Şampiy10
Magazin
Gündem

Paralel Gezi

Başbakan Erdoğan, Gezi direnişçileriyle ile Gülen cemaatinin “patronu“nun aynı olduğunu ilan etti. “Patron”dan kastının “dış güçler“, “faiz lobisi“ vb. olduğu anlaşılıyor. Kimse şaşırmadı. Peki inanan olmuş mudur? Kendi tabanı dışında pek sanmam. Hele, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi Gezi ile “paralel devlet”in kaynağının aynı olduğunu kavrayan MHP ve CHP tabanından, bu yüzden AKP’ye kayış olacağını hiç sanmam.

O zaman Erdoğan’ın hedefi ne olabilir? Öncelikle rüşvet/yolsuzluk iddialarıyla bir şekilde kafaları karışmış olabilecek kendi taraftarlarını “büyük dış komplo“ tehdidiyle bir arada tutmak istiyor olmalı. İkinci olarak da, ikisinin adını birlikte anarak Gezi direnişini destekleyenlerle Gülen cemaati mensuplarının kafalarını karıştırmak istiyor olabilir. Benzer bir stratejiyi Gezi direnişi sırasında da denemiş, Kürtlere Gezi’deki Türk milliyetçilerini, ulusalcıları, Kemalistleri; Türk milliyetçilerine ve ulusalcılara da sayıları beklenenden az da olsa Gezi’ye Kürt hareketinden katılanları göstererek aralarını açmaya çalışmıştı, fakat küçük birkaç tatsızlık dışında taraflar birbirlerine pekâlâ tahammül ettiler.

Bu sefer de öyle olması kuvvetle muhtemel. Erdoğan, “patronları aynı” dedi diye kimsenin Gezi direnişi çizgisinden veya Gülen hareketinden kopacağı yok. Hatta tam tersine, Başbakan, muhalifleri arasında kopuşlar yaşatmak isterken onları birbirlerine daha fazla yaklaştırabilir.

Gülen cemaati ve Gezi

Hükümet çevreleri bir süredir Gülen cemaatinin Gezi’ye destek verdiği iddiasını fazlasıyla dillendiriyor. İlk günlerde hükümeti yeni yeni, alenen eleştirmeye başlamış olan cemaatin bazı entelektüellerinin Gezi’ye sempatik baktıklarına tanık olduk. Ancak olaylar büyüyüp Başbakan’ın hiçbir şekilde yumuşamayacağı anlaşılınca sessizce kenara çekildiler. Bununla birlikte cemaat medyasının Gezi süresince Erdoğan ve hükümete, daha önceki dönemlerde tanık olduğumuz türden kayıtsız destek vermediği de gerçek.

Bunun birkaç nedeni vardı:

1) Cemaat ile hükümetin arası zaten açılmaya başlamıştı;

2) Gezi direnişinin, Erdoğan tarafından dile getirilen komplo teorileriyle hiçbir alakası olmadığı ortadaydı;

3) Hükümetin direnişi bastırmak için başvurduğu metotlar tasvip edilmiyordu.

Lakin cemaatin hükümete eskisi gibi destek vermemesi Gezi’yi desteklediği anlamına da kesinlikle gelmiyordu. Zira böyle bir destek olsaydı, polis Başbakan’ın deyişiyle “destan“ yazmaz, kendisini iyice zor durumda bırakabilirdi. Yine yargıdaki cemaat mensuplarının da bu süreçte hükümete karşı direnişçilerin yanında yer alması durumunda neler olabileceği üzerine sayısız spekülasyon yapılabilir.

Kabataş olayı

Kanal D‘nin yayınladığı Kabataş görüntüleri, (sızdıranlar ister cemaate yakın polisler olsun ister olmasın) cemaatin bu tür kritik ve stratejik anlarda hükümete zarar vermek istemesi hâlinde neler yapabileceğinin anlamlı bir örneği. Muhtemelen bu görüntüler sızdıranların elinde uzun süredir vardı ve Gezi direnişinin etkisini muhafaza ettiği günlerde sızdırılmış olsa bugünkünden çok daha etkili olurdu.

Bitirirken: Erdoğan’ın Gezi direnişini ötekileştirme stratejisi yanlıştı ama kendisine kısa vadede yararlı olmuş olabilir. Ancak Gülen cemaatini ötekileştirmek hiç de o kadar kolay olmayacaktır. Hele bunu Gezi üzerinden gerçekleştirmesi bana göre imkânsız.

Yazının devamı...

Nurcular olup bitenlere ne diyor?

Fethullah Gülen 1970’li yılların başlarında İzmir’de Nurculuktan ayrılıp kendi cemaatini kurmaya başladı ve zamanla küresel ölçekte bir hareket inşa etti. Ancak ilk günden itibaren bu hareketin Nurcu olup olmadığı tartışmalıdır. Gülen de özellikle ilk yıllarda kendisini Nurcu olarak lanse etmemeye, Bediüzzaman Said Nursi’ye doğrudan ve açıktan atıfta bulunmamaya özen gösterdi. Fakat özellikle 2000’li yıllardan itibaren Gülen cemaatinin Nurculukla ilişkisi daha yoğunlaştı ve alenileşti. Öyle ki Prof. Hakan Yavuz hareketi “neo-Nurculuk” olarak tanımladı ve bu tanım çok da fazla yadırganmadı.

