Şampiy10
Magazin
Gündem

Gülen söyleşisi neden fazla yankı uyandırmadı?

Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı’nın Fethullah Gülen ile yaptığı ve geçen hafta beş gün boyunca yayınlanan söyleşi çok fazla yankı uyandırmadı. Bunun birçok nedeni olabilir:

1) Öncelikle, söyleşiyi Dumanlı’nın yapmış olması ve bunun cemaat medyasının amiral gemisi Zaman’da yayınlanmış olması, tıpkı Başbakan Erdoğan’ın tamamen kendisine yakın gazetecilerle ekran karşısına çıkması gibi, muhtemel ilgiyi azaltıyor. Ancak bu noktada şunu da belirtmekte yarar var: Ekrem Dumanlı CNN Türk’te, Cüneyt Özdemir’e, bu söyleşinin aslında deneyimli bir gazeteci tarafından büyük bir gazete için tasarlandığını, ama gazete yönetiminin son anda vazgeçtiğini söyledi.

2) Benzer bir şekilde, diğer medya kuruluşları ve gazetecilerin hükümetten, daha doğrusu Erdoğan’dan çekindikleri için bu söyleşiyi görmezden geldiklerini düşünebiliriz.

3) Öte yandan Gülen’in söylediklerinin, bugüne kadar kendisi ve cemaatin önemli isimleri tarafından farklı zaman ve yerlerde dile getirilenlerin kapsamlı bir özeti olduğu açık. Yani “yeni” sıfatını hak eden fazla bir şey yok.

Bazı notlar...

- Gerek BBC’ye verdiği mülakatın, gerekse Financial Times’a yazdığı makalenin aksine Gülen, bu söyleşide daha İslami bir dil kullanıyor. Özel olarak Said Nursi’ye geniş biçimde atıfta bulunmasını, Erdoğan’ın kendisine buradan vurmaya çalışmasına bağlayabiliriz.

- Gülen’in bu söyleşiyle özel olarak cemaatine, genel olarak muhafazakâr camiaya seçimlerin arifesinde durduğu yeri net bir şekilde göstermeyi hedeflediği düşünülürse bu İslami dil normal.

- Gülen 17 Aralık’tan bugüne kadar ‘beddualı sohbet’ dışında Erdoğan’a kıyasla daha yumuşak ve sakin bir dil kullanmaya özen gösteriyor. Lakin üslubu yumuşak olsa da bazı ifadeleri oldukça sert. Mesela söyleşinin ilk gününün başlığı “Yakıştıramadım” idi. Gülen’in ad vermeden Başbakan’a yönelik “O galiz tabirleri ehl-i küfür bile etmedi” demiş olması gözden kaçmamalı.

- Söyleşinin neredeyse tümü Erdoğan’ın iddialarına cevap vermek üzerine bina edilmiş. Örneğin Başbakan’ın “Gel dedim, gelmedi. Şimdi yine sesleniyorum. Dürüstsen, samimiysen bu ülkeyi karıştırmayı bırak. Burası senin ülkense dön, buraya gel diyorum” sözlerine “Dönüp dönmeyeceğime dün böyle, bugün şöyle düşünenlerin kanaatiyle değil huluslarına kalbim gibi itimat ettiğim arkadaşlarımla istişaremle karar veririm. Daha önce de ifade ettim, dönersem de şunun bunun gibi değil Ramiz Efendi’nin Üç Şerefeli Cami’de imamlık yapan oğlu gibi dönerim” şeklinde cevap veriyor ama onu doğrudan muhatap almıyor. Zaten Gülen tüm söyleşide ondan, adını vermeden iki kez “Sayın Başbakan” diye söz ediyor ki bunlardan biri de başka birinin (polis şefi Ali Fuat Yılmazer) sözlerinin aktarımı.

- Gülen askeri darbe dönemlerinde devletçi pozisyonlar aldığı yolundaki iddialara karşı çıkıyor. Bu bağlamda ilk kez 28 Şubat ile ilgili olarak kapsamlı bir değerlendirme yaptığına şahit oluyoruz. Fakat 28 Şubat ile ilgili olarak özeleştiri yapmıyor, kendi tutumunun doğru olduğunu anlatıyor.

- Gülen’in söyleşide “En azından diğer dershaneleri kapatmasaydınız”, “Diğer İslami cemaatlere de bir gün bize yaptıklarını yapabilirler“ şeklindeki çıkışları, Gezi direnişiyle ilgili söyledikleri ve Berkin Elvan’a taziye mesajı, yeni müttefik arayışlarının işaretleri olarak okunabilir.

- Gülen, söyleşide alçakgönüllü ve mazlum bir kimse imajı çiziyor. AKP’nin “inlerine gireceğiz”, “yok edeceğiz”, “hapse girecekler” söylemlerine karşın Gülen her şeyin zamanla yoluna gireceğine vurgu yapıp tabanına sabırlı olun mesajını veriyor. Gülen’in üslubunun ‘haklı olmanın verdiği sakinlik ve özgüven’ hükümetin tavrını ise ‘haksız olmanın verdiği telaş ve sinir’ olarak algılanması muhtemeldir.

Ekrem Dumanlı’nın Gülen söyleşisi üzerine yazmaya, bir aksilik olmazsa yarın da devam etmek ve Gülen’in söylediklerinin neden yeterince tatminkâr ve ikna edici olmadığını tartışmak istiyorum.

Yazının devamı...

