Şampiy10
Magazin
Gündem

Hükümetin işi neden hiç de kolay değil...

Pazar akşamı Habertürk’te Enine Boyuna programında Fethullah Gülen’in Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yolladığı mektup üzerine tartışırken yaptığım şu yorum cemaatin hoşuna gitmiş olmalı ki daha program bitmeden onlarca kişi tarafından sosyal medyada paylaşıldı: “Başbakan sanki cemaat köşeye sıkışmış da pazarlık yapıyor algısı oluşturuyor. Alakası yok. Aksine çok rahat ve netler.”

Pazarlık konusunu şimdilik bir kenara bırakalım, bu yazıda esas olarak cemaatin “rahat ve net“, hükümetinse “tedirgin ve muğlak“ hâlini ele almak istiyorum. Henüz hükümetin 17 ve 25 Aralık operasyonlarıyla Hatay’daki TIR olayına yönelik çok ciddi bir misillemesine tanık olmadığımız (bazı savcılar ve polis şeflerinin görevden alınmasını değil de Savcı Zekeriya Öz’ün Dubai tatiliyle ilgili iddiaları belki bu konudaki yegâne istisna olarak kabul edebiliriz) için bu durum aldatıcı görünebilir. Fakat cemaatin özgüvenli, hükümetinse tereddütlü hâlinin bu misillemeyi en azından geciktirme ihtimalini de yabana atmamalı.

Misillemenin misillemesi

Peki neden böyle? İlkin, yazının girişindeki örnekten hareketle cemaatin bu savaşta alabildiğine disiplinli ve örgütlü, hükümet kanadınınsa tam tersine savruk hâlinin altını çizmek gerekiyor. 17 Aralık’tan bu yana dile getirdiğim, örneğin cemaat mensuplarının kendilerini davalarına adamış hâllerine karşılık hükümete yakın gazetecilerin olaya daha çok çıkar temelli yaklaşmaları hâli geçen süre zarfında pek değişmedi. Zaten Başbakan Erdoğan’ın medyadaki en tavizsiz savunucularının büyük çoğunluğunun İslami hareket kökenli olmadıkları, trene sonradan bindikleri de malum. Bu bağlamda, cemaate bağlı veya yakın birçok kişinin her vesileyle “Bizim kaybedecek bir şeyimiz yok, kaybedecekleri olanlar düşünsün“ diyor olmaları hiç boş değil.

İkinci olarak, ilk hamlede 4 bakanı yerinden eden; ikinci hamlede Başbakan’ın ailesine ve en yakın dostlarına uzanan; yine Başbakan’ı bir şekilde El Kaide ile irtibatlı göstermeye çalışan; yeni yılın ilk gününde hükümeti uluslararası topluluk karşısında zor durumda bırakanların bundan sonra neler yapabilecekleri bir muamma. Yani misilleme kadar, hatta belki daha fazla, misillemenin misillemesi merak ediliyor.

“Cadı avı” mümkün mü?

Kaldı ki misilleme hiç de sanıldığı kadar kolay olmayabilir. Örneğin akla ilk gelen “paralel devlet“ denen yapının tespiti, kanıtlanması ve tasfiyesi. Fakat Gülen’in son mektubunda da gördüğümüz gibi cemaat bu konuda da kendinden çok emin. Öncelikle böyle bir şeyin söz konusu olmadığında ısrarlılar. Eğer varsa bunun tartışmaya yer bırakmayacak şekilde kanıtlanması gerektiğini söylüyorlar. Aksi takdirde yapılacak operasyonların akıllara 28 Şubat ve benzer anları getireceği uyarısında bulunuyorlar.

Gerçekten de hükümet, Gülen cemaatiyle ilişkili olduğu düşünülen bir “paralel devlet” yapılanmasını tasfiye etmek isterken bununla doğrudan alakası olmayan çok kişinin canını yakabilir ve hep dile getirildiği gibi bir “cadı avı“ algısı hâkim olabilir. Ergenekon, Balyoz vb. soruşturmalarda böyle çok vaka yaşandı, fakat eninde sonunda mağdurlar AKP ve onun tabanının gözünde “öteki“ olduğu için faturası ağır olmadı. Ancak bu sefer aynı mahalleden bir başka yapı söz konusu. AKP ve cemaatin tabanlarının son yıllarda birbirlerine iyice yakınlaştığı, hatta kimi durum ve yerlerde iç içe geçtiği düşünülürse hükümetin işinin epey zor olduğu anlaşılır.

Cumhuriyet tarihinde bir ilk

Cumhuriyet tarihinde değişik İslami kişi, grup, cemaat ve partilerin devletin hışmına uğradığını biliyoruz. Fakat cemaat-hükümet savaşının bu tempoyla, yani şiddetlenerek devam etmesi hâlinde bir ilk yaşanabilir ve İslami bir cemaatin kolu kanadı, yine İslami iddialı bir hükümet tarafından kırılmak istenebilir. Böylesi bir durum, kısa vadede yara alan cemaatin, orta ve uzun vadedeyse ona darbe indirenlerin aleyhine olacaktır.

Fethullah Gülen’in kendisi ve izleyicileri, hükümetin ve Erdoğan’ın en çok bundan çekindiğini düşünüyor olmalılar. Ancak unuttukları bir başka husus var: Kendileri de cumhuriyet tarihinde ilk kez iktidardaki İslami iddialı bir hükümetin kolunu kanadını kırmaya yönelik peş peşe hamleler yaptılar ve daha da yapacağa benziyorlar.

Yazının devamı...

Mektup savaşın akışını değiştiremedi ama...