AKP hükümetiyle olan savaşın alenileşmesiyle birlikte Gülen cemaatinin Nurculuk düşüncesi ve Nurcu hareket(ler)le ilişkisi yeniden gündeme geldi. Malum, Nurculuk, Nursi’nin 1960’ta vefatıyla birlikte sürekli bölünüyor, kimileri ülke çapında, kimileri yerel özellikler gösteren, hatta bazıları Gülen cemaati kadar olmasa da dış dünyaya da açılan çok sayıda grup mevcut ve bunlar esas olarak Nursi’nin Nur Risaleleri’nin okunup yaygınlaştırılması olmak üzere bir dizi faaliyet yürütüyorlar.

Beş abinin tavrı

Peki Nurcular cemaat-hükümet savaşına nasıl bakıyor? Kime daha yakın? Farklı gruplarla ilişkili ve bağımsız hareket eden çok sayıda Nurcu ile konuştuktan, son günlerde medyaya yansıyan bazı haber ve yorumları inceledikten sonra şu sonuçlara vardım:

1) Bu savaştan memnun olan hiç kimseyle karşılaşmadım.

2) Tarafların doğrularına sahip çıkıp yanlışlarını eleştirme eğilimi öne çıkıyor.

3) İlk başlarda Yeni Asya grubunun cemaatten yana tavır aldığı izlenimi doğdu, fakat bazı sözcüler bunu kısa sürede tekzip etti. Yine de Nurcular içinde cemaate en yakın grubun Yeni Asya olduğu söylenebilir.

4) Buna karşılık birçok Nurcu grup ve şahsiyetin hükümete daha yakın pozisyon almaktan çekinmediğini görüyoruz. Bu açıdan en önemli gelişme Nursi’nin hayattaki beş öğrencisi (bugünün beş abisi), Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayramoğlu, Salih Özcan, Mehmet Fırıncı ve Abdülkadir Badıllı’nın 2013’ün son gününde yaptıkları ortak açıklama. Buradaki “Cemaat adına siyasi faaliyette bulunmak, siyasi partilerle pazarlıklar içine girmek, devlet içinde kadrolaşmak, iktidara ortak olmaya çalışmak gibi faaliyetlerin tamamı Risale-i Nur’un iman ve Kur’an hizmetiyle tam bir tezat teşkil etmektedir” cümlesinin Gülen cemaatine karşı AKP hükümetinin yanında tavır alma anlamına geldiği muhakkak.

Hükümet neden başarılı oldu?

Hükümetin, hatta bizzat Başbakan Erdoğan’ın, Gülen cemaatini genel olarak İslami hareket, özel olarak da Nurculuk içerisinde izole etmeye çalıştığı bir süredir söylenirdi. Bunun son dönemde bir spekülasyon olmadığı anlaşıldı. Erdoğan’ın bu stratejisinin büyük ölçüde başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Bunun birkaç nedeni olduğunu düşünüyorum:

1) Gülen cemaatinin siyasete örtülü de olsa aşırı ilgisi, devlet içinde kadrolaşma stratejisi Nurcular tarafından genellikle eleştiriliyordu.

2) Gülen cemaatinin alabildiğine büyümesi, Nurcular da dâhil diğer İslami cemaatleri etkisizleştirmesi, Nurcu olduğunu beyan etmemesine rağmen Nurculuğun da merkezi gibi algılanması rahatsızlık yaratıyordu.

3) Her ne kadar bazı eleştirileri olsa da Nurcuların büyük çoğunluğu AKP hükümetinden memnun. Gülen cemaatinin böylesi bir savaşa girişmesini tasvip etmeleri, hatta anlayışla karşılamaları hiç mümkün gözükmüyor.

4) Nurcular öteden beri risalelerin Diyanet tarafından basılmasını talep etmişlerdir. Bu konuda yıllar sonra ilk adım atıldı ve Said Nursi’nin aslen Arapça olarak kaleme aldığı, kardeşi Abdülmecit Nursi’nin Türkçeye tercüme ettiği İşaratü’l İ’caz adlı eseri geçen ay Diyanet tarafından basıldı. Başbakan Erdoğan da ilk basılan nüshanın ilk sayfasını “Merhum Üstadımızın arzularının yerine getirilmiş olmasının huzuru içindeyiz. Devamı niyetiyle...” diye imzaladı. Bu, Nurcuları çok memnun etti.

Sadeleştirme tartışması

5) Son olarak Gülen cemaatinin risaleleri sadeleştirilmesi sorununa değinmek şart. Said Nursi’nin eserlerinin günümüz Türkçesine kazandırılması konusunda öteden beri bir tartışma yaşanır. “Kesinlikle sadeleştirme olmaz” diyen de var, “başka dillere çevrildiğine göre neden olmasın!” diye düşünenler de. Çoğunluğun metinlere dokunulmamasından, en fazla sayfa altlarına bazı kelimelerin günümüzdeki karşılıklarının konulmasından yana olduğu söylenebilir. Fakat Gülen cemaati, diğer Nurculara danışmadan risaleleri sadeleştirmeye başladı. Nursi’nin 6 öğrencisi, Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram, Ahmet Aytimur, Salih Özcan ve M. Said Özdemir, Gülen’in şahsına bir mektup yazarak bu yayın faaliyetine son vermesini talep ettiler ancak kendisinden herhangi bir cevap alamadılar.

