Şampiy10
Magazin
Gündem

Gemiler batarsa kimler kaçar, kimler kalır?

Fethullah Gülen cemaatinin 1990’lı yılların ortalarında başlattığı dışa açılma stratejisinin önde gelen isimlerinden biri Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ilk başkanı Latif Erdoğan’dı. Gülen’in hayatını anlattığı, 1995’te çıkan “Küçük Dünyam” adlı kitabın yazarı olan Erdoğan’ın, 3 yıl sonra vakıf başkanlığını bırakıp Cemaat içinde pasifleşti, yakın bir zamanda da tüm bağlarını koparttı.

Bir süredir Akit Gazetesi’nde köşe yazan Erdoğan, fazla dikkat çekmek istemediğinden olacak ki gazetenin çizgisinden farklı olarak “sakin” yazılar kaleme alıyordu. Fakat geçtiğimiz günlerde Sabah Gazetesi’ne bir mülakat verip Cemaat’i çok sert biçimde eleştirdi, hükümete destek verdi.

Erdoğan, “Cemaat nasıl kurtulur?” başlığını uygun gördüğü dünkü yazısında “Kuyuya nerden düşüldüyse çıkış yeri de orasıdır. Kaybedilen değerler tekrar kazanılmadıkça, kurtuluş imkânsız” diyor ve bu değerleri doğruluk, dürüstlük ve sadakat olarak sıralıyor.

Birçok kişinin de onun gibi, Cemaat’in çok zor durumda olduğuna inandığını biliyorum. Örneğin yakın bir zamanda başka bir vesileyle bir araya geldiğimiz bir grup meslektaşla sohbet ederken, hükümete bakışları farklı olsa da hemen hepsinin böyle düşündüğünü gördüm ve hayretimi de ifade ettim. Onlar da benim kendileri gibi düşünmüyor olmama şaşırdılar.

Kendini adamış kadrolar

AKP gibi güçlü bir parti ve Recep Tayyip Erdoğan gibi güçlü bir liderle açık bir savaş yürütmenin kolay olmadığı, bu yüzden Cemaat ile Gülen’in kendisinin sıkıntı içinde oldukları muhakkak. Ancak gelinen aşamada Cemaat’in bu savaşı kaybedeceğinin (veya daha doğru deyişle bu savaşın en büyük kaybedeni olacağının) çok somut işaretleri yok ya da ben göremiyorum.

Aslında, daha savaşın çok başlarında olduğumuz için bu tartışma için çok erken olduğunu bile söyleyebiliriz. Bunun yerine savaştaki güçler dengesini daha iyi anlamamıza yardımcı olacak bazı konuları derinlemesine ele almak daha yararlı olabilir.

Bu bağlamda bugün Cemaat ile hükümetin tabanlarını karşılaştırmak istiyorum. Önce Cemaat’e bakacak olursak çok katmanlı bir tabanla karşılaşıyoruz. Çekirdekte, sayıları binlerle ifade edilen hareketin kadroları var. Bunlar yurt içi ve dışındaki okullarda, medyada ve diğer sektörlerde varlık gösteren kurumlarda görev alıyorlar. Bunlar çok sıkı bir şekilde Gülen’e ve harekete bağlılar. Mutlaka kafaları karışık olan, yaşanan gelişmelerden üzüntülü ve tedirgin olanlar vardır ama çoğunluk birlikte ve daha fazla dayanışma duygusuyla hareket ediyor. Bu kadrolardaki kendini adamış olma hali ve hareket içindeki disiplinli yapı nedeniyle siyasi iktidarın Gülen hareketini bölmeye yönelik planlarının başarılı olma şansı çok yüksek değil.

Cemaat’in genişleyen nüfuz alanı

Çekirdek kadrolar konusunda çok ciddi bir sorun yok lakin Gülen hareketi özellikle son yıllarda nüfuz ve etki alanını çok genişletti. Özellikle eğitim alanındaki başarılarını takdir eden diğer muhafazakârların da desteğini almaya başladı. Ama bunların ciddi bir bölümü aynı şekilde AKP iktidarını da takdir ediyor. İşte bu kesimde çok ciddi bir kafa karışıklığı yaşanıyor. Bu kavgadan rahatsızlar. Yakın zamana kadar Gülen ve Erdoğan’ı belki de eşit ölçüde seven bu kişilerin çok azı Cemaat veya AKP’den yana açıkça tavır alan olabiliyor ama büyük bir çoğu bu olayın daha fazla büyümeden bitmesini tercih ediyor. Bunun olamayacağını görüp iki tarafa birden küsenler de çıkabiliyor.

