Şampiy10
Magazin
Gündem

Fethullah Gülen: Özgüvenli, kararlı ve konuşkan

Fethullah Gülen, genellikle internet üzerinden dolaşıma sokulan sohbet kayıtlarıyla 17 Aralık sürecine müdahale etti ve onun akışını değiştirmeyi bildi. Ne var ki 20 Aralık tarihli, “beddua” mı, lanetleşme anlamında “mübâhele” mi olduğu tartışılan sohbet kaydının doğurduğu tepkiler yüzünden sessizliği tercih etti.

Daha doğrusu öyle sanmıştık. Fakat Wall Street Journal’a verdiği mülakatla böyle olmadığını anladık. Dün de 16 yıl sonra ilk kez bir televizyon mülakatı teklifini kabul ederek BBC Türkçe servisine konuşmasıyla söylemek istediği çok şey olduğunu gördük.

Genç meslektaşımız Güney Yıldız sahiden iyi bir iş çıkararak birçok temel tartışma konusunda Gülen’in ne düşündüğünü öğrenmemizi sağlıyor, kendisine teşekkür etmek isterim. Ancak bu konulara geçmeden önce mülakatın tamamından hareketle Gülen’in duruşuyla ilgili birkaç şey söylemek istiyorum.

Gülen’in ruh hâli

Özgüvenli: İlkin, kendisine güvenen bir Fethullah Gülen ile karşı karşıyayız. “Dosdoğru bir yolda olduğumuzu söylediğimiz hâlde, adanmışların yolunda yürüdüğümüzü söylediğimiz hâlde tam öyle adanmışlara yakışır, yaraşır hareket etmediğimiz için Allah tokatlıyor olabilir bizi” diyerek küçük çaplı bir özeleştiri yapıyor ancak “Ama bu onların doğru yaptığı anlamına gelmez. Allah onlara da hesabını sorar bu yaptıklarının” diyerek yaşanan sorunların sorumlusu olarak hükümeti işaret ediyor.

Kararlı: Dolayısıyla olup bitenler konusunda pişman değil. Hatta onun “Belki onlar da bir gün nadim olup ağlayacaklar buna, pişmanlıklarını ifade edecekler. Pişman olanlar olacak, sözlerini tashih etmeye çalışacaklar...” sözleri kararlılığını gösteriyor.

Konuşkan: “Bu fırtınaların dineceğine inancımı hiç kaybetmedim” demesine rağmen barış, hatta ateşkes için çok da ümitli olduğu söylenemez. Nitekim “İcabında sükût dururuz” demesine rağmen 16 yıl sonra yeniden bir televizyon mülakatı verebiliyor.

Erdoğan’ın çevresi

Son günlerde Gülen hareketine bağlı isimler, yaşanan olumsuzluklardan büyük ölçüde Başbakan Erdoğan’ın yakın çevresini, özellikle de danışmanlarını sorumlu tutuyorlar. Gülen de Erdoğan’ı kastederek “Bir mabeyni hümayun var herhâlde zannediyorum çevresinde. Mabeyn, padişahların etrafındaki insanlara deniyordu. Çevresinde zannediyorum meseleleri farklı intikal ettiriyorlar. Bir yönüyle, böyle rahatsız edici şeylere sevk ediyorlar sanıyorum arkadaşı” diyerek olaylara aynı şekilde baktığını gösteriyor. Tabii bu arada Erdoğan’dan “arkadaş” diye söz ettiğini de göz ardı etmemek lazım.

Yine Gülen cemaati mensupları son dönemde İran hakkında olumsuz görüşler dile getirip hükümeti, en azından bazı önemli isimlerini aşırı ölçüde İran yanlısı olmakla suçluyorlar. Gülen’in de Alevilik ve Kürt sorunları söz konusu olduğunda sözü olumsuz anlamda bir şekilde İran’a bağlaması bu nedenle şaşırtıcı değil.

Temel konular, temel ayrımlar

Gülen’in bazı temel konulardaki görüşlerine gelince:

- Seçimler: Söylediklerinden, Gülen’in önümüzdeki yerel seçimlerde herhangi bir partiyi işaret etmese de AKP adaylarına oy verilmemesini telkin edeceği sonucuna rahatlıkla varabiliriz.

- Yolsuzluk: Soruşturmaların cemaat ile ilişkilendirilmesini kabul etmiyor ama bunlara sonuna kadar sahip çıkıyor, çıkmaya devam edeceği de açık.

- Kürt sorunu: Öcalan ve PKK ile görüşülmesine karşı çıkmaması önemli, ancak Öcalan’dan “PKK’nın adadaki insanı” olarak söz etmesi, görüşmeler için devletin onurunun gözetilmesi şartını öne sürmesi ve dışarıdaki PKK yöneticileri hakkındaki kuşkuları da not edilmeli.

