Şampiy10
Magazin
Gündem
Yazının devamı...

Selefileri beklerken

Bazen bir yazınızdaki tek bir cümle birçok yazınızdan daha fazla ilgi uyandırabiliyor. Dünkü yazımın sonunda son dönemde yaşanan gelişmelerin, ülkemizde bugüne kadar ciddi olarak kök salamamış olan “yeni Selefilik” akımı için son derece elverişli bir zemin hazırladığı yolundaki tespitim üzerine olumlu-olumsuz epey tepki aldım. Okuyucuları üç gruba ayırabiliriz: 1) Türkiye’nin tarihsel olarak Selefiliğe elverişli olmadığına ve şartlar ne olursa olsun bu akımın bu topraklarda yeşermesinin mümkün olmadığına inananlar; 2) Selefiliğin eskisine göre daha etkili bir şekilde ortaya çıkabileceğini, ama esas olarak seküler-demokratik bir İslam yorumunun baskın çıkacağını düşünenler; 3) Selefi akımın diğer İslam yorumlarını gölgede bırakacak ölçüde egemen olmasından endişelenenler.

Çok eski bir akım

Ben sonuncu gruba daha yakınım. Neden böyle düşündüğümü açıklamaya geçmeden önce Selefilik üzerine bazı hatırlatmalar yapalım: Selef, “önde olan” anlamına geliyor. İslam düşüncesinin en eski itikadi mezheplerinden olan Selefilik, dini ilk Müslümanların yaşadığı gibi yaşamayı temel alır. Ahmed bin Hanbel, İbni Teymiyye gibi öncü isimlerin ardından Muhammed bin Abdülvahhâb’ın geliştirdiği Vahhâbîlik, günümüzün en etkili Selefi inanç sistemidir.

Bizim esas konumuz olan “yeni Selefilik” de büyük ölçüde Vahhâbîlikten esinlenmiş, hatta Körfez ülkelerindeki bazı resmi Vahhâbî kurumlar tarafından desteklenip yer yer finanse edilen uluslarötesi bir akım. İlk çarpıcı örneğini Afganistan’da Taliban ile gördük. Ardından Taliban’la yakın işbirliği içindeki El Kaide “yeni Selefi” yaklaşımı küresel anlamda meşhur etti. Gerek bu tür örgütlerin etkisi, gerekse Körfez rejimlerinin sponsorluğuyla özellikle Arap ülkelerinde peş peşe yeni Selefi gruplar ortaya çıkmaya başladı.

Toplumsal itiraz yerine bireysel öfke

Taliban ve El Kaide örneklerinden hareketle yeni Selefiliğin sadece şiddeti temel alan bir akım olduğu düşünülmesin. Her ne kadar çok kolay ölen ve öldüren gençleri cezbediyor olsa da yasal alanda faaliyet gösteren çok sayıda yeni Selefi grup ve siyasi parti var. Örneğin bunlardan en ünlüsü olan Mısır’daki Nur Partisi, Müslüman Kardeşler’e karşı askeri darbeye destek verebildi.

Yeni Selefilik, esas olarak gerek kurulu siyasi sisteme, gerekse geleneksel dini yapılanmalara tepki duyan dindar gençlerin samimiyet ve püritenlik arayışlarına cevap veriyor. Sanılacağının aksine Selefi hareketlere esas dinamizmini yoksul değil orta sınıftan belli bir eğitim düzeyindeki gençler veriyor. Bunlar geleneksel dini gruplardaki alabildiğine hiyerarşik yapılanmanın karşısına Hz. Muhammed dönemindeki gibi bir cemaat fikrini çıkarıyorlar. Yeni Selefileri diğerlerinden ayıran en bariz vasıflarından biri, komutanların da askerleri kadar savaşta ölmeleri.

Türkiye’nin kaçırdığı fırsat

Deniyor ki, Nakşibendilik, Kadirîlik gibi tarikatların, Süleymancılık, Nurculuk gibi ekollerin ve devlete itaat geleneğinin güçlü olduğu Türkiye’de yeni Selefilik marjinalliğin ötesine geçemez. Bu tezi güçlendirmek için de başta El Kaide olmak üzere yeni Selefi örgütlenmelerin ülkemizde az varlık gösterebildiğine dikkat çekiliyor.

Doğru, ancak yıllar boyunca Afganistan, Çeçenistan, Irak, Suriye gibi cihad alanlarında çok sayıda Türkiye vatandaşının savaştığını; bir kısmının zamanla birer yeni Selefi hâline geldiklerini biliyoruz. Bunların bir bölümünün dönüş kararı alması hâlinde bile Türkiye’de güçlü bir Selefi dalgaya tanık olabiliriz. Peki dönerler mi? Eğer şu ya da bu nedenle, örneğin AKP’nin iktidarı kaybetmesi hâlinde Türkiye bir “cihad alanı” olarak kabul edilmeye başlanırsa bu mümkün.