Gemiler batarsa

Cemaat’te hem Gülen’in kendisi, hem de hareketin bütünüyle kurulan bir ilişki varken bir süredir Erdoğan figürü üzerinden yürüyen AKP’deyse esas olarak onunla kurulan ilişki belirleyici. AKP tabanını kendi arasında güçlü tutan hususların en önemlisi iktidar. İktidarı kaybetme durumundaysa bu tabanın içerisinde ciddi çatlaklar olabilir. Gülen hareketi dün siyasi iktidarla beraber hareket ediyordu, onun nimetlerinden sonuna kadar yararlanıyordu. Erdoğan “Ne istediniz de vermedik?” diye boşuna sormadı.

Cemaat artık iktidarın karşısında, ona savaş açtı ve doğal olarak iktidar tarafından baskıya uğruyor. Buna rağmen en azından şimdilik çok büyük fire verdiğini görmedik. Ama AKP tabanında, iktidarın elden gitmekte olduğu duygusu ortaya çıkar, Erdoğan’ın başbakanlığı kaybetme ihtimali belirirse birtakım kırılmalar olabilir. Özetle AKP gemisinin su aldığı imajı ortaya çıkarsa gemiyi terk edecek çok kişi çıkabilir ama Cemaat için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Cemaat içinde gemi batsa bile gemiyle birlikte batmaya hazır çok fazla kişi olduğunu söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

‘Cemaatleri’ AKP ve Erdoğan’dan kopartmak mümkün mü?

AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’de İslami yapılanmaların durumunda, özellikle devletle ilişkilerinde büyük değişiklikler yaşandı, yaşanıyor. 2012’nin eylül ayında bu konu üzerine peş peşe iki analiz kaleme almıştım: Bir “devlet projesi” olarak Türkiye’de İslamcılık (http://rusencakir.com/Bir-devlet-projesi-olarak-Turkiyede-Islamcilik/1820) ve AKP’den bağımsız İslamcılık kaldı mı? (http://rusencakir.com/AKPden-bagimsiz-Islamcilik-kaldi-mi/1821)

Başlıklardan da anlaşılacağı gibi AKP iktidarının, esas olarak da Başbakan Erdoğan’ın, İslami hareketi sistemin dışından merkezine taşıdığına, onun sahip olduğu son “sistem karşıtı” reflekslerinden de arınmasını kolaylaştırdığına, bütün bunlara bağlı olarak İslamcılığın Türkiye’de günden güne cazibesini yitirdiğine inanıyorum.

Tabii çok önemli bir istisna var: Fethullah Gülen cemaati. 17 Aralık’tan bu yana yaşananlar bize AKP hükümetiyle Gülen cemaatinin yan yana duruşlarının aldatıcı, en azından geçici olduğunu gösterdi. Bir de, Erdoğan’ın diğer İslami çevrelere yoğun ilgi göstermesinin, onları kendi ekseninde toparlama çabasının, Gülen cemaatini dengelemek, onun dini alandaki bariz tekelini kırmak, en azından sarsmak arzusundan kaynaklandığının farkına vardık.

Erdoğan’ın Gülen cemaatinin bölünmesi konusunda da özel çaba sarf ettiğini, hatta son çatışmanın nedenlerinden birinin de bu olduğunu yeni yeni öğreniyoruz. Bir diğer öğrendiğimiz husus da AKP liderinin, Gülen cemaatini yalnızlaştırma noktasında diğer Nurcu gruplara özel olarak ilgi gösterdiği.

Yeni Asya’nın pozisyonu

10 gün önce Nurcuların cemaat-hükümet savaşına nasıl baktıklarını ele aldığımız yazıda bu konulara da değinmiştik (http://www.rusencakir.com/Nurcular-olup-bitenlere-ne-diyor/2481). O yazıda Yeni Asya grubu için “İlk başlarda cemaatten yana tavır aldıkları izlenimi doğdu, fakat bazı sözcüler bunu kısa sürede tekzip ettiler. Yine de Nurcular içinde cemaate en yakın grubun Yeni Asya olduğu söylenebilir” demiştik.

Yeni Asya Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Kâzım Güleçyüz tespitlerimize şöyle şerh düştü: “Bizi körlemesine ‘hükümet karşıtlığı gibi bir saplantı içinde’ ve sırf bundan dolayı ‘cemaatin yanında’ gibi göstermek isteyenler var. Duruşumuzun böyle olmadığını olabildiğince net bir şekilde açıkladığımızı sanıyorum. Bu açıklamalardan ‘durumu biraz toparlamak’ gibi sonuçlar çıkarılmasını yadırgıyorum. Tavrımızı net olarak ve tek cümleyle bir kez daha ifade etmek gerekirse: ‘Ne iktidar, ne cemaat.’ Asıl olan, hukuk ve demokrasi.”

