Şampiy10
Magazin
Gündem

Fethullah Gülen Türkiye’ye dönerse...

Dün Fethullah Gülen cemaatinin önünde üç temel seçenek bulunduğunu, kararı esas olarak Gülen’in vereceğini, eğer cemaat sivilleşmeyi ve şeffaflaşmayı esas alan bir çizgiyi benimserse hem kendileri hem de Türkiye için daha hayırlı olacağını belirtmiş, yazımı şöyle noktalamıştım: “Ancak bu seçenekte karar kılınması hâlinde öncelikle Gülen’in Türkiye’ye dönmesi gerekir.”

Bugün neden böyle düşündüğümü açıklamak, ardından Gülen’in dönmesi hâlinde neler olabileceğini irdelemek istiyorum. Önce birkaç noktayı hatırlatalım:

1) Cemaat Türkiye’de doğdu, gelişti ve ülkenin sadece en etkili dini yapılanması olmakla kalmadı, önde gelen üç iktidar odağından (diğerleri AKP hükümeti ve Kürt siyasi hareketi) biri hâline geldi.

2) 1990’lı yıllardan itibaren cemaat önce Türk cumhuriyetlerinde, ardından İran ve Arap ülkeleri dışındaki İslam ülkelerinde, nihayet dünyanın dört bir tarafında okulları üzerinden küresel bir ağ oluşturdu.

3) Cemaatin çok sıkı bir hiyerarşik örgütlenmeye sahip olduğunu ve en tepede Fethullah Gülen’in bulunduğunu biliyoruz. 28 Şubat sürecinde sağlık gerekçesiyle ABD’ye giden Gülen bir daha dönmedi. Yani 1999 yılı mart ayından beri bu küresel hareket ABD’nin Pennsylvania eyaletinden yönetiliyor.

4) Özellikle 2.5 yıl sonra yaşanan 11 Eylül terör saldırıları nedeniyle her türlü İslami şahsiyet ve grupların faaliyetine şüpheyle yaklaşan Amerikan yönetimi, her ne sebeple olursa olsun Gülen’in ikametine, bulunduğu yerden hareketini yönetmesine, bu bağlamda sürekli olarak ziyaretçi kabul etmesine ses çıkarmadı. Bu da cemaat aleyhtarları tarafından Gülen’in himaye edildiği spekülasyonlarına neden oldu.

Tutuklanır mı?

Cemaatin mutlak anlamda sivilleşmeyi ve şeffaflaşmayı esas alması durumunda bunun hayata geçirilmesi için belli bir süreye ihtiyaç duyulacak ve o sürenin belli bir anında Gülen’in ülkeye dönmesi şart olacak. Zira cemaat Türkiye’de kapılarını ne kadar açarsa açsın, ana karargâh Pennsylvania’da kaldığı sürece kuşku ve suçlamalar devam edecek, şeffaflaşma asla tamamlanamayacaktır. (Bu noktada ülkemiz muhafazakârlarının ABD, Batı, İsrail vb’li komplo teorilerine pek meraklı olduklarını akılda tutalım.)

Yazının bu bölümüne kadar gelen okuyucuların bir kısmının “iyi ama dönerse tutuklanmaz mı?” diye sorduğunu duyar gibiyim. Kuşkusuz Gülen’in sürgünde 15 yılı doldurmasının ana nedeni yargıyla sorun yaşama kaygısıdır. 12 Mart 1971 askeri darbesinin ardından bir müddet tutuklu kalan Gülen’in ilerleyen yaşında ve ciddi sağlık sorunlarıyla yeniden bu deneyimi yaşamak istememesi anlaşılır bir şey. Ancak AKP hükümetiyle giriştiği savaş ne kadar keskin olursa olsun, Başbakan Erdoğan kendisini en ağır suçlama ve hakaretlerle ne kadar hedef göstermiş olursa olsun, Gülen’in sınırdışı edilmek gibi herhangi bir zorunlu hâl olmaksızın kendi rızasıyla ülkeye dönmesi hâlinde, muhtemelen hakkında dava açılacağını ama tutuklanma ihtimalinin çok düşük olacağını düşünüyorum.

Üçüncü bir güç çıkana kadar

Sanıyorum esas sorun ülkeye dönmesi hâlinde tutuklanıp tutuklanmayacağından ziyade cemaati ABD’de olduğu gibi rahat ve özgür bir şekilde yönetip yönetemeyeceğidir. Eğer cemaat şu anki durumunu muhafaza edecek olursa devletin kendisine ciddi zorluklar çıkaracağı muhakkak, ama devlet içinde örgütlenme iddiasından inandırıcı bir şekilde vazgeçmiş, sivilleşme ve şeffaflaşma konusunda tatminkâr adımlar atmış olması hâlinde devletin cemaate ve Gülen’e müdahalesi imkânsız değilse de epey zor olacaktır.

Bu çizmeye çalıştığım tablonun gerçekleşmesi ihtimali sorulacak olursa, cevabım hiç tereddütsüz “çok ama çok az” olur. Muhtemelen cemaat ile AKP hükümeti arasındaki savaş inişli çıkışlı bir grafikle epey sürer ve taraflar birbirlerini iyice hırpalarlar. Ta ki üçüncü bir gücün ortaya çıkıp kendilerini tasfiye etmesi tehlikesi belirene kadar.

Yazının devamı...

