Şampiy10
Magazin
Gündem

Cemaat-hükümet savaşının küresel boyutu

Nerdeyse 30 yıl olacak. 1985 ortasında Nokta Dergisi‘nde gazeteciliğe başladıktan kısa bir süre sonra İslami gruplar üzerine araştırmalara koyuldum. Kısa süre içerisinde farklı cemaat, grup ve eğilimlerden çok sayıda kişiyle tanıştım, tartıştım, kendileriyle söyleşiler yaptım. Bu muhabbetlerin bir yerinde söz dönüp dolaşıp Fethullah Gülen‘e ve cemaatine geliyordu. Gülen de cemaati de aylık Sızıntı Dergisi dışında kamusal alanda görünür değildi fakat görüştüğüm İslamcıların çoğunluğu bu harekete çok önem atfediyordu. Ve yine çoğu ne Gülen’i seviyor, ne de lideri olduğu harekete iyi gözle bakıyordu. Kimileri bunu sistemin İslami hareket içindeki Truva atı olarak görürken özellikle radikal eğilimli gençlik gruplarında Gülen “Amerikancı İslam’ın Türkiye şubesi“ olarak telakki ediliyordu.

Refah Partisi‘nin yükselişe geçtiği 1990’lı yılların başlarında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı üzerinden Gülen ve cemaati daha görünür oldu. Ancak kendilerini İslami hareketten ziyade merkez sağ ve hatta sola yakın yerlerde konuşlandırmayı tercih ettiler. Bu süre zarfında da Gülen cemaatinin ulusal ve uluslararası sistemle iyi geçinmeyi her şeyin önüne koyduğu algısı etkisini sürdürdü.

28 Şubat sürecinde Gülen cemaatinin kaderi diğer İslamcılarla aynılaştı ve bu da aradaki mesafeyi doğal olarak azalttı. Birçokları Gülen’in ABD’ye yerleşmesini kendi tezlerinin doğrulanması olarak gördü ancak bunu çok fazla dert edinmedi. Zaten AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte ve özellikle 27 Nisan 2007 e-muhtırasından sonra taraflar geçmişi bir yana bırakıp ittifaka gittiler ve ülkedeki eski iktidar sahiplerini hep birlikte tasfiye ettiler. Ne var ki ortak düşmanın devre dışı bırakılmasının ardından AKP ile Gülen cemaati arasında, kısa zamanda bir savaş hâlini alan iktidar mücadeleleri başladı.

Savaşın tırmanmasıyla birlikteyse her iki tarafın birbirlerine yönelik eski şüphe ve suçlamalarının tozlu raflardan indirildiğini görüyoruz. Sonuçta cemaatin gözünde AKP aslında Milli Görüş gömleğini çıkarmamış kaba İslamcı bir parti, AKP’lilerin gözündeyse cemaat, Batı ve İsrail‘in Türkiye ve hatta Orta Doğu üzerine hesapları için kullandığı bir taşeron oluverdi.

Dünyaya çok farklı bakıyorlar

Peki bu karşılıklı propagandalar ne kadar doğru? Komplo teorilerini bir kenara bırakacak olursak Gülen ve Erdoğan‘ın dünyaya ve özellikle İslam âlemine bakışlarında çok ciddi farklılıklar olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Mavi Marmara olayında, genel olarak Arap baharında, özel olarak Mısır darbesinde ve İran ile ilişkilerde bunları çıplak gözle gördük. Ancak tekil olaylara bakışın ötesinde daha temelli bir farklılık söz konusu. Bunu belki şöyle özetlemek mümkün: Erdoğan uluslararası sistemi gözetmekle birlikte İslam dünyası ve Orta Doğu konusunda gerekli gördüğü anlarda ona rağmen, hatta ona karşı politikalar geliştirmekten geri durmazken Gülen, uluslararası sistemin kaygı ve beklentilerini ziyadesiyle gözetiyor.

“Arap baharı“ örneğini hatırlayalım: Tunus ve Mısır‘da İslamcıların siyasi iktidarın en büyük ortağı olması ve Suriye’de de muhalefetin başını yine İslamcıların çekmesiyle birlikte AKP, bir tür lider, en azından “rol modeli” olarak sivrildi. Ama daha sonra bunların hepsinde teker teker hüsran yaşandı. AKP’lilerin Mursi‘ye verdikleri olağanüstü desteğin ardında kuşkusuz Gezi direnişinin etkisini dengeleme arayışı vardı ancak Mısır’da darbeyle birlikte sadece Müslüman Kardeşler‘in iktidarı değil Erdoğan ve AKP’nin kendi rüyası da sona ermişti.

Sünni dünyanın lideri kim olacak?

Bugün Şii dünyasının lideri tartışmasız İran ve bu ülke Ruhani‘nin cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Batı’ya yaklaşmaya başladı, yani az buçuk önünü görebiliyor. Lakin Sünni dünyası sahipsiz kaldı. Mısır’ın, Türkiye’nin durumu ortada. Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkeleri de üstlenemeyeceğine göre Sünni dünyanın liderliği boşta. Üstelik Afganistan, Irak ve Suriye‘de iyice güçlenen, Afrika’da da önemli bir aktör hâline gelen El Kaide ve benzeri radikal yapılanmalar sadece bu ülkeleri değil Batı’yı ve İsrail’i de ciddi olarak tehdit ediyor.

Bu bağlamda sadece ulusal değil küresel anlamda da çok güçlü bir ağa sahip olan Gülen cemaatinin, Erdoğan ve AKP hükümetini hedef alan operasyonlara, tam da dış politikada iyice yalnızlaştıkları ve sadece Batı değil İslam dünyası nezdinde de prestij kaybı yaşadıkları bir dönemde girişmesinin rastlantı olmadığını düşünüyorum.