Sonuç olarak, AKP hükümetinin, sadeleştirme başta olmak üzere Nurcu grup ve şahsiyetlerin Gülen cemaatine karşı eleştiri ve kızgınlıklarından sonuna kadar istifade ettiğini ve rakibini büyük ölçüde yalnızlaştırdığını söylemek mümkün.

Yazının devamı...

Yolsuzluk iddiaları Erdoğan’ın işine mi yarıyor?

Doğrudan kendisini hedef alan her türlü eleştiri ve saldırının eninde sonunda Recep Tayyip Erdoğan’a yaradığını söyleyebilir miyiz? Erdoğan’ın siyasi kariyerine baktığımızda bunun pekâlâ isabetli bir yaklaşım olduğu görülüyor. Daha İstanbul’da belediye başkanı adayı olduğu andan itibaren egemen sistem ve onun uzantısı olan büyük medya tarafından sürekli itibarsızlaştırılmaya, cezalandırılmaya ve tasfiye edilmeye çalışılan Erdoğan bunların hepsinin üstesinden gelmeyi bildi. Bunda kendisinin dindar kimliği ve “halk adamı“ imajı epey etkili oldu. Çünkü seçmenin ciddi bir bölümü Erdoğan’a, tam da kendileri gibi olduğu için zulmedildiğini düşündü ve onuna dayanışmaya girdi.

Peki bu yaklaşım hâlâ geçerli olabilir mi? Her eleştiri ve saldırı yine Erdoğan’ın işine mi yarıyor? Bazılarının iddia ettiği gibi Gezi direnişi Erdoğan’a yönelik desteği sahiden artırdı mı? Daha önemlisi, son günlerdeki rüşvet/yolsuzluk iddiaları ve buna bağlı olarak Fethullah Gülen cemaatiyle süren savaşa rağmen, AKP (ve dolayısıyla Erdoğan) önümüzdeki yerel seçimlerden de yara almadan mı çıkacak?

Gezi ile kopan son bağ

Sanmıyorum. Böyle düşünmemin birçok sebebi var. Sıralamaya çalışayım. Önce Gezi üzerine iki nokta:

1) Gezi direnişi, Erdoğan’ın muhafazakâr camiadaki gücünü artırmış olabilir ama bu olayın belki de ilk kez AKP iktidarının sanıldığı kadar güçlü olmadığını ortaya çıkardığını unutmayalım.

2) Gezi’nin orta ve uzun vadede Erdoğan’a indirdiği en büyük darbe, kentli orta sınıfın önemli bir bölümüyle, Alevilerle ve solcularla, yani “diğer yüzde 50“in ciddi bir kısmıyla son bağlarının da iyice kopmasına yol açmasıdır. Artık Erdoğan her gün “balkondan” konuşsa bile bu kesimlerin ilgisini çekme ihtimali iyice azaldı.

Bu kez “CeHaPe zihniyeti” değil

Rüşvet/yolsuzluk soruşturmaları ve buna bağlı olarak tırmanan cemaat-hükümet çatışmasına bakacak olursak:

1) Erdoğan ve partisiyle hükümeti daha önce de yolsuzluk suçlamalarına maruz kalmıştı. Bu suçlamaların öznesi hep “öteki”, yani (eski) sistem ve onun uzantısı olan medya, Kemalistler, ulusalcılar, “CeHaPe zihniyeti” vb. idi. Ama bu sefer durum farklı: Suçlama kampanyasını aynı toplumsal ve manevi iklimden bir yapı, yani Gülen cemaati yürütüyor.

2) Bu soruşturmaları yürüten (ve kısa sürede hemen hepsi tasfiye edilen) bürokratların çoğu AKP’ye oy veren kesimlerin, Ergenekon vb. soruşturmalardaki rolleri nedeniyle göklere çıkarılan isimler.

3) Hükümetin bütün engelleme çabalarına rağmen cemaat, rüşvet/yolsuzluk iddialarını sosyal medya üzerinden sistemli bir şekilde kamuoyuna iletiyor. Malzemenin çoğunu oluşturan, soruşturma kapsamında mahkeme kararıyla kaydedilen telefon görüşmeleri ve onların tapeleri doğrudan Başbakan’ı, birinci dereceden aile fertlerini ve kendisine çok yakın isimleri hedef alıyor.

4) Rüşvet/yolsuzluk soruşturmasıyla doğrudan ilişkisi olmamakla birlikte, hükümetin medyaya doğrudan müdahale ettiğini açık bir şekilde gösteren telefon kayıtları da bir tür bonus.

“Tekfir” imkânsız

Erdoğan ve destekçileri, soruşturmalardaki iddialara cevap vermek yerine cemaati şeytanileştirmeye, yani ötekileştirmeye çalışıyorlar. Kendilerine çok sadık kitleler nezdinde belli ölçülerde başarılı olabilirler ama İslami camianın genelini Gülen ve takipçilerinin “suç ve casusluk çetesi“ olduğuna ikna edebilmeleri o kadar kolay olamayacak.

Benzer bir şekilde Gülen cemaati de, Erdoğan ve AKP hükümetine yönelik suçlamalarını meşrulaştırmak için bunların İslami çizgiden uzaklaşmış olduklarını, örneğin dünkü Zaman Gazetesi’nde ileri sürüldüğü gibi, “Neo-Kemalistler”e dönüştüklerini kanıtlamaya çalışıyorlar.