Öcalan ‘tamam’ değil ‘devam’ dedi

Bu yıl Diyarbakır’daki Newroz kutlamalarına gidemedim. Ancak medyadan izleyebildiğim kadarıyla Kürtler Newroz’u her yıl daha olgun ve coşkulu bir şekilde kutluyor. Özellikle Diyarbakır’daki Newroz kutlamaları Kürt siyasi hareketinin yaşadığı gelişim ve evrimleri daha iyi anlamamıza, her geçen gün halkla daha da bütünleştiğini görmemize yardımcı oluyor.

Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da kutlamalara Abdullah Öcalan‘ın yolladığı mektup damgasını bastı. Kuşkusuz geçen yılki kadar tarihi bir mektup söz konusu değildi, ancak aradan geçen bir yıl içinde çözüm süreci bağlamında çok fazla bir şey yaşanmamış olduğu, PKK’nın buna tepki olarak geri çekilmeyi durdurduğu düşünüldüğünde Öcalan’ın ne söyleyeceği merakla bekleniyordu. Cevabı beklenen soru şuydu: Tamam mı, devam mı?

Hükümete daha yakın

Öcalan’ın cevabının “devam“ olmasına şaşırmadım. Ama son dönemde Kürt hareketinin farklı sözcülerinden hep yansıdığı gibi bu, “şartlı“ bir “Devam“. Bununla birlikte Öcalan’ın dilinin PKK/KCK ve BDP/HDP yöneticilerininkine kıyasla daha ılımlı ve pozitif olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin onun “Şu ana kadar yürütülen bir diyalog süreciydi ve önemliydi. Bu süreçte iki taraf da birbirlerinin iyi niyetini, gerçekçiliğini, yeterliliğini test etmiştir. Bu testten hükümetin ağırdan alma, tek taraflı yürütme, yasal temelden kaçınma ve uzatma tutumuna rağmen iki taraf da barış arayışından kararlılıkla çıkmıştır“ demiş olması anlamlı. Çünkü eleştirileri olmakla birlikte Öcalan’ın AKP hükümetine (dolayısıyla Başbakan Erdoğan‘a) yönelik güven ve beklentilerinin pek azalmadığını görüyoruz.

Benzer bir şekilde “birbirini tekrarlayan darbelerle mi yoksa tam ve radikal bir demokrasiyle mi yola devam edeceğiz?“ diye soran Öcalan’ın, 17 Aralık sürecinin ilk günlerinde Fethullah Gülen cemaatini darbecilikle itham ettiği hatırlanırsa, son savaşta tercihini hükümet ve Erdoğan’dan yana yaptığı düşünülebilir. Lakin bu akıl yürütme üzerinden yapılan Öcalan ve Kürt hareketi eleştirilerinin isabetli ve hakkaniyetli olduğu konusunda çok emin değilim. Zira Öcalan ve Kürt hareketini muhatap alan, onunla şu ya da bu şekilde çözüm üretmeyi düşünen yegâne güç AKP hükümeti. Muhalefet partileri ve cemaat çözüm sürecine destek vermedikleri gibi Öcalan ve PKK’nın çözümün ana aktörü olması fikrine bile sıcak bakmıyorlar. Geçen süre zarfında Erdoğan’ın karşısında konumlanan cemaat ve CHP’nin bu duruşlarını koruduklarını gözlemledik. Dolayısıyla Öcalan’ın bunca yıllık çabanın sonucunda erişmiş oldukları meşru hükümet tarafından muhatap alınma noktasını riske atıp, “hele bir Erdoğan gitsin, gerisine o zaman bakarız” şeklinde özetlenebilecek çağırıların cazibesine kapılmasını beklemek gerçekçi olmayacaktır.

Acele etmiyor

Kandil’de Cemil Bayık‘ta gözlediğim özgüveni Öcalan’ın mektubunda da gördüm. Kürt siyasi hareketinin önde gelen aktörlerinin hemen hemen hepsi, ister AKP, ister başka bir hükümet olsun Türkiye’yi yönetenlerin er ya da geç kendileriyle barışı inşa etmek zorunda kalacaklarını düşünüyorlar ve fazla da acele etmiyorlar. Nitekim “Barış savaştan daha zordur ama her savaşın da mutlaka bir barışı vardır. Biz direnirken korkmadık, barışırken de korkmayacağız“ diyen Öcalan önümüzdeki dönemin temel meselesini şöyle tarif ediyor: “Diyalog süreçleri önemli olmakla birlikte bir bağlayıcılık içermezler. Bundan dolayı da kalıcı bir barış için yeterli güvence oluşturamazlar. Gelinen noktada müzakere sistematiği için yasal bir çerçeve kaçınılmaz olmuştur.“

Görüldüğü gibi Öcalan kalıcı çözüm için müzakerelerin başlatılması ve bunun için yasal zeminin hazırlanması çağrısı yapıyor. Bu noktada Cemil Bayık’ın söyleşimizdeki şu sözlerini hatırlatmak isterim: “Şu anda Türkiye’de kim PKK ile Kürt hareketi ile ortak hareket ederse o kazanır. Şu an siyaseti belirleyen en önemli güçlerden biri PKK’dir, Önder Apo’dur.”

Bu tespit ana hatlarıyla doğru. Dolayısıyla eğer bugün Erdoğan’ın temel hedefi iktidarını korumak, rakiplerininki de onu devirmekse, her iki tarafın da dengeyi kendi lehlerine çevirmek için Kürt siyasi hareketinin desteğine ihtiyaçları var demektir. Bu desteği sağlamanın esas yolu da herhâlde Öcalan’ın dile getirdiği müzakere için yasal çerçeve talebine cevap vermeleri olacaktır.