Örneğin ABD yönetiminin şu anda hükümetten ziyade Gülen cemaatine yakın olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız hükümetin elinde çözüm süreci gibi güçlü bir koz var. Eğer çözüm süreci bitmiş olsaydı Washington’ın Erdoğan’a yönelik kredisi muhtemelen hiç kalmazdı. Cemaat ise Kürt sorununda çözüm yanlısı gibi durmuyor. Eğer cemaat Kürt sorununda Kürt siyasi hareketini de kapsayan bir bakış geliştirirse (ki şu aşamada çok zor görünüyor), o zaman işin rengi değişebilir.

Roboski ve Paris katliamlarıyla MİT‘in ve dolayısıyla hükümetin ilişkisini kanıtlama çabalarının artmasına bir de bu açıdan bakmakta fayda var.

Yazının devamı...

“Gülen cemaatinin milli kanadı”

Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki savaşın esas olarak psikolojik alanda ve medya (özellikle de sosyal medya) üzerinden yürüdüğünü söyleyebiliriz. Bu savaşı başından itibaren dışarıdan ve her iki tarafa da olabildiğince eşit mesafeden gözlemeye çalışan biri olarak, şu ana kadar (sosyal) medya üzerinden yürüyen psikolojik savaşta cemaatin daha başarılı olduğunu düşünüyorum.

Hükümetin medyadaki bariz nicelik üstünlüğüne rağmen inisiyatifi bir türlü cemaatin elinden alamamasının birçok nedeni var. Bunların başında, 17 Aralık’tan bu yana savaşta cemaatin yolsuzluk/rüşvet iddialarını kendine kalkan yapması geliyor. Hükümetse bu iddiaları çürütmekte zorlandığı için yolsuzluk operasyonlarını çok ciddi uluslararası bağlantıları olan bir komplo olarak göstermeye çalışıyor.

Analiz değil temenni

Bugün, söz konusu stratejiye bağlı olarak geliştirilen bir akıl yürütmeyi ele almak istiyorum. Hükümete yakın bazı isimler şöyle diyor:

a) Cemaatin son yaptıkları milli menfaatlere aykırı;

b) Cemaatin içinde sırf bu nedenle yapılanlardan rahatsız olanlar var;

c) Bunlar cemaatin “milli kanadı“nı oluşturuyor;

d) “Milli kanat” hükümetle işbirliğine giderse (ki bazılarına göre çoktan başladı) bu oyun bozulabilir.

Sanmıyorum ki böyle olsun. Bana göre bu, somut olgulara dayalı bir analizden çok bir temenni. Muhakkak cemaat içinde olup bitenlerden rahatsız olanlar, “keşke hükümetle böyle bir kavgaya tutuşmasaydık” diye düşünenler vardır. Ama onların arasında, olaylara “milli/gayri milli” ikileminden bakıp cemaatin tepesini (yani Gülen’in kendisini) milli çıkarlara aykırı hareket etmekle suçlayanların sayı ve nitelik açısından bir “kanat“ oluşturabileceklerini ileri sürmek gerçek dışı olur.

Sivil ve sivil olmayan kanatlar

17 Aralık operasyonundan hemen önce “Gülen cemaatinin sivil kanadı” üzerine peş peşe iki yazı yazdım. “Sivil“ kanattan kastım cemaatin kamuya açık alanlarında, mesela medya, eğitim gibi sektörlerde faaliyet gösterenlerin toplamıydı. “Sivil olmayan“ kanat derken de esas olarak ne zamandır “paralel devlet“ denilen bürokrasi içindeki kadroları işaret ediyordum. Aradan geçen bir ayda, görev alanları dolayısıyla farklı kanatlar olarak gözüken bu kişilerin arasında çok ciddi farklılıklar olmadığı, tam tersine, mükemmele yakın bir uyum içerisinde hareket ettikleri, bunda kilit ismin de bizzat Gülen olduğu ortaya çıktı. Sonuç olarak “sivil” kanadın, “sivil olmayan” yol arkadaşlarına “yaptıklarınızla bizleri zor duruma düşürüyorsunuz” şeklinde müdahale etmelerini beklemenin beyhude olduğu açıktır.

Hayaller yarışıyor

Dolayısıyla, içinde bir “milli kanat” yaratarak cemaati çatlatabileceklerini düşünenler ya bu yapı hakkında yeterli bilgiye sahip değiller veyahut da bilmelerine rağmen “ya tutarsa“ mantığıyla hareket ediyorlar. Çünkü son telefon kayıtlarından da net olarak görüldüğü gibi Gülen’in bilgi ve onayı olmadan cemaatin stratejik, hatta taktik adımlar atması mümkün değil. (“Olup bitenlerden aslında Hocaefendi’nin haberi yok” diyenlere şu yazımı öneriyorum: http://haber.gazetevatan.com/devlet-icindeki-devletin-icindeki-devlet/598844/4/Yazarlar/73

Yani cemaatin gayrı milli bir duruşu söz konusuysa, sorumlusunun Gülen’in kendisi olması gerekir. Buna bağlı olarak, cemaat içinde sahiden “milli bir kanat” varsa bunların hedefi de ister istemez Gülen olmak zorundadır. Buradan hareketle “Cemaat içinde milli bir kanat var“ diyenlerin Gülen’in kendi taraftarlarınca devre dışı bırakılmasını istediklerini düşünebiliriz.

Tıpkı Gülen ve cemaatinin, “Erdoğansız bir AKP“ hedefi gibi bunun da bir hayal olduğunu düşünüyorum.

Yazının devamı...