Lakin her iki odağın birbirini “tekfir” çabasının kısa vadede sonuç vermesi mümkün gözükmüyor. Bu da “kazananı olmayan savaş“ tezinin bir kez daha doğrulanması anlamına geliyor.

Yazının devamı...

“Paralel devlet” operasyonu neden başlamıyor?

Hükümetin seçimlerden önce yapmayı pek istemese de, Cemaatin tahriklerine daha fazla dayanamayıp kısa süre içinde bir “paralel devlet operasyonu” başlatacağını düşünüyordum. Yanılmışım. Cemaat saldırılarını, buna bağlı olarak hükümete darbe indirmeyi sürdürüyor fakat o beklenen operasyon bir türlü başlamadı. Niçin? Cemaat çevrelerine göre, çünkü böylesi bir soruşturmanın maddi bir zemini yoktur. Diğer bir deyişle “paralel devlet” diye bir yapı aslında mevcut değildir, hükümet rüşvet/yolsuzluk iddialarını örtmek için bu yalana başvurmaktadır.

Hükümetin 17 ve 25 Aralık soruşturmalarıyla ortaya çıkan vahim iddiaları unutturmak, en azından geri plana itmek için her türlü yola başvurmak istediği ve başvurduğu kesin. Bütün bu operasyonları doğrudan “paralel devlet” ile irtibatlandırılmasının ardında böyle bir hesabın olması da kuvvetle muhtemel. Fakat bunlardan hareketle “paralel devlet” diye bir yapılanma bulunmadığını, dolayısıyla son yolsuzluk operasyonlarının da bu yapılanmanın işi olmadığını ileri sürmek de hiç inandırıcı ve gerçekçi değil.

Böyle bir yapılanma uzun süredir var. Varlığını da büyük ölçüde siyasi iktidarın onay, göz yumma, hatta teşvikine borçlu. Çünkü delil üretme, kumpas kurma, gizli tanık yaratma, dezenformasyon ve manipülasyon yapma konusunda hayli mahir olan bu yapılanma, eski iktidar sahiplerini tasfiye sürecinde hükümetin en büyük yardımcısı olmuştu. Yeni olan, bu yapılanmanın artık siyasi iktidarın da canını, hem de çok kötü acıtması; hükümetin de eski müttefikini artık düşman olarak görmesidir.

Hesaplaşma atamaları

Kimileri de, operasyonun bir türlü başlamamasını, hükümetin gerekli hazırlıkları henüz tamamlamamış olmasıyla açıklıyorlar. Adliye, mülkiye ve emniyetteki görevden alma ve yeni atamaların bir türlü bitmek bilmemesi bu açıklamayı güçlendiriyor. Öte yandan geçmişte Cemaatin komploları sonucunda mağdur olmuş Mustafa Gülcü ve Faruk Emniyet Genel Müdür yardımcılığına, Celal Uzunkaya’nın da İzmir Emniyet Müdürlüğü’ne atanmaları hesaplaşma beklentilerini artırıyor. Ayrıca hükümetin HSYK’nın yapısını değiştirme ve interneti sıkı denetim altına alma arayışlarının da muhtemel “paralel devlet” operasyonuyla irtibatlı olduğu kesin.

Erdoğan’ın eli varmıyor

Fakat bütün bunların ötesinde Başbakan Erdoğan’ın bu operasyonu başlatmamasının en önemli nedeninin bir türlü elinin start düğmesine basmaya varmaması olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu operasyonun başlayacağı gün Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir milat olacaktır. Neyin miladı olacağının cevabını 6 Şubat tarihli yazıda büyük ölçüde vermiştim. ( http://rusencakir.com/Islami-hareket-kendi-buyusunu-kendi-elleriyle-bozdu/2453 )

Özetleyerek tekrarlayacak olursak: Cumhuriyet tarihi boyunca İslami yapılar, hep “öteki” ile mücadele ettiler. Yaşadıkları mağduriyetlerin hemen tümünün sorumlusu “laik”, “Kemalist” vb. olarak görüp uzak durdukları rejim ve onun sivil destekçileriydi. İki ayrı İslami yapıyı karşı karşıya getiren Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaş bu bağlamda bir ilktir. İki tarafın da diğerinin yaptığının İslam’a aykırı olduğunu kanıtlamaya çalışmasının ardında, kendilerinin aslında “İslami” bir yapılanmayla savaşmadıklarını kanıtlama arayışı var.

Gülenin kendisi ve cemaati, tıpkı birçok İslami grubun başına geldiği gibi, bu ülkede değişik zamanlarda tatbikata tabi tutuldular ve bunları genellikle az hasarla atlattılar. Ancak, eğer bugün AKP hükümeti, Cemaatle ilgili bazı kişileri “devlet içinde çete kurmak”, “casusluk yapmak” gibi suçlamalarla tutuklamaya kalkarsa ve ardından büyük davalar açarsa, ki gidişat bu yönde, bunun geri dönüşü kolay kolay olmayacaktır. Ve gelecek kuşakların gözünde Cemaatin “mazlum” mertebesine yükselme ihtimali hayli yüksektir.

Sanıyorum Cemaatin önde gelen isimleri de, ne olursa olsun hükümetin beklenen soruşturmayı başlatamayacağı düşüncesinden hareketle geniş bir özgüven dairesi içinde hareket ediyorlar.

Yazının devamı...

Cemaat ve AKP: Hangisi daha sivil, hangisi daha siyasi?