Yeni iletişim teknolojileri sayesinde birkaç güne yayılabilecek gelişmelerin birkaç saate sığdığına tanık oluyoruz. Önceki gün Başbakan Erdoğan’ın gazetecilere sözünü ettiği Fethullah Gülen’in mektubu olayında da böyle oldu. Kısa zaman içinde gazeteci Fehmi Koru’nun Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’la görüştükten sonra Pennsylvania’ya gidip Gülen ile görüştüğünü; görüşmede Zaman Gazetesi eski sahibi Alaattin Kaya’nın da bulunduğunu; Koru’nun talebi üzerine Gülen’in Cumhurbaşkanı’na hitaben bir mektup kaleme aldığını ve bunun Gül ve Erdoğan’a iletildiğini öğrendik. Nihayet Gülen’in en yakınındaki isimlerden Osman Şimşek mektubun öyküsüne ek olarak geniş bir özetini internette anlattı:




İlkin bu mektubun yeni olduğu düşünüldü ve Gülen cemaati ile hükümet arasında bir sulhe kapı aralayıp aralamayacağı tartışıldı. Fakat mektubun 21 Aralık’ta yazıldığı anlaşılınca, 25 Aralık’ta doğrudan Başbakan’ı hedef aldığı belli olan ikinci yolsuzluk operasyonu ile yeni yılın ilk günü Hatay’da yaşanan TIR olayı akıllara geldi ve bir sulh arayışı varsa da bunda başarılı olunmadığı sonucuna varıldı.

Gülen’den Gül’e

Yine de bu mektup birçok açıdan önemini koruyor. Bazılarını sıralayacak olursak:

1) Dün yazdığımız gibi son dönemde bir “devlet krizi” değil de iki farklı devlet yapısı, yani esas, bildiğimiz devletle Gülen cemaatinin bürokraside oluşturduğu ileri sürülen “paralel devlet” arasındaki savaşın söz konusu olduğu böylece teyit edilmiş oldu. Gülen’in sorunun çözümü için Cumhurbaşkanı Gül’e mektup yazmış olmasının sembolikten öte siyasi anlamı var ve daha uzun süre bunu konuşacağa benzeriz.

Talepler

2) Her ne kadar cemaat çevrelerinde “pazarlık söz konusu değil” dense de Gülen mektubunda devletten taleplerini net olarak belirtmiş. Bunlar:

- Dershanelerin kapatılmaması;

- Cemaate yönelik karalama kampanyalarına son verilmesi;

- Cemaatin faaliyetlerinin önüne engeller çıkarılmaması;

- Cemaat ile ilgileri olduğu gerekçesiyle memurların görevlerinden edilmemesi.

Vaatler

3) Gülen’in bu taleplere karşılık olarak şunları vaat ettiğini görüyoruz:

- Yerel seçimlerde “aynı yerde ve çizgide durmak”;

- Hep sulh ve huzurun, ittihat ve ittifakın, uhuvvet ve hulletin yanında yer almak;

- Arkadaşlarına, dostlarına ve sevenlerine itidal tavsiye ederek huzurun temini adına elinden geleni yapmaya çalışmak ve her zaman sulhun takipçisi/destekçisi olmak.

4) Gülen’in taleplerinin çok somut, vaatlerininse daha çok soyut olduğu görülüyor. Ayrıca Gülen’in “devletin kanun çerçevesinde yürüyen işleyişi hususunda emir verme, müdahale etme ya da memurları bir noktaya sevk etme konumunda asla bulunmadığını” özellikle vurgulamasının hükümetin beklentilerini karşılamaktan uzak olduğu da açık.

Erenköy cemaati ayrıntısı

5) Mektupta “Ayrımcılık ve meşrepçilik gibi hatarlı düşünce ve çirkin işlerin önü alınmazsa yarın Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri muhiblerinin, Süleyman Efendi’nin talebelerinin, İlim Yayma Cemiyeti’nin, Menzil mensuplarının ve diğer meşreplerin/mesleklerin de aynı muameleye maruz kalacakları” uyarısı yapılması hayli dikkat çekici. Mektubun yazılmasından dört gün sonraki tamamlanamayan ikinci yolsuzluk operasyonunda Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri muhiblerinin, diğer bir deyişle Nakşibendiliğin Erenköy kolunun önde gelen ailelerinden Topbaş ve Tivniklilerin de hedef alınmış olması ilginç. Bunların Başbakan Erdoğan’a çok yakın isimler olduğunu da ayrıca belirtelim.

“Paralel devletin tasfiyesi”

Bu mektuptan şu sonuçları çıkarıyorum:

1) Artık savaşın tarafları belli.

2) Savaş ne kadar şiddetli olursa olsun taraflar birbirleriyle kolaylıkla temas kurabiliyorlar.

3) Görüşüyor olmaları anlaşacakları anlamına gelmiyor ama anlaşmalarının, yani sulhün, en azından ateşkesin imkânsız olduğu söylenemez.

4) Devlet, cemaatin kontrolünde olduğuna inandığı “paralel devlet” yapılanmasının tasfiyesini ön şart olarak dayatıyor ancak Gülen buna razı olacağına dair herhangi bir işaret vermiyor.

5) Dolayısıyla bir sonraki safhada hükümetin “paralel devlet”i bizzat tasfiye etmek için harekete geçmesi bekleniyor.

6) Cemaat’in de bu tür bir operasyona karşı başka kozlarını devreye sokması şaşırtıcı olmayacak.

Yazının devamı...

