Yolsuzluk iddiaları Erdoğan’ın işine mi yarıyor?
.
Doğrudan kendisini hedef alan her türlü eleştiri ve saldırının eninde sonunda Recep Tayyip Erdoğan’a yaradığını söyleyebilir miyiz? Erdoğan’ın siyasi kariyerine baktığımızda bunun pekâlâ isabetli bir yaklaşım olduğu görülüyor. Daha İstanbul’da belediye başkanı adayı olduğu andan itibaren egemen sistem ve onun uzantısı olan büyük medya tarafından sürekli itibarsızlaştırılmaya, cezalandırılmaya ve tasfiye edilmeye çalışılan Erdoğan bunların hepsinin üstesinden gelmeyi bildi. Bunda kendisinin dindar kimliği ve “halk adamı“ imajı epey etkili oldu. Çünkü seçmenin ciddi bir bölümü Erdoğan’a, tam da kendileri gibi olduğu için zulmedildiğini düşündü ve onuna dayanışmaya girdi.
Peki bu yaklaşım hâlâ geçerli olabilir mi? Her eleştiri ve saldırı yine Erdoğan’ın işine mi yarıyor? Bazılarının iddia ettiği gibi Gezi direnişi Erdoğan’a yönelik desteği sahiden artırdı mı? Daha önemlisi, son günlerdeki rüşvet/yolsuzluk iddiaları ve buna bağlı olarak Fethullah Gülen cemaatiyle süren savaşa rağmen, AKP (ve dolayısıyla Erdoğan) önümüzdeki yerel seçimlerden de yara almadan mı çıkacak?
Gezi ile kopan son bağ
Sanmıyorum. Böyle düşünmemin birçok sebebi var. Sıralamaya çalışayım. Önce Gezi üzerine iki nokta:
1) Gezi direnişi, Erdoğan’ın muhafazakâr camiadaki gücünü artırmış olabilir ama bu olayın belki de ilk kez AKP iktidarının sanıldığı kadar güçlü olmadığını ortaya çıkardığını unutmayalım.
2) Gezi’nin orta ve uzun vadede Erdoğan’a indirdiği en büyük darbe, kentli orta sınıfın önemli bir bölümüyle, Alevilerle ve solcularla, yani “diğer yüzde 50“in ciddi bir kısmıyla son bağlarının da iyice kopmasına yol açmasıdır. Artık Erdoğan her gün “balkondan” konuşsa bile bu kesimlerin ilgisini çekme ihtimali iyice azaldı.
Bu kez “CeHaPe zihniyeti” değil
Rüşvet/yolsuzluk soruşturmaları ve buna bağlı olarak tırmanan cemaat-hükümet çatışmasına bakacak olursak:
1) Erdoğan ve partisiyle hükümeti daha önce de yolsuzluk suçlamalarına maruz kalmıştı. Bu suçlamaların öznesi hep “öteki”, yani (eski) sistem ve onun uzantısı olan medya, Kemalistler, ulusalcılar, “CeHaPe zihniyeti” vb. idi. Ama bu sefer durum farklı: Suçlama kampanyasını aynı toplumsal ve manevi iklimden bir yapı, yani Gülen cemaati yürütüyor.
2) Bu soruşturmaları yürüten (ve kısa sürede hemen hepsi tasfiye edilen) bürokratların çoğu AKP’ye oy veren kesimlerin, Ergenekon vb. soruşturmalardaki rolleri nedeniyle göklere çıkarılan isimler.
3) Hükümetin bütün engelleme çabalarına rağmen cemaat, rüşvet/yolsuzluk iddialarını sosyal medya üzerinden sistemli bir şekilde kamuoyuna iletiyor. Malzemenin çoğunu oluşturan, soruşturma kapsamında mahkeme kararıyla kaydedilen telefon görüşmeleri ve onların tapeleri doğrudan Başbakan’ı, birinci dereceden aile fertlerini ve kendisine çok yakın isimleri hedef alıyor.
4) Rüşvet/yolsuzluk soruşturmasıyla doğrudan ilişkisi olmamakla birlikte, hükümetin medyaya doğrudan müdahale ettiğini açık bir şekilde gösteren telefon kayıtları da bir tür bonus.
“Tekfir” imkânsız
Erdoğan ve destekçileri, soruşturmalardaki iddialara cevap vermek yerine cemaati şeytanileştirmeye, yani ötekileştirmeye çalışıyorlar. Kendilerine çok sadık kitleler nezdinde belli ölçülerde başarılı olabilirler ama İslami camianın genelini Gülen ve takipçilerinin “suç ve casusluk çetesi“ olduğuna ikna edebilmeleri o kadar kolay olamayacak.
Benzer bir şekilde Gülen cemaati de, Erdoğan ve AKP hükümetine yönelik suçlamalarını meşrulaştırmak için bunların İslami çizgiden uzaklaşmış olduklarını, örneğin dünkü Zaman Gazetesi’nde ileri sürüldüğü gibi, “Neo-Kemalistler”e dönüştüklerini kanıtlamaya çalışıyorlar.
Lakin her iki odağın birbirini “tekfir” çabasının kısa vadede sonuç vermesi mümkün gözükmüyor. Bu da “kazananı olmayan savaş“ tezinin bir kez daha doğrulanması anlamına geliyor.