Fethullah Gülen’in zor seçimi

Başbakan Erdoğan‘ın 30 Mart yerel seçimlerinin galiplerinden, Fethullah Gülen‘in de mağluplarından olması hükümet-cemaat savaşının ilkinin lehine sonuçlandığı anlamına gelmiyor. Zira herhangi bir uzlaşma/barış olmaması hâlinde çok uzun sürecek bir savaş söz konusu ve 30 Mart bunun sadece bir muharebesiydi. Kuşkusuz bu muharebenin sonuçlarının savaşın sonraki aşamalarına doğrudan etkisi olacaktır ancak Gülen’in 17 Aralık sürecinde yapmış olduğu hatalardan ders çıkarıp yeni dönemde daha etkili stratejiler geliştirme; Erdoğan’ın da bu seçim başarısının verdiği özgüvenle stratejik hatalar yapma ihtimallerini akıllarda tutmak lazım.

Tapeler etkili oldu mu?

Bu yazıda Gülen’in ve cemaatin hatalarını ele almak istiyorum ancak öncelikle şu soru cevaplanmayı bekliyor: 17 Aralık sürecinde hükümete ve Erdoğan’a yönelik yoğun aleyhte kampanya (tapeler vb.) AKP’den oy mu götürdü, yoksa ona oy mu getirdi? Buna birçok cevap verebilir ve hangisinin doğru olduğuna karar verebilecek bir merci yok. Örneğin kimileri bu kampanyanın seçmen tercihlerinde herhangi bir etkisi olmadığı kanısında. Kimileri de normal şartlarda AKP’nin düşüşte olduğunu, bu kampanyanın AKP ve Erdoğan’a doping etkisi yaptığını düşünüyor. Şahsen tam zıt görüşteyim: Elimde herhangi bir delil yok ama yolsuzluk iddiaları ve diğer tapeler nedeniyle AKP oylarının azalmış olduğuna inanıyorum.

Fakat cemaat çıtayı çok yükseğe çıkarttığı, AKP oylarını yüzde 40’ın altında gösterdiği, hatta buradan Erdoğan’ın tasfiyesinin kaçınılmaz olduğunu iddia ettiği için, oyların azalmasına neden olmuşsa bile seçimlerin en büyük mağluplarından biri olarak anılmayı hak ediyor.

Siyasete müdahale

Dolayısıyla cemaatin ilk yanılgısı, kendi gücünü abartıp Erdoğan’ın gücünü yanlış hesaplamış olmasıdır ki buradan dönmek o kadar zor olmasa gerek. Ancak çok daha önemli bir hata var ki onunla yüzleşip aşmaya çalışması hâlinde cemaatin kendi içinde ciddi bir dönüşüm ve yenilenme yaşaması kaçınılmaz olacaktır.

Çok karmaşık gözüken ama aslında çok da basit olan bir sorundan söz ediyorum: Cemaat, ülke siyasetine siyasi olmayan yöntemlerle müdahale etmeye çalıştı. Yolsuzluk iddiaları, stratejik konulardaki tapeler, medya, özellikle sosyal medya üzerinden yürütülen enformasyonla dezenformasyonun iç içe geçmiş olduğu, psikolojik harekât yöntemlerinin temel alındığı kampanyalar etkili oldu olmasına ama cemaat AKP’nin karşısına bir siyasi parti, Erdoğan’ın karşısına siyasi bir lider çıkar(a)madığı için bu etki sınırlı oldu, ülkenin siyasi kaderini tek başına belirleyemedi.

Bu bağlamda “Cemaat çok meraklıysa neden siyasi parti kurmuyor?” sorusu son derece meşrudur. Fakat partileşmeye gitmek Gülenin nerdeyse 45 yılda inşa etmiş olduğu küresel yapılanmayı ciddi anlamda riske atmak anlamına gelecektir.

Üç seçenek

Sanıyorum cemaatin önünde şu anda üç seçenek var:

1) Benim “cemaatin sivil olmayan kanadı” olarak adlandırdığım kişilerin oluşturduğu “devlet içindeki devlet” yapılanmasının kapısına kilit vurup tamamen sivil ve şeffaf bir faaliyet yürütmek.

2) Ağırlığı sivil olmayan kanada verip hükümetle amansız bir savaşa girişmek.

3) Ufak tefek değişikliklerle şu ana kadar uygulanan, sivil ve sivil olmayan kanatların koordineli bir şekilde yürütmeye çalıştığı stratejiyi sürdürmek.

Kararı esas olarak Fethullah Gülen’in vereceğini düşünüyorum ve hangi şıkkı seçeceğini herkes gibi ben de çok merak ediyorum. Bana göre en makulü ilk şık. Eğer cemaat sivilleşmeyi ve şeffaflaşmayı esas alan bir çizgi benimserse hem kendileri hem de Türkiye için daha hayırlı olur.

Ancak bu seçenekte karar kılınması hâlinde öncelikle Gülen’in Türkiye’ye dönmesi gerekir. Bu konuyu da, bir aksilik olmazsa yarın ele alalım.

Yazının devamı...

Bundan sonra kim ne yapar?

- R. Tayyip Erdoğan: AKP lideri seçim gecesi balkona çıktı ama o bildiğimiz balkon konuşmalarından birini yapmadı, yani kendisine oy vermiş olsun ya da olmasın, tüm vatandaşlara yepyeni bir beyaz sayfa açma çağrısında bulunmadı. Bunun yerine, bir kez daha Fethullah Gülen cemaatine topyekûn savaş ilan etti. Yanına, 17 Aralık sürecinde isimleri geçen oğlunu, kızını ve eski bakanların bazılarını alarak cemaat sponsorluğundaki yolsuzluk/rüşvet soruşturmalarını umursamadığını da deklare etmiş oldu.

Erdoğan’ın bundan sonra hedefinde esas olarak cemaatin olacağı kesin. Bu yapıya karşı ne tür adımlar atacağı muğlak; ancak, sınırları belli olmamakla birlikte adli bir soruşturmanın önünü açacağı kesin gibi. Erdoğan balkonda yaptığı konuşmada sadece cemaati değil onu bir şekilde destekleyen diğer güçleri de hedef alacağının işaretini verdi. Düşman cephesini sahiden genişletmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bu arada kendi partisi ve kabinesi içinde, savaşın gidişatını kestiremedikleri için cemaate karşı aktif tavır almaktan imtina eden isimlerin bazılarını da gözden çıkarabilir.

