Şampiy10
Magazin
Gündem

Hasar tespit raporu-1

Recep Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen... Türkiye’nin bu iki en güçlü ismi ve onların içinde yer aldıkları/başını çektikleri toplumsal/siyasal hareketler, sırf egemen sistemi tedirgin ettikleri için nice badireler atlattı, sıkıntılar yaşadı, bedeller ödedi. Bu kader ortaklığının da etkisiyle olsa gerek, yaklaşık 7 yıl önce ittifaka gittiler ve elbirliğiyle askeri vesayeti büyük ölçüde etkisizleştirdiler. Fakat bu zaferin ardından da kendi aralarında kıyasıya bir iktidar mücadelesine giriştiler.

Gerçekten alışılmadık türden bir mücadele bu. Öyle ki Gülen cemaati, tarihinde ilk kez can damarı olan dershanelerin kapatılması tehdidiyle karşı karşıya. Buna karşılık AKP iktidarı da en hassas olduğu noktada, yolsuzluklar konusunda tarihinin en büyük darbesini aldı. İşte bu yazıda cemaat ile hükümet arasındaki meydan muharebesinde bir durum ve hasar tespiti yapmak istiyorum ve savaşın daha uzun bir süre devam edeceğini varsayarak bu raporları belirli periyotlarla güncellemeyi düşünüyorum.

Hükümet ağır yaralı

17 Aralık operasyonuyla hükümetin çok ağır bir yara aldığı muhakkak. Bunun birkaç boyutu söz konusu:

1) Tabii ki öncelikle yolsuzluk boyutu. Bir anda dört bakanın birden adının çok geniş kapsamlı bir yolsuzluk operasyonunda geçmesi hükümet için başlı başına bir felaket oldu. Üstelik bunun tam da yerel seçim arifesine denk gelmesi faturanın katlanmasına yol açabilir.

2) Bu bakanların hiçbirinin, en azından bu yazıyı yazdığım ana kadar, kamuoyunun karşısına çıkıp kendisini ve oğlunu savun(a)mamış olması AKP’deki erozyonun şiddetini artırdı.

3) Gerek hükümet, gerekse onun kontrolündeki medya bu iddiaları etkisizleştirebilecek elle tutulur bir argüman geliştiremedi. Ne “Dış bağlantı” ne de “siyaseti itibarsızlaştırma” suçlamalarının böylesine büyük bir soruşturmanın ağırlığını hafifletmesi mümkün olabilirdi; olamayacak da.

4) Üstüne üstlük hükümet, dün de yazdığımız gibi, soruşturmayı yürütenlerin büyük bölümünü alelacele görevden alarak tuzağa düştü. Böylelikle hem çaresizliğini göstermiş oldu, hem de iddiaların sonuna kadar gidilmesine engel olacakmış gibi bir algı yarattı.

5) 17 Aralık operasyonu, eski günlerdeki gibi, sadece hükümet olmakla kalmayıp aynı zamanda devlet de olduklarını övünerek söyleyen AKP’liler için çok büyük bir şok oldu. Önce Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “devlet içinde illegal bir örgüt”ten, ardından Başbakan Erdoğan’ın büyük bir hiddetle “devlet içinde devlet”ten bahsetmeleri ve bunları kazıyacaklarını söylemeleri Türkiye’de yepyeni bir dönemin başlayacağının işaretidir. Herhâlde bu dönemin startı, haftaya yapılması beklenen geniş çaplı kabine değişikliğiyle verilecek.

Cemaat sapasağlam

17 Aralık’tan Gülen cemaatinin ayakta, hatta dershane kriziyle birlikte almış olduğu yaraları sarmış olarak çıktığı söylenebilir. Ancak süreç henüz bitmiş değil. Henüz, birkaç polis şefinin görevden alınması dışında hükümetin herhangi bir misillemesine tanık olmadık. Fakat çok geçmeden 17 Aralık operasyonunun çapına denk düşecek bir cevap gelebilir ve cemaatin büyük ölçüde bürokrasi içinde varlığını sürdüren “sivil olmayan kanat“ı hedef alınabilir.

Aslına bakılacak olursa “cemaat kadrolarını devletten ayıklama” projesi uzun zamandır gündemde ve cemaat de herhâlde buna göre bazı tedbirler almıştır. Lakin Gülen hareketi için çok daha büyük bir risk söz konusu: Hükümetin, cemaatin sivil kanadını kırmaya veya en azından aşındırmaya yönelik adımlar atması ki dershane projesi buna açık bir örnekti.