- Alevi sorunu: Alevilerin asimilasyonuna karşı çıkması önemli, fakat cami-cemevi projesine karşı çıkanları hemen “Ali’siz Alevilik” ile suçlamasının altı çizilmeli.

- “Paralel devlet” sorunu: Tabii ki bu iddiayı kabul etmiyor. Hükümetin görevden aldığı kişilerin bazılarının, başta MHP olmak üzere diğer siyasi hareketlerle ilişkili olduğunu söyleyerek cepheyi genişletmek istiyor. Yine operasyona uğrayanlar hakkında daha önce söylediği “binde birini bile tanımıyorum” sözünü söyleşide iki kez tekrarlıyor.

Bitirirken, BBC söyleşisinin, Gülen’in bu savaşa hazırlıklı olduğunu bir kez daha gösterdiğini söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

Gülen cemaati bölünürse...

Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki savaşın 17 Aralık tarihi itibariyle alenileşmesiyle birlikte merak edilen konulardan biri de cemaatin bölünmesi ihtimalinin olup olmadığı. Sadece ulusal değil küresel anlamda da alabildiğine büyüyüp gelişen Gülen hareketinin bu hâliyle alt edilmesi çok zor bir rakip olduğu kabul edilirse bölünüp bölünmeyeceğini merak etmek de çok anlamsız olmayacaktır.

Peki Gülen cemaati bölünür mü? Bu ihtimal tabii ki var, zira her siyasi, toplumsal, dinsel hareket ortaya çıktığı andan itibaren bölünme tehdidi altına girer. Bunun hem iç, hem dış nedenleri vardır. İçeride, esas olarak hareketi oluşturanlar arasındaki fikir ayrılıkları, rekabet ve iktidar mücadeleleri bölünmeye kapı aralayabilir. Dışarıdaysa onu kendisine rakip, engel veya düşman olarak görenler, hareketi zayıflatmanın en kolay yolunun onu bölmek olduğunu düşünür, bu minvalde, içeride fikir ayrılıkları, rekabet ve iktidar mücadeleleri yaratmaya veya var olanları körüklemeye çalışırlar.

Bu sefer farklı olabilir

Nitekim Fethullah Gülen kendi hareketini 1970’li yılların başlarında Nurculuktan ayrılarak inşa etti ve bugüne gelene kadar çeşitli kademelerden pek çok öğrencisi ve kurmayı onu yarı yolda bıraktı. İlginçtir, o ayrılmalardan hiçbiri, Gülen hareketine rakip olsun ya da olmasın, kalıcı bir cemaatleşmeye yol açmadı.

Belki bu sefer farklı olabilir. Çünkü:

1) Cemaat gerçekten çok zor ve ne kadar hazırlık yapmış olursa olsun, alışık olmadığı bir süreçten geçiyor. Cemaat içindeki herkesin bugüne kadar yaşanan her şeyi tam olarak anlayıp anlamlandırabildiğini söylemek mümkün değil. Savaşın daha da şiddetlenmesi durumunda kafa karışıklıkları daha da artabilir, rahatsızlıklar ortaya çıkabilir. Eğer Gülen ve kurmayları krizi iyi yönetemezse ciddi kopuşlar yaşanabilir.

2) Cemaati “denetim altına alınamayacak ölçüde büyük” gören hükümetin onu zayıflatma, dolayısıyla bölme üzerine uzun süredir kafa yorduğunu duyuyoruz. Bunların teoriden pratiğe geçirilmesi için son dönemde start verilmişse kesinlikle sürpriz olmaz.

Şurası açık: Fethullah Gülen sıhhatte olduğu ve işin başında bulunmayı sürdürdüğü müddetçe, AKP hükümeti veya başka bir güç/odak, cemaati bölmede epey zorlanacaktır. Hele cemaatten ayrılacak olanları ona alternatif bir başka cemaatte bir araya getirmeye çalışmak daha da zor olacaktır.

Yanlış olan

Gülen cemaatinin, bilinen ve görünen faaliyetlerine ek olarak bürokrasiye sızıp bir tür “paralel devlet“ yapılanmasına gittiği iddiası kuşkusuz çok ciddi ve hükümetin bu yapıyı tespit edip yok etme hakkını cemaat sözcüleri dâhil hemen herkes teslim ediyor. Ancak bu yasa dışı yapıyla mücadele edilirken Gülen cemaatinin yasal alandaki diğer faaliyetlerine ne derece dokunulacağı belirsiz.

Önümüzde şöyle bir ikilem var: Hükümet Gülen cemaatini önce epey zayıflatıp sonra yasal sınırların içine çekmek mi istiyor yoksa bu küresel yapılanmayı kendi denetimine alıp onu kullanmayı mı hedefliyor?