Erdoğan hakkında en çok sorulan iki soruya gelince: 1) Genel seçimleri pekâlâ Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle aynı anda yapacak şekilde öne çekebilir. Ama zamanında yapma ihtimalinin daha yüksek olduğunu sanıyorum. 2) Cumhurbaşkanlığı adayı olmak isteyeceğini de düşünmüyorum, zira cemaate karşı başlatacağı savaştan ne kısa sürede sonuç alması ne de bu savaşı Çankaya’dan sürdürmesi mümkün. AKP tüzüğünü değiştirip genel seçimlere partisinin başında girmeyi tercih edeceğini düşünüyorum.

- Fethullah Gülen: 30 Mart’a kadar inisiyatif büyük ölçüde onun elindeydi, fakat Erdoğan’ı sandık üzerinden tasfiye etme stratejisi tam tersi sonuç doğurdu. Gülen’in hükümetle sorunları giderme yolunda adım atacağını, gelinen şu aşamada hiç sanmıyorum. Bir kere bu tür bir barışı sağlayabilecek mekanizmalar büyük ölçüde tahrip edildi. Ayrıca Erdoğan’ın güç topladığı bugün yapılacak bir barışın faturasını esas olarak kendisi ödemek zorunda kalacaktır.

Gülen’in kısa vadede önceliği, cemaat saflarında yaşanan hayal kırıklığının üstesinden gelmek olacaktır. Bunun için iki seçenek var: Ya sessizce yaralar sarılmak istenecek ya da tam tersine “en iyi savunma saldırıdır” denilerek hükümete ve Erdoğan’a yönelik kozlar dört bir koldan sürülmeye devam edilecek.

Cemaatte ciddi kopuşlar beklemek yanlış olur fakat kazanacağını düşündükleri için cemaate yönelenlerin bir kısmıyla, kimin kazanacağını kestiremeyip, tereddüt edip arada kalanların çoğu hükümete yönelebilir.

- Kemal Kılıçdaroğlu: Seçim gecesi medyanın karşısına çıkmayan CHP lideri dün genel bir değerlendirme yaptı ve Başbakan’ı, onun balkonda söylediklerini sert bir şekilde eleştirdi. Halbuki 30 Mart bize CHP’deki sorunun iktidar partisini eleştirmekten önce kendisinin nasıl iktidar olacağını ikna edici bir şekilde anlatma meselesinden kaynaklandığını bir kez daha gösterdi. Bir de tabii seçimde başarılı olamayanların öncelikle kendilerini eleştirmeleri gerektiğini hatırlattı. Bu bağlamda CHP yönetimi 30 Mart kampanyasını cemaatin kendilerine sunduğu (kimi zaman sadece bir bölümünü paylaştıkları) malzeme üzerine bina etmenin nasıl bir vahim hata olduğunu kabullenmekle işe başlayabilir.

- Mustafa Sarıgül: Yine seçim gecesi medya karşısına çıkmayan Sarıgül dün yaptığı açıklamayla “yola devam” dedi. Onun söylediklerinden pekâlâ CHP genel başkanlığını hedeflediğini çıkartabiliriz ki zaten ne zamandır böylesi bir gelişme farklı çevreler tarafından dile getiriliyordu. Sarıgül bu seçim sonuçlarının kendisinin önünü iyice açmış olduğunu düşünüyor olabilir. Fakat CHP’nin tek sorunu liderlik değil, hele temel sorunu hiç bu değil. Dolayısıyla Sarıgül’ün hep bir başkasıymış gibi bahsettiği Sarıgül’den çok, onun fikirlerini, projelerini pazarlaması ve iktidara taşımaktan önce, CHP’ye, kaybetmiş olduğu anlaşılan ana muhalefet partisi olma özelliğini yeniden nasıl kazandıracağını anlatması gerekiyor.

Yazının devamı...

Gülen kaybetti, Erdoğan güldü

1987’den beri gazeteci olarak seçimleri takip ediyorum, teknolojinin ve medyanın bu kadar gelişmiş olmasına rağmen bu kadar tartışmalı bir seçime tanık olmamıştım. Anadolu Ajansı ile Cihan Haber Ajansı‘nın özellikle ilk sonuçlarda birbirine taban tabana zıt rakamlar açıklaması nedeniyle oluşan kafa karışıklığının bedelinin çok ağır olacağını, Türkiye’nin uzun bir süre bu seçimlerin sonuçlarını tartışacağını düşünüyorum. Diğer bir deyişle olay karakolda biteceğe benziyor, ama işin acısı Türkiye’de sorunları, tartışmaları, anlaşmazlıkları çözebilecek herhangi bir “karakol” bulunmuyor. Bağımsız ve tarafsız yargı konusunda zaten kötü bir durumdaydık, 17 Aralık sürecinde hükümetin yaptığı müdahalelerle berbat bir hâle geldik. Dolayısıyla özellikle kıran kırana yarışların olduğu seçim bölgelerinin sonuçları, hele iktidar partisi lehineyse, toplumun geniş bir bölümü tarafından kabullenilmeyecektir.

Kim kazandı, kim kaybetti?

Seçimler bu kadar tartışmalı olunca değerlendirme yapmak da zorlaşıyor. Bu satırları yazarken hâlâ kritik bazı bölgelerde sonuçlar belli değildi. Ancak elimizdeki kesin gibi görünen verilere baktığımda hızlı bir şekilde şu sonuçlara varıyorum:

-Bu seçimlerin ilk kazananlarından biri kuşkusuz AKP‘dir. İktidar partisinin oyunu yüzde 45 civarında tutması hiç tartışmasız bir başarıdır, ama “zafer” olarak görülemez.

