Şampiy10
Magazin
Gündem

Yoktan var olan Kürt hareketi ile vardan yok olan Türk solu

Devletin Abdullah Öcalan’ı merkeze alarak yeni bir çözüm sürecini başlattığının ilan edildiği günlerde solcu bir tanıdığım iyimser olup olmadığımı sordu. Benden “fazlasıyla iyimserim” cevabını alınca da “ama bizim arkadaşların hepsi kötümser” dedi. Arkadaşlarından kastı, 1970’li yıllardan beri birlikte hareket ettiği sosyalist sol bir çevreydi. Ona “arkadaşlarının arasında hiç Kürt var mı?” diye sordum. “Hayır” cevabını alınca da “kendileri için neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar vermeyi Kürtlere bıraksak iyi olmaz mı?” diye sitem ettim. O da bana hak verdi, lakin ikimiz de sosyalist solun, yaşanan onca şeyden sonra bile Kürt siyasi hareketine yukarıdan bakma alışkanlığından vazgeçmesinin çok zor olduğunu biliyorduk.

Altüst olan güçler dengesi

Bunun neden böyle olduğunu anlamak için PKK’nın başını çektiği Kürt siyasi hareketiyle Türk sosyalist solu arasındaki ilişkilerin 40 yılı aşkın tarihini masaya yatırmak gerekir ki bu bir gazete yazısının sınırlarını fazlasıyla aşar. O nedenle şu tespitleri yapmakla yetinelim:

1) Abdullah Öcalan ve arkadaşları 1970’li yılların başlarında sosyalist sol hareket içinde aradıklarını bulamadıkları için ayrı örgütlenmeye gittiler;

2) Yıllar boyunca sosyalist solun temel önermelerine, sloganlarına ve simgelerine sahip çıkmayı sürdürdüler;

3) Yine yıllar boyunca Türk sosyalist soluyla sürekli olarak temas ve işbirliği hâlinde olmaya çalıştılar;

4) Türk sosyalist solundan bazı kişi ve gruplar PKK ile iyi ilişkiler geliştirdi, hatta ona katılanlar da oldu. Öte yandan bazıları da PKK’ya açıkça cephe aldı. Ama büyük çoğunluğun PKK’ya karşı tavırlarının inişli-çıkışlı bir grafik izlediğini söyleyebiliriz.

5) Gelinen noktayı şöyle özetleyebiliriz: Kürt siyasi hareketi kendini yoktan var etti ve bugün sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda da Orta Doğu’nun en önde gelen aktörlerinden biri hâline geldi. 1970’li yılların önde gelen siyasi güçlerinden olan Türk sosyalist solu ise zamanla yok olmaya yüz tuttu.

Akıl verme alışkanlığı

Her ne kadar güçler dengesi 40 yıl içinde tepeden tırnağa değişmiş olsa da, Kürt hareketinde hâlâ çok güçlü bir sol damarın varlığını sürdürmesinden de cesaret alan Türk sosyalistlerinin bazıları BDP, PKK ve Öcalan’a karşı, kolaylıkla “akıl verme“ diye tanımlanabilecek tutumlar takınabiliyorlar.

Kuşkusuz herkesin herkesi eleştirmeye hakkı var ancak Türk solunun Kürt sorununun çözümüne yapabileceği en büyük katkı, Kürt hareketine ideolojik, politik yol göstermelerden ziyade, kendi ideolojik-politik duruşunu gözden geçirmek, buna bağlı olarak yeni örgütlenme modelleri geliştirip ülkenin batısında yeniden güçlü bir sol hareketin doğuşunu sağlamak olsa gerek. Yoksa son 20 yılda ve özellikle şu günlerde tanık olduğumuz gibi, esas olarak PKK’nın temin ettiği alanda varlık gösterebilen Türk sosyalistleri enerjilerinin çoğunu onu eleştirmeye vakfetmeleri hâlinde fazla bir yol katedemezler.

Çözüm süreci tartışmaları

İşçi Partisi’nin dolaşıma soktuğu Öcalan’ın sorgu kayıtları üzerine fazla bir şey söylemeye gerek yok. Fakat cemaat-hükümet savaşında Öcalan ve PKK’nın aldığı pozisyon üzerine süren küçük çaplı tartışma hakkında bir not düşmek isterim: Tartışmanın ekseninde Öcalan ve PKK’nın hükümete ve özel olarak da Başbakan Erdoğan’a nasıl baktığı sorusu var. Bu son derece doğal çünkü tartışmayı yürüten tarafların arasındaki en önemli ayrım noktası da Başbakan ve hükümete bakış. Şöyle ki, AKP ve Erdoğan’a iyice angaje olanlar PKK ve Öcalan’ın onu zor durumda bırakmamasını; AKP ve daha çok da Erdoğan’dan bir an önce kurtulmak isteyenler de PKK ve Öcalan’ın bu tasfiye sürecine katkıda bulunmasını arzuluyorlar.

Fakat geçen hafta Kandil’de Cemil Bayık’la yaptığım görüşme bana, Kürt siyasi hareketinin, AKP hükümeti ve Başbakan Erdoğan’dan bağımsız olarak kendi gündemine sahip olduğunu ve özgüvenli bir şekilde yoluna devam ettiğini gösterdi.

Yazının devamı...

İçeride ve dışarıda gözler Gül’ün üzerinde

Geçenlerde bir yabancı gazeteci, sohbet ederken şu soruyu sordu: “Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan neden ayrıldılar?” (Aslında bizde “boşanmak” anlamına gelen “divorce” fiilini kullandı ama Türkçe çeviri için “ayrılmak” fiili daha doğru geliyor.)

Şaşırmam gerekirdi ama son dönemde birçok yabancının benzer sorularına muhatap olduğum için şaşırmadım. Meslektaşıma, abarttığını, böyle bir durumun söz konusu olmadığını, olması hâlinde bunun muhakkak yazılıp çizilmiş olması gerektiğini söyledim ve ekledim: “Belli ki beklentiniz bu yönde ama böyle bir şey olmayacak.”

Fakat ne kadar kesin konuşursanız konuşun, içeride ve dışarıda Gül ile Erdoğan’ın yollarının ayrılmasını bekleyenlerin sayısı, üstelik Gül birçok durumda kendilerini hayal kırıklığına uğratmış olsa da azalmıyor, hatta arttığı bile söylenebilir. Çünkü:

1) İçeride ve dışarıda değişik nedenlerle, genel olarak AKP iktidarından, ama özellikle Başbakan Erdoğan’dan rahatsız olanların sayısı katlanarak artıyor;

2) Ama bu çevreler AKP’ye alternatif bir parti ve Erdoğan’a alternatif bir lider bulmakta hayli zorlanıyorlar;

3) Bu noktada devreye “Erdoğan’sız AKP” formülü devreye giriyor;

4) AKP içinde Erdoğan’ın yerini alabilecek ilk (ve belki de yegâne) isim olarak da akıllara Gül geliyor.

Takas formülü

Eğer akla ilk gelen formül gerçekleşir, yani Erdoğan cumhurbaşkanlığı için aday olup kazanır, parti liderliği ve hemen olmasa da milletvekili seçildiğinde başbakanlığı Gül’e bırakırsa, “Erdoğan’sız AKP” beklentisi içinde olanlar büyük ölçüde tatmin olabilirlerdi. Fakat ilkin, çok arzulamasına rağmen başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi getiremeyeceğini anlayan Erdoğan’ın başbakanlıkta “güçlü” bir Gül yerine, denetlemekte çok zorlanmayacağı “düşük profilli” bir ismi tercih edeceği yorumları işleri karıştırdı.