Galiba her şey daha yeni başlıyor

Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki iktidar savaşının önemli günlerini sıralayacak olursak akla ilk olarak 7 Şubat (2012-MİT krizi), 17 Aralık (2013-büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu), 25 Aralık (2013-ikinci büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu), 1 Ocak (2014, Hatay’da MİT TIR’ı olayı) geliyor. Bunlara 13 Ocak 2014 Pazartesi gününü de eklemek hiç de yanlış olmaz, zira
1) Dünkü yazımızda da ele aldığımız gibi o günün sabahında hem Taraf Gazetesi’nde Roboski katliamından doğrudan MİT’i sorumlu tutan belgeli bir yayın yapıldı, hem de sosyal medyada geçen yıl Paris’te üç PKK’lı kadının katledilmesini yine MİT’e yükleyen bir ses kaydı (bir gün sonra da MİT’e ait olduğu ileri sürülen aynı içerikte bir belge) dolaşıma sokuldu.
2) Öğleden sonra, yarım kalan ikinci büyük yolsuzluk soruşturması dosyasından bazı bakanları ve Bilal Erdoğan’ı zan altında bırakmaya yönelik bazı dinleme kayıtlarının tapeleri yayınlandı;
3) Nihayet geceyarısına doğru, Fethullah Gülen’in, Türkiye’den bazı cemaat yetkilileriyle yaptığı dört ayrı telefon konuşmasının kayıtları yine internetten dolaşıma sokuldu.

Telefon kayıtlarından neler öğrendik?

Önce Gülen’in telefon kayıtları hakkında birkaç şey söylemek istiyorum:
1) Bu dinlemenin, Cemaat’le savaş içinde olan hükümetin bilgisi dahilinde yapılıp dolaşıma sokulmuş olma ihtimali hayli yüksek. Ama üçüncü bir gücün bunu yapmış olması halinde sandığımızdan daha karmaşık ve sert bir savaş yaşanıyor demektir.
2) Yakın tarihteki dinleme vb. yasadışı kayıtlar genellikle Cemaat’in karşısında yer alan kişileri hedef alıyordu ve bu yüzden bunların çoğu, kanıtlanamasa da (ki devlet bunları ortaya çıkarmak için hiçbir ciddi adım atmadı) Cemaat’in işi olarak görülüyordu. 28 Şubat döneminden bu yana Cemaat’in ve üstelik Gülen’in dinlemeye takıldığına fazla tanık olmamıştık, böylece onların da takipte olduğunu gördük.
3) Cemaat bugüne kadarki yasadışı dinlemelere alenen karşı çıkmadı, hatta "önemli olan içerik" diyerek, "kamu yararı" gibi bir gerekçeyle bunların meşrulaştırılmasını teşvik etti. Ama Gülen’in telefon kayıtlarının ardından sosyal medyada ciddi bir kampanya yürütmekten geri kalmadılar. Lakin şunu unutmamak lazım: Eğer bugün kamuoyunda Gülen’in telefon konuşmalarının yasadışı yollarla kaydedilip internet üzerinden yayınlanması bir infial yaratmıyorsa bunda Gülen’in ve cemaatinin payı büyüktür.
4) Cemaat sözcüleri görüşmelerde herhangi bir suç unsuru olmadığını söylüyorlar, haklı olabilirler. Ama bu kayıtlar bize en azından;
a) Cemaat’in büyük burjuvaziyle çok yoğun ilişki içinde olduğunu, hükümetle kavgaya rağmen bunların pek sarsılmadığını;
b) Cemaat’te Gülen’e sorulmadan önemli adımların atılmadığını;
c) BDDK örneğinde olduğu gibi, sorun yaşandığında Cemaat’in kolaylıkla bürokrasi içindeki bağlantılarını devreye sokabildiğini;
d) Tam da basın ve ifade özgürlüğü konusunu öne çıkarttıkları şu günlerde kendilerini eleştiren yazarları markaja almak için medya patronlarıyla görüşmekten imtina etmediklerini gösterdi

Dün Başbakan Erdoğan Gülen cemaatini Selçuklu döneminin Hasan el Sabbah liderliğindeki efsanevi topluluğu Haşhaşilere benzetti, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı yöneticileri de bir basın toplantısıyla bu benzetmeyi eleştirip Cemaat’in, hükümetten gelen "çete/örgüt" gibi suçlamalardan duyduğu rahatsızlığı dile getirdiler.
Bu atışmalar bize sadece 13 Ocak’ın ne kadar kritik bir gün olduğunu değil aynı zamanda Türkiye’de gündemin artık tamamen Cemaat-hükümet çatışmasıyla şekillendiğini de gösteriyor. Eğer Gülen’in telefon kayıtlarının yayınlanmasını, (savcı Zekeriya Öz aleyhine yayınlar istisna) hükümetten gelen ilk ciddi misilleme olarak kabul edersek savaşın aslında daha yeni başladığını söyleyebiliriz.
Sonuç olarak, bu yazıyı da, 10 Ocak tarihli dördüncü hasar tespit raporundaki cümlemizle bitirmekte hiçbir sakınca yok:
Her an her şey olabilir

Yazının devamı...

İki taraf da Kürt hareketini savaşta yanına çekmek istiyor

Kürt hareketinin, 17 Aralık süreci olarak da adlandırabileceğimiz Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasında nasıl bir tutum takınacağı hep merakla beklendi. Zira alacağı tavırla savaşın dengelerini değiştirebilecek yegâne “iç” güç oydu. Kürt hareketi istese krizi derinleştirecek adımlar atabilir ve hükümeti, dolayısıyla Başbakan Erdoğan‘ı iyice zor durumda bırakabilirdi. Ama bu yola yönelmedi.

24 Aralık günü çıkan “Kürt hareketi hangi siperde?” başlıklı yazımda, hareketin hükümete yakın cemaate uzak olduğunu, ama hükümeti ya da Erdoğan’ı değil de çözüm sürecinin kendisini sahiplendiğini vurgulamıştım. Nitekim özellikle BDP yetkilileri her konuşmalarında, Gülen cemaatine atfedilen “paralel devlet” olgusuyla beraber hükümete atfedilen yolsuzluk iddialarını da son derece ciddiye aldılar; iki sorunun birden takipçisi olacaklarını vurguladılar.