- Başbakan’ın, yolsuzluk iddialarının karar mercii olarak yargıyı değil de sandığı göstermesi stratejisi şu aşamada tutmuşa benziyor.

- Buna karşılık cemaatin ve onunla birlikte hareket edenlerin, bu seçimlerde Erdoğan‘ı tasfiye hesaplarının tutmadığı açık. Zaten bir önceki yazımızda değindiğimiz gibi, bu stratejinin çok da doğru olmadığı zamanla anlaşılmıştı. Bu nedenle “heybedeki büyük turp”un açıklanması, vaat edildiği gibi 25 Mart’ta gerçekleştirilmedi. Dolayısıyla çok zaman geçmeden hükümet ve Erdoğan aleyhine kayıt yayınlarının kaldığı yerden devam etmesi kuvvetle muhtemel.

- Seçimin dikkat çeken galipleri arasına öncelikle BDP‘yi, kısmen de MHP‘yi katmak gerekir.

- Normal olarak yerel seçimlerde pek iyi performans göstermeyen MHP’nin Adana, Mersin, Manisa başta olmak üzere birçok ilde ve önemli ilçede elde ettiği başarının altını çizmek gerekiyor. Ayrıca iç ve Doğu Anadolu’da, kısmen de Karadeniz’de AKP’nin MHP ile baş başa kaldığı, bu seçimde iyice tescillendi. Bu durum, özellikle çözüm sürecinde Başbakan’ın elini epey zorlayacaktır. Diğer bir deyişle iktidar partisinin yaşayacağı herhangi bir kriz ve buna bağlı çözülmeden en fazla istifade edecek partinin MHP olduğu gözüküyor.

- BDP’nin elindeki il belediyelerini korumuş ve yenilerini AKP’den kazanmış olmasına ek olarak 5 yıl öncesine kıyasla daha fazla ilçe belediyesi kazandığı anlaşılıyor.

Bu da, her ne kadar sıkça şikâyet etseler de çözüm sürecinin BDP’ye bayağı yaradığını, önlerini iyice açtığını gösteriyor. Bununla birlikte Batı bölgelerinde devreye sokulmuş olan HDP’nin herhangi bir başarısına tanık olmamamız, bu proje üzerine zaten başlamış olan tartışmaların daha da kızışacağının işaretidir.

- Güneydoğu denince, dikkati çeken bir nokta da henüz kurulmuş ve ilk kez seçime giren Hüda-Par‘ın Batman, Diyarbakır başta olmak üzere bazı seçim bölgelerinde belli bir orana ulaşmasıdır. Oranlar az görünebilir ama bu hâliyle bile, Hizbullah’ın yasal uzantısı olarak görebileceğimiz bu parti, BDP ve AKP’den sonra üçüncü siyasi güç olarak kendisini gösterdi. Nasıl AKP’nin muhtemel krizi İç ve Doğu Anadolu’da MHP’ye yararsa, benzer bir durumda Güneydoğu’da Hüda-Par’ın kârlı çıkacağını öngörebiliriz.

- CHP’ye gelince: Bu yazıyı yazarken CHP İstanbul ve Ankara’yı kazanamıyor gözüküyordu. Bunlardan herhangi birini, hele ikisini birden kazanması hâlinde ana muhalefet partisinin başarısından söz edebiliriz. Ancak 5 yıl sonra, hele bu kadar yolsuzluk iddialarına rağmen CHP ülke genelindeki oy oranında ciddi bir ilerleme kaydedememişse ortada açık bir başarısızlık var demektir. Eğer ülke genelinde yüzde 25 civarında kalır ve ne İstanbul’u ne de Ankara’yı alırsa CHP’de çok geçmeden büyük altüst oluşlar yaşanabilir. Böylesi bir durumda CHP’nin fiilen ana muhalefet partisi olma özelliğini kaybedeceğini söyleyebiliriz.

- Seçimlerden bir gün önce cemaat-hükümet savaşının 30 Mart’ta bitmeyeceğini ileri sürmüştüm. Ortaya çıkan sonuçlardan hareketle, CHP ile birlikte bu seçimlerin en büyük mağlubu olarak gözüken cemaatin durumu telafi edebilmek için kolları sıvayacağını ve elindeki diğer kozları pek geciktirmeden ortaya süreceğini tahmin ediyorum.

- Ancak inisiyatifin belki de ilk kez Başbakan Erdoğan’a geçtiğini de akılda tutalım. Sandıkta güven tazelemiş olan AKP liderinin yeni dönemde daha serinkanlı stratejiler geliştirmesi ve 17 Aralık’tan bu yana aldığı yaraları sarması mümkün.

Yazının devamı...

Bu savaş 30 Mart’ta bitmez

17 Aralık’ta başlayan süreci AKP hükümetiyle Gülen cemaati arasındaki iktidar mücadelesinin kızışması ve topyekûn bir savaşa dönüşmesi olarak değerlendiren benim de aralarında olduğum kişiler, sıklıkla “fazla naif“ olmakla eleştirildi. Bunun bir nedeni, cemaatin kendisine atfedilen ve geniş ölçüde benimsediği, hükümete yönelik her türlü hamlenin sorumluluğunu kesin bir dille üstlenmemesi, hükümetin de bu iddiaları kanıtlayacak herhangi bir ikna edici girişimde bulunmamasıydı. Bir diğer neden de, cemaatin bu kadar kapsamlı, can acıtıcı ve stratejik adımları atabilecek güçte olmadığı düşüncesiydi. Cemaate en fazla, “küresel“ bazı güç odaklarının piyonluğu veya taşeronluğu gibi fonksiyonlar yükleniyordu ki başlangıçta hükümet sözcüleri de benzer bir tutumu benimseyip zamanla bundan vazgeçtiler.

