Ülkücüler cemaat-hükümet savaşının neresinde?
.
Ülkücülerin ve partileri MHP’nin, 17 Aralık 2013’teki yolsuzluk/rüşvet operasyonuyla alenileşen Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki savaşa pek bulaşmak istemediklerini görüyoruz. Bu pekâlâ anlaşılır bir şey, fakat savaşın doğrudan tarafı olmayan diğer toplumsal kesimler ve siyasi yapılanmalar gibi ülkücü hareketin de, ne kadar uzak durmak isterse istesin, adım adım tüm ülkeyi kuşatan bu savaşa kayıtsız kalması pek mümkün olmayabilir.
Bunun birçok nedeni var, fakat sadece biri bile yeterli olabilir: Bürokrasideki ülkücü kadrolar. Malum, Türkiye’de uzun yıllardan beri değişik hükümetler, emniyet, adliye, eğitim, sağlık gibi alanlarda istihdamda Sünni Türk muhafazakârlara ağırlık verdiler ve buna bağlı olarak bürokrasideki ülkücü eğilimli kadroların oranı genellikle ülke ortalamasının üstünde seyretti. AKP iktidarının onlar için kara bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Ülkücü kimliklerini korumakta ısrar edenler etkisizleştirilirken, AKP’ye veya cemaate yanaşanların büyük kısmının önü iyice açıldı. Örneğin bugün “paralel devlet“ denildiğinde ilk akla gelen savcı ve polis şeflerinin bazılarının cemaat ile ilişkisi öğrencilik yıllarına değil yakın bir zamana denk gelir ve hemen tümü ülkücü çizgiye yakın bilinir. Bu noktada hatırlayalım; Fethullah Gülen BBC’ye verdiği mülakatta, yolsuzluk soruşturmaları nedeniyle görevlerinden alınan hâkim, savcı ve polisler arasında MHP’lilerin de bulunabileceğini dile getirmişti.
Gözler ülkücü bürokratlarda
Bugün gelinen noktada bürokrasideki ülkücü kadroların değerinin, gerek hükümet, gerekse cemaat açısından iyice arttığı ortada. Hükümetin ayıkladığı cemaatle irtibatlı kadroların yerlerine epey sayıda ülkücü denebilecek kişileri getirdiğini (veya getirmek zorunda kaldığını) duyuyoruz. Cemaatin de bu ayıklamalar yüzünden iyice azalmaya yüz tutan bürokrasi içindeki nüfuz ve etkisini, benzer bir şekilde, ülkücü çizgideki bürokratlar aracılığıyla diri tutmak istemesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Bu bağlamda, başkaları ne düşünür bilmiyorum ancak, Başbakan Erdoğan’ın medyaya doğrudan müdahale ettiğini tartışmasız bir şekilde kanıtlayan üç telefon kaydında da ana konunun MHP ve onun Genel Başkanı Devlet Bahçeli olması bana hiç de rastlantı gibi gelmiyor. Ellerinde bol miktarda olduğu anlaşılan bu kayıtlardan önceliği MHP ile ilgili olanlara veren “meçhul“ kişiler, böylelikle cemaat-hükümet savaşında ülkücülerin AKP ile arasını daha da açmayı hedefliyor olmalılar. Tıpkı Roboski ve Paris katliamlarını MİT ile irtibatlandıran belge ve kayıtların dolaşıma sokulup Kürt siyasi hareketi ve onun tabanını hükümete karşı en azından destek verir hâlden çıkarmak istendiği gibi.
Referandumun acı anıları
MİT krizinde gördük. Cemaatin hükümetle en ciddi anlaşmazlık konularından biri Kürt sorununa bakış. O zaman, cemaatin bu konuyu daha fazla işleyerek ülkücü hareketle yakınlaşmaya gitmesini bekleyenler çıkabilir. Ne var ki Kürt sorununda şahinleşme Batı nezdindeki imajını olumsuz etkileyeceği için cemaatin bu yola başvurması pek akıl kârı değil. Nitekim Gülen, BBC’ye, devletin PKK ve Öcalan ile görüşmesine temelde itirazları olmadığını belirtti.
Öte yandan MHP’nin de sırf AKP’yi iyice zayıflatmak için tercihini bir şekilde cemaatten yana yapması seçeneği de bana pek gerçekçi gelmiyor. Bu konuda bir dizi gerekçe sayılabilir, şimdilik biriyle yetinelim: 12 Eylül referandumu öncesi, “ölüleri bile mezardan çıkaracak” kadar “evet” seçeneğine angaje olan cemaat, “hayır” cephesinde yer alan MHP’yi yıpratmak için, özellikle medyası üzerinden akıl almaz bir kampanya yürütmüş, bulabildikleri “evetçi” her ülkücüyü (ki ortak özellikleri büyük ölçüde Bahçeli karşıtlığıydı) “bağımsız ülkücü aydın“ diye parlatmışlardı.
Herhâlde o günlerden çok pişmanlardır. Zira onların da bildiği gibi, ülkücü harekette hafızanın hayli önemli bir yeri vardır.