de bir din adamından çok siyasetçi profili çizmeye başladı. Eğer cemaat hızla bir siyasi harekete dönüşmeye yönelmezse siyasetle bu kadar haşır neşir olmanın faturası ağır olacaktır.

2) İster “beddua” diyelim, isterse “lanetleşme” anlamına gelen “mübahele” diyelim, Gülen’in 20 Aralık’ta yaptığı konuşmanın, onun ve cemaatin imajında ciddi yaralar açtığını düşünüyorum. Nitekim Erdoğan halka hitap ederken bu konuşmayı alabildiğine kullanıyor.

3) AKP yerine açık bir şekilde herhangi bir alternatif göstermemesi de cemaatin özellikle İslami kesimle arasının iyice açılmasına, dolayısıyla yalnızlaşmasına yol açıyor.

Savaş şiddetlenecek

Bütün bunların ötesinde hükümet, bazı görevden almalar dışında cemaate herhangi bir şekilde doğrudan cevap vermedi. Bunun böyle süreceğini sanmıyorum. Bugünkü Milli Güvenlik Kurulu toplantısının son derece kritik olduğunu, burada alınacak kararlar ışığında cemaate yönelik olarak, sadece hükümet değil aynı zamanda bir “devlet stratejisi”nin startının verilmesinin kuvvetle muhtemel olduğunu düşünüyorum.

Kısacası değil barış, ateşkesin bile en ufak bir işareti gözükmüyor. Tersine, savaşın alabildiğine şiddetleneceği anlaşılıyor. Ve gelinen aşamada bu savaş her iki taraf için de bir “var kalma mücadelesi” hâlini almış durumda.

Yazının devamı...

‘Hayatın adaleti’ Ahmet Kaya’yı haklı çıkardı

Dün Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri töreni vardı. Bu yıl ödüller Ahmet Kaya, Prof. Bekir Karlığa, Prof. Daron Acemoğlu, Prof. Fuat Sezgin, Prof. İskender Pala ve Tarihi Kentler Birliği’ne verildi. Törene Ankara’da bulunan bakanların hemen hepsi katıldı. İçişleri Bakanı Muammer Güler, tören sonrasındaki resepsiyonda uzun uzun gazetecilerin yolsuzluk soruşturmasıyla ilgili sorularını cevapladı. Ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de aynı konuda ilk kez basına açıklama yaptı.

Bunların detaylarını gazetemizin haber sayfalarında okuyabilirsiniz. Ben bugünkü yazımda Ahmet Kaya’dan söz etmek, daha doğrusu sözü ona bırakmak istiyorum. Zira dünkü ödül törenini tarihi kılan, 1999 yılında ülkeyi terk etmek zorunda kalıp 1.5 yıl sonra Paris’te sürgünde hayata veda eden Kaya’nın ödüllendirilmiş olmasıydı. Bunu bir bakıma devletin büyük sanatçıdan özür dilemesi olarak yorumlayabiliriz. Nitekim Cumhurbaşkanı Gül yaptığı konuşmada, Kaya’nın “herkesi yakalayan bir insan” olduğunu söyledi ve bu ödülün “yeni hataların yapılmamasına” vesile olmasını temenni etti.

“Ben bu ülkeyi sahiden çok sevdim”

Törende gösterilen videoda büyük sanatçının kendi sesinden “Ölürsem tek bir istediğim var: Ardımdan kimse benim için bu ülkeyi sevmedi demesin. Edirne’den Ardahan’a, ben bu ülkeyi sahiden çok sevdim” demiş olduğunu işittik. Ardından eşi Gülten Kaya yaptığı konuşmada, sanatçının 1999’da sürgünde düzenlediği ve tabii ki o tarihte Türk medyasında yer bulmayan basın toplantısında söylediklerinden uzun bir alıntı yaptı. Aynen aktarıyorum.

Ahmet Kaya 14 yıl önce şunları söylemişti:

“Dünyanın bütün kültürlerine, dinlerine, dillerine eşit mesafede duran, kendini hiçbir yere ait görmeyecek kadar dünya vatandaşı hisseden, ama bir kimlik aidiyeti ifade etmek gerektiğinde Kürt asıllı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım.

Sanat disiplin kaldırmayacak kadar özgürdür ve kendi içinde bütün parti ve örgütler üstü bir disipline ve hayatın hep ileriye doğru gitmesi yönünde bir işlevselliğe sahiptir. Özellikle muhalif sanat!

Özgür bir ruh

Ben, benden kendisine sadakat göstermemi isteyen tüm sistemleri reddedecek kadar özgür bir ruha sahibim.