Benim de aralarında olduğum çok kişi, yıllardır Gülen cemaatini yeterince şeffaf olmadığı; başta güvenlik bürokrasisi olmak üzere devlet içinde kadrolaşmayı çok şeyin önüne koyduğu; kendisine engel gördüğü kişi ve kurumları etkisizleştirmek için polis-adliye-medya üçgeninde, psikolojik harekât yöntemlerine de başvurarak komplolar düzenlediği gibi gerekçelerle eleştirdi. Bu eleştirilerin ana hedefi cemaati sivil, şeffaf ve demokratik bir çizgiye çekmekti.

Bütün bu süreç boyunca AKP hükümeti ve onun destekçileri, cemaat ile verimli bir ittifak içinde oldukları için bu eleştirilere kulak tıkadılar. Şimdi aynı eleştirileri daha da sert bir şekilde gündeme getirmelerinin ana nedeni, hiç kuşkusuz ittifakın bozulması ve cemaatin kendi çıkarlarına aykırı adımlar atmasıdır.

Söylenecek çok şey var ama sözü uzatmadan bu yazıyı şöyle bitirelim: Bir cemaatin devleti ele geçirmeye çalışmasına karşı olmak devletin o ve diğer cemaatleri ele geçirmeyi istemesine destek vermek anlamına gelmemeli.

Yani ne devletin cemaatleştirilmesi, ne de cemaatlerin devletleştirilmesi...

Yazının devamı...

Fethullah Gülen’den sonra cemaat...

Yaklaşık 25 yıldır şu soruya muhatap oldum, son günlerde de yoğun bir şekilde oluyorum: “Fethullah Gülenden sonra cemaati ne olur?”

Şaşıracak bir şey yok, çünkü Gülen hareketiyle ilgilenen, onu dert edinen ve ona pek de sempati duymayan kişilerin sık sık bu soruyu sorup cevabını aradıklarını duyuyor, biliyoruz. Ama abes bir soru bu. Abes olduğu, her ne kadar bazı sağlık sorunları bulunsa da Gülen'in, bu sorunun ilk ortaya atılmasından en az bir çeyrek asır sonra hâlâ hareketinin başında olmasından anlaşılıyor.

Haklarını yemeyelim, bu soruyu soranlar bir doğrudan hareket ediyorlar: Gülen bu hareketin kurucusu olması dışında tartışılmaz lideri. Çok sayıda kurmayı olsa da iktidarını paylaştığına dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Hatta hareketle ilgili her türlü ayrıntıdan haberdar olmaya özen gösterdiği, stratejik ve hatta birçok durumda taktik adımların ondan habersiz atmadığı söyleniyor.

Bu açıdan bakıldığında “Gülenden sonra cemaati ne olur?” sorusu isabetli sanılabilir, ama değil. Çünkü bu Cemaati anlamayı hedefleyen bir soru değil. Tam tersine onu anlamaya çalışmaktan duyulan korkuyu ifade ediyor. Ayrıca iyi niyetli bir soru olduğu da söylenemez, çünkü bir meraktan ziyade baş edilemeyen bir olguya karşı çaresizliği gösteriyor.

Türkeş ve Bahçeli örneği

Bu soruyu soranların büyük kısmı içten içe, “nasılsa Gülenden sonra bu devasa yapı aynı şekilde yola devam edemez, muhakkak parçalanır” diye düşünüyor olmalılar. İlk bakışta akla yatkın bir değerlendirme gibi görünüyor, ancak güçlü liderin ardından hareketinin dağılacağı önermesinin mutlak doğru olmadığına Alparslan Türkeşin vefatının ardından MHP ve ülkücü hareket örneğinde tanık olmuştuk. “Başbuğ”un ardından, üstelik olaylı bir şekilde MHP genel başkanı seçilen Devlet Bahçeli, daha sonra yaşanan kopmalara rağmen girdiği ilk genel seçimden ikinci parti olarak çıkmayı bildi. Türkeş liderliğindeki MHPnin bir önceki seçimde yüzde 10 barajını aşamadığı düşünüldüğünde bu, her ne kadar dönemin konjonktürünün yardımı olsa da, çok çarpıcı bir başarıydı.

Tekrar Gülen sonrası Cemaatin geleceği sorusuna dönecek olursak öncelikle şunu söylemek isterim: Herhalde bu soru en çok Gülenin kendisinin kafasını kurcalıyordur ve muhakkak bu konuda birtakım hazırlıklar yapmıştır, değişen koşullara göre bunları gözden geçirecektir.

Veliaht sorunu

Cemaat hakkında çok fazla bilgi sahibi olmayan (hatta olmaktan ürken) birçok kişi Gülen sonrası dönemde yeni liderin kim olacağının en önemli soru/n olacağını sanıyor. Aynı görüşte değilim. Çünkü Gülen cemaati bir tarikat değil, Gülenin yerine bir veliaht işaret etmesi gibi bir durum olamaz, olsa bile kısa süre içinde bu durum kaçınılmaz olarak hareket içinde tartışmalara ve sorunlara yol açar.