“Ateşe benzin taşıma”

Derken cumartesi günü İmralı’ya giden BDP ve HDP milletvekilleri Abdullah Öcalan’ın 17 Aralık süreciyle ilgili şu net açıklamasını aktardılar: “Yaşanan son gelişmeler de göstermektedir ki süreç bir an önce tahkim edilip, tam demokratik bir ülke inşası gerçekleşmezse içeride ve dışarıda savaş isteyen demokrasi düşmanı güçler komplolarına hız vereceklerdir. Bu topraklar son iki yüz yıldan beri hep bir darbe ateşiyle kavrulmaktadır. Bizim geliştirdiğimiz süreç anti darbecidir ve demokratik bir toplumu hedeflemektedir. Ülkeyi bir darbe ateşiyle yeniden yangın yerine çevirmek isteyenler bizim bu ateşe benzin taşımayacağımızı bilmelidir. Bu ateşi söndürmenin tek yolu demokratik barışı bir an önce getirmektir.”

Öcalan’ın 17 ve 24 Aralık operasyonlarını tıpkı hükümet gibi “darbe girişimi” olarak tanımlamasının hareketini siyasi iktidara daha da yanaştıracağı, ama özellikle yasal kanatta belli sıkıntılara yol açacağı açıktı. Nitekim pazar günü İstanbul’da bir grup gazeteciyle sohbet eden BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş “ateşe benzin taşımama” sözünden esas olarak PKK’nın yeniden silahlı eyleme başlamamasının kastedildiğini, parti olarak kendilerinin yolsuzluklar konusundaki takipçiliklerinin yangını körükleme anlamına gelmeyeceğini savundu.

Pazartesi günüyse Taraf Gazetesi’nde Roboski katliamından doğrudan MİT’i sorumlu tutan belgeli bir yayın yapıldı. Yine aynı gün sosyal medyada geçen yıl Paris’te üç PKK’lı kadının katledilmesini yine MİT’e yükleyen bir ses kaydı dolaşıma sokuldu.

Bu yayınların ne derece doğru olduğu tartışılır ancak şu husus kesin: Yakın dönemde Kürtleri derinden yaralayan ve geçen süre zarfında aydınlatılması konusunda hemen hiçbir şey yapılmayan bu iki trajik olayın, Öcalan’ın, garip bir şekilde medyada fazla yer bulmayan hükümete net bir şekilde destek verdiği açıklamasından iki gün sonra eşzamanlı olarak MİT’e, yani PKK liderinin devlette en çok güvendiği kuruma yıkılmak istenmesi rastlantı değil.

Öcalan başta olmak üzere Kürt hareketinin farklı sözcüleri bugüne kadar Roboski ve Paris katliamlarının sorumlusu olarak hep “çözüm sürecini sabote etmek isteyen güçler”i göstermiş ama açık bir adlandırmaya gitmemişlerdi. Bu aşamadan sonra daha açık konuşup isim vermeleri gerekecek, aksi takdirde tabanda çalkantılar yaşanması kaçınılmaz olur. Sanıyorum dünkü yayınları örgütleyenlerin asıl amacı da Kürt hareketinin son savaşta hükümetin yanında yer almasını engellemek, hatta mümkünse onu hükümete karşı bir pozisyona itmektir.

Ne Öcalan’ın, ne PKK lider kadrosunun, ne de BDP/HDP yöneticilerinin 17 Aralık sürecinde Başbakan Erdoğan’ın durumunu daha da zorlaştıracak adımlar atacağına ihtimal veriyorum. Ama “karşı taraf”ın dünkü gibi daha çok yayın yapabileceği düşünülecek olursa Kürt hareketinin işinin epey zor olacağı görülüyor.

Cemaat-hükümet savaşı daha yeni başladı ve her iki taraf da kazanmak için öncelikle Kürt hareketini yanına çekmek, en azından karşısına almamak gerektiğinin farkında. Savaş kızıştıkça Kürt faktörünün daha sık ve yoğun olarak karşımıza çıktığını göreceğiz, şaşırmayalım.

Yazının devamı...

Bu savaşın Gezi ile hiçbir alakası yok!

Cemaat ile AKP hükümeti arasındaki savaş üzerine en sık sorulan 12 soruyu dün cevaplamaya (http://www.rusencakir.com/Cemaat-hukumet-savasi-uzerine-sikca-sorulan-sorular/2397) çalışmıştık. Bugün okurlardan gelen yeni sorularla konuyu tartışmayı sürdürüyoruz:

1) Her iki tarafın da böylesine ağır darbe alacağının belli olduğu bir savaşı önlemek gerçekten imkansız mıydı?

MİT kriziyle birlikte başlamış olan savaşın tırmanması, ancak Cemaat’in devlet içindeki yapılanması konusunda hükümeti tatmin edecek bazı geri adımlar atmış olmasıyla veya en azından dershaneleri “dönüştürme” projesine sert tepki vermemesiyle mümkün olabilirdi. Her durumda, iki tarafın da savaşın kendileri için bu kadar yıkıcı olacağını hesaplamadıkları aşikâr.

2) Bugün bu çatışmayı yaşamasalardı, olası gelecek çatışma konusu ne olurdu?

MİT krizindeki stratejik hatadan ders çıkartmış olan Cemaat bu sefer hükümetin en yumuşak karnı olan yolsuzluğu temel alarak inisiyatif kazandı. Yolsuzluk soruşturmaları olmasa bile hükümet eninde sonunda, bir şekilde “paralel devlet” dediği yapının üzerine gidecek ve çatışma o zaman yaşanacaktı.


3) Şu anda tarafların ellerinde kalan ortak payda nedir?

Özellikle medya üzerinden o kadar yıkıcı bir psikolojik savaş yürütülüyor ki, geleneksel olarak birbirlerine pek güvenmeyen, buna rağmen geçici süre için de olsa başarılı bir ittifak yapmış olan bu iki gücü birbirine bağlayabilecek tüm köprüler teker teker yıkılıyor. Ancak dışardan üçüncü bir gücün her ikisini birden tehdit etmesi halinde (ki böyle bir işaret yok) tekrar bir araya gelmeleri mümkün olabilir.