Dindar orta sınıfların çocukları

Ancak ülkemizde yeni Selefi dalganın esas taşıyıcıları, özellikle AKP iktidarı döneminde, sistemin nimetlerinden yararlanmanın da etkisiyle alabildiğine güçlenen yeni muhafazakâr orta sınıfların çocukları olacaktır. 12 yıla yaklaşan AKP iktidarı bu gençlere geniş maddi imkânlar sundu ama onları manevi açıdan büyük ölçüde aç bıraktı. AKP’deki erkek egemen zihniyetin anneleri hep geri planda bırakmış olmasının da bu gençlerin biriktirdiği öfkede birinci derecede sorumluluğu vardır.

Bir diğer husus Başbakan Erdoğan’ın, nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede demokrasiyi yerleştirip ilerletme ve bu anlamda tüm dünya Müslümanlarına örnek olma şansını büyük ölçüde heder etmiş olmasıdır. Çoğulculuğun yerine çoğunlukçuluğu çıkarttığınızda ülkenizde demokrasi kültürünün yeşermesine de izin vermiyorsunuz.

Son olarak, yakın bir dönemde, özellikle Gezi direnişi boyunca iyice alenileşen İslamcılığın solcu yorumları, gerek taşıyıcılarının tecrübesizliği, gerekse ülkedeki genel sol hareketin zayıflığı nedeniyle önü son derece açık olmasına rağmen sahici bir alternatif olarak ortaya çıkamadı.

Burada kesip bu hayati konuyu tartışmayı, sizlerden gelen eleştirilerle birlikte yarın sürdürelim.

Yazının devamı...

‘Ne şeriat ne demokrasi’den ‘ya şeriat ya demokrasi’ye

İçeride ve dışarıda, Türkiye’deki İslami hareketi anlama çabalarında en sık yapılan hatalardan biri ve belki de en stratejik olanı, “sistem dışı” olmasına bakarak bu hareketi “sistem karşıtı” olarak görmek ve göstermektir. Kuşkusuz her siyasi hareket gibi Türkiye’de İslamcılık da sistemin merkezine gelmek ve siyasi iktidarı ele geçirmek ister. Ama son tahlilde Türkiye’de İslami hareketin sistemi değiştirip dönüştürme gibi bir iddiası olmamıştır. Bunun en açık kanıtı da AKP’nin 12 yıla yaklaşan tek başına iktidarında devlet aygıtının kontrolünü büyük ölçüde eline almış olmasına rağmen sistemin özüne dokunmamış olmasıdır.

Diğer bir deyişle, İslamcılar AKP aracılığıyla sisteme kendi renklerini vermediler; tam tersine, kendileri sistemin renkleriyle bezendiler. Bu, daha önce de yazdığımız gibi( İslami hareket kendi büyüsünü kendi elleriyle bozdu) İslami hareketin kendi büyüsünü kendi elleriyle bozması anlamına geliyor.

Karşılıklı ve haklı suçlamalar

İslamcılığın kaçınılmaz olarak yaşadığı bu kriz ve ona bağlı tıkanmayı Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaş alenileştirdi. Öyle ki İslami hareketin en güçlü siyasi odağı (AKP) ile en güçlü toplumsal odağı (cemaat) sistemin merkezinde yalnız başlarına kaldıklarında, el birliğiyle onu dönüştürmek yerine birbirlerine karşı kıyasıya bir savaşa giriştiler.

Evveliyatı olmakla birlikte 17 Aralık 2013 tarihinden itibaren artık açıkça yürütülen bu savaşta cemaat bizi, hükümetin hizmetlerini hem yolsuzluklarına zemin oluşturmak, hem de onların üstünü örtmek için kullandığına ikna etmeye çalışıyor. Hükümet de, cemaatin hizmetlerinin kendisine sağladığı meşru zeminden güç alarak ve onların arkasına saklanarak devleti tek başına ele geçirmeye yönelik komplolar tezgâhladığını kanıtlama uğraşı içinde.

Eğer benim gibi her iki tarafın da birbirlerine yönelik suçlamalarının büyük ölçüde doğru olduğuna inananlar, ne AKP’nin ne de Gülen cemaatinin; aralarındaki savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bugünkü hâlleriyle yoluna devam edebileceği düşüncesinde de birleşiyor olmalılar.

Yol ayrımı

O büyük patlamayı yaptığı Mart 1994 yerel seçimlerinin hemen ardından çıkan “Refah Partisi’ni Anlamak“ alt başlıklı kitabımın adı: “Ne Şeriat Ne Demokrasi” idi. Çünkü RP’nin, ülkedeki İslamcıların çoğu gibi hem kendince şeriatçı, hem de kendince demokrat olduğunu düşünüyordum.

AKP’nin iktidar deneyiminin geldiği noktada, “hem o hem bu” devrinin kapanması gerektiğini, İslamcıların “ya o ya bu” zorlamasıyla karşı karşıya olduklarını görüyoruz. Evet, Türkiye’de İslami hareket tam anlamıyla bir yol ayrımına sürükleniyor. Ya demokrasiyi ya da şeriatı seçmek durumundalar.