Devlet krizi değil, iki devlet arasındaki savaş

Önceki akşam Çankaya Köşkü’nde Erhan Çelik, Fehmi Koru ve ben, Habertürk adına Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e sorular yönelttik. Gelen tepkilerden Gül’ün, son dönemde yaşanan Cemaat-hükümet çatışmasının taraflarından hiçbirini tam olarak tatmin edemediği anlaşılıyor. Bununla birlikte hiçbir tarafın tam olarak gayrı memnun olduğu da söylenemez. Bunu, Cemaat’e yakın yayınların Gül’ün yolsuzlukların üzerine kararlılıkla gidilmesi, hükümete yakın olanlarınsa devlet içinde devlet yapılanmalarına asla tahammül edilemeyeceği sözlerini başlığa çıkartmalarından anlıyoruz. Öte yandan Cemaat-hükümet savaşını dışardan izleyen ve Gül’ün üçüncü bir aktör olarak bu sürece müdahale edebileceğini ve etmesi gerektiğini düşünenlerin hayal kırıklığına uğradığı muhakkak. Bunlara çarpıcı bir örnek olarak Oya Baydar’ın yayının hemen ardından kaleme aldığı “Cumhurbaşkanlığı korkuluk değildir Sayın Gül” (http://t24.com.tr/yazi/cumhurbaskanligi-korkuluk-degildir-sayin-gul/8213) başlıklı yazısını gösterebiliriz.

Kuvvetler ayrılığı ve iktidar savaşları

Ona bu süreçte belli bir misyon biçenler, Cumhurbaşkanı’nın asli görevlerinden birinin, “kuvvetler ayrılığı” prensibini muhafaza ederek devletin farklı kurumları arasında ahengi sağlamak olmasından hareket ediyorlar. Onlara göre 17 Aralık’tan bu yana yürütme ile yargıyı karşı karşıya geldiği için ülkede ciddi bir “devlet krizi” yaşanmaktadır ve Gül bir an önce olaya el koyarak sarsılan “kuvvetler ayrılığı” dengesini yerli yerine oturtmalıdır.

Ne var ki benim gibi, 17 Aralık 2013’te olmayan bir kavganın başladığını değil, çoktan (en kötü ihtimalle 7 Şubat 2012’deki MİT kriziyle) başlamış olan bir kavganın şiddetlenerek yeni bir boyut kazandığını düşünenlerdenseniz, esas sorunun devlet içindeki “kuvvetler ayrılığı”ndan ziyade ülke içinde farklı kuvvetlerin (AKP hükümetiyle Gülen cemaati) yürüttüğü bir iktidar savaşı olduğuna hükmedebilirsiniz. Bu savaşın toplumsal/siyasal alandan ziyade devlet içinde yoğunlaşmasının ana nedeni de Cemaat’in yıllardan beri, ama özellikle AKP iktidarı döneminde yargı ve emniyet başta olmak üzere bürokraside kadrolaşmış olması. Öyle ki 17 Aralık’tan sonra hükümet (ve tabii ki onun destekçileri de) “paralel devlet” tabirini kullanmaya başladılar ve Cemaat’in devlet içinde devlet şeklinde örgütlenmiş olduğu iddialarını sahiplendiler. Dolayısıyla Türkiye’de bir “devlet krizi”nden çok “devletler arası” yani esas devlet ile paralel devlet arasında bir kriz söz konusu. Cumhurbaşkanı’nın böylesi bir krizde tercihini nasıl yapacağını sormak bile abestir, zaten “paralel devlet” ile ilgili sorularımıza verdiği cevaplardaki vurgu da bunun göstergesiydi.

“Erdoğansız AKP” senaryoları

17 ve özellikle 25 Aralık operasyonlarının ana hedefinin Başbakan Erdoğan olduğunu düşünmek için sadece kapsama alanına bakarak bakanları, çok yakın çevresinden işadamlarını ve aile fertlerini görmek yeterli. Bu nedenle sözünü ettiğimiz operasyonları, bir süredir dile getirilen “Erdoğansız AKP” senaryolarıyla irtibatlandırmak hiç de spekülatif olmaz.

Ancak, gerçekleşme ihtimali ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, bu tür senaryoların bir yerine Abdullah Gül’ü monte etmeye çalışmanın pek bir inandırıcılığı olduğunu düşünmüyorum. Gül’ün, öncelikle Erdoğan’ı, ama aynı zamanda AKP’yi ve bağlantılı bir şekilde Türkiye’yi de zayıflatmayı hedefleyen bu türden senaryolara prim verebileceğini düşünmek onu hiç tanımamak anlamına gelecektir.

Yazının devamı...

Cemaat ve hükümet niçin savaşıyor?

Çok değil iki yıl önce, Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasında bir tür savaş yaşandığını söylemeye kalktığınızda her iki taraftan birden çok sert tepki alıyordunuz. O dönemde değil “savaş”, aralarında “mücadele” hatta “rekabet”in bile söz konusu olmadığında hemfikirdiler. Bugünse birbirlerine karşı, psikolojik harekât yöntemlerinin aşırı ölçüde kullanıldığı topyekûn bir savaş yürütüyorlar. Öyle ki gelinen noktada “savaş” tanımına itiraz eden kimse kalmadı, hatta “savaş”ın yaşananları tanımlamakta yetersiz kaldığı bile söylenebilir.