4) Taraflar hangi konularda pişmanlık duyuyor?

Hükümetin HSYK’yı Cemaat’e tepside sunmak anlamına geldiği için 12 Eylül referandumundan pişman olduğu açık. Cemaat’in de AKP ve Erdoğan’a aynı referandumda çok açık bir şekilde destek vererek siyasetüstü konumunu sonlandırmış olmaktan şikayetçi olduğu anlaşılıyor. Tabii hükümet en çok, o kadar göz yumduğu, önünü açtığı, hatta teşvik ettiği, bugün “paralel devlet” adını verdiği yapılanmanın kendisini de hedef alacağını öngöremediği için pişman olsa gerek.

5) Bu çatışma olmasaydı yine hükümeti zan altında bırakan rüşvet ve yolsuzluk iddialarından haberdar olur muyduk?

Hiç sanmıyorum. Aynı polis şefleri, savcılar ve yargılar iş başındaydı ancak bugüne kadar AKP’yi zor durumda bırakacak hiçbir ciddi yolsuzluk soruşturmasına tanık olmadık. Cemaat medyasının da bu tür yayınları olmadı.

6) Cemaat çözüm sürecine karşı mı? Bu savaşta Kürt faktörü söz konusu mu?

Cemaat, Kürt sorununun çözümüne değil de bunun PKK ve Abdullah Öcalan ile yapılmasına karşı. Kürtlerin siyasi temsilcileri aracılığıyla haklarını almaları yerine, devletin (dolayısıyla Türklerin) onlara haklarını (tabii uygun gördüğü kadarıyla) vermesini savunuyorlar. Bu çizgiyi bir dönem hükümete de kabul ettirdiler ancak tam bir fiyasko yaşandı. Hükümet bu çizgiyi terk edip PKK ile görüştüğü için MİT krizi yaşandı. Kürt hareketinin bu savaşta hükümete daha yakın görünmesi de bundandır.

7) Bu savaşın Gezi Parkı direnişinin devamı olduğu doğru mu?

Hiç ilgisi yok. Gezi direnişi sırasında ve sonrasında çok ciddi hatalar yapan Başbakan Erdoğan eğer sık sık dile getirdiği bu iddiaya sahiden inanıyorsa yine yanılıyor demektir. Gezi’de kahramanlık mertebesine çıkardığı polisi bu sefer kendine rakip, hatta yer yer düşman görmesi bile iki olayın benzemediğinin kanıtıdır. Çünkü Gezi hükümete yönelik toplumsal bir meydan okumaydı, Cemaat’in de toplumsal gücü yabana atılamaz ancak buradaki esas meydan okuma devletin içinden geldi.

8) Tüm bu operasyonlarla iktidarın mı, yoksa oyuncunun (Erdoğan) mu değişmesi hedefleniyor?

Rüşvet/yolsuzluk soruşturmalarında ana hedefin bakanları, yakın arkadaşları ve aile fertleri üzerinden bizzat Erdoğan olduğu anlaşılıyor. Bu bağlamda, Gezi direnişi sırasında mesnetsiz bir şekilde ortaya atılan “Erdoğansız AKP projesi”nin bu sefer sahiden gündemde olduğunu düşünebiliriz.

9) Bir Gülen-Erdoğan çatışması mı yaşanıyor?

Kısa bir süre içinde bizzat rol üstlenmeleri nedeniyle Cemaat-hükümet savaşı bir Gülen-Erdoğan savaşı görünümü kazandı. Her ikisinin de hareketleri içindeki konumları, duruşları vb. düşünüldüğünde normal. Ancak Gülen’in, Necmettin Erbakan’ın liderliğindeki Milli Görüş hareketiyle mesafeli olması hatırlandığında bunun sadece kişisel bir sorun olmadığı anlaşılıyor.

10) Cemaat AKP ve Erdoğan’dan ne istiyor? Yerine ne koymayı düşünüyor? Yoksa bazı dış güçler adına mı hareket ediyor?

Cemaat’in birçok uluslararası ve bölgesel sorun konusunda AKP ve Erdoğan’dan ziyade küresel güçlere yakın pozisyonlarda olduğu sır değil. Yine Cemaat’in hükümete, tam da dış politikada iyice yalnızlaştığı bir sırada cephe alması da herhalde raslantı değildir. Bütün bunlara bu hareketin kendi bağımsız siyasi yapılanmasının olmaması, AKP dışında herhangi bir siyasi partiye destek vermemesi eklenince akıllara doğal olarak bazı komplo teorileri geliyor. Ancak Cemaat’i şu ya da bu dış gücün “taşeronu” olarak görmek ve göstermek son derece yanlış olur. Fethullah Gülen’in, Türk siyasi hayatını AKP’li ama Erdoğansız bir şekilde, küresel güçlerin de desteğini alacak ölçüde yeniden yapılandırarak burada hareketine ve kendisine daha geniş bir iktidar alanı açmayı hedeflediğini düşünüyorum. Ama Erdoğan’ın buna izin vermemek için elinden geleni yapacağı da muhakkak.

Yazının devamı...

Cemaat-hükümet savaşı üzerine sıkça sorulan sorular

Fethullah Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaş hakkında en çok sorulan sorular ve bunlara verdiğim cevaplar şöyle:

1) Savaşın esas nedeni ne?

Bugün kavga yolsuzluklar üzerinden yürüyor, ama daha önce dershaneleri tartışıyorduk, ondan önce de Kürt ve PKK sorunları üzerinden MİT krizini konuşuyorduk, pekâlâ yarın bambaşka bir konu ön plana çıkabilir. Dolayısıyla o anki tartışma konuları aldatıcı olabilir, burada esas olan iktidar savaşıdır.