Fildişi kule

Burada şu notu düşmekte fayda var: Ergenekon, Balyoz vb. süreçlerde hükümet ve cemaat el ele “taraf olmayan bertaraf olur” şiarıyla toplumu kafalarına göre ak ve kara olarak ikiye bölmüş, gri bir alana izin vermemişlerdi. Şimdi iki taraf da, birbirleriyle olan kavgalarına kendi saflarından katılmaları için üçüncü şahıslar arıyor. Her ne kadar cemaate olan hınçlarını hükümet veya hükümete/Erdoğan’a olan hınçlarını cemaat üzerinden çıkarmak isteyen az sayıda kişi çıksa da çoğunluk olup biteni uzaktan, fildişi kuleden ve galiba pek de şikâyetçi olmadan izlemekle yetiniyor.

Yazının devamı...

Misillemeyi beklerken...

Dün, AKP hükümetinin çok kırılgan bir görüntü verdiğini, gafil avlanmışa benzediğini, bununla birlikte çok sert tepki gösterirse de şaşırmamamız gerektiğini söylemiştik. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın dünkü basın toplantısından misillemenin yakın olduğunu çıkarabiliriz. Her ne kadar o “cemaati hedef almayın“ dediyse de hedefte Gülen hareketinin olacağı kesindir.

7 Şubat dersleri

Ne var ki hükümetin işi hayli zor. Çünkü inisiyatif Başbakan Erdoğan’ın tabiriyle “karşı taraf“ta. Zira 7 Şubat 2012 tarihli MİT krizinden epey ders çıkarmışa benziyorlar. O gün özel yetkili savcı, hükümetin siyasi bir kararını, PKK ile Oslo’da görüşülmesini suç sayıp MİT yetkililerini sorgulamak ve muhtemelen tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk etmek istemişti. Hükümetin olaya müdahalesinin ardından savcı Sadrettin Sarıkaya’ya cemaatin yayın organları dışında pek sahip çıkan olmamıştı.

Hükümetin çaresizliği

Bu sefer AKP tabanı dâhil genel kamuoyunun son derece hassas olduğu yolsuzluk iddiaları soruşturuluyor. Hükümetin, güçlü delillerle kotarılmış olması ihtimali hayli yüksek bir yolsuzluk operasyonuna müdahale etmesinin, hele yerel seçimler öncesinde kendi tabanında da kırılmalar yaratabileceği, Erdoğan’ın, diğer AKP kurmayları ve başkan adaylarının imajlarını çok olumsuz etkileyeceği açıktır. Yerel seçimler sonrasına ertelendiği söylenen, polis ve adliyedeki Gülen cemaatine bağlı isimlerin ayıklanmasına şimdi kalkışılması durumunda da benzer bir durum söz konusu olacaktır. Ne var ki siyasi iktidarın bu tuzağa kolaylıkla düşmüş olduğunu gördük.

Eğer hükümet bunun bir tuzak olduğunu görmemişse veya görmesine rağmen bu tuzağa düşmüşse, her iki durumda da çaresiz kaldığı sonucuna varabiliriz. Bu arada, siyasi iktidarın kendisini bu kadar doğrudan ilgilendiren bir operasyondan haberdar olmaması veya olsa da engelleyememesi, ayrı bir çaresizlik göstergesidir.

Cemaatin yolsuzluk duyarlılığı

Şu anda psikolojik anlamda da inisiyatif cemaatte. Kamuoyu operasyonla ilgili dört bir kanaldan akan bilgilerle cezbedilirken, benim gibi “eğer cemaat-hükümet savaşı bu noktaya gelmemiş olsaydı bu operasyonlar yine yapılır mıydı? diye soranlar, “onu bırakın, hırsızlara bakın” veya “hırsızın hiç mi suçu yok” gibi basit sözlerle susturulmak isteniyor.

Ama olay hiç de bu kadar basit değil. 12 yıla yaklaşan AKP iktidarı döneminde Gülen cemaatinin yolsuzluklar konusunda kayda değer bir duyarlılık gösterdiğine tanık olmadık; medyasında AKP hükümetini rahatsız edecek herhangi bir yolsuzluk haberi de görmedik, hatta Deniz Feneri soruşturmasının örtülmesine katkıda bulunmuş olduklarını da biliyoruz. Yine polis ve adliyedeki cemaat kadrolarının bunca zaman boyunca AKP’yi hedef alan ciddi soruşturmalar yapmamış olduğu da açık. Buna karşılık, zor zamanlarda devreye sokmak için bu konuda ciddi hazırlıklar yapmış olduklarını da 17 Aralık itibariyle öğrenmiş olduk ve hiç de şaşırmadık. Bundan sonra, hükümetin bütün müdahalelerine rağmen başka ve kim bilir belki çok daha büyük operasyonlar da olabilir.