Bu noktada Zaman Gazetesi’nde Ahmet Turan Alkan’ın “Türk siyasetinin yeni yükseleni hürriyetçi ve laik bir anafikir olacaktır” diye yazmış olduğunu, yine aynı gazetede İhsan Dağı’nın, “Anlaşıldı ki iktidar sahiplerinin dindarlığı onların ve çevrelerinin despot, hukuksuz, usulsüz ve yolsuz olmalarını engelleyemiyormuş. Anlaşıldı ki yöneticilerde aranan özellik dindar olması değil; hukuka uyması, hukukun da evrensel değerlere ve ölçülere dayanmasıymış...” diyerek ona destek olduğunu hatırlatalım.

Eğer tek seçenek bu olsaydı, cemaat-hükümet savaşına ses çıkarmamamız, alttan alta daha da kızışmasını teşvik etmemiz gerekirdi. Ama değil. Hatta ağır basan seçenek de demokrasi değil. En azından bana göre...

Çünkü İslami hareketin yaşamakta olduğu şu büyük hayal kırıklığı ve bozgunun ardından Türkiye, tarihinde görmediği ölçüde sert bir İslamcı dalgaya tanık olabilir. İslamcılık tek başına sorun değil. Ancak esas olarak “yeni Selefilik” denen akımı kastediyorum. Tüm bu yaşadıklarımızın, İslam ülkelerinin ve Batı’da yaşayan Müslüman toplulukların çoğunu altüst eden, en çok geleneksel İslami yapılanmaları tedirgin eden ve ülkemizde bugüne kadar ciddi olarak kök salamamış olan “yeni Selefilik” akımı için son derece elverişli bir zemin hazırladığı kanısındayım.

Bu konuyu tartışmaya yarın devam edeceğiz, tabii bir aksilik olmazsa.

Yazının devamı...

Cemaat ve hükümet birlikte batıyor, Türkiye’yi de batırıyorlar

Önceki günkü yazımı (Başbakan Erdoğan da kendi gücünün kurbanı oluyor) “hem cemaat, hem hükümet, ama en önemlisi tüm Türkiye kaybediyor” cümlesiyle bitirdiğim için olumlu ve olumsuz çok tepki aldım. Olumluları bir kenara bırakalım. Bu yazıda, yaşananların son tahlilde Türkiye’nin hayrına olacağına inananlarla tartışmak istiyorum.

Mesela demokrat kişiliğine hep saygı duyduğum Hüseyin Ergün tespitime “Hayır; tam tersine, Türkiye kazanıyor çünkü irin dışa akıyor“ diye itiraz ediyor. Bir okurum da “Bu şekilde anti-demokratik icraatlar sergileyen ve seviyeyi oldukça düşüren, varlıklarının ülkeye son tahlilde çok da yararı olmadığını düşündüğüm iki kurumun birbirlerini zayıflatması, uzun vadede ülkemiz için neden kötü olsun?“ diye soruyor.

İrin içeriye mi dışarıya mı akıyor?

Tartışmanın eksenine Ergün’ün “irin dışa akıyor” önermesini almak işimizi kolaylaştırabilir. Gerçekten de teorik olarak, birbirini çok yakından ve iyi tanıyan; birbirlerinin defolarını ortaya çıkarma imkânına sahip iki gücün böylesine amansız mücadelesinin ülkenin arınmasına katkıda bulunması beklenir.

Fakat pratikte işlerin tam tersine geliştiğini, irinin dışa değil içe aktığını düşünüyorum. Örneğin her iki tarafın sosyal medya üzerinden dolaşıma soktuğu dinleme kayıtlarını ele alalım: Bu kayıtlar sayesinde, bir yandan rüşvet, yolsuzluklar ve bunların beraberinde getirdiği her türlü ahlaki çöküntüyü; ayrıca Başbakan’ın basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı gibi demokrasinin evrensel değerlerini umursamadığını; öte yandan Fethullah Gülen’in bir dini cemaat liderinin çok ötesinde, dünya işleriyle ve dolayısıyla siyasetle fazlasıyla ilgili kişi olduğunu öğrendik.

Öğrendiğimizle kalıyoruz

Peki sonra ne oldu? Galiba öğrendiğimizle kaldık. Bu kayıtların, tarafların karşılıklı olarak birbirlerini yıpratmalarına yol açtığı muhakkak. Fakat kayıtlar aracılığıyla edindiğimiz bilgilenmelerin ülke olarak arınmamıza katkıda bulunduğunu söylemek çok zor, hatta imkânsız. Çünkü her iki taraf da bu kayıtları topluma iyilik yapmak için değil, düşmanına kötülük yapmak için, denetimli bir şekilde dolaşıma sokuyor.

Eğer sahiden toplumun iyiliğini düşünmüş olsalar, bu kayıtları hiç bekletmeden, sıcağı sıcağına devreye sokar ve olayların başka türlü akmasına neden olabilirlerdi.