Ardından Gezi direnişi ve 17 Aralık süreci gibi iki kritik meydan okumaya muhatap olan Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmak yerine, parti tüzüğünü değiştirip başbakanlıkta devam etmeyi (buna bağlı olarak da Gül’ün ikinci kez cumhurbaşkanı adayı olmasını) tercih edebileceği analizleri ön plana çıkmaya başladı.

Bu ihtimalin güçlenmesiyle birlikte Erdoğan’dan rahatsız olan iç ve dış odakların onu siyasetten tam anlamıyla tasfiyeyi hedeflemeleri şaşırtıcı olmayacaktır. Ne var ki şu ana kadar yaşananlardan AKP liderinin gücünü tam olarak hesap edemedikleri anlaşılıyor. Yaptıkları bir diğer hesap hatası da, bana göre, düşük de olsa, Gül’ün de bu projenin içinde yer alma ihtimali bulunduğunu sanmaları. Daha önce de yazdım, ama tekrarlamak istiyorum:

1) Gül, hükümet ile cemaat arasındaki savaşta olabildiğince tarafsız kalmaya çalışır ancak son tahlilde tercihini (eski) yol arkadaşları lehine yapar;

2) “Erdoğan’sız AKP” senaryolarının bir yerine Abdullah Gül’ü monte etmeye çalışmak inandırıcı değil. Gül’ün, öncelikle Erdoğan’ı, ama aynı zamanda AKP’yi ve bağlantılı bir şekilde Türkiye’yi de zayıflatmayı hedefleyen bu türden senaryolara prim verebileceğini düşünmek onu hiç tanımamak anlamına gelir.

Gül’ün rezervleri ve hareket alanı

Bütün bunlara rağmen Gül ile Erdoğan arasında çok temel konularda sadece üslupta değil özde de çok önemli görüş ayrılıkları olduğu ve bunların giderek arttığı da bir gerçek. Örneğin hükümetin HSYK tasarısında ısrar etmemesinde Gül’ün etkisi muhakkak olmuştur. Keza internete bir dizi yasak getiren yeni yasa, bu konudaki özel hassasiyetini bildiğimiz Gül’ü de rahatsız ediyor olmalı. Ne var ki Gül’ün çok geniş bir hareket alanı olmadığı da ortada. Yine de yapabileceği çok şey var ve bu noktada size Levent Gültekin’in şu yazısını okumanızı öneririm: http://www.internethaber.com/abdullah-gul-ne-yapiyor-ne-yapmali-15556y.htm

Yazının devamı...

İslami hareket kendi büyüsünü kendi elleriyle bozdu

Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’de farklı İslami cemaatler, gruplar ve şahsiyetler arasında anlaşmazlıklar, rekabetler, ayrışmalar vb. yaşanmış ama bunların hiçbiri kapsamlı bir çatışmaya dönüşmemişti. Çünkü bu İslami yapılanmaların tümü asıl tehdidin, rejimden (devletten) ve onun himayesindeki sivil kesimlerden geldiğini görüyor (veya öyle düşünüyor), buna bağlı olarak aralarındaki çelişki ve sorunları geri plana itiyorlardı. 17 Aralık 2013 tarihinden itibaren alenileşen Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasındaki savaş bu bakımdan cumhuriyet tarihinde bir ilktir. Şu anda zaten her iki tarafa da fazlasıyla zarar vermiş olan bu savaşın orta ve uzun vadede sadece cemaat ile AKP değil genel olarak tüm İslami camia üzerinde olumsuz anlamda çok daha büyük ve kalıcı tahribatı olacağını öngörebiliriz.

Ötekini suçlama devri kapandı

“Neden?“ sorusuna birkaç başlıkta cevap vermeye çalışayım:

1) Öncelikle İslami camianın, tüm kötülüklerden “öteki”ni sorumlu tutması devri böylece sona ermiş oldu.

2) Cemaat ve AKP’nin birbirlerine karşı yürüttükleri kampanyalarda geniş ölçüde “öteki”lerin geçmiş argümanlarına başvuruyor olmalarıyla bütün algı kalıpları altüst oldu. Örneğin düne kadar Fethullah Gülen’i Amerikancı ve/veya İsrail yanlısı olmakla itham etmek “ulusalcı hezeyan“ olarak görülürdü; artık değil. Yine Gülen’e yönelik “sahte peygamber“ ve benzeri suçlamalar da yıllardır değişik İslami yapı ve şahıslara yöneltilen “dini suiistimal“ suçlamalarını meşrulaştırmış oluyor. Öte yandan yakın zamana kadar Erdoğan‘ı otoriterleşmekle suçlayanlara hemen “darbeci“ yaftası yapıştıran cemaatin de artık bunun çok daha ilerisinde eleştiriler geliştirdiğine tanık oluyoruz. En nihayet muhalefet partilerinin yapamadığını cemaat başardı ve bir hafta içinde hükümet ve Erdoğan’ın adının yolsuzlukla beraber anılmasına neden oldu. Yani İslami hareket kendi büyüsünü kendi elleriyle bozdu.

3) Türkiye genel olarak muhafazakâr bir ülke olmasına rağmen dindarlar uzun bir süre sistemin dışında tutuldu. Bu olağanüstü durum nedeniyle ülke yıllarca nice sorun ve çatışma yaşadı. Neredeyse 12 yıla varacak olan AKP iktidarıyla dindarlar merkeze taşındı ve olağan bir duruma geçildi. Fakat tam da geçişin sağlanmasının hemen ardından bu savaşın patlak vermesi, asıl sorunun, sistemin merkezinde kim olduğu değil sistem olduğunu; diğer bir deyişle, cemaat-hükümet savaşı, oyuna dokunmadan sadece oyuncuları değiştirerek Türkiye’nin önünün açılamayacağını net bir şekilde bizlere gösterdi.

Bugün her iki taraf da kendisinin haklı, diğerinin haksız olduğunda ısrarcı. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Tarafların birbirlerine yönelttikleri eleştiri ve suçlamaların çoğu kulağa fazlasıyla inandırıcı, yine tarafların kendilerini savunmak için geliştirdikleri argümanlar ise inandırıcılıktan uzak geliyor.

Öte yandan şunu da biliyoruz: Yıllar sonra bugünkü argümanların, ayrıntıların çoğu unutulacak, esas olarak İslami iddialı iki yapının birbirine karşı amansız bir savaş yürüttüğü, birbirini alabildiğine yıprattığı hatırlanacak. Kimsenin kazanacağını sanmıyorum, velev ki taraflardan biri galip çıksın, bu durum onun haklılığının kanıtı olarak da görülemeyecek.

Ama muhafazakâr camianın gelecek kuşakları tarafından bu günler kesinlikle “kara bir dönem“ olarak hatırlanacak.

Yazının devamı...

Kandil, PKK ve Cemil Bayık izlenimleri

Irak Kürdistanı’ndaki Kandil bölgesine daha önce bir kere, geçen yıl nisan ayı sonunda, yine foto muhabiri arkadaşım İlker Akgüngör ile birlikte gelmiştim. O zaman Türkiye’deki PKK kadrolarının geri çekilmesinin ilan edileceği basın toplantısı vardı. Yani olağanüstü bir durum söz konusuydu: Her yer Türkiye ve diğer ülkelerden gelmiş gazeteciler, PKK militan ve yöneticisi kaynıyordu.

30 Ocak 2014 günü sabah saatlerinde ise ulaştığımız bölgedeki birkaç kontrol noktası dışında çıplak gözle PKK varlığını gözlemek mümkün değildi.