Bu noktada önümüzde Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk hareketi örneği duruyor. Nursi’nin yerini kimse almadı, öğrencileri kolektif olarak hareketi sürdürmeye çalıştılar. Fakat çok kısa süre içinde farklılıklar nedeniyle hareket birçok parçaya ayrıldı. Gülen’in 1970’li yılların başında kendi cemaatini oluşturması da Nurcu hareket içindeki, Bediüzzamanın öğretisinden kaynaklanan, çoğulcu ruh sayesinde olmuştur.

Dolayısıyla Gülen’den sonra Cemaatin geleceğinin ne olabileceği üzerine samimi olarak kafa yormak isteyenler, kişiler üzerinden “veliaht toto” oynamayı bırakıp bu hareketin yapılanmasını ve özünü (ruhunu) anlamaya yoğunlaşsalar daha isabetli olur.

Yazının devamı...

Ayaklar gazda, kafa kafaya çarpışmaya doğru...

Dünkü Zaman Gazetesi’nde Hüseyin Gülerce’nin “Tek şeritli köprüde çarpışma...” başlıklı yazısı şöyle bitiyor: “Sayın Başbakan’ın yargıya müracaat etmesi gerekir. Değilse tek şeritli -demokratikleşme, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler şeridi- bir köprüde -o köprü Türkiye’dir- iki araba kafa kafaya çarpışacak. Kardeşliğimize, huzurumuza yazık olacak...”

Gülerce’nin tarif ettiği duruma Amerikalılar “chicken game” diyorlar, yani “(korkak) tavuk oyunu”. Bu oyunda iki kişi, dar bir yolda aksi istikametten son hızla birbirlerinin üzerine arabalarını sürer; korkup arabasından ilk atlayan “tavuk” olur, kaybeder ve diğeri oyunu kazanır.

Ya hep ya hiç

(Korkak) tavuk oyununun bir başka versiyonu, Nicholas Ray imzalı, James Dean’in başrolünü oynadığı 1955 tarihli “Asi Gençlik” (Rebel without a Cause) filminde karşımıza çıkmıştı. Burada da iki genç, Jim (Dean) ile Buzz (Corey Allen) arabalarını son hızla bir uçuruma doğru sürerler. Jim cesaretini sonuna kadar korur, Buzz ise korkar ama ceketi takıldığı için arabadan çıkamayıp ölür.

(Korkak) tavuk oyununun en temel özelliği şöyle özetleniyor: En iyi sonuca ulaşmak için en kötüsünü göze almak. Yani bir bakıma “ya hep ya hiç” de diyebiliriz. Ne var ki bu durum, taraflardan birinin korkup oyunu bırakmasıyla mümkün olabiliyor. İkisinin de gururlarını son ana kadar koruması, korkuyu yenmesi durumunda arabalar çarpışır (veya ikisi birden uçurumdan yuvarlanır) ve ikisi birden kaybeder: Ağır yaralanır veya ölürler.

Kim Jim, kim Buzz olacak?

17 Aralık’ta alenileşen Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaş için hep kazananın olmayacağı; bu yüzden, kimin daha çok veya daha az kaybedeceğinin, diğer bir deyişle çarpışmadan kimin ne kadar yaralı çıkacağının önemli olacağını söyledik. Bir ara tarafları barıştırmak için epey uğraşan Gülerce de bu noktaya gelmiş durumda. O da bu gidişle cemaat ve hükümet arabalarının kafa kafaya çarpışmalarının kaçınılmaz olduğu uyarısını yapıyor. Zaman yazarı gidişatın sorumluluğunu büyük ölçüde hükümete yüklüyor, ancak dışarıdan, olabildiğince tarafsız bir gözle baktığınızda, her iki tarafın da kendisine aşırı güvendiğini, rakibinin eninde sonunda pes edeceğinden emin olduğunu, bu yüzden ayağını hep gazda tuttuğunu, frene basmayı (ya da arabadan atlamayı) gururuna yediremediğini görüyorsunuz.

Acaba cemaat ile hükümet arasındaki “tavuk oyunu” nasıl sonlanacak? Kim Jim, kim Buzz olacak? Yoksa ikisi birden mi uçurumdan yuvarlanacak? Birilerinin müdahale edip bu ölümcül oyunu durdurması mümkün mü?

Yazının devamı...