Farkındayım, epey karışık oldu. Ancak şu basit soruyla meramımı daha iyi anlatabilirim sanıyorum: Eğer cemaat-hükümet çatışması olmasaydı, vatandaşlar, titizlikle istiflendiği belli olan bu kayıtlardan haberdar olabilirler miydi?

Bir diğer soru da şu olabilir: Taraflar ellerinin altındaki kayıtları ayıklarken ve bunların yayınlanacağı zamanı hesaplarken neyi gözetiyor: kamu yararını mı, yaşanan savaşın gidişatını mı?

Hep birlikte batıyoruz

Girişte atıfta bulunduğum yazıma ilkin “Cemaat ve hükümet birlikte batıyor, Türkiye’yi de batırıyorlar” başlığını atmayı düşünmüştüm. Nasip bu yazıyaymış! Normal şartlarda cemaat ile hükümetin birbirlerini tüketmesiyle Türkiye’nin önünün açılması beklenirdi. Ama 17 Aralık’tan bu yana yaşadıklarımıza baktığımızda böyle olacağının herhangi bir garantisi bulunmadığını görüyoruz. Çünkü onların birlikte batmalarından da istifade ederek kendisini Türkiye toplumuna bir iktidar alternatifi olarak sunabilecek üçüncü bir güç ortaya çık(a)madı ve yakın zamanda çıkacağa da benzemiyor.

Akla ilk olarak CHP geliyor, ancak ana muhalefet partisi yerel seçim kampanyasını büyük ölçüde cemaatin, iktidar partisi ve özellikle Başbakan Erdoğan’a indirdiği darbeler üzerine inşa etmiş durumda. Bu kampanyanın başarılı olması hâlinde CHP’nin cemaate hayli borçlu kalacağını ve Cemaat-AKP ittifakı deneyiminden hareketle, bunun da yeni tür bir vesayet ilişkisini beraberinde getireceğini düşünebiliriz.

Cemaat-hükümet savaşından olumsuz anlamda etkilenmeyen yegâne gücün, bütün tereddütlerine rağmen Kürt siyasi hareketi olduğunu söyleyebiliriz. Fakat BDP’ye kardeş olarak devreye giren HDP’nin henüz emekleme aşamasında bile olmaması nedeniyle bu hareket tüm Türkiye’ye hitap etme imkânına sahip değil

Sonuç olarak 17 Aralık sürecinde irin dışa değil içe doğru akıyor ve Türkiye hızla dibe doğru yol alıyor.

Umarım tersi doğru çıkar ve ben de mahcup olurum.

Yazının devamı...

Yasa dışı dinlemeler: ‘Yanlış ama evet’ yanlışı

Amerikan filmlerinde, kötülerle mücadele etmek için yasaların kendilerine çizdiği katı sınırları zorlayan, hatta aşan polis kahramanlar vardır. Amirleriyle sorun yaşarlar ama kötülerle anladıkları dilden konuştukları için başarılı olur ve halk tarafından takdir edilirler. Bunların en ünlüsü, ilki 1971’de çekilen ve daha sonra 4 kez devamı yapılan “Dirty Harry” (Kirli Harry) olsa gerek. Clint Eastwood’un canlandırdığı San Francisco’lu dedektif Harry Callahan “kirli” yöntemlere başvuran aksi, haşin ve fazlasıyla maço, ama son tahlilde “temiz” birisidir.

Kirli Harry ve benzer içerikli diğer filmler belki de çağlar boyunca tartışılagelen bir soruyu tekrar tekrar gündeme getiriyor: Doğru bir hedefe ulaşmak için her yol mübah mıdır? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Kirli (gayrı meşru) yollarla temiz (meşru) işler yapılabilir mi?

Erdoğan’ın sorumluluğu

Malum, ülkemiz son yıllarda görsel ve işitsel anlamda tam bir yasa dışı kayıtlar cennetine, daha doğrusu cehennemine dönüşmüş durumda. İşin ilginci bundan çok fazla şikâyet eden yok. Daha doğrusu bu yasa dışı kayıtların sosyal medya üzerinden dolaşıma sokulmasıyla mağdur olan kesimler genellikle azınlıkta kalıyor, çoğunluk ise sanki Kirli Harry gibi bir filmi izlercesine “yöntem kirli olabilir ama kötülerin pisliklerini su yüzüne çıkardığı için itiraz etmeye gerek yok”, bir başka ifadeyle “yanlış ama evet” diyor.

Garip olan dünün mağdurlarının çok kolaylıkla bugünün mağruru, dünün mağrurlarının da bugünün mağdurları olabilmeleri. Örnek ortada: AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan. Dün Ergenekon, Balyoz gibi davaların zanlıları ve onların aile bireyleri, MHP yöneticileri, CHP’nin eski Genel Başkanı Deniz Baykal yasa dışı kayıtlarla mağdur olduğunda ciddi bir adım atmayan, bu farklı olayların hiçbirinin sorumlularını bulmayan, üstelik bu olaylardan siyasi açıdan geniş bir şekilde istifade eden hükümet ve Erdoğan “Yanlış ama evet” anlayışının kök salmasının birinci derecede sorumlusu oldular. Hatta Prof. Hayrettin Karaman gibi İslam hukuku uzmanlarından fetvalar bile temin ettiler.