Ama hâlâ cemaat ve hükümetin birbirleriyle neden savaştıkları konusunda kafalar karışık. İslami hareket konusunda ayrıntılı bilgiye sahip olmayanlar “halbuki ikisi de muhafazakâr...” diyerek yaşananları bir tür “kardeş kavgası” olarak görüyor ve buna bir anlam veremiyorlar. Cemaatin tarihçesini biraz bilenlerse, Fethullah Gülen’in o bildik temkinli tutumunu bir kenara bırakmış olmasına şaşırmaktalar. AKP’nin, cemaate özellikle askeri vesayeti geriletmede çok şey borçlu olduğunun farkında olanlarsa Başbakan Erdoğan’ın bu ittifakın sonlanmasını, hatta tarafların birbirlerine hasım olmasını neden engellemediğini veya engelleyemediğini anlamakta zorlanıyorlar.

Savaşın farklı aşamaları

Hatırlayalım: Geçen yılın ortalarında iki tarafın kavgası barış ve demokrasi ikilemi üzerinden gelişiyordu. Cemaate yakın isimler hükümeti demokrasi konusunda eleştiriyor, esas olarak da Başbakan Erdoğan’ı otoriterleşmekle, “tek adam” olmaya çalışmakla suçluyorlardı. Hükümete yakın kişiler de cemaatin “çözüm süreci”ne karşı olduğunu, hatta süreci sabote etmeye kalktıklarını ileri sürüyorlardı.

Ardından dershane krizi patlak verdi ve savaş eğitim alanına sıçradı. Ne var ki konuya hâkim olanlar, asıl sorunun dershane olmadığının, Erdoğan’ın dershaneleri kapatarak cemaatin üzerinde yükseldiği en önde gelen zeminlerden birini kurutmak istediğinin, cemaatin de bunu engellemek için elinden geleni yapmaya kararlı olduğunun farkındaydı.

Nihayet 17 Aralık operasyonu yaşandı. Cemaat bu sefer hükümeti en zayıf ve hassas olduğu noktadan, yolsuzluklar üzerinden vurdu. Yolsuzluk iddialarını çürütmekte zorlanan hükümet de, o zamana kadar dillendirmekten özenle kaçındığı, cemaatin “devlet içinde devlet” hâline gelmiş olduğu iddiasını öne çıkardı.

Daha önce de yazmıştım, tekrarlamakta beis yok: Yolsuzluk iddialarını ciddiye alacak kadar AKP’yi, “devlet içinde devlet” iddialarını ciddiye alacak kadar da cemaati tanıdığım kanısındayım. Dolayısıyla cemaat kontrolündeki “devlet içindeki devlet” yapılanmasını tasfiye ettiği ölçüde hükümete, yolsuzlukla mücadele ettiği ölçüde yargıya (dolayısıyla cemaate) destek olmakta sakınca görmüyorum.

Yeni tür iktidar savaşları

Lakin bir yerden sonra karşılıklı suçlamaların ve sahip çıkılan değerlerin fazla bir anlamı kalmıyor, çünkü hükümet ve cemaat esas olarak iktidar için savaşıyorlar. Otoritesini paylaşma konusunda hiç de cömert olmadığını bildiğimiz Erdoğan, cemaati siyasi alandan toplumsal/kültürel/dinsel alana doğru itmek isterken, Gülen de ülkenin kaderinde daha fazla söz sahibi olma arayışında.

2007 seçimlerinin ardından “Taraf olmayan bertaraf olur” şiarıyla, kendileriyle birlikte hareket etmeyen herkesi tasfiyeye koyulan ve bunda belirgin bir başarı elde eden hükümet ve cemaat, iktidar sahnesinde yalnız kalınca birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. Tetiği ilk çekense cemaat oldu. Gülen’in Mavi Marmara olayının (31 Mayıs 2010) ardından Wall Street Journal’a mülakat vererek İsrail yanlısı pozisyon alması bu manada çok kritik bir olaydır. Ama kuşkusuz zaten zayıf olan karşılıklı güveni berhava eden olay, 7 Şubat 2012 günü MİT Müsteşarı Hakan Fidan başta olmak üzere eski ve görevdeki bazı MİT yöneticilerinin PKK ile Oslo görüşmelerini yürüttükleri için özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya tarafından ifadeye çağrılmasıdır.

Gerek bu iki kritik olay, gerekse 17 Aralık’tan itibaren İran, El Kaide, Suriye gibi mevzuların işin içine yoğun bir şekilde girmiş olması nedeniyle hükümet-cemaat savaşının çok ciddi dış boyutlarının olduğunu hiç tereddütsüz söyleyebiliriz. Maalesef hükümet çevreleri tarafından üretilen komplo teorileri bu savaşın dış bağlantılarını serinkanlı bir şekilde tartışmamıza izin vermiyor. Yine de sonraki yazılarımızda bu hassas konuyu irdeleyeceğimizi duyurmuş olalım.



Hükümet ile cemaat arasındaki ilişkilerin tarihçesini merak edenler, MİT krizinin ardından kaleme aldığımız, “Erdoğan-Gülen ilişkisi: Dün/bugün/yarın” başlıklı beş günlük diziye bakabilirler: http://rusencakir.com/Erdogan-Gulen-iliskisi-dun-bugun-yarin-1-Kokleri-derinlerde-olan-bir-rekabet/1672

Yazının devamı...

Cemaat için de çare Sarıgül mü?

Dershane krizi patlak verdiğinde akıllara en çok gelen, bunun yerel seçimlerine nasıl yansıyacağı sorusuydu. O günlerde ilkin, Fethullah Gülen cemaatinin, dershaneleri kapatmak isteyen AKP hükümetini cezalandırmak isteyeceği düşünülüyor ve oy oranı tahminleri yapılıyordu. Birden, nasıl hesaplandıysa, cemaatin yüzde 1 civarında oyu bulunduğunda mutabık kalındı ve dolayısıyla tartışma tavsadı.

