‘Darbe’ diye diye...
.
Artık yolsuzluk/rüşvet operasyonlarıyla birlikte başlayan yeni dönemi “17 Aralık süreci” olarak adlandırıyoruz. Bir aydan fazla zaman geçti ama olup bitenler ve bundan sonra olabilecekler hakkında biz dizi soru, sorulmayı ve tabii ki cevaplandırılmayı bekliyor. Daha önce iki ayrı yazıda en sık karşılaşılan toplam 22 soruyu ele almıştık. Bugünse tek bir soruyu gündeme getirmek istiyorum: Bu bir darbe teşebbüsü müydü?
Malum, ilk şoku atlattıktan sonra gerek iktidar partisinin sözcüleri, gerekse destekçisi kişiler yaşananları bir “darbe teşebbüsü” olarak görüp göstermeye çalıştılar. Onlara göre, Gülen cemaatine bağlı olarak hareket eden, özellikle polis ve yargıda örgütlenmiş olan “paralel” bir yapı, seçilmiş hükümeti, en azından Başbakan’ı devirerek ülkede bir tür “yargı vesayeti” kurmak istemişti; yani yapılmak istenen bir darbeydi.
Cemaat sözcüleriyse, asla böyle bir durumun söz konusu olmadığını, savcı ve yargıçların “hukuk devleti” ilkelerine bağlı olarak bir yolsuzluk soruşturması yürüttüklerini, esas hükümetin bu sürece müdahale ederek kuvvetler ayrılığı ilkesine darbe indirdiğini söylüyorlar.
Yakın geçmişe bakış
Hangisi haklı? Bu soruyu cevaplamadan önce yakın geçmişe gidelim: Eğer Ergenekon, Balyoz gibi süreçlerin yaşandığı, yani cemaat ile hükümetin müttefik olduğu bir dönemde 17 ve 25 Aralık operasyonlarının, diyelim ki onda biri yaşansaydı, Gülen cemaatinin sözcüleri ve medyası hiç tereddüt etmeden bunları bir tür “darbe girişimi” olarak niteler, yargı ve emniyet mensuplarının Ergenekonvari yapılanmalarla muhtemel ilişkileri üzerine yayınlar yapardı. Bu noktada İlhan Cihaner’in başına gelenleri veya Deniz Feneri soruşturmasına cemaatin hiçbir şekilde destek vermemesini hatırlatabiliriz.
Zira Gülen cemaatinin demokrasi kültürümüze yaptığı en büyük kötülüklerden biri, temsilci ve sözcülerinin, hükümete, Başbakan Erdoğan’a ve tabii ki kendilerine yönelik her türlü eleştiri, itiraz ve protestoyu “darbecilik“ olarak yaftalamış olmasıdır. Bu yaklaşımın telif sahibi cemaatti ama 4-5 yıl önceki cemaat ve hükümet yanlısı yayın organlarını (ki o zamanlar bugünkü gibi birbirleriyle savaşmıyor, el ele verip düşman ya da rakip belledikleri üçüncü şahıslara saldırıyorlardı, yani aralarında pek fark yoktu) taradığınızda bunun sayısız örneğini bulabilirsiniz.
Bumerang
“Darbe”, “milli irade”, “yeni Türkiye” gibi sihir atfedilmiş kavramları ellerinde kılıç gibi sallıyor, en ufak bir itiraz, uyarı, eleştiri, en hafifinden “Ergenekon’u sulandırma” gibi abes bir suçlamayla susturuluyor, bunları dile getirenler sert bir şekilde cezalandırılıyordu. Bunun sonucunda çok sayıda gazetecinin, yazarın, aydının, siyasetçinin, iş insanının, tetikçilerin ve bugün siyasi iktidar tarafından da “paralel devlet” diye adlandırılan yapının insafına terk edildiği; çok kişinin itibarsızlaştırıldığı, mağdur edildiği trajik günler yaşadı ülkemiz.
Cemaatin stratejisi çok açıktı: Sürekli bir darbe ihtimalini sıcak tutarak ülkenin normalleşmesini sürekli ertelemek, böylelikle hükümetin kendisine (ve dolayısıyla devlet içindeki özerk yapılanmasına) bağımlılığını sürekli kılmak. Bu “darbe tehdidi” ısrarının siyasi iktidarı bir süre sonra bunalttığından ise, Başbakan’ın bitmek bilmeyen soruşturma dalgalarından alenen şikâyet etmesiyle haberdar olduk.
7 Şubat 2012 günü patlak veren MİT krizinden bu yana sayısız “bumerang”, yani “geri tepen silah” olayına tanık olmuştuk, cemaatin, hükümeti ve Başbakan’ı yolsuzluk/rüşvet iddialarıyla köşeye sıkıştırdığı için “darbeci” olarak yaftalanması yeni bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Etme bulma dünyası.
7 yıl geçti, Türkiye’nin Hrant sevgisi artıyor. Hrant bize, bu ülke için karamsarlığa kapılmanın yanlış olduğunu, umutsuzluğa yer olmadığını gösteriyor.