Hükümetin kâbusu

17 Aralık süreciyle birlikte başta lideri olmak üzere iktidar partisinin, onunla yakın duran kişilerin en büyük kâbusu dün “kamu yararı” bahanesiyle meşrulaştırdıkları yasa dışı kayıtlar oldu. Anlaşıldığı kadarıyla “birileri” yıllar boyunca siyasi iktidarı kayda almış. Üstelik bunu, onunla dost ve müttefik görünerek yapmış. Şimdi de belli ve görüldüğü kadarıyla zekice bir stratejiyle, içinden ayıklamalar yapıp bu kayıtların dolaşıma sokulması yoluyla Türkiye’nin siyasi hayatı yeniden dizayn edilmek isteniyor. Şu ana kadar yayınlanan kayıtlardan ve hükümetin bunlara gösterdiği tepkinin yetersizliğinden hareketle bu işi kotaranların emellerine ulaşması ihtimalinin hiç de düşük olmadığını söyleyebiliriz.

Bir Clint değiller

Peki ne yapmalı? Açıkçası yapılabilecek pek bir şey olduğunu sanmıyorum.

Sevelim ya da nefret edelim, mağdurlar kim olursa olsun, yasa dışı kayıtlara ahlaki açıdan karşı çıkmamız gerektiğini söylemeye kalkmanın nafile olduğu da ortada. Bununla birlikte, tek tek bireyler olarak bu ayıba ortak olmamayı seçebiliriz.

Tekrar Kirli Harry’ye dönecek olursak: Türkiye’yi bitmek bilmez bir Kirli Harry filminin platosu olarak görenler büyük bir gaflet içinde. Zira bu “kirli” tezgâhı kurup işletenler kesinlikle birer Clint Eastwood değil. Bu gidişle olacakları da yok!

Çünkü onların amaçları da yöntemleri gibi kirli.

Yazının devamı...

Başbakan Erdoğan da kendi gücünün kurbanı oluyor

Son yazımızda (http://haber.gazetevatan.com/gulen-cemaati-kendi-gucunun-kurbani-oluyor/614523/4/Yazarlar/73) Fethullah Gülen cemaatinin aşırı güçlenmesine bağlı olarak özgüveninin arttığını ve bu yüzden çok stratejik hatalar yaptığını yazmıştık. Benzer şeyleri AKP hükümeti, özellikle Başbakan Erdoğan için de söyleyebiliriz.

Erdoğan’ın internet üzerinden peş peşe dolaşıma sokulan telefon kayıtları tek başına bu saptamayı doğrulamaya yeterli olabilir. Öyle ki şu günlerde Lafontaine‘in ünlü ‘ağustos böceği ile karınca’ fablinin çağdaş bir versiyonuna tanık olduğumuzu söyleyebiliriz. Birileri (cemaat) karınca gibi çalışmış, iktidar partisiyle lideri hakkında kayıtları istiflemiş; diğerleri (hükümet) de ağustos böceği gibi “nasılsa bana/bize bir şey olmaz” diyerek gayet rahat bir şekilde hareket etmiş.

Başbakan bu durumu “çok safmışız, bizi kandırdılar” diye açıklamaya çalışıyor. Doğruluk payı olduğu muhakkak, ama esas sorunun Erdoğan’ın cemaate (ve Gülen’e) güvenip hayal kırıklığına uğramasından ziyade, kendi gücüne aşırı güvenip karşısındakinin (cemaatin) gerçek gücünü ölçememesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Ki yaşanan onca sert gelişmeye ve değiştirilen üsluba rağmen Erdoğan cephesinin cemaat olgusunu hâlâ kavrayamadığına ve bu nedenle yanlış stratejiler uyguladığına inanıyorum.

Her şey sandık değil

AKP liderini yanıltan esas husus, ne kadar hata yaparsa yapsın bir şekilde oylarının artıyor olması. Gezi direnişi sırasında da böyle oldu. Erdoğan cemaat ile savaşında da aynı hatayı tekrarlıyor ve yaşanan sorunları, ülkeyi daha da demokratikleştirmek yerine her şeyi sandığa bağlamakla aşacağını düşünüyor. Şunun altını ısrarla çizmek lazım: AKP lideri 30 Mart’ta nasıl bir sonuç alırsa alsın, buradan hareketle yolsuzluk iddialarının doğru ya da yanlış çıktığı sonucuna varılamaz. Tüm demokratik ülkelerde bu tür iddialarının karar mercii bağımsız ve tarafsız mahkemelerdir. Maalesef Türkiye’de yargının bağımsız ve tarafsız olduğunu söylememiz mümkün değil; hükümetin yargıya son müdahalelerinin de bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlamaya yönelik olmadığı aşikâr.