Nihayet bir köy evinde KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık (Cuma) ile buluştuk ve yaklaşık iki saatlik bir söyleşi yaptık. Ardından birlikte öğle yemeği yedik, çay içip bir süre daha sohbet ettikten sonra Erbil’e döndük. Söyleşi için başvurduğumuz andan, röportajı bitirip otelimize dönene kadarki değişik aşamalarda yaşadıklarımız PKK’nın ne derece profesyonelleşmiş bir örgüt olduğunu bize bir kere daha gösterdi.

“Eşitler arasında birinci”

Daha önce Duran Kalkan, Murat Karayılan gibi PKK’nın bazı üst düzey yöneticileriyle mülakat yapma imkânım olmuştu. Cemil Bayık ile ilk kez karşılaştım. Tıpkı Duran Kalkan ile söyleşiden sonra olduğu gibi Bayık hakkında da medyada çizilmiş olan “katı, sekter, şahin” imajının pek gerçeği yansıtmadığına tanık oldum. Gördüğüm kadarıyla, kuruluşundan itibaren PKK içerisinde yer alan Kalkan, Karayılan, Bayık gibi isimler büyük ölçüde benzer profil çiziyorlar; diğer bir deyişle aradan geçen yıllar boyunca birbirleriyle çok benzeşmişler; soru ve sorunlara benzer perspektiflerden bakıp benzer cevap ve çözümler geliştiriyorlar. Kuşkusuz aralarında bazı farklılıklar var. Örneğin her ne kadar PKK/KCK’nın başında uzun bir süre Karayılan bulunmuş olsa da Abdullah Öcalan’dan sonra gelen “eşitler arasındaki birinci”nin KCK’nın şimdiki Eş Başkanı Bayık olduğunu düşünüyorum.

Nötr ama aktif

Bayık ile söyleşimizin ana ekseninde hiç kuşkusuz Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaş vardı. Bayık’ın, Öcalan’ın yaptığı kısa açıklamadan sonra PKK’nın kayıt şartsız hükümeti desteklediği intibaından rahatsız olduğu anlaşılıyordu. O çok daha net bir şekilde bu savaşa karşı daha nötr bir pozisyonu tarif etti. Ama bunun yaşananlara kayıtsızlık anlamına gelmediğini kuvvetle vurguladı ve “demokrasi güçleri”nin bu süreçten bir alternatif geliştirebileceğini savundu.

Lakin şu bir gerçek: Hükümet, PKK ve Öcalan’ı bir şekilde muhatap alıyor, onlarla görüşüyor, hatta onlarla iyi-kötü bir “çözüm süreci” yürütüyor. Buna karşılık Gülen hareketi, Bayık’ın da belirttiği gibi PKK’dan gelen taleplere rağmen örgütü muhatap almaya yanaşmıyor ve Kürt sorununun çözümünde PKK ve Öcalan’sız formüller üzerine kafa yoruyor. Dolayısıyla PKK’nın cemaat ile arasına daha fazla mesafe koyması şaşırtıcı değil. Gülen’in BBC mülakatında, devletin PKK ve Öcalan ile görüşmesine karşı olmadığını söylemesi Bayık’ı tam olarak ikna edememişe benziyor. Bayık’ın sözlerinden PKK’nın, cemaat-hükümet savaşından istifade edip ne zamandır yaşanan çatışmasızlık hâlini bozmaya, diğer bir deyişle fırsatçılık yapmaya yönelmeyeceği, her ne kadar bunu isteyen çok sayıda iç ve dış güç olsa da, anlaşılıyor. Yani PKK’nın bu krizi kendi imajını tazeleme fırsatı olarak gördüğünü söylemek mümkün.

Öncelik Rojava’da

Bayık’la görüşmemizden, PKK’nın gündeminde birinci sırayı Türkiye’de değil de Suriye’de, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Rojava’da yaşananların aldığı net bir şekilde ortaya çıkıyor. Tıpkı cemaat-hükümet savaşında olduğu gibi, Rojava başta olmak üzere bölgesel konularda Öcalan’ın Ankara ve ek olarak Erbil’le (Mesud Barzani yönetimiyle) mutlak bir uyum içinde hareket ettiği/edeceği imajının sürekli işlenmesinden Bayık’ın memnun olmadığını gözledim. Onun “Suriye’yi kazanan bütün Orta Doğu’yu kazanır” önermesinden hareketle PKK’nın PYD üzerinden Suriye’de yakalamış olduğu inisiyatif üstünlüğünden karşılığında fazla bir şey almadan feragat etmeye yanaşmayacağı kesin.

Yine Bayık’ın Öcalan hattında kalarak, Türkiye’deki “çözüm süreci” ile Rojava’nın statüsünü Ankara (ve ek olarak Erbil) ile birlikte tartışma ısrarının hayli gerçekçi bir strateji olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde, özellikle Leyla Zana’nın Barzani ve ardından Kandil ile görüşmelerine bağlı olarak, hem Rojava’nın durumu, hem de bir türlü yapılamayan Kürdistan Ulusal Kongresi hakkında ciddi gelişmelere tanık olabiliriz.

- Söyleşinin tam metni:

Cemil Bayık ile yaptığımız görüşmenin önemli bulduğumuz bölümlerini (ki bunlar toplam görüşmenin ancak üçte birinden biraz fazlasına denk geldi) 2 ve 3 Şubat günlerinde gazetemizde yayınlayabildik. Bu 2 saatlik söyleşinin, Semih Sakallı tarafından yapılan tam dökümüne şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz:

http://www.rusencakir.com/ Cemil- Bayik-ile-soylesi—Tam-metin/2439

Yazının devamı...

‘Cemaat’in arkasında Amerika var, hedef Erdoğan’dan kurtulmak’

PKK’nın dağ kadrosunun yöneticilerinden Cemil Bayık, Kandil’de Ruşen Çakır’a konuştu. Bayık, 17 Aralık operasyonlarından çözüm sürecine birçok konuda çarpıcı tespitlerde bulundu...

Kandil’de, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık (Cuma) ile birçok güncel konu üzerine konuştuk. Bugün söyleşimizin AKP hükümeti-Gülen cemaati çatışmasıyla ilgili bölümlerini sunuyoruz...

- Şu anda hükümet zor durumda. Sizin tavrınız ne olacak?

Şu anda sadece AKP zor durumda değil. Türkiye, devlet zor durumda. AKP-Fethullah çekişmesi, çatışması sadece bu güçleri ilgilendirmiyor. Tüm Türkiye’yi ilgilendiriyor. Sadece bu güçlere değil Türkiye’nin bütününe zarar veriyor. PKK için şu anda bulunmaz bir ortam var. Eğer PKK şimdiye kadar psikolojik merkezin yansıttığı gibi bir hareket olsaydı, sadece Türkiye düşmanlığı yapsaydı farklı davranabilirdi. Demek ki Önder Apo’nun, PKK’nın ve Kürt halkının Türkiye düşmanlığı yok. Bugünkü yaşanan durumlardan da bunu çok rahat görebilirler. Bugün en sorumlu davranan Önder Apo, PKK ve Kürt halkıdır.

PKK belirleyici bir güç

- Sizi bu konuya şu veya bu şekilde çekmek isteyen çok farklı güçler olsa gerek. Böyle bir ihtimal var mı?