SP de tırmanan gerginlikten kaygılı

Milli Gazete Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Kurdaş arayıp, Saadet Partisi’nin (SP) İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Selman Esmerer’le kahvaltılı bir basın toplantısına davet edince tereddütsüz evet dedim. Bunun birinci nedeni SP’yi izlemeyi bir süredir ihmal etmiş olmamdı. İkinci olarak, her ne kadar SP son yerel seçimlerde parlak sonuçlar almamış olsa da Milli Görüş hareketinin yerel yönetimler konusunda öteden beri iddialı olması nedeniyle Esmerer’i tanımak ve projelerini dinlemek istiyordum. Ve tabii son olarak, her ne kadar bazı tahminlerim olsa da SP’lilerin Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaşta nerede durduklarını anlamaya yardımcı olacak bazı ipuçları elde etmek hiç de fena olmayacaktı.

Hava kurşun gibi ağır

Nitekim Esmerer konuşmasının ilk bölümünü bu iktidar savaşına ayırdı. “30 Mart’a çok az süre kalmasına rağmen medya bu seçimleri çok fazla gündeme getirmiyor. Bunun nedeni yaşanan kutuplaşama ve gerilim. Dosyalar, operasyonlar havalarda uçuşuyor. Adeta hava kurşun gibi ağır. Ve bu ortamın cumhurbaşkanlığı seçimine kadar süreceği belirtiliyor” diyen Esmerer, SP olarak bu ortamdan çıkılmasını savunduklarını vurguladı ve sözlerini şöyle sürdürdü: “Hepimiz aynı gemideyiz. Eğer gemi karaya oturursa neyse, bir yolunu bulup yeniden yüzdürebiliriz. Ancak batırırsak hep birlikte batarız. Bu yüzden başta Başbakan, iktidar, ana muhalefet, siyasi partiler ve medyamıza büyük görev düşüyor. Bu ülke hepimizin. Gerilim üzerinden iktidar ve muhalefet bu işi götürürse bundan millet olarak zarar görürüz.”

Mevcutlar içerisinde AKP’yi yolsuzluk iddiaları konusunda en kolay ve en etkili biçimde zorlayabilecek partinin SP olduğunu söyleyebiliriz. Fakat gördüğüm kadarıyla SP’liler iktidar partisi hakkındaki yolsuzluk/rüşvet iddialarını bu seçim kampanyasında pek fazla dillendirmeyecekler. Çünkü, her ne kadar yollar uzun süre önce ayrılmış olsa bile AKP ile belli bir kardeşlik hukukunun korunduğu anlaşılıyor. Öte yandan Gülen cemaatine ve onun uluslararası ilişkilerine yönelik geleneksel kuşkulu yaklaşımın esnediğine dair ortada herhangi bir işaret de yok.

Projeler

O zaman geriye projeler kalıyor. Esmerer özellikle trafik konusunu ön plana alarak bir dizi proje dile getirdi. Bunlardan bazıları şöyle:

- İlk etapta Haliç’ten başlayarak Beylikdüzü’ne kadarki güzergâhta çok katlı otoparklar yapma;

- Sarıyer-Beykoz arası feribot ve deniz ulaşımını yaygınlaştırma;

- Kamyon, tır gibi yük taşıyan araçları denizden taşıma;

- Raylı sistemi her ilçeye taşımak ve hat uzunluğunu 600 km’ye çıkartma;

- Kadın yolcular için her üç metrobüsten sonra gelecek olan pembe metrobüs seferleri;

- E-6 üzerinde ikinci bir metrobüs hattı.

- Ümraniye-Mecidiyeköy arasında günde 50 bin yolcu kapasiteli teleferik hattı;

- Atatürk Havalimanı’nın 8 bin dönümlük arazisini yeşil alana çevirip park yapma;

- Bir yıllığına bakıma girmesi gereken Boğaziçi Köprüsü’nün hemen yanına üzerinde raylı sitem olan yeni bir köprü;

- Ümraniye-Kâğıthane, Kâğıthane-Yenibosna, Yenibosna-Haliç arasında üç yeni tünel.

Yazının devamı...

Gülen cemaati parti kurar mı?

Diyelim ki bundan 3 ya da 5 yıl önce “Gülen cemaati parti kurar mı?” sorusu asla sorulmazdı. Çünkü, siyasetle fazlasıyla içli dışlı olmasına ve kimi seçimler öncesinde bazı partileri desteklediği yolunda ciddi spekülasyonlar yapılsa da Cemaat “partilerüstü” olarak görülürdü. Bu noktada en ciddi ve açık istisna, Gülen’in evet oyu için gerekirse ölülerin bile mezarlarından çıkarılması çağrısı yaptığı 12 Eylül referandumudur. Ne var ki cemaat sözcüleri, CHP ve MHP’nin hayır dediği, BDP’in boykot ettiği referanduma evet demenin AKP’ye destek anlamına gelmediğinde ısrarcılar.