Partisinin ve hükümetin neredeyse tek hâkimi olmasının, ana akım medyanın büyük bir bölümünü kontrol etmesinin de Erdoğan’ın yanlışlarını artırdığı düşüncesindeyim. İktidarı başkalarıyla paylaşmaya pek yanaşmayan Erdoğan denetim eksikliği nedeniyle daha fazla hata yaptı ve üzerinde yükseldiği zeminin aslında çok da sağlam olmadığını anlamamız için cemaatin yaptığı 2-3 operasyon yeterli oldu. Ancak buradan hareketle cemaatin zemininin sağlam olduğunu da söyleyemeyiz. Onlar da Erdoğan’ın gücünü yanlış hesaplamışa, 25 Aralık operasyonunu engellemeyi becereceğini kestirememişe benziyorlar.

Kayıtlarla değişen dengeler

Hemen ardından gelen telefon kayıtlarının dolaşıma sokulması Erdoğan’ı ve hükümeti epey sarstı. Başbakan’ın reddedemediği ve hepsi ayrı ayrı büyük olay olan kayıtlar söz konusu. İstifte bunlardan yüzlercesi var demek hafif kaçabilir herhalde binlerce vardır. Başbakan’ın tüm bakanlarla, hatta herkesle konuşmalarının kaydedildiğini teorik olarak varsaymamız gerekiyor. Anlaşılan bunları seçerek kullanıyorlar. Önce Kürtlerle ilgili belgeler yayınlandı. Ardından Bahçeli ve MHP aleyhine kayıtlar geldi. Şimdi Doğan Grubu, Aleviler, Koç Grubu, yarın bir başkası... Yani Başbakan’ın düşmanlarını çoğaltıcı hamleler yapıyorlar.

Demokrasinin temeli yasama, yargı, yürütme erklerinin ayrılığı ise Başbakan’ın telefon konuşmaları erkler ayrılığı ilkesine kesinlikle uymuyor. Kendi demokrasi anlayışının bunu mümkün kıldığını düşünebilir ama evrensel demokrasi anlayışına göre yanlış. Bu çok net. Üzerinde tartışmak bile gereksiz olur.

Sonuçta dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde başbakanlar iş takibi filan yapmaz. Öte yandan yine demokratik ülkelerde din adamları başbakanlarının telefon kayıtlarıyla bu kadar yakından ilgilenmez.

Her iki taraf birbirini bu şekilde deşifre ettikçe hep birlikte kaybediyorlar. Cemaat Başbakan’a vurdukça kendisi güçlenmiyor. Erdoğan zayıflarken kendisi de zayıflıyor, itibar kaybediyor. Örneğin bundan sonra hangi siyasetçi Fethullah Gülen’e güvenip de elini sıkar. En fazla korkudan sıkar. Böylesine garip bir durum oluştu.

Böyle yaşamayı öğrenmek

Bundan sonrası için şunu söyleyebiliriz: İki taraftan birisinin tamamen bitip tükenmesi mümkün gözükmüyor. Kuşkusuz barış her zaman mümkün. Çünkü savaş varsa barış da her zaman olur. Ama bu çatışmada karşılıklı güvensizlik o kadar yüksek ki barıştıkları andan itibaren her an savaş tekrar başlayacakmış gibi temkinli davranacaklardır. Sonuçta tıpkı bir zamanlar “terörle yaşamaya alışmamız lazım” dendiği gibi Türkiye cemaat-AKP çatışmasıyla yaşamayı öğrenmek zorunda kalabilir.

Özetle hem Cemaat, hem hükümet, ama en önemlisi tüm Türkiye kaybediyor.

Yazının devamı...

Gülen cemaati kendi gücünün kurbanı oluyor

Dün “Fethullah Gülen ve cemaati nihai aşamada, tam olarak ne istiyor?” sorusuna cevap vermek için kaleme aldığımız yazıyı (Fethullah Gülen nihai aşamada, tam olarak ne istiyor?) bazı okurlar “sanki yazı yarım kalmış” diye eleştirdi. Haklılar, çünkü soru çok çetin, kolaylıkla ve kısa bir şekilde cevaplayabilmek mümkün değil. Bu nedenle dünkü yazıyı bir girizgâh olarak kabul edip bu soru üzerine düşünmeyi bugün de sürdürelim. Ve tabii bu ikinci yazıyla da konunun kapanmasının mümkün olmadığının altını çizmeyi ihmal etmeyelim.

Gülen’in cemaatine hedef olarak Allah’ın kelamını, İslam dininin yüceliğini ve değerini dünyanın her köşesine bildirme ve yaymayı, bütün bunları yaparken hiçbir dünyevi beklenti içinde olmamayı, sadece Allah’ın rızasını kazanmak için çabalamayı gösterdiğini biliyoruz. Ama her toplumsal ve siyasi hareketin belli bir aşamadan sonra ana ilke ve hedefleriyle ilişkilerinin gevşediğini, etkili bir hareket olarak var kalma (beka) ve gelişip büyümenin sıklıkla temel hedeflerin önüne geçtiğini de biliyoruz.