Çeşitli güçler elbette ki yanına almak ister. Çünkü PKK’yı yanına alan bir güç, dengeleri rahat değiştirebilir. Bu Türkiye’de ve Ortadoğu’da da böyledir. Şu anda PKK hem Türkiye’de, hem Suriye’de belirleyici bir güçtür. Birçok gücün kaderi PKK’nın elindedir. PKK istediği gibi dengeleri yıkabilir, istediği gibi kurabilir. Ama dikkat edilirse PKK halklara karşı ciddi ve sorumlu davranıyor. Öyle dar, basit örgüt çıkarları gözetmiyor. Hatta Kürt halkının çıkarları kadar kendi dışındaki halkların çıkarlarını da gözetiyor. Onun için hiçbir güç PKK’yı kendi amaçları için kullanamaz. Eğer PKK kendi amaç ve çizgisinden uzaklaşırsa kendi kendini tasfiye etmiş olur. Anlamsız hale gelir.





AKP Cemaat’i kullandı

- Öcalanın darbe tespiti ve hükümetten yana olması tereddüt yarattı mı sizde?

Önder Apo öyle hükümetten yana bir tavır filan belirlemiş değil. Öyle yansıtılıyor ama doğru değil. AKP ile Cemaatçilerin hem ittifakı var, hem birbirleriyle karşıtlıkları var. Birbirlerini kullanma durumları da var. Eski hegemonik devlet tasfiye edilince, yenisi geliştirilince kendileri açısından tek PKK kalıyor. Zaten uluslararası sistem de arkalarında. Bu noktada iktidar mücadelesine başladılar. İktidar mücadelesini kazanabilmeleri için Kürtleri tasfiye etmeleri gerekiyor. AKP resmen iktidarda. Fethullahçıların resmi bir durumu yok. Resmen koalisyon kurmuş değiller ama koalisyondur. Cemaatçiler ideolojik ve uluslararası bağlantıları olan bir güç. Fethullahçılar Kürdistan’a yönelerek PKK’yı temizleyen bir güç olarak iktidara yerleşmek istedi. Kürdistan’daki bütün uygulamaları Cemaatçiler gerçekleştirdi ama AKP’nin iktidarı altında bunu gerçekleştirdiler ve AKP buna sahiplik yaptı, karşı çıkmadı.

Kürtlerin tepkisi Cemaat’e...

Bu AKP’nin işine geldi. Bir nevi kendisinin yapacağını Cemaatçilere yaptırtmak istedi. Kürtlerin tepkileri AKP’ye değil Fethullahçılara yönelsin. Bu arada iktidarını güçlendirir ve kendisini Kürtler için bir kurtarıcı göstermeye çalışır ki dikkat edilirse propagandalar da hep o yöndeydi. Burada AKP’nin Cemaatçileri kullanma ve teşvik etme durumu da var. Cemaatçiler de buna dayanarak PKK’ya darbe vurup Kürdistan’da savaşı kazanmış bir güç olarak iktidara gelmek istedi. Bu konuda belli bir savaş yürüttüler. Binlerce insanı zindanlara attılar. Oslo sürecine müdahaleyi başlattılar. Dediler ki “İktidara bizim hâkim olmamız gerekir!” İktidara hâkim olabilmek için MİT’i ve Erdoğan’ı hedeflediler. İktidara gelmek istediler ama tabii ki AKP buna karşı durdu. Arkasından başka sorunlar gündeme getirildi. Bunun hem iktidar boyutu var hem de uluslararası sistemin Ortadoğu’da uyguladığı politikalarla bağı var. İkisi birleştiği için Türkiye’de bu çatışma başladı.

Türkiye’de hükümet değil devlet krizi var

- Gülen’in BBC’ye İmralı ile de görüşülür demesi önemli değil mi?

Niye şimdi? Çok açık. Süreçle bağlantılı. Şu an Türkiye’de bir devlet krizi var. Hükümet krizi değil devlet krizi var. Bir iktidar sorunu var. Sorun çözümlenmek isteniyor. Türkiye bir NATO ülkesi. İktidar boşluğunu kaldıramaz Türkiye uzun süre. Bu sorunun mutlaka erkenden çözülmesi gerekiyor. NATO’nun, kapitalist modernist çıkarı bunu gerektiriyor. Türkiye bir Mısır değil. Türkiye’de bu iktidar sorunu nasıl çözümlenmek isteniyor. Bu önemli. Türkiye’de iktidar sorunu ortaya çıkınca CHP hemen Washington’a gitti, bazı görüşmeler yaptı. Geldi şimdi ulusal güçlerin, Cemaat’in desteğini alarak iktidar sorununu çözmek istiyor kendine göre. Ankara’da eski MHP adayı Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak gösterildi. CHP, MHP hepsi birleşti bu anlamda. CHP gerçekten iktidar sorununu çözebilir mi? İktidara gelebilir mi?

FOTOĞRAFLAR/ İLKER AKGÜNGÖR



CHP nasıl iktidara gelir?

Bu tamamen PKK ile ilişkisine bağlıdır. O da neye bağlıdır? Kürt sorununda, Alevi sorununda, Türkiye’nin demokratikleşme sorununda köklü adımlar atmasına bağlıdır. Eğer bu köklü değişiklikleri yapabilirse Kürt halkının desteğini kazanabilir, Alevilerin desteğini kazanabilir, Türkiye’deki demokrasi güçlerinin desteğini kazanabilir. O zaman iktidara gelebilir. Şu anki haliyle iktidara gelmekten, iktidar sorununu çözmekten uzaktır. MHP iktidar sorununu çözebilir mi? Ona çok uzak olduğu açıktır. Tek başına bir HDP, BDP benzeri bir güç çözebilir mi? Çözemez, uzaktır. Geriye ne kalıyor? Ya AKP içerisinden bir parçayla iktidarı çözmek ya da ordu darbesiyle iktidarı çözmek... Mısır’da ordu darbesi ile çözmek istediler ama çözemediler. Orada ne olacağı henüz belli değil. Türkiye bir Mısır da değil. Orduyla iktidar sorununu çözmek Türkiye’nin sorunlarını çözmeyeceği gibi daha da çıkmaza götürür. Geriye ne kalıyor? AKP içerisinden bir alternatif yaratmak. Onun için Erdoğan’ın ve ekibinin etkisiz kılınması gerekiyor. Neden bu sorun hemen seçimlerin arifesinde gündeme getirildi? Belli ki seçimler etkilenmek isteniyor. Bir taraftan AKP içerisindeki Fethullahçı milletvekilleri istifa ettirerek bir taraftan CHP güçlendirilerek AKP’nin istediği sonuçlar önlenmek isteniyor. Daha sonra da kazanlar kaynatılmak isteniyor. Böylelikle Erdoğan ve ekibinin işi tamamlanmak isteniyor. Küçültülmüş, daha çok sistemin kontrolünde bir AKP yaratılmak isteniyor. Buradan Türkiye nereye gider? Artık koalisyonlar dönemine gider. Bir de AKP’yi, Erdoğan’ı iktidarda tutan nedir? Ekonomi politikalarıdır. Ekonomi politikalarına da müdahale ediliyor. Bütün bunlarla AKP iktidarından, Erdoğan iktidarından kurtulmak isteniyor. Bu nettir.

- Yani “Erdoğansız AKP” senaryosu...