Son olarak, önceki gün yayınlanan Suriye ile ilgili “strateji toplantısı“nın (neden tırnak içine aldığım herhâlde anlaşılmıştır!) ortam dinlemesinin internet üzerinden dolaşıma sokulmasıyla “bunlar cemaatin işi olamaz“ diyenler kesinlikle haklı çıktıklarını ilan ettiler. Zaman Gazetesi’nin dünkü ilginç manşet çalışmasını da buna kanıt olarak gösterdiler.

Ortamı kim dinledi?

Bu tür komploların kimler tarafından, kimlerle işbirliği içinde, nasıl ve hangi amaçla kotarıldığının cevabı genellikle tam olarak hiç verilemez. O nedenle bu komplolar hakkında sayısız komplo teorileri üretilebilir. Şahsen, Suriye tapelerinin cemaatin masumiyetini kesinleştirdiği iddialarını “fazla naif“ buluyorum. Hele, Suriye tapeleri nedeniyle cemaatin hükümetle kavgayı bırakıp “ortak dış düşmanlara karşı“ mücadelede saf tutmasını bekleyenlere diyecek hiçbir şey yok. Meramımı şu sorularla anlatmaya çalışayım:

1) Yine Suriye ile ilgili olan TIR operasyonlarının arkasında kimler vardı? Bunları gazetelerinde, televizyonlarında ve sosyal medyada en çok kimler köpürttü?

2) Hükümetin seçime az süre kala Suriye’ye askeri müdahale planladığı istihbaratını kimler dolaşıma soktu?

3) Cemaat son olayda da, önceki birçok yasa dışı dinleme olayında olduğu gibi “sorumlular bulunsun ama dinlemelerin içeriğinin gereği de yapılsın”dan farklı bir tutum aldı mı?

Stratejik hatalar

Yarın Türkiye çok kritik bir seçim yaşayacak. Ama bu seçimler öncesi en çok tapeler, en azsa belediye başkan adaylarının projeleri konuşuldu. Öyle ki pazar gecesi sandıklar açılırken aynı odaklar iddialı bazı tapeleri dolaşıma sokarak gündemi yine belirleme şansı sahip. Çünkü AKP hükümetinin özellikle son döneminin hemen her faaliyetinin, ülkeyi yönetenlerin (ve galiba yönetmeye talip olanların da) siyasi ve özel hayatlarının detaylarının bu odaklarca kaydedilmiş olabileceğini kabul etmemiz lazım. Suriye toplantısının 13 Mart’ta yapıldığı düşünülürse, devletteki son ayıklamaların da sorunu kökünden çözmediği söylenebilir.

Evet, bu seçim esas olarak AKP ile cemaat arasında. CHP kaderini büyük ölçüde cemaate endekslemiş görünüyor. Olaylara daha mesafeli bakan MHP ile BDP/HDP’nin gerçek güçlerini daha çok genel seçimlerde göreceğe benzeriz. Seçimlere bir gün kala cemaatin Başbakan Erdoğan‘ı tasfiyeyi amaçlayan operasyonu yerel seçimlere göre ayarlayarak ciddi bir stratejik hata yaptığını söyleyebiliriz. Zira Erdoğan, normal şartlarda tatminkâr cevaplar veremediği yolsuzluk iddialarını seçim sandığına havale ederek belli bir ölçüde nefes alabildi. Burada cemaatin ikinci stratejik hatası karşımıza çıkıyor: Tasfiye etmek istedikleri Erdoğan’ın karşısına normal şartlarda AKP’ye oy vermeyi düşünen seçmenleri tatmin edebilecek alternatifler bulamadılar. Kim bilir belki de bazı Batılı odaklar gibi, belli bir aşamadan sonra AKP içinden güçlü bir muhalefetin çıkacağını, örneğin Gül‘ün Erdoğan’a karşı bayrak açacağını düşünmüşlerdir. Ama olmadı. Birbirinden farklı kamuoyu yoklamalarındaki rakamlar bize “hele bir Erdoğan gitsin, sonra Türkiye her durumda daha iyi olur“ şeklinde özetlenebilecek propagandanın AKP seçmenlerini tam olarak ikna etmede yeterli olmadığı yolunda ipuçları veriyor.

Hükümetin yanlışları

Cemaatin hatalarının hükümeti ve Erdoğan’ı güçlendirdiğini söylemek de doğru olmayacaktır; en fazla, olması gerekenden daha az yara almalarına vesile olmuştur. Buna ek olarak AKP cephesinde de çok kritik hatalara tanık olduk. Öncelikle savaşın yükünü neredeyse tek başına Erdoğan yüklendi. Bunun AKP liderinin çok arzu ettiği bir durum olduğunu sanmam. Parti ve hükümetin birçok kurmayının cemaate karşı savaşta şevksiz olmalarının herhâlde birçok nedeni vardır. Medyada da adları AKP ile özdeşlemiş İslami hareket kökenli isimlerden ziyade iktidar trenine sonradan atlamış kişilerin Erdoğan’a kalkan olmaları da ayrıca dikkat çekici. Erdoğan’ın en vahim hatası, cemaati sonuna kadar şeytanileştirip kriminalize etmesi ama operasyonu hep seçim sonrasına ertelemesi oldu. Bu ürkeklik, iddialarının doğruluğu konusunda ciddi şüphelere yol açtı. Bir diğer hatası da Erdoğan’ın bu savaşa dini fazlasıyla katması ve Gülen başta olmak üzere cemaatin önde gelen isimlerinin imanlarını sorgulamaya kalkmasıydı.