İdealist değil realist ve pragmatist

Gülen cemaati de benzer bir serüven yaşadı ve yaşıyor. Örneğin bu hareketin tarihinde dönüm noktalarının 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve nihayet 17 Aralık 2013 olması da temel motivasyonun “her şeye rağmen ayakta kalmak” olduğunu gösteriyor. Cemaat, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi kritik dönemlerden, başlangıçtaki ilke ve hedeflerinden taviz vermekle birlikte çok ölümcül yaralar almadan, hatta daha güçlenerek çıkmayı bildi. 17 Aralık sürecinin nasıl gelişip sonlanacağıysa şimdilik meçhul.

Cemaatin yurt dışı faaliyetlerinde de idealizmden ziyade realizm, rasyonalizm ve pragmatizmi temel aldığını biliyoruz. Dinleri, ırkları, dilleri, gelişmişlik düzeyleri ve rejimleri tamamen farklı 140’a yakın ülkede köklü eğitim kurumlarına sahip olmanın başka türlü imkânı da olamazdı zaten. Bununla birlikte cemaatin ilk olarak okullaşmaya gittiği ve epey de başarılı olduğu Özbekistan’dan, bir süre sonra bu ülkenin otoriter lideri İslam Kerimov tarafından kovulduğunu da not düşelim.

Stratejik hatalar

Fethullah Gülen, cemaatinin bekasını her şeyin önüne koyduğu için çok ciddi stratejik hatalar yaptı. Bunların ilk akla gelenleri ÇYDD Başkanı Prof. Türkan Saylan’ın evinin Ergenekon soruşturması kapsamında polis tarafından basılması (13 Nisan 2009); Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargâh davası kapsamında tutuklanması (28 Eylül 2010); gazeteciler Ahmet Şık ile Nedim Şener’in Odatv soruşturması kapsamında tutuklanmaları (3 Mart 2011).

Prof. Saylan eğitim alanında cemaate rakip olduğu, Avcı cemaati suçlayan kitap yazdığı, Şık benzer bir kitap hazırladığı ve Şener de cemaat için çok değerli olan bazı polis şeflerinin Hrant Dink suikastıyla ilgilerini sürekli gündeme getirdiği için bu mağduriyetleri yaşadılar. (Bu noktada cemaat çevreleri tarafından dile getirilen “daha önce de çok kitap yazıldı, yazanlara bir şey olmadı” itirazına, “çünkü o dönemde cemaat bu kadar açık kumpasları düzenleme güç ve cüretine sahip değildi” karşılığını vermemiz gerekir.)

Sonuçta devletin imkânlarını kendi özel çıkarları için geniş ölçüde ve kötü biçimde kullanması cemaate yönelik sempati ve destekte ciddi kırılmalara ve sorgulamalara neden oldu. Öyle ki ülkede ve tüm dünyada eğitim alanındaki başarı öyküleri, bir dizi kültürel faaliyet, yardım çalışmaları, özetle her türden “hizmet” bu komploların gölgesinde kaldı; bunların değeri ve etkisi aşındı.

Peki buradan geri dönüş mümkün mü? Hükümetle savaşın her geçen gün daha da kızıştığı şu ortamda cemaatten böyle bir dönüş beklemek mümkün değil. Kaldı ki dünyevi işlere o kadar bulaşmış durumda ki, istese de asli (uhrevi) hedeflerini ve sivil alandaki temel faaliyetlerini merkeze almayı başaramaz.

Galiba sorun şurada: Gülen hareketi, idealizmini rasyonalizm, realizm ve pragmatizmle çok iyi harmanlamayı becerdiği için başarılıydı. Bu başarı sayesinde hızla büyüdü, küresel bir harekete dönüştü. Buna bağlı olarak bu hareketin bekası, ideallerin yerini aldı. Aşırı güçlenmenin getirdiği ölçüsüz özgüven yüzünden akılcılık ve gerçekçi düşünme geri plana itildi.

Ve kaçınılmaz noktaya gelindi: Hareket tıkandı!

Gülen cemaati kendi gücünün kurbanı oluyor...

Yazının devamı...

Fethullah Gülen nihai aşamada, tam olarak ne istiyor?

Fethullah Gülen cemaati üzerine sık sorulan sorulardan en çetini herhâlde şudur: “Gülen ve cemaati nihai aşamada, tam olarak ne istiyor?” Bu soruyu Gülen, “İman ve Kur’ân hizmetinde bulunanların hedefi sadece ve sadece ‘i’la-yı Kelimetullah’ olmalı ve rıza-yı İlahi’den başka bir gâye gözetmemelidirler“ şeklinde cevaplandırıyor. Yani Allah’ın kelamını, İslam dininin yüceliğini ve değerini dünyanın her köşesine bildirmek ve yaymak, bütün bunları yaparken hiçbir dünyevi beklenti içinde olmamak, sadece Allah’ın rızasını kazanmak için çabalamak.

Humeyni mi olacak?