Evet. Bunu kiminle gerçekleştiriyorlar? Cemaat ile. Onun arkasında kim var? ABD. Amerika Cemaat ile işi götürüyor. Nerden vurdular? Yolsuzluktan vurdular. Can damarından vurdular. Çünkü AKP topluma kendini hep yolsuzlukla mücadele eden bir güç gibi göstermiştir ve öyle bir algı oluşturmuştur. Buradan vurulursa ancak AKP vurulabilir ki operasyon buradan başladı. Yolsuzluk yok mu? Var. Rüşvet yok mu? Var. Eğer olmasaydı oradan vuramazlardı. Demek var ki operasyon oluyor. Bu çok net. AKP yolsuzlukları bir kenara iterek sadece Cemaat’in kendisine darbe yapmaya çalıştığını söylüyor. Doğru. Cemaat darbe yapmaya çalışıyor ama gerçek sadece o değil. Bu darbe yolsuzluk ve rüşvetin üzerinden geliştiriliyor.

Cemaat bizimle temas kurmadı

- Cemaat’in sizinle hiç teması oldu mu?

Hayır bizimle hiç temasları olmadı. Biz ilişki kurmak istedik, mesajlar gönderdik ama buna rağmen Cemaatçilerin tutumu değişmedi bize karşı.



Fethullah da AKP de demokratikleştirmez

- Şu an yaşanan savaşa bizimle alakası yok deyip dokunmayacak mısınız?

Bizimle alakası olmaz mı? Bu savaş Türkiye toplumundaki herkesi ilgilendiriyor. Sadece Türkiye’yi değil Ortadoğu’yu da ilgilendiriyor. Ortadoğu’da siyaset yapan bir gücüz biz. Bu olup bitenlere kayıtsız değiliz. Belki öyle gözüküyor ama kayıtsız değiliz.

- O zaman ne yapabilirsiniz?

Şimdiki çatışma Türkiye’deki hegemonik devleti çökerten bir çatışmadır. Türkiye değişim sürecine girmiştir. Bu süreç Türkiye’de daha çok demokrasi güçlerinin gelişebileceği bir süreçtir. Eğer demokrasi güçleri yaşanan durumu iyi değerlendirir sorumluluklarını yerine getirirlerse burada kesin demokrasi güçleri kazanır. Artık Türkiye’de bir daha hegemonik bir devlet örgütlenemez. Devlet daha çok demokrasiye güvenir. Türkiye’de demokratik siyasetin, demokratik toplumun önü açılır. Kürt sorununu demokratik siyasal yöntemle çözümünün önü açılır. Böyle bir sürece girilmiştir. Biz bu çatışmada herhangi bir tarafa hizmet edemeyiz. Biz burada demokrasi güçlerinden yana tavır alıyoruz. Demokrasi güçlerinin gelişmesi gerekiyor. Ne Fethullah hareketi ne AKP hareketi Türkiye’yi demokratikleşmeye götürecek bir hareket değil.

PKK’nın desteğini kim alırsa, diğeri kaybeder

- Öcalan’ın darbe açıklamasından hemen sonra Taraf gazetesi MİT ve Roboski haberlerini yaptı. Sanki Kürtlere deniyor ki “Siz bunların arkasında duruyorsunuz ama bunlar sizin altınızı oyuyor, katliam yapıyor.“

Bunu MİT yaptıysa neden daha önce açıklamadı da şimdi açıklıyor. Bu süreçle bağlantılı. Çünkü ciddi bir çatışma var. Bu çok net. Bu çatışmada PKK belirleyici bir güçtür. Kim PKK’nın desteğini alırsa diğeri kaybeder. AKP de PKK’nın desteğini almak istiyor, Cemaat de PKK’nın desteğini almak istiyor. Çünkü PKK’nın desteğini almadan Kürtlerin desteğini almadan bu savaşta istedikleri sonucu elde etmeleri çok zor.

- Cemaat’in sizin desteğinizi alması biraz zor da en azından hükümete destek vermemenizi istiyor. Nötr kalmanızı istiyor, sanki...

Destek illa ki arkasında durup destek vermek anlamına gelmiyor. PKK’yı AKP’den uzaklaştırmak onlar için destektir o savaşta başarılı olabilmeleri için. Fethullahçılar tabii ki PKK’yı desteklemez ama PKK’nın dengelerdeki belirleyici rolünü gördükleri için bu dengeyi kendilerine göre belirlemek istiyorlar. Onun için bu süreçte piyasaya sürerek güya PKK’yı tarafsızlaştırmak istiyor bu savaşta sonuç alabilmek için.

- Başarılı olabilme ihtimali yok mu?

Başarılı olamaz. Bizim saflarımız farklıdır. Biz demokrasi güçlerinin güçlenmesini isteriz. Buna çalışıyoruz. Biz ne AKP’nin ne Fethullah’ın güçlenmesinden yana değiliz. Bunu Türkiye’nin çıkarına görmüyoruz. Bunu net söylüyorum.

YARIN:

- Hizbullah’la ilişkiler
- MHP, Suriye ve Kürt Ulusal Kongresi üzerine...

Yazının devamı...

‘Suriye’de kazanan Ortadoğu’da kazanmış olur’

Suriye için “Bir nevi Ortadoğu’nun marketi” nitelemesini yapan Cemil Bayık, şöyle dedi: “Suriye’de kazanan Ortadoğu’da hatta dünyada ona göre yer edinecektir. Ama Suriye’de kazanamayan Ortadoğu ve dünya politikasında yer edinemeyecektir.”

Leyla Zana ile Sırrı Süreyya Önder’in son İmralı ziyaretinde Öcalan ile Barzani arasında bir mutabakat için hazırlıklar yapıldığı söyleniyor...

Kim neyi hazırlamak istiyor, bilemiyoruz. O konuda detaylı bilgilerimiz yok. Basına yansıyan şeyler var. Bize henüz ulaşan bir şey yok çünkü kendileri daha gelmedi. Gelirler mi, gelmezler mi bilemem. Fakat basına yansıyanlar gerçeği fazla yansıtmıyor.

- Ne gibi?

Sanki İmralı’ya gidilmiş, ulusal kongre hakkında Rojava Kürdistanı hakkında, hatta başka konular hakkında görüşülmüş, ittifaklar yapılmış. Böyle bir hava işleniyor. Bunlar gerçekleri fazla yansıtmıyor.



- Önder veya Zana İmralı’dan size bilgi getirseler doğrulanma ihtimali yok mu?

Herhangi bir şey bize ulaşmış değil ama daha öncelerini biliyoruz. Ondan belirtiyorum. Çünkü biz önderliğimizi de, Leyla Zana’yı da, Mesud Barzani’nin yaklaşımını da biliyoruz. Bunlardan ötürü söylüyorum. Yoksa bize bir şey ulaşmış değil. Öyle çok farklı şeylerin olabileceğini de sanmıyorum.

- Bunlar zor sorunlar mı?

Elbette kolay değil. Doğru, Rojava hakkında bazı mutabakatlar sağlanmıştı. Ama bu mutabakatlara uyulmadı. Özellikle ENKS (Kürt Ulusal Konseyi) tarafı bu mutabakatı bir tarafa itti. Mutabakat neydi? Cenevre’ye ya iki meclis ortak bir biçimde birlikte gidecekti ya da gitmeyecekti. Ama ENKS mutabakata uymayarak Cenevre’ye tek gitti ve katıldı.

Rusya için son kale

- Bir bakıma PYD’yi dışladı...

Sadece PYD’yi değil. Orda bir halk meclisi var. Halk meclisi ile ulusal meclis arasında bir mutabakat sağlanmıştı. İki meclis birlikte gidecekti veya gitmeyecekti. Ulusal meclis yani ENKS denilen meclis halk meclisini, o mutabakatı dışlayarak Cenevre’ye gitti. Dolayısıyla o mutabakat ortadan kalktı, geçerli değil. Ama KDP sanki mutabakat devam ediyormuş, Cenevre’ye Kürtler ortak bir irade ile gitmiş gibi yansıtıyor.