Twitter notu

Hükümetin Twitter’ı yasaklaması üzerine söylenecek çok şey var. Ama şu kadarı yetebilir: Eğer bu işler yasaklamakla olsa Milli Görüş kökenli Erdoğan ve arkadaşları iktidara gelemez ve orada bu kadar uzun süre kalamaz; Kürt siyasi hareketi ve onun lideri Öcalan da devletin resmi muhatabı olamazdı. Bu yasak, hükümetin kriz çözme kabiliyetlerini iyice kaybetmekte olduğunu gösteren, hiçbir işe yaramadığı ilk anda ortaya çıkan gülünç bir yasak olarak daha şimdiden tarihe geçti.

Yazının devamı...

Üzümü yiyelim ama bağcının niyetini de sorgulayalım

Önceki akşam Samanyolu Haber’de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu konuktu. Fethullah Gülen cemaati ve medyasının ana muhalefet partisine ve onun liderine yoğun ilgisinin 17 Aralık süreciyle birlikte başladığını hepimiz biliyoruz. Siyasette böyle şeyler oluyor. Canlı yayında Kılıçdaroğlu’na son dönemin en popüler dinleme kayıtları soruldu ve o da bunlardan hareketle, uzun uzun iktidar partisini ve Başbakan Erdoğan’ı eleştirdi. Bunda da şaşılacak bir şey yok.

Ne var ki Kılıçdaroğlu’nun, yakın bir zamana kadar partisinin tabanında da geniş ölçüde karşılık bulan cemaate yönelik eleştirilerin hiçbirini hiçbir şekilde dile getirmemesini yadırgadığımı itiraf etmeliyim. Ergenekon vb. soruşturmaların kilit isimlerinden polis şefi Ali Fuat Yılmazer‘in “her şeyi Başbakan’ın bilgisi dâhilinde yaptık” sözlerinin o “her şey”deki cemaat bağlantısını, diğer bir deyişle cemaatin yakın zamana kadar yaşanan bir dizi hukuksuzluktaki sorumluluk payını geçersiz kıldığını düşünüyor olsa gerek.

Aydın sorumluluğu

Yerel seçimlere bir haftadan biraz fazla zaman kaldı. Bu bağlamda CHP liderinin sadece siyasi rakiplerine, daha doğrusu AKP’ye yoğunlaşmasını, cemaat gibi güçlü bir yapıyı durduk yere karşısına almak istememesini bir yere kadar anlayışla karşılamak mümkün ama aynı şeyi siyasi partilerle organik ilişki içinde olmayan aydınlar, kanaat önderleri, gazeteciler vb. için de söyleyebilir miyiz? Sanmıyorum. Bu bağlamda Cengiz Çandar‘ın dünkü “Cemaat’i niçin mi eleştirmiyorum?” (http://haber.gazetevatan.com/cemaati-neden-mi-elestirmiyorum/619641/45/extra) başlıklı yazısına eleştirel bir gözle bakmak istiyorum.

Çandar “17 Aralık ile birlikte, ‘cemaat’i eleştirmeye girişmek demek, Tayyip Erdoğan’ın ‘paralel devlet’ iddiasını meşrulaştırmak anlamına gelir. 17 Aralık’ın ortaya çıkarttığı ve tapelerle ortaya saçılan gerçekleri bir yana bırakıp, Tayyip Erdoğan’ın kendisine karşı bir ‘darbe girişimi’nin söz konusu olduğu iddiasında haklı olduğunu göstermeye yarar” diyor. Benzer bir yaklaşımın ana hatlarıyla Hasan Cemal, Şahin Alpay gibi başka isimler tarafından da benimsendiğini biliyoruz. Tabii onların tam karşısında, “paralel yapı”nın komplolarına karşı çıkmak adına yolsuzluk/rüşvet iddialarını, tapelerle ortaya saçılanları görmezden gelmeye çalışan ve galiba sayıca daha kalabalık olanlar var.

Aslında Çandar ve bugün onun gibi davrananların çoğu benzer bir tutumu Ergenekon vb. süreçlerinde de benimsemiş, yaşanan bir dizi hak ihlalini “derin devleti tasfiye” ve “askeri vesayetten kurtulma” adına fazla kurcalamamışlardı. Fakat koyu bir Fenerbahçeli olan Çandar bu çizgisinden şike soruşturmasıyla uzaklaştı ve alenen cemaati eleştirmeye başladı. Dünkü yazısından Çandar’ın, yine Yılmazer’in sözlerinden hareketle, şike olayının da tüm sorumluluğunu artık Erdoğan’a yüklediğini anlıyoruz.

Üzüm, bağ ve bağcı

Bu türden sert iktidar savaşlarında taraflardan birine angaje olmanın, hatta sadece tek bir tarafın argümanlarına destek verip diğer tarafın iddialarını görmezden gelmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu noktada 17 Aralık süreci başlar başlamaz dile getirdiğim tavrımı yinelemek isterim. Şöyle yazmıştım: Hükümet bizi ısrarla “devlet içindeki devlet”e karşı mücadelesine destek olmaya; cemaat de yolsuzluklara karşı yargının yanında durmaya çağırıyor. Yolsuzluk iddialarını ciddiye alacak kadar AKP’yi, “devlet içinde devlet” iddialarını ciddiye alacak kadar da cemaati tanıdığımı düşünüyorum. Bu nedenle cemaat kontrolündeki “devlet içindeki devlet” yapılanmasını tasfiye ettiği ölçüde hükümete, yolsuzlukla mücadele ettiği ölçüde yargıya (dolayısıyla cemaate) destek olmanın bir sakıncası bence yok.