Başbakan Erdoğan‘ın şanslı bir siyasetçi olduğu farklı kişilerce, değişik vesilelerle dile getirildi ki ben de öyle düşünüyorum. Onun en şanslı olduğu konulardan biri de, medyada kendisini etkili bir şekilde eleştiren kişilerin fazlasıyla sabırsız olmaları. Bu sabırsızlığa, Erdoğan’a kalkan olmayı kendilerine misyon edinmiş kalem erbabının fazlasıyla provokatif saldırıları eklenince, sözünü ettiğimiz kişilerin eleştirilerinin dozunun hızla arttığına ve buna paralel olarak etkilerinin azaldığına tanık oluyoruz. Çünkü bu yazarların dertlerinin üzüm yemek (ülkenin sorunlarının çözümü) değil de bağcı dövmek (Erdoğan’ın tasfiyesi) olduğu algısı yaratılıyor. Hâl böyle olunca, bu kişilerin Erdoğan’ı sevenler nezdinde pek bir itibarları kalmıyor.

Bu durum görünüşte ve kısa vadede Erdoğan’ın lehine olabilir ancak orta ve uzun vadede Türkiye‘nin, buna bağlı olarak Erdoğan’ın da aleyhinedir. Örneğin Kürt sorunu ve çözüm süreci üzerine tartışmanın her geçen gün daha da kısırlaşmasında Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gibi isimlerin; hükümetin, daha doğrusu Başbakan’ın kara listesinde olmalarının payı yüksek.

Zaman’dan üç yazar

Cemaat-hükümet savaşının alenileşmesiyle birlikte AKP’nin tavan ve tabanı nezdinde etkileri azalanlar kervanına yeni isimler eklendi. Bu yazıda onlardan üçünü ve cemaat-AKP ilişkilerinden hareketle başlatmak istedikleri siyasi İslam/sivil İslam karşılaştırmasını esas alan tartışmalarını ele almak istiyorum.

Üçü de Zaman Gazetesi‘nde yazıyor. İkisi ülkücü hareket kökenli Ahmet Turan Alkan ile Mümtazer Türköne, diğeri İslamcı bir isim olan Ali Bulaç.

Kuşkusuz kimi zaman farklı, hatta yer yer karşıt argümanlara sahip olsalar da üç yazar da kabaca Gülen cemaatini “sivil İslam“, AKP’yi de

“siyasi İslam“ olarak okuyor ve “sivil” olanın “siyasi” olana üstün gelmesini bir tür kaçınılmaz bir durum olarak öngörüyorlar. (Bu yaptığım özetteki muhtemel hatalardan dolayı şimdiden kendilerinden özür dilerim.)

Gülen cemaatinin sivilliği

İlk itirazım Gülen hareketinin siyasi olmadığı tespitine. Her ne kadar eğitim, medya gibi toplumsal alandaki faaliyetleri öne çıksa ve kendisini ısrarla “siyaset üstü” göstermek istese de cemaat öteden beri siyasetle yakından ilgilenmiştir. 1995‘ten 28 Şubat 1997‘ye kadarki süreçte Fethullah Gülen‘in merkez sağ ve sol siyasetçilerle yoğun ilişkisiyle bu ilgi alenileşti. 17 Aralık süreciyle birlikteyse cemaatin nerdeyse tek gündem maddesi siyaset oldu.

İkinci itirazım cemaatin sivilliği iddiasına. İlk andan itibaren benimsenmiş olan devlet içinde kadrolaşma stratejisinin, buna bağlı olarak cemaat içinde, benim “sivil olmayan kanat“ diye adlandırdığım bir yapının neredeyse özerk bir şekilde ortaya çıkıp güçlenmesinin sivillikle fazla ilgisi olduğunu sanmıyorum. Yine birbirinden farklı kesimlerin cemaate yönelik olarak şeffaflaşma çağrısı yapmaları da sivillik iddiasına ciddi olarak gölge düşürüyor.

AKP’nin siyasiliği

Öte yandan AKP’yi sadece siyasi bir yapı olarak görmek de sorunlu olacaktır. Öncelikle AKP’nin sırtını yasladığı Milli Görüş hareketinin başından itibaren çok güçlü bir İslami toplumsal zemin üzerinde yükseldiğini; kendisi yükseldikçe bu zemini de genişletip zenginleştirdiğini biliyoruz. İkinci olarak, son günlerde ortalığa saçılan bilgilerden, AKP lideri Erdoğan’ın, Gülen hareketinin aşırı güçlenmesinden tedirgin olduğu için başka İslami cemaatlere ciddi yatırımlar yapmış olduğunu; bunları başta eğitim olmak üzere toplumsal alanda Gülen hareketine alternatif faaliyetlere teşvik ettiğini öğreniyoruz.

Özetle, sivil olması beklenen Gülen cemaatinin gözü siyasi alanda, siyasi olması beklenen AKP’nin de gözü sivil alanda. Zaten kavga da esas olarak bu yüzden çıkıyor.

Yazının devamı...