Gülen cemaatinin tavrı

AKP iktidarı ve Erdoğan aracılığıyla sistemin merkezine yerleşen ve bunun nimetlerinden faydalanan İslami cemaatleri şimdi ciddi bir sınav bekliyor: 30 Mart yerel seçimleri. Eğer AKP’nin rakipleri daha önceki seçimlerde olduğu gibi CHP, BDP ve hatta MHP olsa cemaatlerin işi kolay olurdu, fakat iktidar partisi bu sefer bambaşka bir rakiple mücadele ediyor: Gülen cemaati.

Artık “bu seçimlerde Gülen cemaati kimi destekliyor?” sorusu anlamını kaybetti. Çünkü cevap belli, cemaatin temel sloganı “AKP’ye oy yok!” Cemaat mensuplarının, bu stratejiye bağlı olarak, AKP’li adaylara karşı en güçlü, seçilme şansı en yüksek aday kimse, eğer hakkında çok büyük şüpheler yoksa, ona destek verecekleri ve etki alanlarındaki seçmenleri de buna yönlendirecekleri anlaşılıyor. Eğer uygun hiçbir aday bulamazlarsa sandığa gitmemelerini bekleyebiliriz.

Diğer cemaatlerin tereddüdü

Lakin Gülen cemaatinin bu stratejilerine diğer İslami çevreleri dâhil edebilmesi çok kolay gözükmüyor. Kuşkusuz siyasi tercihleri AKP dışındaki parti ve adaylara yönelik olacak İslami gruplar var ancak onlar da bu duruşlarının Gülen cemaatiyle koordineli olarak görülmesinden rahatsız.

Başbakan Erdoğan ve ailesinin doğrudan rüşvet ve yolsuzluğa karıştıklarını kanıtlama ve bu yolla İslami cemaatleri AKP’den uzak tutma yolundaki çabalar, en azından şimdilik, fazla etkili olmuşa benzemiyor, hatta tam tersi sonuçlara bile yol açıyor olabilir. Bunun akla gelen ilk üç nedenini şöyle sıralayabiliriz:

1) Erdoğan bütün iddialara karşı direnmeyi, ayakta kalmayı ve tabanını kontrol etmeyi beceriyor;

2) Diğer İslami yapılar, son yıllarda kendilerini iyice etkisizleştirip marjinalleştiren Gülen hareketini hem kıskanıyor, hem ona imreniyor, ama en önemlisi ona güvenmiyorlar;

3) Gülen hareketi Erdoğan’ın ve belki de AKP hükümetinin tasfiyesi hâlinde Türkiye’yi kimlerin nasıl yöneteceği konusunda somut bir şey söyleyemiyor. Daha önemlisi, İslami grupları Erdoğan ve AKP’den sonra Türkiye’nin kendileri için daha cazip bir ülke olacağına ikna edebilmeleri mümkün gözükmüyor.

Yazının devamı...

CHP-Gülen cemaati işbirliği

Princeton Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dani Rodrik önceki gün Twitter’da ortaya şöyle bir soru attı: “CHP ilkeli bir duruş sergileyip, ‘böyle gizli kayıt/şantaj yöntemlerini kınıyoruz, politika aracı yapmayacağız’ dese daha fazla puan toplamaz mı?“

Gelen cevapları ele almadan önce iki hatırlatma: 1) Prof. Rodrik, yıllardır eşi Pınar Doğan ile birlikte, kayınpederi Çetin Doğan’ın bir numaralı sanığı olduğu Balyoz Davası’ndaki usulsüzlük, sahte delil üretme başta olmak üzere diğer komplo iddialarını yoğun bir şekilde dile getiriyor ve bunlardan esas olarak, yakın zamana kadar ittifak hâlinde olan AKP hükümeti ile Fethullah Gülen cemaatini sorumlu tutuyor.

2) Prof. Rodrik, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Gülen cemaatiyle ilişkili kişiler tarafından temin edildiği düşünülen ve doğrudan Başbakan Erdoğan’ı suçlayan telefon kayıtlarını iki hafta üst üste TBMM grup toplantılarında dinletip okumasını eleştiriyor.

Sonuç alıcı kayıtlar

Takip ettiğim kadarıyla Prof. Rodrik’in sorusu geniş ilgi gördü. Onu bilmem ama, cevapların ezici çoğunluğunun “Hayır, kesinlikle daha fazla puan toplamazdı“ olması beni şaşırtmadı.