Bu tavrımı dinleme kayıtları konusunda şöyle güncelleyebilirim: Üzüm yemeye evet, ama bağı ve bağcının niyetini sorgulamak da şart. Eğer bir yapı, yıllar boyunca yasal imkânları kullanarak, onun yetersiz kaldığı durumlarda yasa dışı yöntemlere başvurarak insanları dinleyip bunları belli bir strateji bağlamında seçip dolaşıma sokuyorsa burada en son iyi niyet vardır. Ne dolaşıma sokulan kayıtlar bu odağı iyi niyetli yapar, ne de bu odağın kötü niyeti, o kayıtlarla açık edilen suçları, kabahatleri, ayıpları geçersiz kılar.

Yazının devamı...

Yeni Selefîlik tartışmasına devam

17 Aralık süreciyle birlikte Türkiye’deki İslami harekette yaşanan ve yaşanması muhtemel gelişme ve değişimler üzerine 10 ve 11 Mart günlerinde iki yazı kaleme aldım. Bunların “Selefîleri beklerken” başlığını taşıyan sonuncusunu ( Selefileri beklerken) tartışmayı sürdüreceğimiz notuyla bitirmiştim. Fakat sevgili kardeşimiz Berkin Elvan’ın hayata tutunmaktan vazgeçmesi ve ardından yaşananlar nedeniyle sözümü yerine getirmeyi ertelemek zorunda kaldım. Bugün kaldığımız yerden devam edebiliriz.

Önümüzdeki dönemde ülkemizde İslami harekete damgasını vurmasını beklediğim “yeni-Selefî” akım konusunu daha fazla açabilmek için biraz Tunus’tan söz etmek istiyorum. İki yıl önce mart ayında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Tunus ziyaretini izlemiştim. Orada seçkin bir lisede bir kısmı baş örtülü olan bir grup kız öğrenciyle sohbet ettiğimde, hiçbirinin iktidardaki koalisyonun büyük bir parçasını oluşturan İslamcı Ennahda Partisi’nden kaygılanmadığını gördüm. Ama hemen hepsi Selefîlerden korktuklarını açıkça ifade ediyorlardı.

Daha sonra Gül ile birlikte Tunus’un yeni anayasasını hazırlayan Ulusal Kurucu Meclis’e gittik. İçeri girdiğimizde aşırı sayıda Tunus bayrağı bulunması dikkatimizi çekti. Meğer bir Selefî, Tunus Üniversitesi’ndeki Tunus bayrağını indirip yerine siyah bir bayrak asmış ve bu da ülkede geniş çaplı tepkilere yol açmış.

Meclis’i bayraklarla donatan milletvekilleri laik eğilimli partilerdendi. Ancak çoğunluğu oluşturan Ennahda mensupları da bu milliyetçi tepkinin gerisinde kalmadılar. Örneğin İslamcı olmayan milletvekillerinin birden okumaya başladığı milli marşa daha gür sesle eşlik ettiler.

Gannuşi’nin isyanı

Ertesi gün Ennahda’nın efsanevi lideri Raşid el Gannuşi ile sohbet etme imkânımız oldu. Kendisine “Ne yapacaksınız bu Selefîleri?” diye sorduğumda şu cevabı aldım: “Onlar oğullarımız ve kardeşlerimizdir. Çoğu da iyi insanlardır. Onlarla diyaloğa önem veriyoruz, kendilerini ikna etmeye çalışıyoruz. Fakat eğer başkalarına saldırırlarsa onlara da tabii ki yasalar uygulanır.”

Ama öyle olmadı. Selefîler demokrasiye geçiş yolundaki Tunus’a büyük kötülükler etti. Anadolu Ajansı’nın yakınlarda söyleşi yaptığı Gannuşi, Selefîleri “ahmak” olmakla suçladı ve şöyle konuştu: “İslam’ın hakikatini anlayamıyorlar. Tunus Devrimi’nin bir eseri olan Hamadi el Cibali ve Ali Arıd hükümetlerini yıkmaları onlara hata olarak yeter. İyilik yaptıklarını zannediyorlar.”

Gannuşi, AA muhabirinin “dindar gençler neden Selefî oluyor?” sorusunu ise şöyle cevaplamış: “Bu gençler, İslam kaynaklarının kurutulduğu, dini eğitiminin yasaklandığı ve siyasi İslam’ın önünün kesildiği bir rejiminin kurbanları. İçerideki baskı dış akımların önünü açtı. Mutedil ve müsamahakâr Tunus halkının mizacında tekfir ve aşırılık yoktur.”

Çıkarılması gereken dersler

Yeni Selefî akımın ülkemizde de etkili olabileceği yolundaki tespitime gelen itirazların çoğunu Gannuşi’nin cümlesinden esinlenerek şöyle özetleyebiliriz: “Ülkemizin mutedil ve müsamahakâr halkının mizacında tekfir ve aşırılık yoktur.“ Cümlenin kendisi tartışılmaya muhtaç ama velev ki doğru olsun, Tunus örneğinde çıplak gözle görüldüğü gibi günümüzde Müslüman toplulukların geleneklerini korumaları artık kolay değil.