Erdoğan-Gülen-Öcalan üçgeninde çözüm süreci

Türkiye’de bir süredir iktidar dengeleri esas olarak üç aktör, R. Tayyip Erdoğan (AKP hükümeti), Fethullah Gülen (cemaat) ve Abdullah Öcalan (Kürt siyasi hareketi - KSH) arasındaki ilişkiler üzerinden şekilleniyor. Yakın bir zamana kadar Erdoğan ve Gülen birlikte hareket ediyorlardı, Öcalan ise epey etkisiz bir konumdaydı. Hükümet ile cemaat alenen savaşmaya başlayınca KSH’nin gücü ve önemi de otomatik olarak arttı. Savaşan tarafların ikisi de önlerini tam olarak göremedikleri için en azından arkalarını sağlama almak istiyorlar. Doğal olarak önceliği de Öcalan’a veriyorlar. Bu noktada Erdoğan’ın daha avantajlı olduğu muhakkak. Çünkü epey bir zamandır hem Kandil (PKK), hem İmralı (Öcalan) ile düzenli olarak görüştükleri için aralarında belli bir hukuk oluşmuş durumda. Her ne kadar farklı aktörleri, sürecin bir türlü ilerlememesinden şikâyet etse de, KSH’nin hükümetle köprüleri atma lüksü pek yok. Zira iktidar denkleminin diğer ayağını oluşturan cemaat kendilerine hiç de sıcak bakmıyor. Fethullah Gülen BBC mülakatında devletin İmralı ve Kandil’le görüşmesine itirazları olmadığını söyledi ama cemaat KSH’yi, BDP dışında ki o da çok sınırlı- muhatap almaya en azından şimdilik niyetli gözükmüyor. Kandil’de görüştüğümüz KCK Eş Başkanı Cemil Bayık’ın cemaatle görüşmek için birçok girişimde bulunduklarını ama karşılık alamadıklarını söylemesi anlamlı. Bu KSH’nin cemaati mutlak bir şekilde düşman olarak görmediğinin kanıtı. Ülkenin üç temel iktidar odağının aralarında belli bir ilişkinin oluşmaması anormal bir durum. Bu nedenle cemaatin de belli bir aşamadan sonra Kandil ve İmralı’yı bir şekilde muhatap alma noktasına geleceğini tahmin ediyorum.

Sürece yeniden bakmak

Hükümet - cemaat savaşının alenileşmesinin ardından yakın siyasi tarihimiz hakkında çok şey öğrenme imkânına da sahip oluyoruz. Örneğin tarafların arasındaki kökleri geçmişe uzanan karşılıklı güvensizlik hâli, TSK başta olmak üzere eski iktidar sahiplerine karşı ittifaka girmelerine rağmen de ortadan kalkmamış ve birlikte ortak düşmana karşı savaşırken gelecekte kendi aralarında patlak vermesi kaçınılmaz olan savaş için hazırlık yapmayı ihmal etmemişler.

Bu hayati bilgi ışığında, hükümetin, “demokratik açılım”, “Oslo süreci” ve nihayet “çözüm süreci” gibi girişimlere yönelmesindeki ana motivasyonlardan birinin cemaate olan bağımlılığından kurtulma arayışı olduğuna dair inancım iyice kuvvetlendi. Çünkü biliyoruz ki Kürt sorunu ülkemizde “bütün sorunların anası”dır ve seçimle iş başına gelmiş olan hükümetler hep bu sorunu köklü olarak çözemedikleri için bazı kurum ve odakların vesayetini kabul etmek zorunda kalırlar. Gülen cemaatinin, hükümetin sorunu kalıcı bir şekilde çözmeye yönelik girişimlerinin hemen tümünü destekler gözüküp en kritik anlarda bunların önüne engel çıkartmasını ve tabii iki müttefik arasındaki kopuşun bir tür miladı olan 7 Şubat 2012 MİT krizinin yine Kürt sorunu üzerinden patlak vermesini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir.

Öcalan üzerinden Erdoğan’a mesaj

Türkiye’de sağın geleneksel ilkesi “devletin bekası” olmuştur. 12 yıla yaklaşan AKP iktidarıyla birlikte ülkemizde yeni tür bir sağcılık oluştu ve bunun temel ilkesinin de her geçen gün iktidarı daha fazla kendi ellerinde toplayan Başbakan’ın bekası olduğunu görüyoruz. AKP’nin geleneksel tabanı dışında soldan, Kürt hareketinden ve liberallerden bireysel katılımlarla çeşitlenen Türkiye’nin “yeni muhafazakârları”, yakın bir zamana kadar pek seviştikleri Gülen cemaatini, sırf Erdoğan’a dokunduğu için hızla düşman bellemiş durumdalar. Savaşın kazanılmasının KSH’nin tatsızlık çıkartmamasına bağlı olduğunu çok iyi biliyorlar ve bunu sağlamanın esas adresi olarak (bir zamanlar her türlü hakareti ve yaftalamayı uygun gördükleri) İmralı’yı görüyorlar.

Öte yandan yine yakın zamana kadar onlarla hareket eden bazı kanaat önderleri de Erdoğan’la yollarını ayırmış oldukları ve onu bir şekilde cezalandırmak istedikleri için yine gözlerini KSH’ye, ama İmralı’dan çok Kandil’e ve kısmen BDP’ye dikmiş durumdalar. Ancak bu ikinci grup, Erdoğan ve AKP hükümetine desteğini çekmeleri çağrısı yaptıkları KSH’ye herhangi bir alternatif de göster(e)miyorlar.

Fazlasıyla karışık olduğunu farkındayım. Toparlamaya çalışayım: Gözlemlerime göre Kürt hareketi, an itibariyle kendilerini muhatap alan tek ciddi iktidar odağı olan AKP hükümetiyle ilişkilerini, onu eleştirmeyi ihmal etmeden korumak istiyor; bu arada diğer ciddi odakların (ki şu anda sadece cemaat söz konusu) da kendilerini muhatap almasını temin etmeye çalışıyor.