İlkin neden şaşırmadığımı izah etmeye çalışayım: Çünkü AKP hükümetinden ve bilhassa Erdoğan’dan memnun olmayan kişi ve çevreler, rüşvet/yolsuzluk iddialarının ve bunları açığa çıkaran telefon kayıtlarının sonuç alıcı olduğu kanısında. Çoğu kişi bu iddialar ve kayıtlar nedeniyle iktidar partisinin yerel seçimlerde çok ciddi yara alacağına inanıyor. Hatta pazartesi akşamı dolaşıma giren R. Tayyip-Bilal Erdoğan kaydıyla birlikte Başbakan’ın 30 Mart’a kadar partisinin başında kalmasının imkânsız olduğunu düşünenler bile var.

Basın özgürlüğü adına

CHP liderinin Meclis kürsüsünden kayıtları dinletmesini onaylayanların bazı gerekçeleriyse şöyle:

1) Türkiye’de başta iktidar partisi olmak üzere mevcut siyasi partilerin zaten etik değerlerle fazla ilişkilerinin olmaması;

2) Bu bağlamda AKP liderinin, daha önce kendisine ve partisine dokunmayan benzer kayıtlara karşı ciddi hiçbir girişimde bulunmaması, hatta siyasi rakipleriyle ilgili kayıtları Meclis kürsüsü ve seçim meydanlarında fazlasıyla diline dolaması;

3) Hükümetin medya üzerindeki kesif kontrolü nedeniyle kamuoyunun haber değeri olan bu kayıtlardan haberdar olamaması ve CHP liderinin bu yolla medyaya uygulanan ablukayı kısmen de olsa kırabilmesi...

İttifak mı işbirliği mi?

Olayın bir diğer boyutu hiç kuşkusuz, bu kayıtlar aracılığıyla CHP ile Gülen cemaati arasındaki ilişkilerin alabildiğine gelişmesi. Zaman Gazetesi’nin dünkü birinci sayfasına bakıldığında ne kastettiğim çok iyi anlaşılacaktır. Bütün sayfa baba-oğul Erdoğanların kayıtlarına hasredilmiş. Göbekte, grup toplantısında konuşan Kılıçdaroğlu resmi ve “Kayıtları incelettik, Ağrı Dağı kadar gerçek“ sözleri. Sayfanın solundaysa kaydın dökümü “İşte Kılıçdaroğlu’nun Meclis’te okuduğu tapeler“ başlığıyla verilmiş.

Ergenekon, Balyoz gibi süreçlerde, cemaatin devlet içindeki kadrolarının temin ettiği (veya ürettiği) belgeler ilkin Taraf Gazetesi’nde yayınlanır, cemaat medyası da ertesi gün ona referans vererek bunları yaygınlaştırırdı. Bu sefer mayınlı sahayı geçmede CHP’den istifade ettiği anlaşılıyor.

Dünkü yazımda CHP ile Gülen cemaati arasında “ittifak görüntüsü“nün ortaya çıktığını söylediğim için bazı okuyuculardan tepki almıştım. Diyelim ki bir ittifak söz konusu değil, ama iki haftadır, salı günleri bu iki yapı arasında, ikisinin de kârlı çıktığı (dolaysıyla memnun olduğu) bir “işbirliği“ne tanık oluyoruz.

Peki bu nereye kadar sürer? Dün hükümet ile cemaat ortak düşmana karşı işbirliği yaptılar ve zafere ulaştıktan kısa süre sonra birbirleriyle savaşmaya başladılar. CHP ile cemaat işbirliği de ortak düşmanı (Erdoğan) alt etmeyle sonuçlanabilir. Ama sonrası meçhul...

Yazının devamı...

Beş soruda cemaat-hükümet savaşında durum

1) Başbakan Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasında geçtiği söylenen telefon konuşmaları gerçek mi, yoksa montaj mı?

Her vatandaşın bu konuda kişisel değerlendirmeleri olması doğal ancak kayıtların gerçek ya da kurmaca olduğunun kararını ancak, konunun uzmanlarının da fikrini alacak olan bağımsız mahkemeler verebilir ki ülkemizde yargı bağımsızlığı başlı başına bir sorun olduğu için bağlayıcı ve herkesin riayet edeceği bir kararın oluşmasını beklemek hayal olur.

Bununla birlikte bu kayıtları dolaşıma sokan ve muhtemelen Fethullah Gülen cemaatiyle irtibatlı kişilerin yeni kayıtları (ki görüntülü olanlar da gelebilir) devreye sokmaları hâlinde durum daha da netleşebilir.