Ben bu ülkenin yakın ve uzak tarihinin tüm yıkıcı sonuçlarını silmesini ve bunu hayatın her alanına yaymasını istiyorum. Benim mücadelem, dünyanın neresinde olursa olsun yok sayılan bütün halkların ve kültürlerin varlığı kabul edilinceye kadar bitmeyecektir.

Benim beklentim, insanlığın içine düştüğü kaosun, 2000’lerle başlayan yeni insanlık tarihinde düzenlenmesi ve hayatın insana en yaraşır hale getirilmesi yönündedir.

Benim lanetim, insanlık suçu işeyenler, hayatı bölenler, değerleri hoyratça harcayanlar, insanlığı örseleyen ve onlara acı yaşatanlaradır.

Hukuk tarihi, beni yargılayan ve bana ceza verenleri kendi gurur tablosuna eklemeyecektir. Bunu biliyor ve hayatın adaletine daha çok inanıyorum. Yeni bir çağın eşiğinde ben, acı ile sınanmış, başta Kürt halkı olmak üzere dünya halklarının artık yüzlerini dağlara dönüp ağlamasını istemiyorum.

Beni anlayabiliyor musunuz?”

Ne mutlu ki Kaya’yı yargılayıp cezalandıranların bugün utanç içinde olduklarını ve hayatın adaletinin onu haklı çıkartmış olduğunu görüyoruz.

Yazının devamı...

Kürt hareketi bu savaşta hangi siperde?

Türkiye’de en güçlü üç ismin Recep Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan olduğunu düşünüyorum. Erdoğan ile Gülen bir süredir birbirleriyle savaşıyorlar. Öcalan’ın adım adım şiddetlenen bu savaş hakkında ne düşündüğünü en azından şimdilik bilmiyoruz. Ancak eldeki verilerden hareketle Öcalan’ın ve ondan hareketle Kürt siyasi hareketinin nasıl bir pozisyon alabileceği konusunu tartışmamız mümkün ve gerekli.

Kuşkusuz akla hemen Gezi direnişi geliyor. Kürt hareketi ilk günlerde Gezi’ye şüpheyle bakmış, arkasında çözüm sürecini sabote etmek isteyen odakların bulunma ihtimalinden ürkmüş ve dolayısıyla direnişe mesafeli yaklaşmıştı. Daha sonra PKK’nın üst düzey yöneticilerinin özeleştirisini yaptığı bu tutum hiç kuşkusuz hükümeti çok rahatlatmıştı. Ancak bu sefer durum çok farklı çünkü taraflar belli, kavga nedenleri hemen hemen biliniyor ve Kürt hareketinin her iki tarafla belli bir tarihi var.

Hükümete yakın, cemaate uzak

İşte o tarihe hızla göz attığımızda Kürt hareketinin Gülen cemaatine uzak, hükümete yakın olması akıllara yatabilir. Her şey bir yana, hükümet bir süredir Abdullah Öcalan’ı merkeze alan ve hareketin tüm unsurlarını şu ya da bu ölçüde kapsayan bir çözüm sürecini yürütüyor. Ve Gülen cemaatinin bu sürece karşı olduğu algısı çok kuvvetli. Örneğin süreci en çok tıkayan sorunlardan biri olan KCK tutuklamalarının bir “cemaat projesi” olduğu düşüncesi hâkim; nitekim, tutuklu BDP’li milletvekillerinin çıkmasını hükümetin istediği ama cemaatin engellediği ileri sürülüyor.

Kürt hareketinin cemaate hep kuşkuyla baktığını Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan İmralı Zabıtları’nda Öcalan’ın ağzından okumuş ve Kandil’deki geri çekilmeyle ilgili basın toplantısının ardından bizzat Murat Karayılan’dan dinlemiştik. Son cemaat - hükümet savaşı üzerine Cemil Bayık, Mustafa karasu gibi PKK/KCK yöneticilerinin de esas olarak Gülen cemaatini, özellikle de onun devlet içindeki paralel örgütlenmesini hedef aldıklarını gördük.