2) İktidar savaşları neden başladı?

27 Nisan 2007’deki e-muhtıranın ardından ittifaka giden cemaat ve hükümet, askeri vesayeti geriletmede epey başarılı oldu. Ortak düşmanın saf dışı bırakılmasının ardından baş başa kalan taraflar kendi aralarında daha fazla iktidar için mücadele etmeye başladılar.

3) Cemaat iktidarı niçin istiyor?

En kritik ve net cevabını bulmanın zor olduğu soru. Nitekim cemaat mensupları da “iktidara ne ihtiyacımız var ki!” diyerek siyasi bir faaliyet yürütmediklerini, yaptıklarının bir sivil toplum hareketi olarak siyasi iktidarı eleştirmekten ibaret olduğunu ileri sürüyorlar. Fakat örneğin bir STK’nın eski ve görevdeki MİT müsteşarlarının yargıya çıkarılması konusundaki ısrarını izahta zorlanıyorlar.

4) Bu sadece içeride kimin muktedir olacağı kavgası mı, yoksa kavganın dış boyutları var mı?

Kesinlikle var, çünkü cemaat ile hükümet arasındaki mücadelenin seyrine baktığımızda Mavi Marmara olayı, İran ile ilişkiler, İsrail’e bakış, Mısır darbesi, son TIR olayında görüldüğü gibi Suriye, El Kaide gibi bölgesel ve küresel sorunlar karşımıza çıkıyor. Bununla birlikte hükümet çevrelerinin olayı bir dış komplo olarak göstermesi çok abartılı. Bu konuda Milliyet’te Kadri Gürsel’in önceki günkü yazısını öneririm: http://dunya.milliyet.com.tr/cemaat-in-elini-akp-serbest-birakti/dunya/ydetay/1819270/default.htm

5) Savaşı kim başlattı?

Bugünden bakıldığında dershaneleri kapatma hamlesi nedeniyle hükümet gibi görünüyor. Fakat tetiğin ilk çekildiği tarihi 7 Şubat 2012, yani MİT krizi olarak görmek daha gerçekçi olur. Taraflar o gün başlayan savaşı bir müddet kamuoyundan gizlemek istediler ama dershane kriziyle durum iyice aleniyet kazandı. Cemaatin savaş için ciddi bir hazırlığı olduğunu, hükümetin de ön almak için dershane hamlesine başvurduğunu ve böylece cemaatin strateji değiştirmesine neden olduğunu düşünüyorum.

6) Sulh mümkün mü? Kim arabulucu olabilir?

Tabii ki mümkün ama savaş kızıştıkça daha da zorlaşıyor. Taraflar gerçekten isterse arabuluculuk yapacak çok kişi bulunur. Belli bir süre cemaatin daha fazla sulh yanlısı olduğu düşünülüyordu, ancak bu konuda en somut adımların Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından atıldığı ortaya çıktı. Gerek Gülen’in Gül’e mektubu, gerekse bundan birkaç gün sonra ikinci yolsuzluk operasyonunun gelmesi cemaatin uzlaşmaya can attığı iddialarını boşa çıkarttı.

7) Cumhurbaşkanı kimden yana?

Gül’ün Başbakan’a karşı Gülen ile ittifak yapabileceği önermesi fazlasıyla gerçek dışı. Gül’ün yolsuzluk iddialarından ve hükümetin yargıya müdahalelerinden rahatsız olduğu açık, ancak en büyük rahatsızlığı “paralel devlet” denilen yapılanma nedeniyle yaşadığı da ortada. Alenen bir tarafı tutar gözükmek istemeyecektir ama son tahlilde safının Erdoğan ve AKP ile aynı olduğu/olacağı da tartışmasızdır.

8) Diğer İslami cemaatler kimi destekliyor?

Çoğu hükümetin yanında veya tarafsız; çünkü Gülen cemaatinin dış ilişkilerinden, ama daha çok son yıllardaki göz kamaştırıcı büyümesinden ve kendilerini marjinalleştirmesinden hiç memnun değiller. Erdoğan’ın özellikle bazı Nurcu şahsiyetleri kazanmaya önem vermesi ve bunda epey başarılı olması da özellikle dikkat çekiyor.

9) Her iki taraf da yekpare mi, içlerinde bölünmeler yaşanabilir mi?

Şu ana kadar iktidar partisinden bazı fireler oldu ancak cemaatte herhangi bir çatırdama gözükmüyor. Cemaat içindeki “sivil” ve “sivil olmayan” kanatların arasında en azından şimdilik ciddi bir fikir ayrılığı olmadığı da anlaşıldı. Ancak organik ilişkileri olmamakla birlikte cemaate destek veren varlıklı kişilerin hükümet baskısı nedeniyle bundan vazgeçmeleri beklenebilir. Öte yandan muhafazakâr aileler cemaatin okullarını eskisi kadar tercih etmeyebilirler.

10) Hükümet “paralel devlet”i tasfiye edebilir mi?

Buna mecbur ama önce bunu kanıtlamak, ardından unsurlarını tespit edip ayıklamak ve yerlerine başkalarını bulmak zorunda. Ve bu aşamaların her birinin ayrı zorlukları var.

11) Fethullah Gülen “paralel devlet” denen yapıdan habersiz ve rahatsız olabilir mi?

Birilerinin, Gülen’den habersiz, onaysız, hatta ona rağmen cemaatin imkânlarını kullanarak bu hareketi hükümetle savaşa sokması ihtimalini hiçbir şekilde ciddiye almıyorum.

12) Bu savaşı kim kazanır?

Cemaat-hükümet ittifakında her iki taraf da kazanmıştı, aralarındaki savaştaysa her ikisi de kaybediyor ve daha da kaybedeceğe benziyor. Dolayısıyla kimin kazanacağı değil, kimin daha az ve daha çok kaybedeceği önemli olacak. İki tarafın da kaybediyor olması nedeniyle üçüncü şahısların mutlaka kazanacağını söylemek de mümkün değil çünkü şu ana kadar kimse cemaat-hükümet kavgasından bıkmış toplumsal kesimleri heyecanlandırabilecek söylemlerle ortaya çıkabilmiş değil.