Hele Türkiye’de bu artık imkânsız bir hâl almış durumda. Zaten ülkemizde Selefîlik belli bir güce sahip. Selefî çizgideki gençlerin çoğu Irak, Suriye, Afganistan gibi bölgelerde savaşıyor olabilirler ama dönmeyeceklerinin, cihatlarını Türkiye’ye taşımayacaklarının hiçbir teminatı yok.

Öte yandan, ülkemizde İslami hareket, AKP iktidarının sağladığı zemin ve imkânlar sayesinde o kadar gelişiyor ama geliştikçe o kadar sistemin hantal bir parçası hâline geliyor ki bu durumdan rahatsız olanların arayışlarında ana duraklardan biri yeni Selefîlik olabiliyor. Öyle ki, Türkiye’de İslamcılığın ana omurgalarından birini oluşturan Nurcu hareketin içinden bile Selefî esinli gruplar türeyebiliyor.

Gündemi yolsuzluk, rüşvet, yasal ve yasa dışı dinlemeler, siyasi kriz vb. olan Türkiye’nin Selefîlik konusuyla fazla ilgilenemeyeceği ortada. Ama tam da bu konuların/sorunların Selefîliğe son derece elverişli bir ortam yaratmakta olduğunu da akıldan çıkarmamak lazım.

Yazının devamı...

Türkiye’de İslami hareketin birikimleri hızla sıfırlanırken

Fethullah Gülen, Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı’ya verdiği mülakatta “Burada ifadeden kaçınacağım o galiz tabirleri, atf-ı cürümleri, mü’minlere karşı ehl-i küfrün bile tarih boyunca kullandığını hatırlamıyorum” demiş.

Galiba haklı. Çok eskilere gitmeye gerek yok; biliyoruz ki Gülen cemaati yükselişe geçtiği andan itibaren epey düşman edindi. Cemaat de düşmanlarının sayısını artırmak için elinden geleni yaptı. Arşivler ortada. Bu düşmanların hiçbiri Gülen’e ve onun takipçilerine karşı Başbakan Erdoğan ve destekçileri kadar sert olmadılar.

Ama madalyonun bir de öbür yüzü var: 12 seneye yaklaşan iktidarı boyunca AKP ve Başbakan Erdoğan’ın düşmanlarının sayısı da iyice arttı. Ancak düşmanlardan hiçbiri ona Gülen cemaati kadar sert, öldürücü darbeler indirmedi.

Siyasi ile toplumsalın savaşı

Şu soru hayati: Vardığı aşamayı, varabileceği noktayı, kimin ne kadar yara alacağını vb. tartışmayı şimdilik bir kenara koyup hükümet-cemaat savaşının genel olarak Türkiye’deki İslami harekete etkileri üzerine kafa yorduğumuzda ne görüyoruz?

İlk göze çarpan herhâlde şu: Savaş İslami hareketin “siyasi” alanını büyük ölçüde tekeline almış AKP ile aynı hareketin “toplumsal” alanında uzun süredir hegemonyasını ilan etmiş olan cemaat arasında cereyan ediyor. Savaşın nedenini, basitleştirecek olursak, siyasi olanın gözünü toplumsala, toplumsal olanın da siyasiye dikmiş olması şeklinde özetleyebiliriz.

İkinci gözlem: İslami harekette siyasi olanla toplumsal olanı ayırt etmek o kadar kolay olmadığı için, taraflardan herhangi birinin kaybı, birebir olmasa da karşı tarafın hanesine de yazılıyor. Başka bir deyişle, hükümete darbe indiren her yeni ses kaydı cemaatten de bir şeyler götürüyor. Aynı şekilde, örneğin hükümet yanlısı medyanın cemaat aleyhine her gürültülü manşeti AKP’nin itibarının daha da aşınmasına neden oluyor.

Kuşaklar boyu travma

Durumu daha önceki bir yazımızda “birlikte kazanmışlardı, birlikte kaybediyorlar” http://haber.gazetevatan.com/Haber/578304/4/Yazarlar
diye özetlemiştim. 17 Aralık’tan bu yana yaşananlar, hükümet ve cemaatin, sadece kendilerinin değil genel olarak İslami hareketin ciddi bir şekilde kaybetmesine yol açtıklarını gösteriyor. Cemaatin hükümeti yolsuzluk ve yalancılıkla, hükümetin de cemaati komploculuk, çetecilik ve casuslukla suçlamalarının sonuçlarını belki çok kısa süre içinde göremeyebiliriz, ancak bu karşılıklı yaftalardan sadece suçlanan taraflar değil bütün bir camianın olumsuz anlamda etkilenmesi kaçınılmaz olacaktır.

Dolayısıyla, cumhuriyet tarihi boyunca sistemin merkezine gelmek için onca çaba sarf eden, bu uğurda mağduriyetler yaşayan, bedeller ödeyen dindarların merkezde baş başa kalınca birbirlerini mağdur etmelerinin travmatik etkileri kuşaklar boyu sürebilir.

İnsani ve vicdani reflekslerin aşınması

İslami hareketin birikimlerinin sadece cemaat-hükümet savaşıyla heder edildiği söylenemez. Örneğin Başbakan Erdoğan’ın (ve onu destekleyenlerin) devletin sorumluluğundaki ölümlere (Roboski, Hopa, Gezi...) karşı kayıtsızlığına son olarak ve çarpıcı bir biçimde Berkin Elvan’ın hayatını kaybetmesinden sonra tanık olduk. İktidarı muhafaza adına dindar insanların en tabii özelliklerinden olan insani ve vicdani reflekslerin bu derece köreltilmiş olmasının İslami camiada ciddi rahatsızlıklar yaşattığını tahmin ediyorum.