Halbuki önemli olan cemaatle organik ilişki içindeki kesimlerin sayısı, yani nicelik değil, onun etki alanı, yani nitelikti. Bunun böyle olduğunu anlamak için de fazla zaman geçmesi gerekmedi: 17 Aralık günü, emniyet ve adliyedeki Gülen cemaatine bağlı isimlerce yapıldığı öne sürülen ve başta Gülen’in kendisi olmak üzere cemaatin tümü tarafından sahiplenilen yolsuzluk/rüşvet operasyonu AKP’ye çok ciddi bir darbe indirdi. Hükümetin bütün önleme çabalarına rağmen devreye sokulan ve hemen Ankara’nın müdahalesiyle akamete uğratılan ikinci dalga operasyonla birlikte iktidar partisi (ve Başbakan Erdoğan) için durum daha vahim bir hâl aldı.

Cemaat ile hükümetin seçim yarışı

Ortada her geçen gün daha da şiddetlenen bir savaş var ancak hükümet henüz “misilleme” tanımını hak edecek ölçüde etkili bir karşı hamle yapmış değil. Seçimlere kadar olabildiğince durumu idare etmeyi ve nihai hesaplaşmayı 30 Mart sonrasına bırakmayı düşünüyor olmalılar. Ancak son olarak Hatay’daki TIR haberi olayında da gördüğümüz gibi sürekli olarak hükümetin ve Erdoğan’ın sinir uçlarıyla oynanıyor. Bu yolla hükümetin, gerekli gördüğü hazırlıkları tamamlayamadan ve tabii ki seçimler öncesi bir topyekûn savaş atmosferine çekilmek istendiği kanısındayım. AKP’nin enerjisinin çoğunu bu iktidar savaşına aktarması durumunda yerel seçim kampanyasını büyük ölçüde aksatması mukadder olacak ve bu da tabii ki rakiplerine yarayacaktır.

O zaman şu soru karşımıza çıkıyor: Bu seçimlerde AKP ve Erdoğan’ın en ciddi (ve dişli) rakibi kim? Benim cevabım hiç tereddütsüz şöyle: Fethullah Gülen ve cemaati.

Çünkü 30 Mart gecesi yapılacak değerlendirmelerde ana ölçütümüz AKP’nin oy oranındaki iniş veya çıkış; koruduğu, kazandığı ve kaybettiği belediyeler, özellikle de İstanbul ve Ankara sonuçları olacak. AKP başarılı olursa “cemaate rağmen”, yenilgiye uğrarsa “cemaat yüzünden” denecek.

Sarıgül ve Yavaş faktörü

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın son açıklamasında, Cemaat’in AKP hükümetinin politikalarını özellikle 2011 genel seçimlerinin ardından eleştirmeye başladığı vurgulanmıştı. Artık bu iki gücün birbirlerinden iyice kopmuş olduğu ortada. Lakin Gülen cemaatinin partisi ve kendi bağımsız adayları olmadığı için işler karışıyor.

Ve tabii ki gözler öncelikle ana muhalefet partisine çevriliyor. Hayır, CHP ile cemaatin yerel seçimler için bir ittifak yaptıklarını ileri sürüyor değilim. Hatta CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun iyice şiddetlenen savaşta herhangi bir tarafa angaje olmuş görüntüsü vermemek için bariz bir çaba gösterdiğini gözlüyoruz. Bununla birlikte, aralık başında Washington’da alenileşen CHP-cemaat yakınlaşmasının sekteye uğramadan sürdüğünü de söyleyebiliriz.

İşte tam da bu noktada CHP’nin İstanbul’da Mustafa Sarıgül, Ankara’daysa Mansur Yavaş’ı aday göstermiş olmasının kerameti anlaşılıyor. Gerek cemaatin kendi tabanına, gerekse yolsuzluk vs. gibi nedenlerle AKP’den uzaklaşabilecek seçmene sempatik gelebilecek (en azından fazla antipatik gelmeyecek) olan Sarıgül ve Yavaş’ın CHP tarafından bilinçli olarak tercih edildiklerini pekâlâ düşünebiliriz.

Son olarak, cemaat ile hükümetin arasının alabildiğine açılmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirmesiyle sulh beklentilerini kamçılamış olan Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’nin Melih Gökçek ile kadim dostluğundan ve Gezi sürecinin öne çıkan figürü Gökçek’in son krizde şaşırtıcı derecede sessiz kalmasından söz etmeden bu yazıyı bitirmek yanlış olur.

Yazının devamı...

‘Dün’ aynı zamanda ‘bugün’ hatta ‘yarın’dır

Zaman Gazetesi dün, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yeni yıl mesajını, “kamuoyu vicdanında oluşan soru işaretleri giderilmeli” sözünü alıntılayarak manşete çıkardı. Fethullah Gülen cemaati, hükümete karşı savaşını yolsuzluklar üzerinden ve “hukuk devleti”, “kuvvetler ayrılığı” gibi demokrasinin evrensel ilkeleri temelinde sürdürmeye çalışıyor. Dolayısıyla cemaatin ana yayın organının “Sorunları hukukun üstünlüğü, adalet, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi ilkelerin hâkim olduğu bir toplumsal ve siyasal ortamda, karşılıklı anlayışla çözmek gerekir” diyen Gül’ü sahiplenmesinde şaşıracak bir şey yok.