- Anladığım kadarıyla Rojava hem sizler, hem Barzani için en stratejik konu.

Aslında Suriye konusu sadece bizler için ve Barzani için stratejik bir konum arz etmiyor. Suriye herkes için stratejik bir konu, bir nevi merkezdir. Suriye’de kazanan Ortadoğu’da hatta dünyada ona göre yer edinecektir. Ama Suriye’de kazanamayan Ortadoğu ve dünya politikasında yer edinemeyecektir. Suriye bir nevi Ortadoğu’nun marketidir. Ortadoğu’da yürütülen çelişki ve çatışmaların merkezi konumundadır. Dikkat edilirse, El Kaide Suriye’yi kendisine merkez seçmiş durumda. Onun için dışarıdan bütün ülkelerden militanlarını getiriyor. Parayla değişik insanları getiriyor. Gücünü orada yoğunlaştırarak Suriye’yi ele geçirmek istiyor. Orayı merkez yapıp bütün Ortadoğu’da hâkim olmaya çalışıyor. Böyle bir strateji izliyor. Bilindiği gibi El Kaide Sünni İslamı benimsediğini söylüyor. Bir de Şii İslam var. Bu da Suriye’yi kendisine merkez olarak seçmiş durumda. Şii İslam da Suriye’de sonuç alarak Ortadoğu’da egemenliğini veya amaçlarını sürdürmek istiyor. Amerika ve Rusya, Türkiye ile Kürtler açısından da Suriye bir merkez. Şimdi Amerika Afganistan’dan başlayıp Tunus’la devam ettirdiği savaşı Suriye’de noktalandırmak istiyor. Çünkü Suriye Arap sahasındaki en son ülkedir. Orada çıkacak sonuçlara göre Ortadoğu’yu dizayn edecektir. Eğer Suriye’de sonuç alamazsa yürüttüğü savaş sonuçsuz kalacak, tersine dönecektir. Rusya açısında son kaledir zaten. Eğer Suriye’yi kaybederse Ortadoğu’da tüm çıkarlarını kaybedecektir. Türkiye açısından zaten bir merkez. Bugüne kadar Suriye politikası sonuçsuz kaldığı için bu sorunları yaşıyor. Yine Kürtler açısından da orası bir merkez. Kürtler’in orada kazanması veya kaybetmesi bütün Kürdistan’ı etkileyecektir. Zaten onun için Suriye’de bütün güçler çatışıyor.

- Öcalan “Elimi kolumu çözün birlikte Rojava’da çözüm bulalım” demişti. Sizlerin Öcalan aracılığıyla genel olarak Suriye özel olarak da Suriye Kürtleri ile ilgili Türkiye ile ortak bir proje geliştirmeniz mümkün mü?

‘Türkiye adım atmadı’

Bizim Türkiye ile ortak bir proje gerçekleştirebilmemiz için başka şeyleri de birlikte gerçekleştirmemiz gerekir. Öncellikle de Kuzey Kürdistan’da Kürt sorununu da çözmek gerekiyor. Önder Apo tutarlı yaklaşıyor. Hakkaniyeti esas alıyor. Hakkaniyeti esas almak bütünü esas almaktır. Önder Apo sadece Kuzey Kürdistan veya sadece Türkiye’nin demokratikleşmesi sorununu ele almıyor. Sadece Rojava Kürdistanı’nı da ele almıyor. Bütün Ortadoğu’yu ele alıyor. Ortadoğu’da demokrasi ve özgürlük sorunlarını ele alıyor. Bunun içerisinde Kürt sorunu da var, Türkiye sorunu da var, Suriye sorunu, Irak sorunu, İran sorunu da var. Bütünlüklü bir yaklaşım. Sadece Türkiye Kürdistanı konusunda adım atmasını istemiyor. Suriye konusunda da adım atmasını istiyor. Ama şimdiye kadar Türkiye, herhangi bir konuda adım atmış değil.

- Hiç mi?

Belki kendine göre adım attığını söyleyebilir. Bize göre o adımlar herhangi bir anlam ifade etmiyor. Zaman kazanmaya, oyalamaya yöneliktir. Zaten eğer adım atsaydı bugün yaşadığı durumları yaşamazdı. Şu anki durumları yaşamasının esas nedeni adım atmamasından dolayıdır.



‘Öcalan fotoğrafları tesadüf değildir’

- 17 Aralık sürecinin başlamasının ardından Öcalan’ın fotoğraflarının servis edilmesi bir rastlantı mı?

Bu süreçte her şey oluyor. Tesadüf değil bunlar. Hadi bir tesadüf iki tesadüf ama bunun tesadüf olmadığı çok açık. Süreç ile bağlantılı bunlar. Türkiye siyasetinde Önder Apo’nun, PKK’nin çok önemli bir aktör olduğunu herkes söylüyor. Dolayısıyla da bu gücü herkes kendi yanına almak ister. En azından mücadelesinde tarafsız kılmak ister. Bunun için elindeki bütün imkanları kullanabilirler.

‘Çekilenleri sokarız’

- Geri çekilme tekrar kaldığı yerden başlayabilir mi?

Gelişmelere bağlı. Şimdi biz geri çekme yaparız veya yapmayız diye bir şey söyleyemem. Şunu açıkça kamuoyuna da söyledik: Kürt sorununun siyasal çözümü sürmezse, müzakere devam etmezse biz Kuzey’e bile çektiklerimizi getiririz. Hâlâ daha o düşüncedeyim. Bizimle, önderliğimizle, hareketimizle, halkımızla oyun oynanmaması gerekir. Bizim bütün çözüm yönündeki çabalarımıza, pozitif yaklaşımlarımıza negatif cevap verilmemesi gerekir. Verilirse tabii ki çektiklerimiz sokarız.

- Şu an sanki negatif cevaptan ziyade cevap yok.

Cevap vermemek demek o anlama geliyor. Sen bu kadar pozitif düşüneceksin, zorluklarını ona karşı kullanmayacaksın, sorumlu davranacaksın, tek taraflı çözümü zorlayacaksın bunun da varacağı bir sınır olur, ötesine varamaz ki. Dünyanın neresinde görülmüş tek taraflı sorunun çözüldüğü. Bir sorun varsa tarafları vardır. Sorunlar da taraflarıyla çözülür. Tek tarafla çözülmez. AKP’nin yaklaşımına bakalım: Sorun var diyor ve ben çözelim diyor. Bir tarafı ciddiye almadan yok sayarsan sorunu nasıl çözeceksin? Madem ki hükümet sorunu çözmek istiyor o zaman toplumu buna hazırlamalıdır. Eğer hazırlamak isterse hazırlar. Kaldı ki akil insanların sunduğu raporlarda da toplumun büyük kesimin çözümü istiyor. Hükümet çok rahat kamuoyunu hazırlayabilir. Biraz Önder Apo’nun da koşullarını değiştirse Önder Apo toplumu daha fazla çözüme hazırlayabilir. Bu konuda da bir değişikliğe gidilmiyor. Kendisi de bu konuda bir şey yapmıyor. Toplum da istiyor ama istemeyen kim oluyor? AKP oluyor, Erdoğan oluyor. Onun dışında sorunu engelleyen nedir? Tabii bir de uluslararası güçler var. Onların da hesabına gelmiyor.

‘Ulusal konferans çok zor’

- Ulusal kongre ne olacak?