Daha fazla uzatmayalım. 30 Mart seçimlerinin Türkiye için hayırlı olmasını diliyorum fakat AKP-cemaat savaşının bu seçimle sonlanmayacağını düşünüyorum. Öyle ki 30 Mart sonuçları en çok bu savaşın sonraki aşamasının şekillenmesinde etkili olacak.

Yazının devamı...

Diyarbakır’da bir yorgun savaşçı

Seçim mitinglerini çok seven bir gazeteciyim. Örneğin 2007 genel seçimlerinde 40’ı aşkın miting izlemiştim. Fakat bu yerel seçimler Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasında bir tür meydan muharebesi şeklinde geçtiği için hiç miting izleme heyecanı duymadım. Ama perhizimi AKP’nin dünkü Diyarbakır mitingi için bozdum. Bunun çok kişisel bir nedeni var: 2004 yerel seçimlerinden bu yana AKP Lideri Erdoğan’ın İstasyon Meydanı’nda düne kadar yapmış olduğu bütün mitingleri izledim, bu sırayı bozmak istemedim.



İzlediğim toplam 6 miting içinde dünkü mitingi herhâlde hiç unutmayacağım. Bunun nedeni de kuşkusuz Erdoğan’ın konuşmasını kısık sesle yapmış olması. Diyarbakır öncesi Van’da yine kısık sesle miting yapan Erdoğan’ın kısa bir selamlama konuşmasıyla yetinmeyip yaklaşık 45 dakika kürsüde kalması şehre verdiği önemi gösteriyor. Bunun dışında gerek kalabalık, gerek katılanların coşkusu bakımından önceki mitinglerden pek farklı bir olay yaşanmadı. Hatta sonuncusunun en az renkli miting olduğunu da söyleyebilirim.

BDP ve Kürtçe realitesi

Bunun herhâlde önde gelen nedeni bölgedeki ve Diyarbakır’daki BDP realitesi. Örneğin 2007 yerel seçimleri öncesinde Erdoğan bu ilin belediyesini alma konusunda az da olsa bir umut taşıyordu; bu sefer gördüğüm kadarıyla o da yok. AKP adayı Galip Ensarioğlu olabildiğince oy almaya çalışıyor muhakkak ama onun da seçilme beklentisi içinde olduğunu görmedim.

Bir diğer husus, hiç kuşkusuz cemaat ile süren kıyasıya savaşın bölgede de ana, hatta belki de tek gündem maddesi olması. Mesela meydanda şöyle bir pankart vardı: “Bir uzun adam düşünün, ulusalcıları, terör lobisini karşısına alıp Kürt meselesini çözmeye çalışıyor. CHP’yi karşısına alıp baş örtüsü meselesini çözüyor. Paralel-i karşısına alıp eğitimi millileştiriyor...”

Gün boyu sohbet etme imkânı bulduğum her düzeyde AKP’linin hâlâ bu savaşın şokunu atlatamamış olduğunu gördüm. Dikkatimi çeken bir diğer nokta da cemaate herhangi bir derecede anlayışla yaklaşan kimse olmaması. Bunun asıl nedeni cemaatin Kürt sorununa ve çözüm sürecine bakışı olsa gerek. Zira bölgedeki AKP tabanı ve yöneticileri sürece dört elle sahip çıkıyorlar ve en azından bu nedenle cemaate karşı Erdoğan’a kayıtsız şartsız destek veriyorlar.

Süreçten söz etmişken, Diyarbakır caddelerinde billboard’larda AKP mitinginin Türkçenin dışında Kürtçe ve (ben görmedim ama söylenene göre) Zazaca ilanlarının asılmış olması. Ayrıca büyükşehir ve ilçe belediye başkan adayları da kendi fotoğraflarının yanına Erdoğan’ınkini de ekleyerek bol miktarda Kürtçe pankart hazırlamışlar. Daha önceki seçimlerde böyle bir olaya tanık olmamıştım.

Erdoğan’ın öfkesi

Türkiye 25 Mart’ta “turbun büyüğü”nü beklemiş ama bir şey çıkmamıştı. Ancak dün gündüz saatlerinde yayınlanan Suriye üzerine strateji toplantısının ortam dinlemesi kayıtları hiç beklenmedik bir şoka neden oldu. Erdoğan’ın da bunu hiç beklemediği belli oluyordu. Konuşmasında bu konuya epey geniş yer ayırdı, bunu yapanları “ahlaksız” ve “namussuz” olmakla suçladı. O konuşurken YouTube’a da erişim yasağı konduğu haberi geldi. Ancak elimdeki tablet bilgisayardan, tıpkı Twitter yasağında olduğu gibi, aynı yöntemlerle YouTube‘a girebildim.

Mitingin bitmesinden sonra gazetemiz yazarı Hüseyin Yayman ile ayaküstü sohbet ettiğimiz Başbakan konuyu hemen bu yasağa getirdi ve tabii ki savundu. Ben de kendisine “yasaklıyorsunuz ama ben 5 dakika önce YouTube’a girebildim“ dediğimde şu karşılığı verdi: “Olsun, ama benim bunu yapmam gerekiyor. Nasıl bir ihanet içinde olduklarını görmüyor musunuz? Seçimden sonra YouTube konusunda ABD’deki gibi bir düzenleme yapacağız.”

Erdoğan’ın nasıl bir düzenleme yapacağını bilmiyorum ama cemaat ile sürdürdüğü savaşın onu epey yorduğunu, ilginç bir şekilde bu yorgunluğun onu iyice motive ettiğini, kısacası bu savaşı neredeyse bir “yaşam biçimi” hâline getirmiş olduğunu söyleyebilirim.