Tabii hafızanız güçlüyse sonuna kadar şaşırmakta, buradaki samimiyetsizliğe dikkat çekmekte de haklısınız. Çünkü Cumhurbaşkanı, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in gözaltına alınmalarının ardından duyduğu rahatsızlığı, bizzat Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’ya, nerdeyse aynı cümleyle, “kamu vicdanında kabul görmeyen bazı gelişmeler oluyor” diye aktarmış ama Dumanlı, bu sözleri gizleyerek Cumhurbaşkanı’na bir nevi sansür uygulamıştı. Bu olayın detaylarını “Cemaat o hatadan dönme fırsatını tepmemiş olsaydı” başlıklı yazımda bulabilirsiniz.

“Dün dündür, bugün bugündür”

Yakın zamana kadar birlikte hareket eden, kendileriyle aynı safta olmayanları tasfiye etmeye kalkan ve bunu büyük ölçüde başaran iki güç, Gülen cemaatiyle hükümet, aralarında kıyasıya bir iktidar savaşı başlatınca mecburen üçüncü şahısların ilgi ve desteğine ihtiyaç duymaya başladılar. Bunu yaparken, birbirlerinin geçmişteki yanlışlarını, kusurlarını, suç ve günahlarını, sanki kendileri bunlara ortaklık etmemiş gibi saçmaya koyuldular.

Bir de tabii, ittifakları döneminde fazla dert etmedikleri “masumiyet karinesi”, “basın ve ifade özgürlüğü”, “kuvvetler ayrılığı”, “hukuk devleti” gibi değerleri alabildiğine sahiplenir oldular. “Ama dün böyle diyordunuz...” diye başlayan uyarı ve itirazlarınızaysa Süleyman Demirel’in o meşhur “dün dündür, bugün bugündür” sözünü aratmayacak cevaplar vermeye kalktılar.

Hatada ısrar hatası

Halbuki “dün” sadece “dün” değil aynı zamanda “bugün”, hatta “yarın”dır. Dünyayı algılayışlarında tarihe çok hayati bir anlam yükleyen muhafazakârların (konumuzda cemaat ve iktidar partisinin) kendi yanlışlarıyla yüzleşmeleri, hesaplaşmaları, dolayısıyla özeleştiri yapmaları istendiğinde geçmişi unutma inatlarını anlamak mümkün değil.

“Sivil olmayan kanat”ın hatalarının üstünü örtmeye kalkması cemaati birçok açıdan zor durumda bırakıyor:

1) İktidar partisi ve Başbakan’a yönelik eleştiri ve suçlamaların samimiyetini tehlikeye atıyor;

2) Cemaat içinde aslında “sivil” ve “sivil olmayan” diye farklı kanatların olmadığı, olsa bile bunların birbirleriyle mutlak bir uyum içinde çalıştığı algısına yol açıyor;

3) Cemaatin istikbalini olumlu anlamda belirleyebilecek olan, demokrasi, temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti gibi değerleri içselleştirmiş kadroların ellerini kollarını bağlıyor.

Özeleştirinin suyunu çıkaranlar

Hükümet cemaatle savaşını, “paralel devlet”e, buradan hareketle “yargı vesayeti”ne karşı mücadele stratejisi üzerinden temellendirmek istiyor. Ancak “paralel devlet” denen olgunun son bir ayın işi olmadığı, AKP hükümetinin bilgisi, göz yumması, izni, hatta teşvik ve desteğiyle şekillendiği açık. Aynı şekilde bugün yargılanmak istenen HSYK’nın, dün “taraf olmayan bertaraf olur” diye karşı çıkanların gözünün korkutulduğu 12 Eylül referandumuyla bugünkü yapısına kavuştuğunu da biliyoruz.

Hâl böyle olunca, bugün “paralel devlet” dedikleri yapının en kritik isimleriyle, bazı polis şefleri, savcılar ve medyaya iliştirilmiş bazı şahıslarla dün içtikleri su ayrı gitmeyen, onlardan aldıkları güçle, kibirli bir şekilde hoşlanmadıkları kişileri “darbeci”, “Ergenekoncu” vb. diye yaftalamaya kalkanlardan bazıları özeleştirinin suyunu çıkarıyor.

Size, “Evet, kabul ediyorum. Maalesef kandırılmışım. Ama geçmişe takılıp kalmayalım. Gelin demokrasiyi korumak için şu ‘paralel devlet’e karşı birlikte mücadele edelim” diyerek o kirli ellerini uzatan zamane itirafçılarını kısaca “teşekkürler” diye reddedebilirsiniz.

Yazının devamı...

Cemaat hükümete karşı pozisyonunda kararlı ve ısrarcı

Daha perşembe günü, Başbakan Erdoğan’ın siyasi danışmanı, Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan Yeni Şafak’ta “Yasin Doğan” müstearıyla çıkan “İstihbarat oyunlarının vardığı nokta” (http://yenisafak.com.tr/yazarlar/YasinDogan/istihbarat-oyunlarinin-vardigi-nokta/45130) başlıklı yazısında, adını vermeden Fethullah Gülen hareketinin amiral gemisi olarak niteleyebileceğimiz Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı (GYV) hakkında şu soruyu sormuştu: “Diyalogculukla nam bulan bir vakıf, geçmişte TÜSİAD’ın yaptığı gibi her hafta racon kesiyor, dini cemaatler veya STK’larla işbirliğine gitmek yerine yabancı ülkelerin misyon şefleriyle hükümete karşı lobicilik faaliyetlerine girişiyorsa bu nasıl bir sivilliktir, nasıl bir vatanseverliktir?”