Ulusal kongrenin olması Rojava’daki sorunların çözümüne bağlıdır. Bu nedenle ulusal bir konferansın gerçekleştirilmesi çok zordur. Sen Rojava devrimini boğmaya çalışacaksın, oradaki devrimi yenilgiye götürmek için birçok güçle anlaşmalar yapacaksın sonra ulusal kongre diyeceksin. Buna terstir. Ulusal kongreyi veya konferans geliştirmek için Rojava devrimine de, direnişine de, orada oluşan iradeye de saygılı yaklaşacaksın. Parçalamayacaksın. Cenevre’ye gitmez, ambargo uygulamaz. Saldırılar içerisinde yer almaz. Bütün bunları yapan biri nasıl ulusal kongreyi gerçekleştirecektir. Biz ulusal kongre ile Kürtler arasındaki sorunları çözmek istiyoruz.

- Ana gündem Rojava mı olacak?

Tabii ki Rojava olur. Rojava’da ambargo uygulanırken, saldırılar yapılırken orası uluslararası alandan tecrit edilirken başka güçlerle oraya müdahalenin hazırları yapılırken ulusal kongre olamaz. Ulusal kongre neyi tartışacak? Ulusal kongre Kürtler ile komşularının sorunlarını derinleştirdiği değil, Kürtlerin ortak çıkarlar temelinde birleştiği bir zemin.

- KDP’nin bölge politikası tamamen Ankara ile koordineli mi?

Elbette. Hem bölge politikaları koordinelidir hem de ekonomik çıkarlar var. Bütün politikalarını yön veren ekonomik çıkarlardır. KDP ile AKP arasında milyarları bulan ekonomik anlaşmalar var. Bütün politikalarına o yön veriyor. Petrol, gaz, ortak şirketler, kaçak petroller satmalar...



‘Siyasi cinayetler gelişebilir’

- Birkaç gün önce İstanbul Esenyurt’ta bir olay yaşandı. Bu olay MHP ile ilişkinizi nasıl etkiledi?

Bayık: Bunun PKK ile Kürtler ile ne alakası var? Ama bunu hep sanki PKK yapmış Kürtler yapmış gibi bir algı oluşturulmaya çalışılıyor. Onunla bu süreçte katliamlar yapılmak isteniyor. Bu süreçte en çok dikkat edilmesi gereken hususlar nedir? Siyasi cinayetlerin gelişebileceğidir. Sadece Türkiye’de değil, Türkiye’nin dışında da. Hatta Suriye’deki yöneticilere yönelik bazı suikastlar, bombalı harekatlar gerçekleşebilir. Hatta bazı kesimler silahlandırılıp saldırtılabilir. Bu tehlikeler var tabii.

- MHP tabanı ile sizin tabanınızı karşı karşıya getirmek isteyen güç kim olabilir? İktidarın böyle bir şeyden çıkarı olabilir mi?

Bayık: Bilemem. Bazı uluslararası güçler olabilir. Onların uzantıları var Türkiye’de. Örgütlenmeleri var. Bir de Türkiye’nin kendi güçleri de var. Şu anda ortam bulanık bir ortamdır. Herkes her şeyi yapabilir.

‘Kimseyle çatışmak istemiyoruz’

- Hizbullah ile ilişkiler askıda mı?

Askıdadır tabii. Bir temasımız yok.

- Orada bir çatışma potansiyeli var mı?

Biz kimseyle çatışmak istemiyoruz ama çatışmak isterlerse tabii ki kendimizi koruruz. Kendilerine de ilettik bunu. “Bakın Batman’da kan döktünüz bir daha bu yapılmamalı” dedik. Biz orada insan öldürülmesine rağmen güçlerimizi herhangi bir çatışma yönünde harekete geçirmiş değiliz, geçirmek istemiyoruz. Bu son bulmalı diye mesaj ilettik. Mesela bazı internet sitelerde gençler şunu söyledi: “Türk devleti bizlerle PKK’yi çatıştırmak istiyor.” Bunu söyleyenler Hizbullah taraftarı gençler. Bu her şeyi ifade ediyor. Madem devlet çatıştırmak istiyorsa o zaman çatışmamak gerekiyor.

YARIN: KANDİL VE CEMİL BAYIK İZLENİMLERİ

Yazının devamı...

Yurt dışındaki cemaat okullarının akıbeti

Fethullah Gülen 26 Kasım 1989’da, daha Sovyetler Birliği yıkılmadan ve bağımsız Türk cumhuriyetleri ortaya çıkmadan önce, İzmir Hisar Camii’nde yaptığı ve aynı anda 35 camide yayınlanan ünlü vaazını şu sözlerle bitirmişti: “Oyuna gelmeyin. Biz muhabbet fedaileriyiz. Huzur ve itminânın, emniyet ve güvenin yanındayız. Bunu gösterecek, bunu temsil edeceksiniz. Çünkü dünya sizin soluklarınıza muhtaç. Dünya sizi bekliyorken küçük oyunlara gelmeyin. Siz soluklarınızı Özbekistan’da, Türkmenistan’da, Mengüşistan’da, senelerden beri insanı teb’id edilen Kırım’da soluklayacaksınız. Sizi bekliyorlar. Elinizde Kur’an, elifba cüzleri, bantlar, oraya gidecek, Hz. Muhammed’i anlatacaksınız. Büyük işler sizi bekliyor. Küçük işlerin altında kalıp ezilmeyin. Allah yardımcımız olsun.”

Talebeleri onu dinledi, önce Türk cumhuriyetlerinde, ardından Balkan ülkelerinde ve zamanla Müslüman nüfus bulunsun ya da bulunmasın dünyanın hemen her köşesinde okullar açtı. Sonuçta Gülen cemaati en az 140 ülkede yaklaşık 1200 eğitim kurumuyla küresel bir güç hâline geldi.

Kâra geçen okullar

Kuşkusuz bu noktaya hiç de kolay gelinmedi. Gidilen ülkelerin kimisinde otoriter, hatta totaliter rejimler hâkimdi. Bazılarında İslami cemaatlerin bu tür faaliyetlerine şüpheyle bakılıyordu. Üstelik Türkiye’de de zaman zaman hükümetler ve tabii ki onlar üzerinde ciddi bir gücü olan askerler cemaatin bu faaliyetlerini engellemek için gayret gösteriyorlardı.

Cemaat bu ve benzeri zorlukları büyük ölçüde aştı. Başlangıçta Türkiye’deki dindar zenginler tarafından sübvanse edilen okullar zamanla kendilerini finanse ettiler, hatta kâra geçip yeni okullar için sermaye temin ettiler. Bunda, görev yapan personelin çoğunun cemaatin okullarında yetişmiş, mütevazı ücretleri kabul eden gönüllüler olması etkili oldu.

AKP iktidara geldikten bir süre sonra Dışişleri Bakanlığı bir genelge yayınlayarak, yurt dışı temsilciliklerinden cemaat okullarıyla iyi ilişkiler kurmalarını istedi. Devlet yöneticilerinin yurt dışı gezilerinde ziyaret etmesiyle bu okullar için yeni bir dönem de başlamış oldu. Özellikle cemaat-hükümet ittifakının netleştiği 2007 yılından itibaren bu okulların altın çağlarını yaşadığını söyleyebiliriz. Bunu en net olarak Türkçe Olimpiyatları’nda gördük.

Lobi savaşları

Şimdi her şey tersine dönmüş durumda. Başbakan Erdoğan tüm büyükelçilere Gülen cemaatinin “gerçek yüzü”nü anlatma görevi verdi. Cemaat kaynakları, daha şimdiden kendileri aleyhine propagandaların yapılmaya başlandığını söylüyor ama bunlardan olumsuz etkilenmelerinin mümkün olmadığını iddia ediyorlar.