Öte yandan Bilal Erdoğan’ın 25 Aralık soruşturmasının zanlılarından olduğunu ve bir süredir teknik takip altında bulunduğunu; 17 ve özellikle 25 Aralık soruşturmalarının hedefinde aile fertleri, yakın arkadaşları ve bakanları üzerinden bizzat Başbakan Erdoğan’ın olduğunu akılda tutmak gerekir. Yani önceki akşam internete düşen kayıtlar, ister sahici, ister sahte olsun, 17-25 Aralık sürecinin doğal bir uzantısıdır.

2) Neden şimdi?

17 Aralık sürecinde tarafların attığı her adımın zamanlamasının manidar olduğu söyleniyor ancak bütüne baktığımızda cemaatin aksiyoner, hükümetin de daha çok reaksiyoner olduğunu görüyoruz. Diğer bir deyişle, inisiyatif büyük ölçüde cemaatte. Fakat en son olarak 7 bini aşkın birbiriyle alakasız kişinin cemaat ile irtibatlı savcılar aracılığıyla sahte bir örgüt bahanesiyle dinlendiği iddiası hükümetin elini epey güçlendirmişti ki aynı günün akşamı bu kayıtlar çıktı. Yani cemaat burada inisiyatifi kaptırmamak istemiş olabilir. Öte yandan internet yayınının salı günkü TBMM grup toplantılarının arifesine denk gelmesine dikkat edilmiş de olabilir.

3) Cemaat neyi hedefliyor?

Değişik vesilelerle de yazmış olduğumuz gibi cemaatin ana hedefi AKP’den ziyade Erdoğan; yani “Erdoğan’sız bir AKP” amaçlanıyor. Bunun ilk akla gelen yolu Erdoğan’lı AKP’nin yerel seçimlerde ağır bir yenilgi alması. Fakat AKP liderinin sandık konusunda kendisine aşırı güvenli olması nedeniyle strateji değişikliğine gidildiğini, iktidar partisinin 30 Mart seçimlerine onun liderliğiyle girmesinin engellenmesi için yoğun gayret sarf edildiğini düşünebiliriz.

4) Hükümetin cevabı ne olur?

Erdoğan mahkemelere güvenmiyor ve yoğun yolsuzluk iddialarının karar mercii olarak sandığı gösteriyor. Sandığı iyice garantiye almak için de cemaat ile savaşı hep belli bir noktada tutmak istiyor. Fakat cemaat de çok ağır darbeler indirerek onu hızla ve sert bir şekilde karşılık vermeye kışkırtıyor. Eğer cemaat son hamlesine benzer (ve muhtemelen daha yıpratıcı) çıkışları peş peşe sıralarsa, Erdoğan “önce sandık, sonra yargı” ısrarından vazeçmek ve cemaate yönelik “çete” soruşturmasını hemen başlatmak zorunda kalabilir ki bu da kontrolü kaybedip daha vahim hatalar yapmasına kapı aralayacaktır.

5) CHP ne yapmak istiyor?

Ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu iki haftadır grup toplantılarında cemaat tarafından temin edildiği aşikâr telefon kayıtlarını tüm Türkiye ile paylaşarak hükümeti ve Başbakan’ı çok ciddi biçimde rahatsız ediyor. Buna bağlı olarak da ortaya CHP ile cemaatin ittifak yaptığı görüntüsü ortaya çıkıyor. Yayınlanan son kayıtlara bakıp, bundan sonra daha çarpıcı kayıtların dolaşıma sokulması ihtimalini göz önüne alınca, bu ittifakın başarılı olma şansının yüksek olduğunu düşünebiliriz.

İyi de, ya sonra? Unutmayalım ki dün de CHP’den çok daha güçlü olan AKP cemaat ile ittifak yapmıştı. Birlikte nice başarılara imza attıktan sonra bugün geldikleri nokta ortada. Sonuçta, CHP’nin cemaat ile ilişki kurarken, AKP’nin hatalarından ders çıkartmış olmasını ummaktan başka yapacak pek bir şey yok.

Not: MİT yasa teklifi üzerine eleştirilerimi ertelemek zorunda kaldım. Türkiye’de neredeyse saat başı gündem değiştiği için biz gazeteciler de sözlerimizi yerine getirmekte zorlanıyoruz. Özür diliyorum.

Yazının devamı...