Cevap gecikmedi. GYV dün, cemaat ile hükümet arasındaki gerginliğin gelmiş olduğu son nokta hakkında önemli açıklamalar (http://gyv.org.tr/Aciklamalar/Detay/112) yaptı. Önce isim zikredilmeden Akdoğan’a verilen cevaba bakalım: “Vakfımızın hem Türkiye’yi hem de Hizmet Gönüllülerinin yapmış oldukları faaliyetleri tüm dünyaya anlatma amaçlı yaptığı şeffaf toplantıların bile hükümete yakın bir kısım medya organlarınca çarpıtılarak ‘vatana ihanet’, ‘casusluk’, ‘uluslararası odaklarla işbirliği’ gibi akıl almaz komplo teorileri ve ithamlarla haberleştirilmesi insafla bağdaşmaz. Aksi takdirde bu tip faaliyetleri yapan herkesi ajanlıkla suçlamak ülkeyi içinden çıkılmaz bir cinnet haline sürükleyecektir.”

Geri adım yok

Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin mesajları, ama daha önemlisi Fethullah Gülen’in konuşmalarına ara vermesiyle beraber “sulh havası”nın hâkim olmaya başladığı bir anda gelen bu açıklamanın, cemaatin geri adımı olduğu sanıldı veya böyle olması beklendi. Ancak titiz bir okuma yapılması hâlinde cemaatin tartışmalı herhangi bir konuda herhangi bir şekilde görüşlerini değiştirmesinin, bazı ısrarlardan vazgeçmesinin söz konusu olmadığı anlaşılacaktır. Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, Başbakan’ın iyice popülerleştirdiği “diklenmeden dik durmak“ tanımlaması geliyor akla, ancak cemaatin dik durduğu kesin olmakla birlikte diklenip diklenmediği tartışılır.

Örneğin “Yürütülen soruşturmaların ardında ‘Hizmet’ olduğu iddiası çirkin bir iftiradır” sözü geri adım filan değil. Her şeyden önce yeni değil. Cemaatin medyası ilk andan itibaren sonuna kadar sahip çıktığı 17 Aralık operasyonu için hep “bizimle ilgisi yok” kaydını düşmüştü. GYV açıklamasında da operasyonlar aleyhine herhangi bir cümle bulunmazken, hükümetin bunları engellemek, örtbas etmek için attığı adımlar açık ve kararlı (ve bana göre isabetli) bir şekilde eleştiriliyor. Başbakan’ın tamamen komplo olarak görüp göstermek istediği bu soruşturmalara desteğini sürdüren cemaatin dolayısıyla, hükümete doğru adım attığını söylemenin hiçbir inandırıcı tarafı yok.

Otoriterleşme uyarısı

Açıklamada “Hizmet Hareketi’nin AK Parti’ye husumeti yoktur ve olamaz” cümlesinin altı çizilmiş olduğu için bir yakınlaşma gayreti bekliyorsunuz ancak karşınıza cemaatin Erdoğan ve AKP’ye yönelik eleştirilerinin en kristalleşmiş hâli çıkıyor: “Sayın Erdoğan’ın ve partisinin yönetiminde, eylemlerinde ve eylemsizliklerinde 2011 genel seçimlerinden bu yana ciddi bir farklılık oluştuğu açıktır. AB sürecinin yavaşlaması, kuvvetler ayrılığını erozyona uğratan şekli ile başkanlık teklifi, medya özgürlüklerinin giderek daralması, parlamenter denetimin zayıflaması, Sayıştay’ın görevini yapamaz hâle gelmesi ve otoriterleşme emarelerinin artması, son olarak yargıya bile müdahale edilmesi AK Parti’yi destekleyen sağduyulu kesimleri ülkenin geleceği ile ilgili derin endişelere sevk etmiştir.”

Cemaat bu tespitle AKP ve özellikle Erdoğan’la yollarını iyice ayırırken, kendisi gibi, daha önce AKP’ye destek vermiş ama yakın dönemlerde bunu sonlandırmış kişi ve çevrelerle yeni bir ittifakın teorik temelini de atmış oluyor.

Sokak eylemleri ve provokasyon endişesi

Açıklamada en dikkat çekici cümle şu: “Sokak eylemlerinin birtakım provokasyonlara sebebiyet verebileceği endişesini taşımaktayız.” Cuma akşamı için Taksim Dayanışması’nın çağrısı üzerine cemaate yakın bazı kişiler provokasyon uyarısı yapmıştı. GYV de “Yolsuzluğun protesto edilmesi için ortaya çıkmış barışçıl protestoların sabote edilmesinin yolsuzluk gündeminin değişmesine sebebiyet verebilme ihtimali, amaçlananın tam tersi bir sonuç verecektir. Bu çerçevede, hükümeti basiretli ve serinkanlı yönetime ve protesto eylemlerinde bulunanlar da dâhil olmak üzere 76 milyonun hükümeti olarak davranmaya, aynı şekilde eylemcileri de barışçıl yöntemler ile sınırlı kalmaya davet ediyoruz” diyerek benzer bir tutum takınıyor. Burada esas uyarının göstericilere değil de hükümete yapılmış olduğuna özellikle dikkat çekmek gerekir.

Son olarak, açıklamadaki “Demokratik bir ülkede paralel devlet kabul edilemez. Varsa böyle bir yapı hükümetin bunu delilleri ile ortaya koyması gerekir” yaklaşımının yıllardır cemaat tarafından seslendirilmekte olduğunu hatırlatalım.

“İnsanların Hizmet Hareketi’ne nispet edilerek anayasal bir suç olan fişlenmeye tabi tutulması ve sonra da kriterleri belirsiz istihbari bilgilere dayanılarak hukuka aykırı bir şekilde tasfiye edilmesi demokratik olmadığı gibi en temel insan haklarına da aykırıdır” cümlesini de hükümetten gelmesi beklenen operasyonlara karşı takınılacak tutumun ipucu olarak kayda geçelim.