Bu konuyu bir örnekle, Cihan Aktaş’ın “Berkin için üzülmenin soruları” başlıklı yazısından http://haber.gazetevatan.com/berkin-icin-uzulmenin-sorulari/618815/45/extra uzun bir alıntıyla şimdilik noktalayalım: “İslami kesimin, paradigmatik zaafları ve sorunlarını sahiplenmelerine hiç de gerek duymamaları beklenilecek bir devlet diliyle konuşacak yerde, bu dilin zaaflarını sorgulayıp değiştirecek Müslümanca bir duyarlık ve yaklaşımla konuşması zaruridir, her şeyden önce. Bunun güncel anlamı şöyle açılabilir: İslami kesim sanki sadece kendi dava gündeminde yer bulmuş Müslümanların başına gelenler için üzülür, özür diler, acı duyar. Roboski, ardından Gezi ölümleri karşısında devlet refleksiyle oluşturulan söylemle hemhal olma manzarası, bu kanaati güçlendiriyor. O zaman da İslamcı, sağın üç halinden biri olarak, ancak kendinden bildiğinin acısıyla ilgilenen, siyaset yorumlarında kusur bulmamak için teknolojik hamleleri ve teknolojinin ışıltısını öne süren bir ‘kendici’ tipe dönüşüyor.”

Yazının devamı...

‘Biz ve onlar’ mantığı bu ülkede artık işlemez

Hasan Cemal son yazısında yine Başbakan Erdoğan‘ın toplumu kutuplaştırıcı üslubundan şikâyet ederek AKP’li siyasetçilere “Yok mu aranızda bu tehlikeli gidişe dur diyecek, Erdoğan’ı uyaracak sağduyu sahibi, vicdan sahibi insanlar?” diye soruyor. AKP’li siyasetçileri bilmiyorum ancak, yazısının internette yayınlanmasından önce, yani önceki gün akşam saatlerinde Yıldız Ramazanoğlu şu tweet’i attı: “Başbakan’a gençleri ‘onların’ ve ‘bizim’ diye ikiye ayırmasının meydanlardaki kendi seçmenini bile ürperttiğini söyleyecek dostu yok demek!“ Ardından şöyle devam etti: “Onların elinde molotof bizimkilerde kitap defter, ne demek? Kim ki bu bizimkiler? Gençlere bu paramparça rolü nasıl reva görebiliriz?“

Ramazanoğlu, 1980 sonrası yaşanan baş örtüsü sorunundan doğrudan etkilenen dindar kadınların hemen hepsi gibi “ötekileştirmenin”, kadınları, gençleri, eğitim kurumlarını vb. “bizim-onların” diye ayrıştırmanın ne derece yanlış ve yaralayıcı olduğunu iyi bilen bir aydın. Nitekim onun bu uyarısı hızla dolaşıma girdi ve verimli bir tartışmaya yol açtı. Tabii bu arada, Başbakan’a yönelik en ufak bir eleştiri, şikâyet vb. söz konusu olduğunda hemen “sizi gidi paralelciler” diyenler de devreye girdi. Ramazanoğlu’nun onlara verdiği şu cevabın çok anlamlı olduğunu düşünüyorum: “Başbakan’ın hayırlı icraatlarına yürekten değer veriyorum, ama kutuplaştırmaya karşı susarsak Suriye oluruz diye korkuyorum.“

Bildik formül

“Suriye gibi olma” konusunu sona bırakalım. İlkin, ne zamandan beri devletten, hükümetten vb. değil, tek bir kişiden, Başbakan Erdoğan’dan bahsediyor olduğumuz gerçeğiyle bir kez daha karşı karşıyayız. İkinci olarak, siyasi başarısında ekip çalışması çok önemli bir yer tutuyor olmasına rağmen Erdoğan’ın son dönemde yakın çevresinden uyarı ve eleştiri almadığı yolunda iyice yaygınlaşan bir kanı var. Yine son dönemde onun yakın çevresine giren ve/veya medyada onu en fazla savunan bazı isimlerin (ki bunların çoğunun İslami hareketle pek ilgileri yok) kredibilitelerinin son derece düşük olması Başbakan’a zaten olumsuz bakan kesimlerin mesafeyi daha da açmasına neden oluyor.

Son olarak, Başbakan’ın özellikle seçimlerin arifesinde çatışmacı bir dili özel olarak tercih ettiğini biliyoruz. Bugüne kadar formül basitti: Rakipleriyle tartışmayı din/laiklik eksenine taşıyıp ülkede çoğunluğu oluşturdukları muhakkak olan muhafazakâr seçmeni kendi etrafında toplamak. Ancak bu sefer önünde çok ciddi üç sorun var: 1) İslami kesimin toplumsal alandaki en güçlü yapılanması olan Fethullah Gülen cemaatiyle kıyasıya bir savaş sürüyor; 2) Cemaat, yolsuzluk iddialarını bu savaşın ana zemini yapmakta epey başarılı oldu; 3) Türkiye baş örtüsü, imam hatip liseleri gibi sorunları aştı. Dolayısıyla “dindarların mağduriyeti” için argüman kalmadı. “Darbe tehlikesi” kartı da Ergenekon sanıklarının daha yeni tahliye edilmeleriyle birlikte elden çıkartıldı.