Çok sepette çok yumurta

Cemaatin tarihinde siyasete ve partilere bakışta inişli-çıkışlı bir grafik karşımıza çıkıyor. Gülen, Nurcu hareketin ana gövdesinden kopunca kayıtsız şartsız Adalet Partisi’ni destekleme çizgisini de bırakmış, hatta bu nedenle Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi ile de kısmi ve geçici bir yakınlaşma yaşamıştı. Daha sonra, siyasi partilere karşı “tüm yumurtalarını tek sepete koymama” olarak özetleyebileceğimiz bir strateji benimseyen Gülen’in Turgut Özal ve ANAP’la iyi ilişkileri olduğunu biliyoruz. ANAP’ın çözülüp Refah Partisi’nin yükseldiği 1990 başlarından itibarense, merkez sağ ve sol partilerin hemen tümü Gülen ve cemaatini bir tür cankurtaran simidi olarak gördü; o da bu konuma fazla itiraz etmedi. Hatta 28 Şubat sürecinin ilk günlerinde ordunun da bu konumun sürmesini isteyebileceği düşünüldü ama olmadı.

Cemaat’in AKP ile ittifaka gitmesi birçoklarına normal geliyor ama iki hareketin karşılaştırmalı tarihini bilenler için bu gelişme bir tür sürprizdi. Buna bağlı olarak, asker başta olmak üzere eski iktidar sahiplerinin tasfiyesinin ardından yolların ayrılması, her ne kadar çok erken ve şiddetli olsa da, şaşırtıcı olmadı.

Alternatif sorunu

Ancak 17 Aralık sürecinde cemaatin önünde çok ciddi bir sorun var: AKP’ye karşı destekleyebileceği elle tutulur bir alternatif yok. CHP ve MHP’nin neden olamayacağını uzun uzun anlatmaya gerek yok. Kimileri bir seçenek olarak BBP’yi işaret etse de bu partinin cemaatin ufkuna denk gelmesi imkânsız. Bu bağlamda Başbakan Erdoğan’ın Numan Kurtulmuş ve Süleyman Soylu’yu partisine kazandırırken Gülen’in muhtemel siyasi hesaplarını da gözetmiş olabileceği yorumlarını yabana atmamak lazım.

Şu aşamada geriye alternatifi AKP içerisinden çıkarma seçeneği kalıyor. Bunun da kabaca iki yolu var: Yeni istifalarla AKP’yi zayıf düşürüp buradan yeni bir parti çıkarma ve Erdoğan’ı iyice yıpratıp yerine yeni ve cemaate yakın bir ismi getirme.

Her iki senaryo da bana gerçek dışı ve üstü görünüyor. 17 Aralık sürecinin başından beri ana hedefinin Erdoğan olduğunu vurgulamama rağmen cemaatin bunu aleni bir şekilde yapmaya çalışmasının birçok açıdan bir tür intihar olacağı kanısındayım.

Yerel seçimlerden sonra

Sanıyorum en gerçekçisi yerel seçimleri beklemek olacak. Çünkü bu seçimlerin AKP ile cemaat, Erdoğan ile Gülen arasında yaşanacağı kesinleşti. Eğer AKP bu seçimlerden bir zaferle çıkarsa CHP, MHP ve diğer rakip partilerden ziyade cemaatin kaybettiğine hükmedeceğiz. Tersi olup AKP İstanbul veya Ankara’dan birini veya ikisini birden kaybederse cemaatin zaferinden bahsedeceğiz.

Eğer ikinci şık olursa cemaat Türkiye’nin birinci gücü olarak sivrilir ve ülkenin siyasi hayatı büyük ölçüde Pennsylvania’dan belirlenir. Bu bağlamda AKP’den kopuşlar, Erdoğan’ın liderliğini kaybetmesi, yeni ve iktidar alternatifi bir partinin kurulması gibi seçenekler gündeme gelebilir.

Dolayısıyla bu seçimler hem Erdoğan hem Gülen için var olma ve var kalma anlamı taşıyor.

Yazının devamı...

Değersizleştirilmek istenen yalnızlık

17 Aralık süreci tam da Türkiye’nin Orta Doğu politikalarının teker teker iflas etmesiyle bir yalnızlığa sürüklendiği döneme denk geldi. Herhâlde rastlantı değildir. Ve yine yolsuzluk/rüşvet soruşturmalarına paralel olarak MİT denetiminde Suriye’ye giden TIR’lara ve ülke çapında El Kaide’ye yönelik operasyonlar düzenlenmesinin de rastlantı olduğunu düşünmüyorum. Tabii hem ilk TIR olayına, hem de El Kaide operasyonuna hükümetle uyumlu çalışan, Mavi Marmara’nın düzenleyicisi İHH’nın bir şekilde bulaştırılmasının da...

Bu olaylara bağlı olarak sık sık dile getirilen “Sahiden neler oluyor? Kim, ne yapmak istiyor?” sorularına benim cevabım şu: Türkiye’nin Orta Doğu’daki yalnızlığı iyice değersizleştirilmek isteniyor. Böylelikle AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan’ın özel olarak bölgesinde, genel olarak İslam dünyasındaki cazibesinin azaltılması, belki bundan daha önemli olarak Batı nezdindeki itibarının sonlandırılması hedefleniyor.