Yazının devamı...

Kayıtlara geçsin diye...

2010 yılının ağustos ayında Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet, Bugün Cemaat” adlı kitabı piyasaya çıktı. Görevdeki ve epey ünlü bir polis şefinin doğrudan Fethullah Gülen cemaatini hedef alan bu kitabı nedense ilk günlerde medyada fazla ilgi uyandırmadı. Kısa zamanda, cemaatin kitabı “ademe mahkûm etme” stratejisi uyguladığını, cemaat temsilcilerinin önde gelen medya sahiplerini ve yöneticilerini arayarak kitap yokmuş gibi davranmalarını “rica ettiğini” ve epey de başarılı olduklarını öğrendik.

Ama bu tür durumlarda sıklıkla olduğu gibi bu sefer de tesadüfi bir sızıntı yaşandı; NTV’de Mirgün Cabas ile yaptığımız Yazı İşleri programına Avcı’yı çıkarttık, kendisini canlı yayında 90 dakika konuk ettik ve kitap üzerindeki medya ablukasını da farkında olmadan kırmış olduk.

Esas olarak Avcı’ya; kısmen bana ve Mirgün’e belli bir bedele mal olan o yayının da ayrı bir öyküsü var: Avcı’nın Susurluk sürecinde, yine görevdeyken 32. Gün’e çıkmış olduğunu hatırlayıp Mirgün’le “neden olmasın?” demiş ve hızla kanaldaki sorumlu arkadaşların onayını almıştık. Ardından Avcı’yı aradım ama “maalesef” cevabını aldım: Çok önceden CNN Türk’teki bir programa söz vermiş. Televizyon haberciliğinde az rastlanan türden bir fırsatı kaçırmış olduğumuz için üzüldük ve tabii ki rakiplerimizi kıskandık.

Fakat ertesi gün Hanefi Avcı aradı ve rakiplerimizin yayından vazgeçtiğini söyledi. (Avcı’yı o yayına çıkartması gereken gazeteci bu konuda tatminkâr bir açıklama yaptıysa kaçırmış olmalıyım. Eğer yapmadıysa, şu günlerde basın özgürlüğü konusuyla hayli ilgili olduğu için yapmasını bekleyebiliriz.)

Aslında “neden?” diye sormaya hiç gerek yoktu. Her şey belliydi. Tabii ki sevindik ve iki gün sonra, 26 Ağustos 2010 Perşembe günü saat 11.10’da NTV’de Yazı İşleri için sözleştik. İki gün sahiden geçmek bilmedi. Ama nasıl olduysa oldu, o gerçekten “tarihi” sıfatını hak eden yaklaşık 90 dakikalık yayını gerçekleştirdik.

Neyin miladı?

Bütün bunları kayıtlara geçsin diye anlatıyorum. Çünkü başta Gülen cemaati mensupları olmak üzere çok kişi Türkiye’de birçok şeyin, örneğin yolsuzlukla mücadelenin, demokrasinin; düşünce, ifade ve basın özgürlüğünün miladı olarak 17 Aralık 2013 gününü benimsemiş durumda. Bu doğru değil. 17 Aralık olsa olsa cemaat ile AKP hükümeti arasında ne zamandır alttan alta süregelen iktidar savaşlarının alenileşmesi anlamında bir milat olabilir.

Cemaat, hükümeti, ama esas olarak Başbakan Erdoğan’ı alt etmek için elindeki imkânları ve devlet içindeki kadrolarını sonuna kadar kullanıyor. Başarıya ulaşmak içinse hükümeti en zayıf yerinden, yolsuzluklardan vuruyor. Siyasi iktidarın kendini savunma refleksiyle temel hak ve özgürlükleri ihlal etmesinden, hukuk devletinden iyice taviz vermesinden de alabildiğine istifade ediyor.

Samimiyet sınavı

Gülen cemaatinin bugün örneğin basın özgürlüğünü savunması, Başbakan’ın medyaya doğrudan müdahale ettiğinin tartışmaya yer bırakmayacak şekilde kanıtlanmasına ciddi olarak katkıda bulunması tabii ki olumlu gelişmeler ve umarım bu çizgide devam ederler. Ancak aynı cemaatin 17 Aralık öncesinde basın özgürlüğü sicilinin hiç de parlak olmadığını akıldan çıkarmamamız gerekiyor. Zira Gülen cemaati AKP hükümetiyle sorunsuz olarak ittifak yaptığı, yani çok güçlü olduğu günlerde Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin, demokrasinin gelişmesi için pek bir şey yapmamış, kendi çıkar ve beklentilerini her şeyin önüne koymuş, örneğin basında kendisine engel gördüklerini, emniyet ve yargıdaki kadroları, kendi medyası ve diğer basın kuruluşlarına iliştirilmiş işbirlikçileri aracılığıyla sindirmiş, tasfiye etmiş, hatta bazılarının özgürlüklerini gasbetmiştir. (Bu tür durumlarda hep olduğu gibi “nerede kanıtın?” diye soracak olan cemaat mensuplarına o sihirli kelimeyi söylemek yeterli olabilir: Google!)