Egemen Bağış notu

İstasyon Meydanı’nda eski AB Bakanı Egemen Bağış ile karşılaştım. “Nekrofili” tweet’ini Siirt’ten, çözüm süreci ve ona karşı çıkanlar bağlamında attığını, Berkin Elvan’ın hayatını kaybetmesi ve cenazesiyle kesinlikle hiçbir ilgisi olmadığını söyledi.

Yazının devamı...

Cemaat ile hükümet barışabilir mi?

20 Şubat’ta kaleme aldığım beşinci hasar tespit raporuna “Cemaat ve hükümet nihai kapışmayı erteliyor” (http://haber.gazetevatan.com/Haber/611100/4/Yazarlar) başlığını uygun bulmuş ve şöyle yazmıştım: “Hem cemaat, hem hükümet bir an önce savaşı sonlandırmak istiyor. Tarafların ayrı ayrı, savaşın akışını büyük ölçüde değiştirebilecek, hatta savaşı bitirebilecek malzeme ve imkânlara sahip olduklarını düşünmek için çok nedenimiz var. Fakat nihai kapışmaya kapı aralayacak bu türden büyük stratejik hamleler, her türlü geri dönüş imkânını ortadan kaldıracağı ve yanlış ayarlanması durumunda hedefi değil özneyi zor durumda bırakabileceği gibi nedenlerle sürekli erteleniyor.”

Geçen 5 hafta içinde her ne kadar karşılıklı hamlelere tanık olsak da her iki tarafın ellerindeki tüm kozları kullanmadıklarını, daha doğrusu kullanmaya cesaret edemediklerini gördük. Örneğin “heybedeki büyük turp”un açıklanacağı duyurulmuş olan ve büyük bir merakla beklenen 25 Mart gününde kayda değer pek bir şey yaşanmadı. (26 Mart günü sabaha karşı bilinmedik bir adresten dolaşıma sokulan Deniz Baykal kasetini Başbakan Erdoğan’a irtibatlandıran kaydı herhâlde bu bağlamdan ayrı değerlendirmek gerekir.)

Hükümeti, daha doğrusu Başbakan Erdoğan’ı devirmek için ses (belki de görüntü) kayıtlarına fazlaca bel bağlamış olanlar 25 Mart’ta öyle büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar ki hemen bu kayıtları dolaşıma sokan odağa yönelik sempatileri antipatiye dönüştü ve cemaatin son anda hükümetle uzlaşmış olabileceğine dair spekülasyonlar ortalığı kapladı.

Acaba böyle bir ihtimal sahiden söz konusu olabilir mi? Her iki tarafın da çok kötü sıkışmış olduğunu, birbirlerine yönelik her hamlenin aynı zamanda kendilerine de zarar verdiğini, yani karşılıklı olarak birbirlerinin sonlarını hazırladıklarını göz önüne aldığımızda en akıl kârı olanın barış, o olmazsa ateşkes olduğu açık. Ama yaşanan onca şeyden sonra bunun çok ama çok zor olduğu da muhakkak. Yine de tarafların her türlü geri dönüş imkânını mutlak bir şekilde ortadan kaldıracak öldürücü saldırıları sürekli erteliyor olmaları nedeniyle bu kapının, ardına kadar açık olmamakla birlikte aralık olduğunu düşünebiliriz. Şu noktanın altını özellikle çizmek istiyorum: Bu iki yapı arasında yeniden bir ittifakı, önde gelen aktörler aynı kaldığı sürece kesinlikle imkânsız görüyorum. Bununla birlikte her iki tarafa belli bir süre rahatlama sağlayabilecek bir ateşkes ve bunun bir süre sorunsuz yürümesi hâlinde ilişkileri yeni bir zeminde yeniden tanımlama söz konusu olabilir.

Kaybedenler - kazananlar

Son raporda 17 Aralık sürecinin esas kaybedeninin medya olduğunu söylemiştim. Bu o kadar belirgin ki artık medyamız hakkında herhangi bir eleştiri getirmeye gerek bile yok, çünkü hiçbir anlamı kalmadı. Peki 3 ayı aşan zaman zarfında başka kimler kaybetti? Tabii ki öncelikle iktidar partisi. Berkin Elvan olayındaki tavrı ve Twitter’ı yasaklamaya çalışması gibi acı örnekler, Başbakan Erdoğan’ın o çok iyi bildiğimiz “kriz çözücü” ve “gündem belirleyici” özelliğini kaybedip krizler ve gündem tarafından sürüklendiğini gösteriyor. İkinci olarak, her ne kadar hükümete çok ciddi darbe indirmiş olsa da Fethullah Gülen ve cemaati. Çünkü artık Said Nursi‘nin “siyasetten Allah’a sığınırım” sözünün onlar için hiç de geçerli olmadığını herkes görmüş durumda; yani siyasetten sadece kazanma devri cemaat için bitti, artık siyasetle ilgileri nedeniyle çok şey kaybediyorlar.

Bu listeye muhakkak, AKP ve Erdoğan’la olan savaşlarını cemaate havale etmiş kişi, grup, parti ve odakları eklemek lazım. Siyaset (muhalefet) yapmayı kim olduklarını bile tam bilmedikleri kişilerin dolaşıma soktuğu kayıtlara indirgeyen bu çevreler “kullanan” değil “kullanılan” olduklarını çok geçmeden anlayacaklardır.

Buna karşılık cemaat-hükümet savaşına kayıtsız kalmayan, ama taraflardan herhangi birine tam olarak angaje olmayanların belli ölçülerde kazanma ihtimali söz konusu, ki bu noktada akla ilk olarak Kürt siyasi hareketi ve tabii ki MHP geliyor.

