Selefileri beklerken
.
Bazen bir yazınızdaki tek bir cümle birçok yazınızdan daha fazla ilgi uyandırabiliyor. Dünkü yazımın sonunda son dönemde yaşanan gelişmelerin, ülkemizde bugüne kadar ciddi olarak kök salamamış olan “yeni Selefilik” akımı için son derece elverişli bir zemin hazırladığı yolundaki tespitim üzerine olumlu-olumsuz epey tepki aldım. Okuyucuları üç gruba ayırabiliriz: 1) Türkiye’nin tarihsel olarak Selefiliğe elverişli olmadığına ve şartlar ne olursa olsun bu akımın bu topraklarda yeşermesinin mümkün olmadığına inananlar; 2) Selefiliğin eskisine göre daha etkili bir şekilde ortaya çıkabileceğini, ama esas olarak seküler-demokratik bir İslam yorumunun baskın çıkacağını düşünenler; 3) Selefi akımın diğer İslam yorumlarını gölgede bırakacak ölçüde egemen olmasından endişelenenler.
Çok eski bir akım
Ben sonuncu gruba daha yakınım. Neden böyle düşündüğümü açıklamaya geçmeden önce Selefilik üzerine bazı hatırlatmalar yapalım: Selef, “önde olan” anlamına geliyor. İslam düşüncesinin en eski itikadi mezheplerinden olan Selefilik, dini ilk Müslümanların yaşadığı gibi yaşamayı temel alır. Ahmed bin Hanbel, İbni Teymiyye gibi öncü isimlerin ardından Muhammed bin Abdülvahhâb’ın geliştirdiği Vahhâbîlik, günümüzün en etkili Selefi inanç sistemidir.
Bizim esas konumuz olan “yeni Selefilik” de büyük ölçüde Vahhâbîlikten esinlenmiş, hatta Körfez ülkelerindeki bazı resmi Vahhâbî kurumlar tarafından desteklenip yer yer finanse edilen uluslarötesi bir akım. İlk çarpıcı örneğini Afganistan’da Taliban ile gördük. Ardından Taliban’la yakın işbirliği içindeki El Kaide “yeni Selefi” yaklaşımı küresel anlamda meşhur etti. Gerek bu tür örgütlerin etkisi, gerekse Körfez rejimlerinin sponsorluğuyla özellikle Arap ülkelerinde peş peşe yeni Selefi gruplar ortaya çıkmaya başladı.
Toplumsal itiraz yerine bireysel öfke
Taliban ve El Kaide örneklerinden hareketle yeni Selefiliğin sadece şiddeti temel alan bir akım olduğu düşünülmesin. Her ne kadar çok kolay ölen ve öldüren gençleri cezbediyor olsa da yasal alanda faaliyet gösteren çok sayıda yeni Selefi grup ve siyasi parti var. Örneğin bunlardan en ünlüsü olan Mısır’daki Nur Partisi, Müslüman Kardeşler’e karşı askeri darbeye destek verebildi.
Yeni Selefilik, esas olarak gerek kurulu siyasi sisteme, gerekse geleneksel dini yapılanmalara tepki duyan dindar gençlerin samimiyet ve püritenlik arayışlarına cevap veriyor. Sanılacağının aksine Selefi hareketlere esas dinamizmini yoksul değil orta sınıftan belli bir eğitim düzeyindeki gençler veriyor. Bunlar geleneksel dini gruplardaki alabildiğine hiyerarşik yapılanmanın karşısına Hz. Muhammed dönemindeki gibi bir cemaat fikrini çıkarıyorlar. Yeni Selefileri diğerlerinden ayıran en bariz vasıflarından biri, komutanların da askerleri kadar savaşta ölmeleri.
Türkiye’nin kaçırdığı fırsat
Deniyor ki, Nakşibendilik, Kadirîlik gibi tarikatların, Süleymancılık, Nurculuk gibi ekollerin ve devlete itaat geleneğinin güçlü olduğu Türkiye’de yeni Selefilik marjinalliğin ötesine geçemez. Bu tezi güçlendirmek için de başta El Kaide olmak üzere yeni Selefi örgütlenmelerin ülkemizde az varlık gösterebildiğine dikkat çekiliyor.
Doğru, ancak yıllar boyunca Afganistan, Çeçenistan, Irak, Suriye gibi cihad alanlarında çok sayıda Türkiye vatandaşının savaştığını; bir kısmının zamanla birer yeni Selefi hâline geldiklerini biliyoruz. Bunların bir bölümünün dönüş kararı alması hâlinde bile Türkiye’de güçlü bir Selefi dalgaya tanık olabiliriz. Peki dönerler mi? Eğer şu ya da bu nedenle, örneğin AKP’nin iktidarı kaybetmesi hâlinde Türkiye bir “cihad alanı” olarak kabul edilmeye başlanırsa bu mümkün.
Dindar orta sınıfların çocukları
Ancak ülkemizde yeni Selefi dalganın esas taşıyıcıları, özellikle AKP iktidarı döneminde, sistemin nimetlerinden yararlanmanın da etkisiyle alabildiğine güçlenen yeni muhafazakâr orta sınıfların çocukları olacaktır. 12 yıla yaklaşan AKP iktidarı bu gençlere geniş maddi imkânlar sundu ama onları manevi açıdan büyük ölçüde aç bıraktı. AKP’deki erkek egemen zihniyetin anneleri hep geri planda bırakmış olmasının da bu gençlerin biriktirdiği öfkede birinci derecede sorumluluğu vardır.
Bir diğer husus Başbakan Erdoğan’ın, nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede demokrasiyi yerleştirip ilerletme ve bu anlamda tüm dünya Müslümanlarına örnek olma şansını büyük ölçüde heder etmiş olmasıdır. Çoğulculuğun yerine çoğunlukçuluğu çıkarttığınızda ülkenizde demokrasi kültürünün yeşermesine de izin vermiyorsunuz.
Son olarak, yakın bir dönemde, özellikle Gezi direnişi boyunca iyice alenileşen İslamcılığın solcu yorumları, gerek taşıyıcılarının tecrübesizliği, gerekse ülkedeki genel sol hareketin zayıflığı nedeniyle önü son derece açık olmasına rağmen sahici bir alternatif olarak ortaya çıkamadı.
Burada kesip bu hayati konuyu tartışmayı, sizlerden gelen eleştirilerle birlikte yarın sürdürelim.