Yüzsüzlük böyle bir şey olsa gerek

Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaşta, benim gibi tarafsız olmaya çabalayanların canını en çok sıkan husus, tarafların yazı ve sözlerinizden işlerine geleni seçip, bunları arzu ettikleri gibi eğip bükerek kullanmaları olsa gerek. Bu konuda açıkçası cemaat daha cevval. Örneğin cemaatin profesyonelleri, pazar geceleri Habertürk TV’de Ece Üner moderatörlüğündeki Enine Boyuna adlı programındaki tartışmacıların sözlerinden beğendiklerini hızla sosyal medyada dolaşıma sokuyorlar. Benim de başıma çok geldi ama “yapacak bir şey yok” diye sineye çektim, ancak artık bu işe bir şerh düşmenin zamanı geldiği kanısındayım.

Şöyle ki, önceki geceki programda MİT yasa teklifine birçok açıdan karşı çıktım ve konuşmamın bir yerinde “Yarın bu hükümet giderse, yerine gelecek olanlar, eğer isterlerse bu MİT ile dindarların analarını ağlatabilirler” mealinde bir uyarıda bulundum. Tabii ki cemaate yakın izleyiciler bu sözleri çok beğenip hemen dolaşıma soktular. Alışık olduğum için sesimi çıkarmadım.

Lakin ertesi gün Samanyolu Haber kanalının internet sitesinde sözlerimin videosunun “Ruşen Çakır yaklaşan tehlikeye dikkat çekti” sunumuyla manşetten paylaşılması üzerine “yüzsüzlük böyle bir şey olsa gerek” demek durumunda kaldım.

Zira aynı sitenin arama motoruna adımı yazdığınızda karşınıza çıkan yazıların hemen hepsinde alenen hedef gösterildiğimi görürsünüz. Onların kara propagandalarının reklamını yapacak değilim. Sadece bu yazılardan birinin ara başlığının “Ruşen Çakır ne kadar güvenilir?” olduğunu belirtmekle yetineyim.

Ha Emniyet istihbarat, ha MİT

Yüzsüzlüğün sadece şahsımla ilgili olmadığı da açık. Örneğin yeni MİT yasa teklifindeki birçok maddenin, cemaat ile irtibatlı polis, savcı ve yargıçların 7 Şubat 2012 MİT krizi, ardından KCK içindeki MİT elemanlarına yönelik soruşturmalar ve nihayet Suriye’ye giden MİT TIR’larına yönelik operasyonlar nedeniyle konulmuş olduğu ortada.

Tabii olayın çok daha önemli bir boyutu da şudur: Bugün kuşkusuz Türkiye’de herkes çıkacak olan yeni MİT yasasını sonuna kadar temel hak ve özgürlükler, şeffaflık, hukuk devleti gibi evrensel değerler ışığında eleştirme hakkına sahiptir ve eleştirmelidir. Fakat Gülen cemaatinin bu tür bir eleştiriye girişmeden, “muhaberat devleti” geliyor alarmını vermeden önce yakın bir zamana kadar kendi denetimlerinde olan Emniyet’in istihbarat biriminin, onlarla koordineli bir şekilde çalışan savcı ve yargıçların ve tabii ki bu arada bunların medyadaki uzantılarının sabıkalarıyla yüzleşmesi gerekir.

Yanlış teklif

Cemaat tarafından kullanılıyor diye MİT yasa teklifini eleştirmekten, buna karşı çıkmaktan vazgeçmek olmaz. Şurası bir gerçek ki cemaat ile hükümet arasındaki savaşın ana nedenlerinden biri MİT üzerindeki nüfuz mücadelesiydi. Bundan hükümet galip çıktığı ve bu kurumu özel olarak cemaate, genel olarak kendisine tehdit olarak gördüğü her odağa karşı mücadelenin ana üssü yapmak istediği ortada.

Fakat bu türden iktidar mücadelelerinin parçası ve aleti olmadan da MİT yasası teklifini eleştirmek mümkün ve gerekli. Bu teklif hakkında ne düşündüğümü, bir aksilik olmazsa yarınki yazımda yazmayı planlıyorum.

Şimdilik şu kadarını söyleyeyim: Vatandaşların devlet karşısında çırılçıplak, devletin vatandaşları karşısında dokunulmaz, denetlenemez olduğu rejimlere demokrasi denmiyor.

Yazının devamı...

'Eyvah Kürtler geliyor!'

Fethullah Gülen cemaati mensupları, AKP hükümetine karşı yürüttükleri mücadelede, demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler, şeffaflık gibi evrensel değerleri ön plana çıkarıyorlar. Bu, hiç kuşkusuz son derece olumlu ve takdire şayan bir durum. Fakat yine cemaat mensuplarının işin içine Kürt ve PKK sorunlarını katmaya büyük özen göstermeleri ve bu konular söz konusu olduğunda sürmekte olan çözüm sürecini sekteye uğratabilecek ölçüde sert, spekülatif ve barış karşıtı mesajlar vermeleri kafaları karıştırıyor.