Onların bu kaos ortamının yegâne kazançlıları olduğunu anlamamız önümüzdeki yerel seçimlerle tam olarak mümkün olmayabilir. Fakat normal şartlarda AKP ile Gülen cemaati arasındaki savaşın 30 Mart sonrasında da süreceği düşünülürse, bu iki hareketin önlerinin iyice açılacağını ve genel seçimlere çok güçlü bir şekilde gireceklerini ileri sürebiliriz.

Yazının devamı...

Fethullah Gülen’in söyledikleri neden tatminkâr değil?

Fethullah Gülen, Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı’ya verdiği, geçen hafta 5 gün süreyle yayınlanan söyleşide, kendisi ve cemaatiyle ilgili hükümet tarafından gündeme getirilen iddiaların çoğuna cevap verdi. Dumanlı’nın da, gerek soruları soruş şekli, gerekse çok fazla üstüne gitmemesiyle Gülen’in kendisini savunmasına yardımcı olduğunu söyleyebiliriz. Gülen’in iddialara cevapları bağlamında şu noktaların altını çizmekte fayda var:

- Gülen son dönemdeki siyasi davalar üzerine konuşurken bunlarla doğrudan ilgisi olmadığını vurguluyor ama operasyonları ve operasyonları gerçekleştiren isimleri güçlü bir şekilde destekliyor. Bu bağlamda 20 Mart günü, Zaman Gazetesi’nin manşetinin bir tarafında Gülen söyleşisi, diğer tarafındaysa Bugün TV’ye konuşmuş olan polis şefi Ali Fuat Yılmazer ile ilgili haberin bulunması ilginç bir rastlantı.

- Gülen yasa dışı dinlemelere karşı net bir tavır alıyor. “Kim yaptıysa yargılansın” diyor. Ancak ne dinlemelerin içeriklerinin doğruluğunu sorguluyor ne de bunların geniş bir şekilde dolaşıma sokulmasına yönelik herhangi bir açık eleştiri getiriyor.

- Ses kayıtlarının kim/kimler tarafından, niçin yapıldığını, bunların arka arkaya yayınlanmasının ardındaki stratejik hesapları sorgulamıyor.

Eleştiri çok, özeleştiri yok

Gülen söyleşide hükümete ve Başbakan’a yönelik çok kapsamlı eleştiriler getiriyor ancak kendisinin ve cemaatinin yanlışları üzerine herhangi bir özeleştiri yaptığını görmüyoruz. AKP’nin çelişkilerine vurgu yapıyor ama kendi cemaatinin çelişkilerinden hiç bahsetmiyor. Örneğin AKP iktidarında yolsuzluk, rüşvet, usulsüzlük iddialarının son bir yıl için geçerli olmadığını, cemaatin Deniz Feneri soruşturması sürecinde sessiz kaldığını biliyoruz. Yine cemaatin geçmişte, bugün iyi ilişki geliştirilmek istenen muhalif partilere ve toplumsal kesimlere nasıl mesafe koymuş olduğu da herkesin malumu.

Bu listeyi uzatabiliriz, ancak şu da bir gerçek: Hükümet’in 17 Aralık süreciyle birlikte geliştirdiği, yargı ile emniyette görevden almalar, demokrasiyi kısıtlayıcı yasal değişiklikler ve son olarak Twitter’ı kapatmak gibi bir dizi hatanın toplamından ibaret olan stratejisi cemaatin ve Gülen’in elini çok kuvvetlendiriyor. Öyle ki cemaate yönelik her türlü eleştiri “şimdi sırası mı?” şeklinde tepkilere neden olabiliyor.

Olabilir. Hükümet’in, dolayısıyla Başbakan’ın yolsuzluk iddiaları konusunda kamuoyunu tatmin edici açıklamalar yapmak, bağımsız yargıyı devreye sokmak yerine sadece seçim sandığını işaret etmesi, baskıcı politikaların da yardımıyla sadece seçimi kazanmayı hedeflemesi, cemaatin ve Gülen’in her pozisyonunun doğru, her açıklamasının tatminkâr olduğu anlamına gelmiyor.

Hep siyasetle iç içe

Örneğin Gülen’in Dumanlı söyleşisinde kendisi hakkında çizmeye çalıştığı “siyasetüstü din âlimi” imajı hiç inandırıcı değil. Çünkü Gülen’in öteden beri siyasetle yakından ilgilendiğini, siyasetçilerle yakın ilişki kurmak istediğini ve kurduğunu biliyoruz. Aynı şekilde cemaatin Türkiye’nin son 12 yılına nerdeyse AKP kadar damgasını vurmuş olduğu da bir gerçek. Kaldı ki yakın bir zamana kadar AKP ile yoğun bir ittifak içindeydiler.

Lafı uzatmaya hiç gerek yok. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın iki kez ABD’de de Gülen’i ziyaret ettiğini cemaatin sözcüleri şu günlerde ifşa ettiler. Tek başına bu görüşmeler bile cemaatin, kendisini toplumsal alanda hizmete adamış iktidar hesaplarıyla hiçbir ilgisi olmayan bir sivil toplum kuruluşu olmadığını gösteriyor.

Zaten tıpkı daha önceki söyleşilerinde olduğu gibi, Dumanlı söyleşisi de Fethullah Gülen’in dini konulara vâkıf olmasının yanı sıra siyasetle de çok ilgili ve bu konularda hayli bilgili bir kişi olduğunu açıkça gösteriyor.

Gülen’in yolsuzluk, istihbarat ve yargılamalarla ilgili söylediklerinden sonra cemaatin kendi hâlinde dini bir cemaatten öte bir yapılanma olduğu açıktır. Gülen ve cemaat sözcüleri bu realiteyi kabul etmedikleri müddetçe yapılacak tüm tartışmalar eksik ve anlamsız olacaktır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.