Ancak hayatın her alanında, dünyanın her noktasında örgütlü, disiplinli, son derece dinamik ve bulundukları ortamları dönüştürücü bir insanlar topluluğuyla karşı karşıya olduğumuz için bu “uhrevi” cevap tatminkâr olmuyor. Nitekim Gülen de “İnanmayacaklar, bizim insanların sulh ve selameti için çalıştığımıza. İnanmayacaklar, dünyayı bütün insanların kardeşçe yaşadığı bir sulh adacığı yapmak için gayret gösterdiğimize. İnanmayacaklar, ne dünya ne de ukba adına hiçbir beklentimizin olmadığına. İnanmayacaklar Allah’ın rızasından başka bir talebimizin bulunmadığına” diyor.

Aynı soruyu cemaatten pek hazzetmeyen kişilere sorduğunuzda şu türden cevaplar alabiliyorsunuz:

- “Humeyni gibi dönüp ülkenin başına geçmek istiyor!”

- “Halifeliğini ilan etmek istiyor!”

- “Sünni İslam dünyasının Vatikan’ını kurup bir tür papa olmak istiyor!”

- “Bir Türk-İslam imparatorluğu kurmak istiyor.”

Bu arada Gülen’in çeşitli küresel senaryoların bir aktörü olduğuna, dolayısıyla onun ne istediğinin hiç önemli olmadığına inanan çok kişi de var.

O gün geldi

Bir gazeteci olarak İslami hareket üzerine çalışmaya 1985 yılında başladım. Gülen hareketinin temsilcileri o tarihlerde ortalıkta gözükmezlerdi ama haklarında çok şey söylenirdi. Özellikle ordu başta olmak üzere devletin kilit noktalarına cemaatin eğitim kurumlarında yetişmiş gençlerin yerleştirilmesi için üstün bir gayret sarf ettikleri konuşulurdu.

1990’da çıkan “Ayet ve Slogan: Türkiye’de İslami Oluşumlar“ adlı kitabımda Gülen cemaati hakkında şu değerlendirmeyi yaptım: “Kadrolarını devletin hizmetine koşmayı yeğleyen (en azından şimdilik) bu cemaat aynı zamanda çok geniş mali olanaklara da sahip. İleride bir gün, kendine güveni geldiğinde, cemaatin siyasi iktidara talip olmak isteyebileceği ‘teorik’ olarak varsayılabilir.“

O gün çoktan geldi, bürokraside alabildiğine güçlenen Gülen cemaati, siyasi iktidarın tümüne olmasa bile hatırı sayılır bir bölümüne talip oldu ve bu nedenle AKP hükümetiyle savaşmaya başladı.

İktidarı aldıktan sonra...

Ama hâlâ soru tam olarak cevaplanabilmiş değil. Şunu artık biliyoruz: Cemaat, Başbakan Erdoğan’dan kurtulmak istiyor. Onu tasfiye etmek için, uzun zamandan beri hazırlandığı belli olan bir stratejiyi adım adım hayata geçiriyor. Fakat sonrası meçhul. Erdoğan giderse yerine kim gelecek? AKP içinden bir başka isim mi çıkacak, yoksa AKP dışındaki partiler mi iktidarı paylaşacak? Daha önemlisi, Gülen ve cemaati daha ihtimalleri yazarken bile zorlandığımız bir Türkiye’yi niçin istiyor?

Gülen’in kafasında “şeriat düzeni“ gibi bir hayal olduğunu sanmıyorum. Kendisinin veya cemaatinden birinin cumhurbaşkanı, başbakan vb. olmasını arzuladığı kanısında da değilim. Anladığım kadarıyla o, ülkeyi kim yönetirse yönetsin kendisine “manevi” ve “sembolik” de olsa bir otorite sunulmasını, devletin cemaat tarafından yetiştirilmiş kadroları geniş ve etkili bir şekilde istihdam etmesini istiyor. Bütün bunların sağlanması hâlinde dünyanın dört bir tarafındaki cemaat okullarının anlam ve fonksiyonlarında da belirgin bir değişme yaşanacak, bunlar Türkiye Cumhuriyeti devletinin içselleştirmiş olduğu bir İslam yorumunun taşıyıcılığına terfi edecekler.

Batı’ya bakış farkı

Sanıyorum Gülen ile Erdoğan arasındaki çatışmanın temelinde Gülen’in geliştirdiği bu “İslam yorumu“ var. Bunun nasıl bir yorum olduğunu Gülen’in kitap ve vaazlarından öğrenmek mümkün. Burada şu kadarını söylemekle yetinelim:

Gülen hiç ama hiçbir şekilde İslam dünyasının yaşadığı sorunlar nedeniyle Batı’yı suçlamaz, hep onlarla uyumlu davranmaya çalışır; sorumluları daha çok içeride arar. Buna karşılık klasik Sünni İslamcılar, örneğin bizde Erdoğan, İslam dünyasının başına gelen kötülüklerin birinci sorumlusu olarak Batı’yı görür ve kendini yeterince güçlü gördüğünde Batı’ya meydan okumaya kalkar.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.