İtirazlar ve spekülasyonlar

Örneğin daha Başbakan Erdoğan o meşhur “paralel devlet“ terimini ilk telaffuz ettiği andan itibaren “bu ülkede tek bir paralel devlet var: KCK“ diye itiraz ettiler. Oslo’da PKK/KCK ile, İmralı’da Abdullah Öcalan ile yürütülen görüşmelerde “özerklik anlaşması“ imzalanmış olduğu iddiasını yeniden seslendirmeye başladılar ve çıkarılmak istenen yeni MİT yasasının amacının bu “gerçeği” gizlemek olduğunu savundular. Anadolu Ajansı’nın Öcalan’dan “bölücübaşı“ diye bahsetmeye son vermesinden duydukları rahatsızlığı dile getirdiler. Nihayet Öcalan’ın yeniden yargılanıp serbest bırakılmasının yasal zemininin hazırlanmakta olduğu yolundaki daha çok MHP çevrelerinden gelen uyarıları sahiplendiler. Cemaat mensupları, kuşkusuz, PKK ve Öcalan ile ilgili spekülasyonları gündemde tutarak hükümeti zor durumda bırakmak istiyorlar.

Fakat diğer yandan Fethullah Gülen’in, kamuoyu karşısına çıktığı son olay olan BBC mülakatında, her ne kadar Öcalan’ın adını anmaktan imtina etmiş ve bazı rezervler koymuş olsa da, devletin İmralı ve Kandil ile görüşmesine karşı olmadığını beyan ettiğini de biliyoruz. Gülen’in daha önce de ana dilde eğitim hakkını savunduğu ve Irak için olsa da “Kürdistan“ kelimesini telaffuz ettiği hatırlandığında cemaatin Kürt ve PKK konularında birbirine zıt politikaları aynı anda benimseyebildiği anlaşılıyor.

“Biz ve onlar”

Cemaat çevrelerinden gelen “devlet PKK, gibi bir tehlike varken neden bizlerle uğraşıyor?“ itirazına yer yer benzeyen bir çıkış dünkü Hürriyet Gazetesi’nde Taha Akyol’dan geldi. Akyol’un “Kazanan kim?“ başlıklı yazısının giriş paragrafı şöyle: “Dehşet verici bir hırsla birbirimizi yiyoruz. Bu kavganın tek kazananı var; Kürt hareketi!“

Akyol’un, bu kavganın tek kazananı olarak Kürt hareketini işaret etmesi doğru, ancak kendisini, Kürt sorunu söz konusu olduğunda bir zamanlar sıklıkla başvurulan ve çözüm süreciyle gözden düşmesini umduğumuz “biz ve onlar” ikileminin dar alanına hapsederek yanlış yaptığını düşünüyorum.

Akyol’un (ve tabii cemaatin) bir diğer yanlışı, Türkiye’de birilerini Kürtlerin (veya Kürt siyasi hareketinin) güçlenmesi ihtimalini öne sürerek herhangi bir şeyden caydırma döneminin çoktan kapanmış olduğunu ya görmemesi ya da kabullenmek istememesi.

Son olarak, Kürt siyasi hareketinin yöneticilerinin bu işten çok kârlı çıkmalarına rağmen cemaat-hükümet savaşından epey tedirgin olduklarını hatırlatmak isterim. Örneğin Kandil’de KCK Eş Başkanı Cemil Bayık’a “Bu kavgada kim daha baskın çıkabilir?“ diye sorduğumda şu cevabı vermişti: “Kimin baskın çıkacağını bilemem ama ikisinin de hırpalanacağı bir gerçek. İkisi de zarar görecek. Bunlarla sınırlı kalmayacak. Bütün Türkiye’deki toplum zarar görecek.“

Kürtlerde, Kürt siyasi hareketinde ve dolayısıyla Kürt sorununda son yıllarda yaşanan köklü değişimleri esas almadan eskinin ezberleriyle konuşmaktan vazgeçmek lazım.

Yazının devamı...

Cemaat ve hükümet nihai kapışmayı erteliyor

Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki savaşın ilk hasar tespit raporunu 20 Aralık‘ta, dördüncü ve sonuncusunuysa 10 Ocak‘ta yazdım. Geçen süre zarfında savaşın her iki tarafa ve üçüncü şahıslara verdiği hasar iyice arttı. Şu ana kadar yaşananlar “bu savaşın kazananı olmayacak, kimin daha çok ya da daha az kaybettiğine bakmamız gerekecek“ önermesini fazlasıyla doğruluyor. Fakat son tahlilde kimin neyi ne kadar kaybedeceğini kestirebilmemize yardımcı olacak ölçüde net bir tabloya hâlâ sahip değiliz, olabilecekmişiz gibi de görünmüyor.