Cemaatin tavrı

PKK tarafından sevilmemenin Fethullah Gülen’i ve onun cemaatini rahatsız ettiği tabii ki söylenemez. Bu hareket uzun bir süredir Öcalan ve PKK’sız bir çözümün mümkün olduğunda ısrar etti, buna AKP hükümeti ve Erdoğan’ı da belli ölçülerde ikna etmeyi başardı ancak cemaatin stratejisinin çözümü mümkün kılmadığı da anlaşıldı. Buna bağlı olarak hükümetin kendilerini devre dışı bırakarak başlattığı son çözüm sürecine cemaatin pek yardımcı olmadığı belli. Bununla birlikte Gülen’in yeni duruma uygun politika değişikliklerine gittiğine de tanık oluyoruz. Örneğin Irak Kürdistanı’nda yayın yapan Rudaw Gazetesi’ne verdiği mülakatta (http://rusencakir.com/Gulenden-Kurtce-egitim-acilimi-Gec-oldu-ama-iyi-oldu/2049) ana dilde eğitimi “adil olmanın gereği” olarak sundu ve savundu.

Gülen’in Kürt siyasi hareketinin yasal kanadından bazı isimleri Pennsylvania’da bizzat kabul etmesi de, cemaatin tutumunda bir yumuşama olduğunun, en azından bir diyalog arayışının işareti olarak görülmelidir.

Bundan sonra...

Şurası muhakkak ki, dün Gezi direnişi sırasında olduğu gibi bugün de cemaat-hükümet savaşı sürerken Kürt hareketi istese krizi derinleştirecek adımlar atabilir ve hükümeti, dolayısıyla Başbakan Erdoğan’ı iyice zor durumda bırakabilir. Ama şu ana kadar atmadı, bundan sonra da atacağını sanmıyorum. Kimileri bunu, Kürt hareketinin, özellikle de Öcalan’ın hükümete, dolayısıyla Erdoğan’a, bir ölçüde de MİT’e ve Hakan Fidan’a sahip çıktığı şeklinde yorumluyorlar ve böyle yorumlamayı sürdürecek gibiler.

Şahsen Kürt hareketinin sahiplendiği şeyin hükümet ya da Erdoğan değil çözüm sürecinin kendisi olduğunu düşünüyorum. Eğer siyasi iktidar süreci ciddi ve dinamik bir şekilde sürdürürse Öcalan ve Kürt hareketini yanında görmeye devam edebilir, aksi takdirde iyice yalnız kalacaktır. Bu da ülkedeki dengelerin iyice altüst olacağı anlamına gelecektir.

Yazının devamı...

Dua “out” beddua “in”

Ekim ayının sonlarına doğru Fethullah Gülen ani tansiyon yüksekliğinin yol açtığı ritim bozukluğu sebebiyle hastanede 12 saat müşahede altına alındı, daha sonra evinde dinlenmeye çekildi. Kendisini ilk arayanlardan biri de Başbakan Erdoğan’dı. Gülen daha sonra verdiği ilanda “Onca iç ve dış gailenin getirdiği yoğunluk arasında lütfedip bizzat telefon ederek, samimi sesi kalbe sürur veren duasıyla ‘geçmiş olsun’ temennisinde bulunan Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan Beyefendi’ye” teşekkür etti.

Önceki sabah internete bağlananlarsa Gülen’in yolsuzluklar konusundaki bedduasının görsel kaydıyla (Gülen'in videosu için TIKLAYIN) karşılaştılar. Bu bedduanın (bunun beddua değil de “lanetleşme” anlamına gelen “mübahele” olduğunu söyleyenler var, haklılık payı olmakla birlikte Gülen’in kendi resmi sitesi bile bu kaydı “beddua” olarak takdim ediyor) hükümet-cemaat ilişkilerinde yeni bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Çünkü:

1) Gülen’in buradaki muhatabının genel olarak AKP hükümeti, özel olarak da Erdoğan olduğu açıktır.

2) Orta Asya’dakiler başta olmak üzere adları yolsuzlukla anılan bir dizi otoriter rejimle, buralardaki faaliyetlerini korumak için fazlasıyla iyi geçinen bir cemaatin AKP hükümeti ve Erdoğan’a yolsuzluk gerekçesiyle meydan okuduğunu düşünmek inandırıcı değil. Kaldı ki yaklaşık 12 yıllık iktidarı döneminde Gülen hareketi AKP’nin canını yolsuzluk bahsinden hareketle ilk kez, hem de feci bir şekilde acıtıyor.

3) Bu beddua Gülen’in büyük bir özgüvene sahip olduğunu gösteriyor. Bunun ilk nedeni, sanıyorum, 17 Aralık soruşturması dosyasına Başbakan’dan daha fazla hâkim olmasıdır. Ayrıca bundan sonra olabilecekler konusunda da Erdoğan’dan daha fazla bilgi sahibi olduğunu pekâlâ düşünebiliriz.