Balkon konuşmasının anlamsızlığı

Geriye bir tek mezhep konusu kalıyor ki bu noktada Ramazanoğlu’nun dile getirdiği ve her kesimin vicdanlı isimlerinin samimi olarak taşıdığı “Suriye gibi olma” endişesi devreye giriyor. Kuşkusuz karamsar olmak için çok neden var. Ancak Türkiye’nin bugüne kadar çok badire atlatmış olduğunu aklımızdan çıkarmayalım. Örneğin Berkin Elvan‘ın aramızdan ayrılmasıyla birlikte kendini tekrar gösteren potansiyelin, provokatörleri içine sokmayarak, başka kesimlerden gelen/gelebilecek kışkırtmalara kapılmayarak bu ülkede kardeş kavgasına izin vermeyeceğine inanıyorum. Öte yandan bu ülkenin muhafazakârları da olayın artık siyasi değil insani, vicdani bir boyuta taşınmış olduğunun bilinciyle sorumlu davranacaklardır. Kısacası, kötümserliğe kapılmaya gerek yok. “Biz ve onlar” mantığı bu ülkede artık işlemez.

Son bir söz: Başbakan Erdoğan, gerilimi tırmandırmayı bir seçim stratejisi olarak benimsemişe benziyor. Ama bu sefer işi öyle bir noktaya getirdi ki, sonuçlar ne olursa olsun 30 Mart gecesi yeni bir balkon konuşması yaparsa, ne söylerse söylesin, kendi seçmeninden başka kimsenin ilgisini çekmeyi becerebileceğini sanmıyorum.

Yazının devamı...

Erdoğan güçlendikçe yalnızlaşıyor

Dünkü yazıma “Dün Hrant, bugün Berkin” başlığını atmıştım, Radikal’de Cengiz Çandar da “Hrant’tan Berkin’e” demiş. Hrant’ın katledildiği 19 Ocak 2007’den Berkin’in hayata tutunma gücünü tükettiği 11 Mart 2014 gününe kadar Türkiye’de çok şeyler değişti. Dünkü yazıda sözünü ettiğim “11 Mart süreci”nden ne kastettiğimi izah etmek için geçen 7 yıllık sürede nelerin değiştiğini ele almak istiyorum.

Gerçekten çok şey yaşandı bu 7 yıl içinde. Hrant’ın katledilmesinden yaklaşık 2 ay sonra dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, internet üzerinden iktidar partisine muhtıra verip Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini engellemeye kalktı mesela. Ama kaybeden o oldu. Üstelik onun bu manevrası, “derin devlet” denen olguya karşı Ergenekon, Balyoz vb. davaların açılmasına yol açtı. AKP hükümeti, askeri ve müttefiki olduğu kesimleri sistemin merkezinden uzaklaştırmak için Fethullah Gülen cemaatiyle ittifaka gitti... Uzatmaya gerek yok: Bugün iktidar partisi, Gülen cemaatiyle amansız bir savaş içinde ve herhâlde bununla bir şekilde bağlantılı olarak Ergenekon vb. davaların sanıklarının çoğunun serbest kalmasını mümkün kılıyor.

Erdoğan’ın artan gücü

Bir diğer, bence en önemli değişiklikse 7 yıl önceki AKP hükümetinin birçok açıdan değişikliğe uğraması. Abdüllatif Şener’in yolunu ayırması, Gül’ün Çankaya’ya çıkması, Bülent Arınç’ın nispeten pasifleşmesiyle birlikte AKP’de Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidarı iyice pekişti ve bu durum doğrudan ülke yönetimine de yansıdı. Her seçimin ardından balkona çıkıp “hepinizin başbakanıyım” deme ihtiyacı hisseden Erdoğan’ın Gezi direnişi sırasında “yüzde 50’yi evde zor tutuyorum” demek durumunda kaldığı andaysa ülke teorik olarak bölündü.

Gezi direnişinin temposu bir yerden sonra düştü ancak Erdoğan’ın sert üslubu ve ayrıştırıcı söylemi hiç hız kaybetmedi. 17 Aralık 2013’te Gülen cemaatiyle olan savaş alenileşince Erdoğan’da değişiklik olması ihtimali gündeme geldi, ama olmadı. Başbakan eskiden karşısına aldığı kesimlerin bazılarını yanına çekip cemaate karşı daha güçlü olmaya çalışmak yerine onları da cemaat ile işbirlikçi gösterme stratejisini benimsedi. Dün Mersin’de, Berkin için yayınladığı taziye mesajı nedeniyle Gülen’i “sokakları kışkırtmak”la suçlaması vardığımız noktayı gösteriyor.

Aynı ülkede yaşıyorsak

Halbuki kendisine oy vermeyen kitlelerle arasının alabildiğine açılmasının esas nedeni, Erdoğan’ın, Gülen’in şu ya da bu nedenle kavradığını kavramaması veya kavramaya yanaşmamasıdır: Eğer herkes aynı ülkede yaşıyorsa birbirine karşı en azından empatik yaklaşmalı; derdini, tasasını, kaygısını, acısını anlamalı, anlamaya çalışmalı.