Gerçekten de bu okulların bulundukları ülkelerde genel olarak belli bir prestije sahipler. Bu nedenle özellikle yoksul ülkelerde yerel seçkinler çocuklarını buralara yollamayı tercih ediyor. Yine bu okullardan mezun olanlar içinde ülkelerinde önemli pozisyonlara gelen çok kişi var. Dolayısıyla dış temsilciliklerin, zaten lobicilik konusunda hayli deneyimli olan cemaat ile baş edebilmesi çok zora benziyor.

Yine de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başkenti Erbil’de sohbet ettiğimiz okul yöneticilerinin anlattıklarından, cemaatin bu yeni durumdan pek memnun olmadığını anlayabiliyoruz. Bununla birlikte “Artık yüzde 50 daha fazla çalışıyoruz. Tek tek herkese yeniden kendimizi anlatıyoruz. Bu olay bizi tembellikten kurtardı” diyorlar, yani “her işte bir hayır vardır” deyişinden ilham alarak işlerine daha fazla motive oluyorlar.

Mutlaka belli zararlar göreceklerdir ancak yurt dışındaki cemaat okullarının faaliyetlerinde çok ciddi olumsuzluklar yaşanacağını sanmıyorum. Hatta hükümetin, ülke içindeki faaliyetlerine belli engeller getirmesi halinde cemaat ağırlığı iyice yurt dışına ve okullara verebilir.

Bu arada cemaat-hükümet savaşının dünyanın dört bir köşesine taşınıyor olmasının Türkiye’nin yurt dışındaki algılanışına nasıl etki yapacağı gibi bir başka ciddi konu daha var...

Yazının devamı...

Günü geldi zincir koptu, çünkü kopmaması mümkün değildi

Daha önce birçok kez tartıştığımız bir soruyu, bazı hususları mecburen tekrarlayacak olsam da yeniden ele almak istiyorum: Fethullah Gülen cemaati ile AKP hükümeti niçin savaşıyor? (Son olarak yaklaşık bir ay önce bu soruyu şu yazıda başlığa çıkarmıştım: http://haber.gazetevatan.com/Haber/597794/4/Yazarlar )

Bu soruyu tekrar ele almamın iki ana nedeni var: İlk olarak, hâlâ çok kişi, özellikle de yabancılar, siz hangi gerekçeleri dile getirirseniz getirin, iki İslami yapının bu kadar sert bir savaşa neden giriştiğini anlamakta zorlanıyorlar. İkinci olarak, savaşın her aşamasında yaşananlar bunun nedenlerini anlamamızı daha da kolaylaştırıyor.

Aslına bakılacak olursa, tarafların şu son 45 günde birbirlerine söyledikleri düşünüldüğünde niçin savaştıklarını değil de savaşın niçin bu kadar geciktiğini sormamız daha doğru olabilir. Başbakan’a yakın bir isim durumu bana, “Bu yüzleşme kaçınılmazdı, eninde sonunda yapılmalıydı; geç bile kaldığı söylenebilir” diye özetledi. Cemaatin önde gelen isimlerinden biriyle sohbet ettiğimdeyse, aralarındaki ittifakın en parlak dönemlerinde bile taraflar arasındaki karşılıklı güvensizliği açığa çıkaran çok sayıda olay yaşandığını anlatmıştı.

Hazır olan-hazırlıksız yakalanan

Olayı şöyle özetlemek mümkün: Birbirlerine aslında pek de güvenmeyen iki taraf, ortak bir düşmana (TSK) karşı güçlerini birleştirip onu alt ettiler; bunun sonucunda hükümet de cemaat de kazandı. Ortak düşman kalmayınca da aralarında iktidar savaşı başladı, birbirlerine düşman oldular. Bunun sonucunda, açıkça görüldüğü gibi her ikisi de kaybediyor ve daha da kaybedeceğe benziyorlar.

Kuşkusuz “kazan-kazan”dan, “kaybet-kaybet”e geçmek her iki taraf için de pek akıl kârı değil. O zaman, taraflardan en az birinin kazanacağından emin olduğu, o yüzden bir şekilde savaşı başlattığı ya da en azından ona zemin yarattığı düşünülebilir. Bana göre bu taraf olsa olsa cemaattir. Bu tezimi esas olarak iki hususa dayandırıyorum: 1) 17 ve 25 Aralık’ta ortaya çıktığı gibi cemaat hükümete karşı ciddi bir hazırlık yapmış. Öyle ki hükümeti zor durumda bırakacak daha çok malzeme ortaya saçılırsa şaşırmamak gerekir; 2) Fethullah Gülen’in, öncelikle “beddua” olup olmadığı tartışılan “yolsuzluk” üzerine konuşmasında ve kendi web sayfasına yüklenen diğer sohbetlerinde; Wall Street Journal ve BBC’ye verdiği mülakatlarda hâkim olan kararlılığını ve özgüvenini öne çıkaran üslubu.

Buna karşılık hükümetin “dış güçlerin piyonu, taşeronu, kuklası, maşası” gibi suçlamaları hazırlıklı değil de, tam tersine hazırlıksız yakalanmış olmanın kanıtları. Geriye “haşhaşiler” ve “yalancı peygamber” sözleri kalıyor ki bunların da geriye dönüşü iyice zorlaştıran yakıştırmalar olduğu açık.

Şöyle düşünüyorum: Cemaatin önde gelen isimleri Başbakan Erdoğan’ın 17 ve 25 Aralık operasyonlarına karşı bu kadar çabuk karşı hamleler geliştirebileceğini pek öngörmemişe benziyor. Diğer bir deyişle, tıpkı 7 Şubat 2012 MİT krizindeki gibi bir yanlış hesap ve buna bağlı vahim bir stratejik hata söz konusu olabilir. Ne var ki konunun rüşvet/yolsuzluk olması nedeniyle, soruşturmaları akamete uğratsa bile hükümet iç ve dış kamuoyu nezdindeki itibar kaybının önüne geçebilmiş değil.

Kimse kimseyi kandırmadı

Başından beri Hanefi Avcı’ya kurulmuş olan komploya sürekli olarak itiraz etmiş olan Yeni Şafak yazarı Ali Bayramoğlu’nu tenzih ederim ama Sabah Gazetesi’nin cezaevine üç kişi birden yollayıp eski polis şefinin sözlerini manşete taşımış olmasına en hafifinden “samimiyetsizlik” demek gerekir. Benzer bir durum Nedim Şener’e gösterilen ilgide de karşımıza çıkıyor. Hükümet ve onun destekleyen medya ile gazeteciler bu kişilere cemaatin komplo kurmuş olduğunu dün de biliyorlardı, fakat ittifakın selameti açısından seslerini çıkartmadılar. Tıpkı, bugün yeniden yargılama ihtimali bulunan Ergenekon, Balyoz vb. davalardaki sahtecilik ve usulsüzlük iddialarına kulaklarını kapatmış olmaları gibi.

Dolayısıyla hükümet ve destekçilerinin cemaat ile savaşmalarını “bizi kandırmışlar, bizi kullanmışlar” gibi gerekçelerle izah etmeye çalışmalarına fazla itibar etmemek gerekir. Herkes her şeyin farkında ve bilincindeydi, kimse kimseyi kandırmadı; sadece karşılıklı rahatsızlıklar geçici olarak sineye çekildi.

Ve gün geldi zincir koptu, çünkü zincirin kopmaması mümkün değildi.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.