Hatalar zinciri

Artık, kimin başlattığının, kimin hangi hamleyi hangi hamleye karşı neden yaptığının öneminin çok da fazla kalmadığı şu savaş atmosferinde Gülen ve cemaatinin fazlasıyla kendilerine güvenmelerinin bir başka nedeni, Erdoğan ve AKP’nin alabildiğine özgüvensiz hareket etmeleri olsa gerek. Suçlanan 4 bakan görevlerinde kaldığı, üstelik bunlardan biri, kendisini suçlayanları tasfiye etmeyi sürdürdüğü müddetçe bu özgüveni kazanmaları da mümkün olmayacaktır. Hükümet, daha doğrusu Başbakan, tıpkı kendisini zorlayan daha önceki olaylarda (mesela Gezi direnişi) olduğu gibi, bu sefer de demokrasi, temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti gibi kavramlara sahip çıkıp bunları geliştirmek yerine, tam tersi bir yola başvurdu. Görevden almalar, ek savcı atamalar, yönetmelik değişiklikleri, gazetecilerin emniyet binalarına girişlerinin yasaklanması gibi yanlış uygulamaların hiçbir işe yaramayacağını, hatta hükümetin işlerini daha da zorlaştıracağını kısa süre içinde göreceğiz. En önemlisi yolsuzlukları örtmeye çalıştığı algısının yerel seçimde iktidar partisine ağır hasar verdirmesi kuvvetle muhtemel. Bu bağlamda “Sizin hayır dualarınız o bedduaları, saldırıları sandığa gömecektir” çok fazla anlam ifade etmeyebilir.

“İnlerine gireceğiz”

Erdoğan’ın “Devletin kurumları içerisine sızanlar şunu bilsinler ki, inlerine kadar gireceğiz, didik didik edeceğiz ve bu örgütleri teşhir edeceğiz” çıkışının savaşın kaderini belirleyeceğini söylemek mümkün. Ancak ortada bazı sorunlar var:

1) Gülen cemaatinin devlet içindeki kadrolaşması yeni bir olay değil. Büyük ölçüde hükümetin bilgi, rıza, onay ve hatta teşvikiyle yaşandı. Herhangi bir tasfiye girişimi üzerine karşı taraf bunu hükümeti zor duruma düşürecek şekilde hatırlatabilir.

2) Eğer devlet içinde bir devlet yapılanması varsa ki bence var, bunun tarihi de eski. Bu yapının üzerine gidilmesi hâlinde Ergenekon, Balyoz gibi birçok temel davanın yeniden ele alınması muhakkak gerekecektir ki hükümetin bunun yerine bir “genel af”a yönelmesi daha yüksek ihtimal olur.

3) Gülen cemaati kadrolarının devletten tümüyle ayıklanmasının mümkün olduğunu sanmıyorum. Sırf kilit yerlerdeki isimlerin tasfiyesinde bile hükümetin onların yerine uygun isim bulmakta zorlandığını duyuyor, görüyoruz.

Hükümetten yana yayın organları ve yazarların da, yarım yamalak, muhtemelen kendilerinin de inanmadığı komplo teorilerinden ve “Erdoğan’ı yedirmemek lazım”dan öteye gitmeyen bir vizyondan başka bir şey sunmadıkları düşünülürse an itibariyle inisiyatifin cemaatte olduğunu kabul etmek gerekir.

Sanki Gülen yıllar boyunca bu savaşa hazırlanmış ve cemaatini de hazırlamış gibi.

Yazının devamı...

Cemaat denizin ortasında gemileri yaktı

Sizden önce Fethullah Gülen’in herkul.org sitesinde yayınlanan 400. Nağmesini (http://www.herkul.org/herkul-nagme/400-nagme-merhum-cumhurbaskani-turgut-ozal-ve-sehitlik/) ve özellikle şu son cümlesini okumanızı rica ediyorum: “163. Madde’ye de ‘İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’ dedik. Birileri başkalarına karşı o ruhu yeniden hortlatmayı düşünüyorlarsa, Merhum’un (Turgut Özal’ı kastediyor) o mevzudaki o olumlu gayretleri karşısında böyle bir niyet ve böyle bir düşüncenin ne derece bir densizlik olduğunu da doğrudan olmasa bile dolayısıyla ifade etmiş olduk.”

Ardından dünkü Zaman Gazetesi’nde Hüseyin Gülerce’nin “Operasyon ve yakın tehlike” başlıklı yazısını (http://www.zaman.com.tr/huseyin-gulerce/operasyon-ve-yakin-tehlike-_2186024.html#.UrQfH2RdXBw) ve özellikle sonundaki şu cümleyi: “AK Parti iktidarının kapısındaki yakın tehlike, makul olanın, hukukî olanın dışına çıkıp, her şeyi berhava edecek öfkeli bir kalkıştır...”