Erdoğan “ötekileştirme” terimini çok seviyor, sık sık kullanıyor, ama kendisine mesafeli kesimleri ötekileştirmekten de geri kalmıyor. Hele karşısında sahici bir tehdit varsa. Dün bu tehdit Kürt siyasi hareketiydi, onunla belli bir süreç başlattı ve tehdidi en azından dondurdu. Ardından hiç beklemediği bir anda Gezi olayı patlak verdi. Küçümsedi ve kendisini sevmeyen kesimlerin neredeyse tümünün bir araya gelip sahici bir tehdit oluşturmasına yol açtı. Nihayet cemaatle çatışmaya girişti.

Görünüşte sürekli birileriyle çatışıyor olmak Erdoğan’ı daha güçlendiriyor olabilir. Ancak böyle görünmesi ve bazı kraldan çok kralcıların analizleri aldatıcı. Bu strateji AKP liderini iyice yalnızlaştırıyor ve onu kayba götürüyor.

Berkin’in 12 Mart’taki cenaze töreni bunun açık kanıtıdır.

Bu konuya devam edeceğiz.

Kan kanla yıkanmaz

Önceki gün, Tunceli‘deki olaylar sırasında polis memuru Ahmet Küçüktağ kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. İstanbul Okmeydanı‘nda da 21 yaşındaki Burakcan Karamanoğlu silahla vurularak öldürüldü. Allah rahmet eylesin. Bu iki acı kayıp üzerinden, şu ya da bu şekilde Berkin’in hatırasına gölge düşürmek isteyenlere kanın kanla yıkanmayacağını ve ölüm yarıştırmanın yanlış olduğunu hatırlatmak gerekir.

Yazının devamı...

11 Mart sürecinin ilk notları: Dün Hrant, bugün Berkin

- Hrant Dink’in cenazesi sırasında ABD’deydim. İkisine de katılanlar Berkin Elvan’ın dünkü cenazesiyle çok benzeştiğini söylüyor. Aslında sadece cenazeleri değil benzeşen: İkisi de bu ülkenin itilip kakılan kesimlerinden geliyor: Hrant Ermeni, Berkin ise Alevi. İkisinin de ölümünden birinci derecede devlet sorumlu. Ve ikisinin de katilleri devlet tarafından korunuyor.

- Bu ülkenin Alevi olmayan insanları cemevlerini devletin hayatını sonlandırdığı gençlerin cenazeleriyle tanıyor maalesef. Eğer televizyonlar dün Dede’nin yaptığı dini konuşmayı yayınlamış olsalar, sanırım birçok katı Sünni, Alevilere yönelik önyargıları nedeniyle pişman olurdu.

- Dün Okmeydanı Cemevi’nde başlayıp Feriköy Mezarlığı’nda sona eren cenaze törenine farklı kesimlerden çok sayıda kişi katıldı. (Sayı vermiyorum, fakat polis bir sayı verirse onu birkaç kez katlamak gerektiğini düşünüyorum.) Slogan, alkış, dua, ama en çok gözyaşlarıyla bezeli bir törendi. Özellikle Berkin’i taşıyan cenaze arabası geçerken kadın-erkek, genç-yaşlı, insanlar hem yumruklarını sıkıyor, hem ağlıyorlardı.

- Cemevinden mezarlığa Berkin’in ailesi ve Gezi direnişinde daha önce hayatlarını kaybeden gençlerin, Ali İsmail’in, Ethem’in, Mehmet’in anne-baba ve kardeşlerinin bulunduğu otobüsle gittim. Daha önce gözaltında kaybolanların yakınları “Cumartesi Anneleri”, faili meçhule kurban giden aydınların yakınları “Toplumsal Bellek Platformu” oluşturmuştu. AKP sayesinde çocuklarını Gezi sürecinde kaybedenler de bu tür bir dayanışmaya gitmiş durumda. Berkin’e hastanedeyken de sahip çıkan bu aileler dünkü cenazede de en öndeydiler.

- Dünkü cenaze töreninin organizasyonunu büyük ölçüde Okmeydanı çevresinde çok güçlü olan “Halk Cephesi” adlı sol grup üstlenmişti ve kayda değer hiçbir tatsızlık yaşanmadan tören sonuçlandı. Bunda yol boyunca polisin gözükmemesinin de payı vardı. Ne var ki cenazeden dağılmalar başlayınca polisin müdahalesi de başladı. Kimi hükümet yanlıları Gezi sürecindeki olaylardan bir şekilde “paralel yapı”yı sorumlu tutuyorlardı. Fakat gördük ki ister paralel olsun, ister düz, bu polis bu insanları, yani solcuları, Aevileri, her türden muhalifleri sevmiyor. Ve yine belli ki dün o büyük kalabalığın büyük bir vakar ve dayanışma içinde o muhteşem cenazeyi gerçekleştirmiş olmasından çok ama çok rahatsız olmuşlar. Olsunlar. Artık onlar için çok geç. Çünkü önce Gezi süreci, ardından 17 Aralık süreci ve nihayet 15 yaşındaki Berkin’in daha fazla direnemeyip hayata gözlerini yumduğu 11 Mart sabahı başlayan bu yeni süreçle birlikte Türkiye’nin çok ama çok değişeceği muhakkak.

11 Mart sürecini yarın konuşmak üzere.

NOT: Bizler Berkin’le vedalaşırken, Egemen Bağış bizlere ‘ölü sevici’ demiş. İnsanların, devletin ellerinden aldığı bir çocuğu sevmesinde hiçbir utanacak nokta yok. Bağış önce kendisi hakkındaki yolsuzluk iddialarına cevap versin.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.