Peki kim? Esas olarak 17 ve 25 Aralık rüşvet/yolsuzluk operasyonlarının ardında kim(ler) varsa o(nlar). Bana göre burada özne Fethullah Gülen cemaatidir. Hiç kuşku yok ki bu cümleyi gören cemaate yakın isimler “hani nerde kanıtların?” diye soracaklardır. Ben de kendilerine cemaat medyasında konuyla ilgili haberlerin ele alınış ve sunuluş biçimlerine, yapılan yorumlara, cemaat çizgisindeki bazı kanaat önderlerinin sosyal medyada yaptıkları paylaşımlara bakmalarını söyleyeceğim.

İran’a bakış

Zaten Gülen cemaatinin İran’daki rejime sempatik bakmadığı bir sır değil. Aynı şekilde, özellikle 7 Şubat 2012 MİT kriziyle birlikte yaşanan ayrışmayla birlikte, siyasi iktidarın, başta Beşir Atalay ve Hakan Fidan olmak üzere bazı kurmaylarını “İrancı” bulduğu da malum. Bu türden eleştirilerin 17 Aralık’tan sonra iyice keskinleşip yaygınlaştığını görüyoruz. Tabii bu arada 17 Aralık operasyonunun İranlı Rıza Sarraf’ın Halkbank üzerinden İran paralarını aklama faaliyetleri üzerine bina edilmiş olduğunu da akılda tutmak lazım.

Lakin cemaat çevrelerinden hükümete son günlerde İran konusunda yöneltilen eleştirilerin bazılarında çok vahim hatalar yapıldığı kanısındayım. Örneğin Ankara’nın Suriye politikalarını Tahran’ı gözeterek oluşturduğu tespitlerinin hiçbir tutarlılığı yok. Tam tersine AKP hükümeti Baas rejiminin yıkılmakta olduğu gibi yanlış bir hesap yaparak İran’la yürüyen geleneksel “çatışmadan rekabet etme” çizgisini terk etti ve Suudi Arabistan, Katar gibi ülkelerle birlikte davrandı. Ve kaybetti. Hem de çok kötü...

El Kaide’ye bakış

Suriye’deki stratejik hatayı telafi etme gayretlerinin AKP hükümetinin üzerine “El Kaide ile ilişki” şaibesi düşürmüş olduğunu, örneğin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün geçen eylül ayı sonuna Birleşmiş Milletler Genel Kurulu için gittiği New York’ta açık bir şekilde görmüştük. Ankara’nın El Kaide ve/veya benzeri İslamcı gruplarla ilişki içinde olduğu iddialarını hem Şam rejimi, hem de PKK çizgisindeki Suriye Kürtlerinin örgütü olan PYD dile getiriyordu.

Son günlerde yaşanan TIR olayları da, her ne kadar hükümetin duruma (yargıya) müdahalesiyle üstü örtülmüş olsa da, belki de esas olarak bu nedenle, bazı çevreler tarafından Ankara’nın El Kaide vb. örgütlere desteğinin kanıtı olarak görüldü ve gösterilmek istendi.

Tabii bu arada 25 Aralık’taki akamete uğrayan ikinci yolsuzluk/rüşvet operasyonunun önemli figürlerinden birinin El Kaide ile ilişkili olduğu ileri sürülen Yasin el Kadı olması da herhâlde rastlantı değildi.

İran-El Kaide düşmanlığı

Görüldüğü gibi hükümet ve Erdoğan hem İran, hem de El Kaide ile iyi ilişkilere sahip olmakla itham ediliyor. İran gibi komşu bir ülkeyle iyi ilişki içinde olmakta hiçbir sakınca olmayabilir, hatta bu iyi de olabilir. Fakat El Kaide gibi uluslarötesi bir terör şebekesiyle irtibatlandırılmak herhâlde hiç de iyi bir şey olmasa gerek.

Her şey bir yana, ortada çok ciddi bir çelişki mevcut: Bugün İslam dünyasının en önde gelen düşmanlıklarından biri İran rejimi ile El Kaide arasında yaşanıyor. Hatta Washington’ın Ruhani’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden istifade ederek Tahran’la yakınlaşmaya başlamasında da bu düşmanlığın ciddi bir faktör olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla AKP hükümeti ve Erdoğan’ın, hem El Kaide, hem de İran’la aynı anda iyi ilişki içinde olması eşyanın tabiatına aykırı bir durum olacaktır.

Yazının devamı...

‘Darbe’ diye diye...