Bu iki alıntının dünkü yazımın şu paragrafıyla çakışıyor olması sanıyorum tesadüf değil: “Aslına bakılacak olursa ‘cemaat kadrolarını devletten ayıklama’ projesi uzun zamandır gündemde ve cemaat de herhâlde buna göre bazı tedbirler almıştır. Lakin Gülen hareketi için çok daha büyük bir risk söz konusu: Hükümetin, cemaatin sivil kanadını kırmaya veya en azından aşındırmaya yönelik adımlar atması ki dershane projesi buna açık bir örnekti.”

Topyekûn savaş

Görüldüğü gibi, hükümetin cemaate sınırlı bir cevap mı vereceği, yoksa topyekûn savaş konseptiyle mi hareket edeceği sorusu hayati bir önem taşıyor. İkinci şıkkın, yani topyekûn savaş stratejisinin öne çıkması kimseyi şaşırtmasın, zira 17 Aralık’ta cemaatin hükümete karşı böyle bir stratejinin startını verdiğini gördük. Hükümete yönelik böylesine yıpratıcı bir operasyonun Fethullah Gülen’den habersiz yapılması ihtimalinin çok yüksek olmadığı kanısındayım; anladığım kadarıyla Başbakan dâhil hükümet çevreleri de benzer bir görüşte.

İkinci hayati bir soru, karar vermesi hâlinde hükümetin böyle bir stratejiyi hayata geçirmesine elverişli bir zemine sahip olup olmadığıdır. Şurası kesin: 17 Aralık operasyonunun ardından cemaate karşı atılacak her adım, hükümetin yolsuzluğu örtme çabası olarak görülüp gösterilecek. Bu açıdan Ahmet Şık’ın 32. Gün’deki “Kendisine yönelik örgüt davasını bilen cemaat, operasyonu öne aldı. Cemaat, ‘hırsızlığı ortaya çıkarınca bize örgüt muamelesi yapıyorlar’ diyecek” sözlerini önemsemek lazım.

Cemaatin yalnızlaşması

Tekrar “zemin” konusuna dönecek olursak, hükümetin Türkiye’deki muhafazakâr kesimin çoğunluğunu, cemaate karşı topyekûn bir stratejiye ikna etmekte fazla zorlanacağını düşünmüyorum. Zira Gülen’in Mavi Marmara olayındaki tutumu, MİT krizi gibi AKP hükümetini zor durumda bırakan her adımı, cemaatin ülkenin diğer dindar kesiminin büyük kısmıyla arasının açılmasına sebep oldu. Tam da yerel seçimler öncesine denk gelen ve AKP’de şimdiden ölümcül yaralara yol açan 17 Aralık operasyonuyla birlikte cemaatin sadece AKP ile değil İslami kesimin ciddi bir bölümüyle de bağlarını koparttığını söyleyebiliriz. Gülen hareketinin Türkiye’de yalnızlaşması onun küresel plandaki değerinin aşınmasına da neden olabilir.

Kuşkusuz operasyonla ortaya atılan yolsuzluk iddialarını İslami kesimde açıktan savunacak, hoş görecek veya önemsiz gösterecek kimse ortaya çıkmayacaktır ancak bu şokun etkisiyle AKP’nin yerel seçimlerden yenik çıkması ve buna bağlı olarak iktidarı kaybetme sürecinin başlaması ihtimalinin hemen herkesi endişelendirdiği de açıktır.

Aklıma Rasim Özdenören’in, Mısır tartışmaları sırasında yazdığı “Bu ateş hepimizi yakar” yazısı (http://yenisafak.com.tr/yazarlar/RasimOzdenoren/bu-ates-hepimizi-yakar/39234) ve (bugün hep denk geldiği gibi) oradaki son cümle geliyor: “Gemiler sahile çıktıktan sonra yakılır, denizin ortasındayken değil. Unutmayalım...”

Fethullah Gülen’in bunu nasıl olup da unutmuş olduğunu samimi olarak anlayabilmiş değilim.

Bitirirken: Dün, “Hükümet ağır yaralı, cemaat sapasağlam ayakta” demiştik ama bu geçici bir durum. Çünkü hükümet ve cemaatin birbirlerini giderek tırmanan bir şiddetle tükettikleri ve buna bağlı olarak hiçbir tarafın sapasağlam ayakta kalmaya mecalinin kalmayacağı bir sürecin içinden geçiyoruz.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.