Acil galibiyet arayışı

Gelinen aşamayı, bir dostum, Hakan Altınay şöyle özetledi: “Mağlubiyetin bedeli her iki taraf için de artıyor. Bu yüzden her iki taraf da acil galibiyet istiyor ve savaşın dışında kalanları yanına çekebilmek için hoyratça davranıyor.“

Hakan’a katılıyorum ve onun saptamasını biraz daha ayrıntılandırmak istiyorum: Gerçekten de savaş iyice kızışmış durumda ve zaman geçtikçe, şiddet arttıkça bedel daha da artıyor. Bu nedenle hem cemaat, hem hükümet bir an önce savaşı sonlandırmak istiyor. Tarafların ayrı ayrı, savaşın akışını büyük ölçüde değiştirebilecek, hatta savaşı bitirebilecek malzeme ve imkânlara sahip olduklarını düşünmek için çok nedenimiz var. Fakat daha önce “Paralel devlet operasyonu neden başlamıyor?” başlıklı yazımızda (http://rusencakir.com/Paralel-devlet-operasyonu-neden-baslamiyor/2461) değindiğimiz gibi nihai kapışmaya kapı aralayacak bu türden büyük stratejik hamleler, her türlü geri dönüş imkânını ortadan kaldıracağı ve yanlış ayarlanması durumunda hedefi değil özneyi zor durumda bırakabileceği gibi nedenlerle sürekli erteleniyor.

Savaşın yükünü başkasının sırtına yıkmak

Hâl böyle olunca savaşın tarafları, kendilerinin daha az, rakiplerinin daha çok yıpranması için üçüncü şahısları kendileri lehine savaşa sokmaya çalışıyorlar. Cemaatin Başbakan Erdoğan‘la sorunları olan bazı aydınları, hükümetin de cemaat ile sorunları olan bazı kişi ve kurumları, mesela kimi İslami cemaatleri yanına çekmesini bu stratejinin başarılı örnekleri olarak zikredebiliriz.

Ancak son internet yasası örneğinde gördüğümüz ve muhtemelen HSYK yasasında da göreceğimiz gibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hükümeti değil de, dolaylı da olsa bu savaşta onu yanında görmek isteyen kesimleri hayal kırıklığına uğrattı. Benzer bir şekilde Kürt siyasi hareketi de, Roboski ve Paris katliamlarını MİT ile (dolayısıyla hükümetle) doğrudan irtibatlandıran belgelerin yayınlanmasına rağmen, Abdullah Öcalan‘ın deyimiyle “yangına benzin dökmeyerek“ hükümeti rahatlattı.

En büyük kaybeden: Medya

17 Aralık’tan bu yana başta cemaat ve hükümet, dolayısıyla Gülen ve Erdoğan olmak üzere çok sayıda kurum ve kişi alabildiğine yıprandı, fakat genel bir bilanço çıkarılacak olursa en büyük zararı, zaten itibarı yerlerde sürünen medyanın gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.

Tarafların birbirlerini yıpratmak için, pokerde karşılıklı restleşir gibi sosyal medyadan dolaşıma soktukları telefon dinleme kayıtlarından, ülkemiz medyasının üzerinde iki büyük gözün, Erdoğan ve Gülen’in bulunduğunu öğrenmiş durumdayız.

Öte yandan, düne kadar içtikleri su ayrı gitmeyen, birlikte kurdukları medya derneği aracılığıyla iletişim dünyasını siyasi iktidara göre dizayn etmeye çalışan gazeteciler ve onların kurumları arasındaki savaş ürkütücü boyutlarda seyrediyor.

Eskiden devlet içindeki “paralel“ yapının medyadaki uzantıları tutuklanacak gazetecileri gazete köşelerinden, internet sitelerinden veya televizyon programlarından ilan eder, özel yetkili savcılar da kısa sürede meslektaşlarımızı, “açıklayamayacakları“ (aslında hiç olmayan) delillerle tutuklardı.

Şimdiyse, iddiaya göre, hükümete yakın isimler bazı meslektaşlarını arayıp yazıp söylediklerine dikkat etmeleri uyarısında bulunuyorlarmış.

Bu iddianın doğru olmamasını temenni etmekten başka yapacak bir şey yok maalesef.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.