Artık yolsuzluk/rüşvet operasyonlarıyla birlikte başlayan yeni dönemi “17 Aralık süreci” olarak adlandırıyoruz. Bir aydan fazla zaman geçti ama olup bitenler ve bundan sonra olabilecekler hakkında biz dizi soru, sorulmayı ve tabii ki cevaplandırılmayı bekliyor. Daha önce iki ayrı yazıda en sık karşılaşılan toplam 22 soruyu ele almıştık. Bugünse tek bir soruyu gündeme getirmek istiyorum: Bu bir darbe teşebbüsü müydü?

Malum, ilk şoku atlattıktan sonra gerek iktidar partisinin sözcüleri, gerekse destekçisi kişiler yaşananları bir “darbe teşebbüsü” olarak görüp göstermeye çalıştılar. Onlara göre, Gülen cemaatine bağlı olarak hareket eden, özellikle polis ve yargıda örgütlenmiş olan “paralel” bir yapı, seçilmiş hükümeti, en azından Başbakan’ı devirerek ülkede bir tür “yargı vesayeti” kurmak istemişti; yani yapılmak istenen bir darbeydi.

Cemaat sözcüleriyse, asla böyle bir durumun söz konusu olmadığını, savcı ve yargıçların “hukuk devleti” ilkelerine bağlı olarak bir yolsuzluk soruşturması yürüttüklerini, esas hükümetin bu sürece müdahale ederek kuvvetler ayrılığı ilkesine darbe indirdiğini söylüyorlar.

Yakın geçmişe bakış

Hangisi haklı? Bu soruyu cevaplamadan önce yakın geçmişe gidelim: Eğer Ergenekon, Balyoz gibi süreçlerin yaşandığı, yani cemaat ile hükümetin müttefik olduğu bir dönemde 17 ve 25 Aralık operasyonlarının, diyelim ki onda biri yaşansaydı, Gülen cemaatinin sözcüleri ve medyası hiç tereddüt etmeden bunları bir tür “darbe girişimi” olarak niteler, yargı ve emniyet mensuplarının Ergenekonvari yapılanmalarla muhtemel ilişkileri üzerine yayınlar yapardı. Bu noktada İlhan Cihaner’in başına gelenleri veya Deniz Feneri soruşturmasına cemaatin hiçbir şekilde destek vermemesini hatırlatabiliriz.

Zira Gülen cemaatinin demokrasi kültürümüze yaptığı en büyük kötülüklerden biri, temsilci ve sözcülerinin, hükümete, Başbakan Erdoğan’a ve tabii ki kendilerine yönelik her türlü eleştiri, itiraz ve protestoyu “darbecilik“ olarak yaftalamış olmasıdır. Bu yaklaşımın telif sahibi cemaatti ama 4-5 yıl önceki cemaat ve hükümet yanlısı yayın organlarını (ki o zamanlar bugünkü gibi birbirleriyle savaşmıyor, el ele verip düşman ya da rakip belledikleri üçüncü şahıslara saldırıyorlardı, yani aralarında pek fark yoktu) taradığınızda bunun sayısız örneğini bulabilirsiniz.

Bumerang

“Darbe”, “milli irade”, “yeni Türkiye” gibi sihir atfedilmiş kavramları ellerinde kılıç gibi sallıyor, en ufak bir itiraz, uyarı, eleştiri, en hafifinden “Ergenekon’u sulandırma” gibi abes bir suçlamayla susturuluyor, bunları dile getirenler sert bir şekilde cezalandırılıyordu. Bunun sonucunda çok sayıda gazetecinin, yazarın, aydının, siyasetçinin, iş insanının, tetikçilerin ve bugün siyasi iktidar tarafından da “paralel devlet” diye adlandırılan yapının insafına terk edildiği; çok kişinin itibarsızlaştırıldığı, mağdur edildiği trajik günler yaşadı ülkemiz.

Cemaatin stratejisi çok açıktı: Sürekli bir darbe ihtimalini sıcak tutarak ülkenin normalleşmesini sürekli ertelemek, böylelikle hükümetin kendisine (ve dolayısıyla devlet içindeki özerk yapılanmasına) bağımlılığını sürekli kılmak. Bu “darbe tehdidi” ısrarının siyasi iktidarı bir süre sonra bunalttığından ise, Başbakan’ın bitmek bilmeyen soruşturma dalgalarından alenen şikâyet etmesiyle haberdar olduk.

7 Şubat 2012 günü patlak veren MİT krizinden bu yana sayısız “bumerang”, yani “geri tepen silah” olayına tanık olmuştuk, cemaatin, hükümeti ve Başbakan’ı yolsuzluk/rüşvet iddialarıyla köşeye sıkıştırdığı için “darbeci” olarak yaftalanması yeni bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Etme bulma dünyası.



7 yıl geçti, Türkiye’nin Hrant sevgisi artıyor. Hrant bize, bu ülke için karamsarlığa kapılmanın yanlış olduğunu, umutsuzluğa yer olmadığını gösteriyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.