Yazının devamı...

Cemaat için zor günler başladı

Fethullah Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasında süren savaşın ilk hasar tespit raporunu 20, ikincisini 26, üçüncü ve sonuncusunuysa 29 Aralık’ta kaleme aldım. Bunların hemen hepsinde hükümetin ağır yaralı ve tereddütlü, cemaatinse sapasağlam ayakta ve kendine güvenli olduğu sonucuna varmıştım. Bugün gelinen noktada dengelerin değişmeye başladığını söylememiz mümkün. Açalım ve geçen süre zarfında tarafların durumunu ayrı ayrı ele alalım. Önce hükümet cephesi:

Hükümetin ucuz atlattığı TIR krizi

2014’ün ilk günü Hatay’da yaşanan TIR krizi, hem cemaat-hükümet savaşının sadece yolsuzluk iddialarını kapsamadığını, hem de çok ciddi uluslararası boyutları bulunduğunu gösterdi.

Şunu artık biliyoruz: Cemaat akıllıca bir stratejiyle, hükümete karşı harekâtını, tam da onun uluslararası platformda, özellikle Suriye başta olmak üzere bölgesel sorunlarda izlediği politikalar yüzünden yalnızlaştığı bir döneme denk getirdi. Bu politikalar nedeniyle nişan tahtasına yerleştirilen kurumların başında MİT bulunuyor. Her ne kadar sivil bir kuruluş olsa da Orta Doğu politikalarında hep hükümetle aynı dalga boyunda ve sık sık da koordineli bir şekilde faaliyet gösteren İHH da eleştiri ve saldırılardan nasipleniyor. Sonuçta TIR operasyonunu planlayanlar bir taşla üç kuş, yani MİT, İHH ve hükümeti vurmuş oldular.

Kuşkusuz hükümetin desteğine sahip olan MİT, savcıların TIR’da arama yapmasına izin vermeyerek her şeye rağmen güçlü olduğunu gösterdi, fakat aratmama ısrarı nedeniyle, zaten var olan spekülasyonların daha da büyümesinin önüne geçilemedi.

Kuvvetler ayrılığını ihlalin faturası

Bu süre içinde hükümetin yediği ikinci ciddi darbe olarak İzmir merkezli ve Binali Yıldırım’ın bacanağını da kapsayan yolsuzluk operasyonu karşımıza çıkıyor. Hükümet yine polis şeflerini görevden alarak soruşturmayı akamete uğrattı, fakat yargıya müdahale etmesinin kamuoyunda yol açtığı rahatsızlıkların önüne geçmesi mümkün olmadı. Aynı durum HSYK’yı Adalet Bakanlığı denetimine almaya yönelik yasa tasarısı için de geçerli. Çoğulcu demokrasinin olmazsa olmazı hâlindeki kuvvetler ayrılığını ihlal eden her türlü adım ve girişimin iktidar partisine belli (ve muhtemelen ağır) bir faturası olacağını düşünüyorum.

Bir fenomen olarak Öz

Tabii bir de Zekeriya Öz olayı var. Düne kadar hükümet ve cemaat çevrelerinin “demokrasi kahramanı” olarak yüceltmekte hemfikir oldukları Savcı Öz etrafında yaşananlar, cemaat-hükümet savaşının bir tekerrürü gibi: Bu sefer de tarafsız kişiler, her iki tarafın da ayrı ayrı haklı ve haksız yönleri olduğunu düşünüyor ve hiçbirine tam olarak destek olamıyor. Daha önemlisi, Öz-Erdoğan atışmasının da kazananı yok, olacağa da benzemiyor. Burada da kimin daha az ve daha çok kaybettiğine bakacak gibiyiz.

Bu konuyu kapatmadan önce Öz’ün yazılı açıklamasındaki “Başıma gelebilecek en kötü şey ölüm olur, görevim nedeniyle ölmem hâlinde de görev şehidi olacağım için bu benim için şeref olacaktır” sözlerinin, kavganın geldiği kritik noktayı göstermesi bakımından anlamlı olduğunu ve nedense bunun üzerine fazla durulmadığını (veya durulmak istenmediğini) vurgulayalım.

Doldur-boşalt

17 Aralık yolsuzluk/rüşvet operasyonundan beri hükümetin ne tür bir misilleme yapacağını kestirmeye çalışıyoruz. İlk aşamada soruşturmalarda yer alan isimleri görevden alma şeklinde refleks gösteren hükümet Efkan Ala’nın İçişleri Bakanı olmasıyla birlikte özellikle Emniyet’te çok geniş kapsamlı operasyonlar yaptı ve daha da yapacağa benziyor. Milli Eğitim, Maliye gibi diğer bakanlıkların da dâhil olduğu Gülen cemaatini bürokrasiden ayıklama harekâtının başka bakanlıklara da sirayet etmesi şaşırtıcı olmayacak. Çünkü AKP hükümeti, özellikle 2007 seçimlerinin ardından bürokrasiyi cemaate yakın kadrolarla doldurmaya yönelmişti. Yani dün cemaatten oldukları için seçilenler, bugün yine aynı gerekçeyle ayıklanıyor.

Bürokrasideki bu kıyımın cemaati hükümet karşısında güçsüzleştireceği belli, ama hükümetin cemaatin mali kaynaklarını kısmaya yönelik olarak attığı ve atması muhtemel adımların daha hayati olduğu muhakkak. Örnek olarak Bugün Gazetesi ve Kanaltürk’ün sahibi Akın İpek’in başına gelenleri, Bank Asya etrafındaki spekülasyonları gösterebiliriz. Savaşın tırmanmasına paralel olarak, hükümetin hiddetinden ürken varlıklı kişilerin cemaate yönelik teveccühlerinde azalma olması herhâlde kimseyi şaşırtmayacaktır. Bu da cemaat için zor günlerin başladığı anlamına geliyor.