Eğer cemaat demokrasi, temel hak ve özgürlükler konusunda samimi olduğuna inanmamızı istiyorsa bu geçmişiyle inandırıcı bir şekilde yüzleşmeli, hatalarını kabul etmeli ve mağdur ettiklerinden samimi olarak özür dilemelidir.

Çünkü, daha önceki bir yazımızda da başlığa çıkarttığımız gibi, “dün” aynı zamanda “bugün”, hatta “yarın”dır.

Yazının devamı...

Ülkücüler cemaat-hükümet savaşının neresinde?

Ülkücülerin ve partileri MHP’nin, 17 Aralık 2013’teki yolsuzluk/rüşvet operasyonuyla alenileşen Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaşa pek bulaşmak istemediklerini görüyoruz. Bu pekâlâ anlaşılır bir şey, fakat savaşın doğrudan tarafı olmayan diğer toplumsal kesimler ve siyasi yapılanmalar gibi ülkücü hareketin de, ne kadar uzak durmak isterse istesin, adım adım tüm ülkeyi kuşatan bu savaşa kayıtsız kalması pek mümkün olmayabilir.

Bunun birçok nedeni var, fakat sadece biri bile yeterli olabilir: Bürokrasideki ülkücü kadrolar. Malum, Türkiye’de uzun yıllardan beri değişik hükümetler, emniyet, adliye, eğitim, sağlık gibi alanlarda istihdamda Sünni Türk muhafazakârlara ağırlık verdiler ve buna bağlı olarak bürokrasideki ülkücü eğilimli kadroların oranı genellikle ülke ortalamasının üstünde seyretti. AKP iktidarının onlar için kara bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Ülkücü kimliklerini korumakta ısrar edenler etkisizleştirilirken, AKP’ye veya cemaate yanaşanların büyük kısmının önü iyice açıldı. Örneğin bugün “paralel devlet“ denildiğinde ilk akla gelen savcı ve polis şeflerinin bazılarının cemaat ile ilişkisi öğrencilik yıllarına değil yakın bir zamana denk gelir ve hemen tümü ülkücü çizgiye yakın bilinir. Bu noktada hatırlayalım; Fethullah Gülen BBC’ye verdiği mülakatta, yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle görevlerinden alınan hâkim, savcı ve polisler arasında MHP’lilerin de bulunabileceğini dile getirmişti.

Gözler ülkücü bürokratlarda

Bugün gelinen noktada bürokrasideki ülkücü kadroların değerinin, gerek hükümet, gerekse cemaat açısından iyice arttığı ortada. Hükümetin ayıkladığı cemaatle irtibatlı kadroların yerlerine epey sayıda ülkücü denebilecek kişileri getirdiğini (veya getirmek zorunda kaldığını) duyuyoruz. Cemaatin de bu ayıklamalar yüzünden iyice azalmaya yüz tutan bürokrasi içindeki nüfuz ve etkisini, benzer bir şekilde, ülkücü çizgideki bürokratlar aracılığıyla diri tutmak istemesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Bu bağlamda, başkaları ne düşünür bilmiyorum ancak, Başbakan Erdoğan’ın medyaya doğrudan müdahale ettiğini tartışmasız bir şekilde kanıtlayan üç telefon kaydında da ana konunun MHP ve onun Genel Başkanı Devlet Bahçeli olması bana hiç de rastlantı gibi gelmiyor. Ellerinde bol miktarda olduğu anlaşılan bu kayıtlardan önceliği MHP ile ilgili olanlara veren “meçhul“ kişiler, böylelikle cemaat-hükümet savaşında ülkücülerin AKP ile arasını daha da açmayı hedefliyor olmalılar. Tıpkı Roboski ve Paris katliamlarını MİT ile irtibatlandıran belge ve kayıtların dolaşıma sokulup Kürt siyasi hareketi ve onun tabanını hükümete karşı en azından destek verir hâlden çıkarmak istendiği gibi.

Referandumun acı anıları

MİT krizinde gördük. Cemaatin hükümetle en ciddi anlaşmazlık konularından biri Kürt sorununa bakış. O zaman, cemaatin bu konuyu daha fazla işleyerek ülkücü hareketle yakınlaşmaya gitmesini bekleyenler çıkabilir. Ne var ki Kürt sorununda şahinleşme Batı nezdindeki imajını olumsuz etkileyeceği için cemaatin bu yola başvurması pek akıl kârı değil. Nitekim Gülen, BBC’ye, devletin PKK ve Öcalan ile görüşmesine temelde itirazları olmadığını belirtti.

Öte yandan MHP’nin de sırf AKP’yi iyice zayıflatmak için tercihini bir şekilde cemaatten yana yapması seçeneği de bana pek gerçekçi gelmiyor. Bu konuda bir dizi gerekçe sayılabilir, şimdilik biriyle yetinelim: 12 Eylül referandumu öncesi, “ölüleri bile mezardan çıkaracak” kadar “evet” seçeneğine angaje olan cemaat, “hayır” cephesinde yer alan MHP’yi yıpratmak için, özellikle medyası üzerinden akıl almaz bir kampanya yürütmüş, bulabildikleri “evetçi” her ülkücüyü (ki ortak özellikleri büyük ölçüde Bahçeli karşıtlığıydı) “bağımsız ülkücü aydın“ diye parlatmışlardı.

Herhâlde o günlerden çok pişmanlardır. Zira onların da bildiği gibi, ülkücü harekette hafızanın hayli önemli bir yeri vardır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.