Sanıyorum GYV önümüzdeki günlerde de benzer açıklamalar yapacak ve cemaatin her şeye rağmen özgüvenli bir şekilde doğru bildiği yolda yürümeye devam ettiğini göstermeye çalışacak.



2014 barış, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik adına güzel bir yıl olsun.

Yazının devamı...

‘Savaş kabinesi’nin gladyatörü: Efkan Ala

Çarşamba gecesi, Başbakan Erdoğan’ın bakanlar kurulundaki değişiklikleri açıklamasının ardından, el altında bekletilen değerlendirme hemen devreye sokuldu: Savaş kabinesi. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın adalet, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’nın da içişleri bakanlıklarına getirilmiş olmalarının “savaş kabinesi” tanımı için yeterli olduğu söylendi. Adalet Bakanlığı için Bozdağ dışında Mustafa Şentop başta olmak üzere başka isimler de zikredilmişti ancak Ala’nın İçişleri Bakanı olmasına kesin gözle bakılıyor, sadece Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün itiraz etmesi ihtimaline dikkat çekiliyordu.

Başbakan’ın, dört bakanını yerinden eden, aile fertleri üzerinden kendisini hedeflediği açık olan operasyonları bir “savaş” olarak görmesi ve kendisine savaş açan güç(ler)e karşı daha iyi mücadele edebilmek için “savaş kabinesi” kurmak istemesi anlaşılır bir şeydi. Fakat sadece Ala ile Bozdağ değişikliklerine bakıp “savaş kabinesi”nin kurulduğu yorumu yapanların yaşanmakta olan savaşın boyutlarını tam olarak kavrayamadıklarını düşünüyorum. Ama “savaş kabinesi” değerlendirmesi yerleşmiş durumda ve benim de şerh düşerek bunu kullanmamda sakınca olmadığı kanısındayım.

Kime karşı savaş?

Gülen cemaatinin sivil olmayan kanadının medyaya iliştirmiş olduğu bazı isimler de sosyal medya üzerinden Ala’nın içişleri bakanlığına getirileceğini, pek de memnun olmadıkları bir üslupla söylemişlerdi. Bunda şaşıracak bir şey yok çünkü Ala’nın, Hakan Fidan ve Beşir Atalay ile birlikte, bir süredir AKP hükümeti ve Erdoğan’a karşı alenen savaş yürüten odakların en sevmediği isimlerden biri olduğunu biliyoruz. Bunun nedeni, onun uzun bir süredir Erdoğan’ın “sağ kolu”, dolayısıyla hükümetin, yaşanması kaçınılmaz olan cemaat ile savaşına hazırlıklarını yürüten kurmay heyette yer almasıdır.

Aslına bakılacak olursa Ala, Başbakanlık Müsteşarı olarak kalsa da bu savaşta önemli bir fonksiyon icra edecekti, ona rağmen, Meclis grubunu rahatsız edecek şekilde dışarıdan bakanlığa getirilmesi yeni dönemde kendisinin sorumluluklarının daha da artacağını gösteriyor.

Savaşın geleceği

Ayağının tozuyla dün TRT’de canlı yayına çıkan Ala, İdris Naim Şahin, Muammer Güler, hatta Beşir Atalay gibi kendisinden önceki içişleri bakanlarından tamamen farklı bir profil çizeceğini gösterdi, siyasi kaygılar nedeniyle lafı dolandırmak yerine hedeflerini doğrudan, kararlı ve kendisinden emin bir şekilde anlattı. Hedefin ne olduğu da malum: Başta emniyet olmak üzere bürokrasideki “devlet içindeki devlet” yapılanmasını saptamak, etkisizleştirmek ve tasfiye etmek.

Medyaya yansıyan bilgilerden, “saptama” aşamasının büyük ölçüde tamamlanmış olduğunu çıkartabiliriz; 17 Aralık’tan sonra yapılan bazı atamalarla “etkisizleştirme” açısından da epey yol katedildiği anlaşılıyor, fakat hükümet bütün bunlarda başarılı olsa bile tasfiyenin nasıl gerçekleşeceği bir muamma. Çünkü:

1) Tahminlerin çok ötesinde güçlü bir yapılanma söz konusu.

2) Bu kadrolaşmanın ciddi bir bölümü AKP iktidarı döneminde yaşandı. Özellikle Ergenekon, Balyoz gibi süreçlerde bu yapılanmanın önü iyice açıldı, kilit yerlerin kontrol edilmesine izin verildi. Yapılacak bir tasfiye hareketi, sözünü ettiğimiz dosyaların yeniden ve sil baştan ele alınmasını gerektirebilir.

3) Hükümetin elinin altında boşaltmak istediği bütün mevkilere getirebileceği güvenilir kadroları yok.

4) En önemlisi, böylesine bir topyekûn savaşın (ana)yasal zemininin bulunup bulunmadığı tartışmalı. Hükümet 17 Aralık’tan beri demokratik hukuk devletinin evrensel değerleriyle uyumlu olmayan refleksler veriyor. Buna bir de bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin ihlali anlamına gelecek olan “cadı avı” görüntüleri/iddiaları eklenirse işler daha da karışacaktır.

Efkan Ala’nın bu iç içe geçmiş sorunların çözümünde belli roller üstlenmesi beklenir ancak belirleyici kişi hiç tartışmasız Başbakan Erdoğan olacak. Çünkü, tekrar edecek olursak, bu savaşın esas hedefi bizzat Erdoğan’ın kendisi.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.