Hükümet dershaneleri kapatarak, bürokrasideki varlığını en aza indirerek, faaliyetlerine doğrudan ya da dolaylı engeller çıkartarak, mali kaynaklarını kısarak cemaati zaman içinde iyice zayıf düşürmeyi hedefliyor. Hâl böyle olunca cemaatin elindeki kozları fazla zaman kaybetmeden kullanmasını bekleyebiliriz.

Yani her an her şey olabilir.

Yazının devamı...

Devlet içindeki devletin içindeki devlet

Dün iki yazar birden; Star’da Fehmi Koru, Hürriyet’te Akif Beki 17 ve 25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarının ardında Fethullah Gülen cemaati değil de onun içinde yuvalanmış ayrı bir “paralel yapı”nın bulunması ihtimaline dikkat çektiler.

Koru, “Bir kuşkumuz var” başlıklı yazısında “Acaba bildiğimiz Câmia içerisinde başına buyruk başka bir Câmia mı var? Uzatıldığını işitir işitmez dostluk elini havada bırakmak için harekete geçenler o ‘paralel yapı’dan olmasın?” diye sordu.

Beki de “Bir ‘paralel cemaat’ de mi var?”, başlıklı yazısında “Emir komuta zincirleri devlette olmayan memurların kendi aralarında çeteleşmesine ‘devlet içinde devlet’ deniyor... Direktif ya da işaret aldıkları merkez Cemaat’in manevi otoritesi olmayan mensupların örgütlü faaliyetlerine de ‘Cemaat içinde cemaat’ tabiri yakışır o halde. Aynı olgunun biri devlete, diğeri Cemaat’e bakan iki ayrı yüzü bunlar. Birini tasfiye etmek hükümetin boynuna borçsa diğerini zapturapt altına almak da Cemaat’in vazifesi” dedi.

“Paralelin paraleli”

Hükümeti ve Başbakan’ı doğrudan rahatsız eden soruşturmaların ardında kimin olduğu sorusuna genellikle iki cevap veriliyordu. Cemaat çevreleri, malum, bunlarla hiçbir şekilde alakaları olmadığını söylüyor, ama sonuna kadar da destek veriyorlar. Hükümete yakın kişilerse bunları cemaate bağlı “paralel devlet” yapılanmasının, dış güçlerle işbirliği hâlinde kotarıldığına inanıyorlar. Koru ve Beki’nin yaklaşımları bu açıdan bir orta yol: “Evet, olayın ardında bir şekilde Cemaat var ancak Gülen başta olmak üzere Cemaat’in asli unsurlarının bunlardan haberi ve bunlara onayı yok.”

Her iki yazar da iddialarına, Fethullah Gülen’in Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e yazdığı (ve Koru’nun bizzat elden ilettiği) mektuba hâkim olan uzlaşmacı/ılımlı üslupla, 3-4 gün sonra patlak veren ve doğrudan Başbakan Erdoğan’ı hedef aldığı anlaşılan ikinci rüşvet/yolsuzluk operasyonunun şiddeti arasındaki uyuşmazlığı kanıt olarak gösteriyorlar.

Katılmıyorum. Öncelikle, mektubun dilinin Koru ve Beki’nin tarif ettiği kadar ılımlı ve uzlaşmacı olduğunu düşünmüyorum. Bana göre Gülen’in talepleri (dershanelere dokunulmaması, memur kıyımı yapılmaması, cemaate yönelik kara propagandanın durdurulması) son derece somutken, kendisinin vaatleri (taraftarlarına itidal tavsiye etmek) daha çok soyuttu.

“Gülen iyi, çevresi kötü”

Dolayısıyla bu mektuptan hareketle bir barış, hatta ateşkes inşası bile hayli zordu. Nitekim daha üzerinden hafta geçmeden 25 Aralık operasyonu yaşandı. Bu noktada ikinci itirazıma gelecek olursak; hükümete yönelik bu sert darbenin, cemaat içindeki “paralel” bir yapının, Gülen’den habersiz ama cemaatin imkânlarını kullanarak gerçekleştirilmiş olması ihtimaline hiçbir şekilde itibar etmiyorum.

Kasım ayı ortasında yazdığım “Yoksa Gülen iyi ama çevresi kötü mü?” (http://www.rusencakir.com/Yoksa-Gulen-iyi-cevresi-kotu-mu/2264) başlıklı yazıdaki şu cümleyi bugün tekrarlamakta hiçbir sakınca yok: Nasıl AKP hükümetinde stratejik adımların Başbakan Erdoğan’dan habersiz, hele ona rağmen atılması imkânsızsa cemaatin içinden herhangi birilerinin Gülen’den bağımsız, hatta özerk bir şekilde hükümete meydan okuması da söz konusu olamaz.

Eğer böyle bir ihtimal olsa, Gülen daha 7 Şubat 2012’deki MİT krizinin ardından çok açık ve net bir tutum alır, bunca yıl büyük bir özen, dikkat ve meşakkatle bugünlere getirmiş olduğu hareketini riske atan kişileri saptar, gerekirse hükümetten de yardım ister ve onları kapının önüne koyardı.

İlginçtir, cemaatin içinde kendi kafasına göre hareket eden (ve muhtemelen birtakım uluslararası güç odaklarıyla koordineli çalışan) ayrı bir cemaat bulunduğu önermesi, bu camiaya bağlı kişiler tarafından da “cemaati parçalama” taktiği olarak görülüp eleştiriliyor.

Sonuç olarak “Gülen iyi, ama çevresi kötü“ gibi bir akıl yürütmeyle devlet içindeki devletin içinde bir başka devlet arayarak gidilebilecek fazla bir yol olduğunu hiç düşünmüyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.