Lakin Arınç’ın dünkü basın toplantısından, siyasi iktidarın inisiyatifi cemaatten almak istediğini net bir şekilde çıkartabiliyoruz. Kilit cümlenin “devlet içinde illegal bir örgüt varsa bulmak boynumuzun borcudur“ olduğu aşikâr. Hükümete yakın medyada ne zamandır cemaate “illegal örgüt“ muamelesi yapılacağının işaretlerini almış olduğumuz için şaşırmadık. Fakat Arınç’tan kısa süre sonra Başbakan Erdoğan’ın çok daha açık ve net bir şekilde devlet içinde bir “çete”nin varlığını kabul etmesi beklenmiyordu.

Erdoğan’ın “bunlar devlet içinde devlet olmuştur. Bu örgütlenmeyi kesinlikle ortaya çıkaracağız. Babamızın oğlu olsa tanımayız. Şuymuş buymuş bizi ilgilendirmiyor“ dediği göz önüne alınırsa, hükümetin misillemesinin, cevabının çok şiddetli olacağı anlaşılıyor.

Türkiye’de yepyeni bir dönem başlamak üzere...

Yazının devamı...

7 Şubat’tan 17 Aralık’a cemaat-hükümet savaşı

Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasında 2007’de kurulmuş gibi gözüken ittifakta birçok kırılma noktasına tanık olmuştuk. Bunların ilk akla gelenleri ÇYDD Başkanı Prof. Türkan Saylan’ın evinin Ergenekon soruşturması kapsamında polis tarafından basılması (13 Nisan 2009); Mavi Marmara olayının (31 Mayıs 2010) ardından Gülen’in Wall Street Journal’a mülakat vererek İsrail yanlısı pozisyon alması; gazeteciler Ahmet Şık ile Nedim Şener’in Odatv soruşturması kapsamında tutuklanmaları (3 Mart 2011); Prof. Büşra Ersanlı ve yayıncı Ragıp Zarakolu’nun KCK soruşturması kapsamında tutuklanmaları (28 Ekim 2011) ve nihayet MİT Müsteşarı Hakan Fidan başta olmak üzere eski ve görevdeki bazı MİT yöneticilerinin PKK ile Oslo görüşmelerini yürüttükleri için özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya tarafından ifadeye çağırılması (7 Şubat 2012).

Zincirin son halkası

Dün bu zincire yepyeni bir halka daha eklendi. Cemaat ile hükümet arasındaki meydan muharebesinin biraz diner gibi gözüktüğü bir ortamda, ilk olarak önceki gün İstanbul Milletvekili Hakan Şükür, oldukça kapsamlı ve Başbakan Erdoğan’ı da doğrudan eleştiren bir açıklamayla AKP’den istifa etti. Başbakan’ın verdiği tepkiden, bu istifadan son derece rahatsız olduğu anlaşılıyor.

Erdoğan, dün İstanbul’da düzenlenen yolsuzluk operasyonuna doğrudan bir tepki vermedi ancak Konya’da çok öfkeli bir konuşma yaptı. Onun “Arkasına karanlık odakları alanlar, çeteleri alanlar bu ülkeye istikamet çizemezler. Arkasına sermayenin medyanın gücünü alanlar bu ülkeye istikamet çizemezler. Türkiye içinde ve dışında birtakım karanlık çevreleri alanlar istikametiyle oynayamazlar. Ayarlarını değiştiremezler. Türkiye, üzerinde operasyon yapılacak, ameliyat yapılacak bir ülke değildir. AK Parti iktidarı buna izin vermez” sözlerinin muhatabının doğrudan Gülen cemaati olduğuna, dolayısıyla MİT krizine benzer, yer yer ondan daha ciddi bir krizin söz konusu olduğuna inanıyorum.

Neden böyle düşündüğümü, operasyondan birkaç saat sonra kaleme aldığım “Kim daha çok kaybedecek?” (http://www.rusencakir.com/Kim-daha-cok-kaybedecek/2336) başlıklı yazıda ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalıştım.

Cemaatin tepkisi

Cemaate gelince... Zaman Gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce dün Twitter üzerinden “Devam eden operasyonu, Hizmet hareketini adres göstererek hedef saptırma gayretleri var. Yargı ve emniyette tasfiye edildikleri bangır bangır söylenen insanlar, cumhuriyet tarihinin en derin operasyonuna nasıl imza atıyor? Bu operasyon, devlet operasyonudur. Hangi devlet diye sormak yerine Gezi olaylarından beri olan bitene bakılsın...” diyerek olayın cemaatle alakası olmadığını savundu. Onun dışında cemaat ile organik ilişkisi olduğunu bildiğimiz kişilerin bu kadar bağlayıcı açıklamalar yaptığını şahsen görmedim. Tabii ki, operasyonu, benim gibi cemaat ile ilişkilendirenlerle “her taşın altında cemaat arıyorsunuz. Herhâlde helikopterleri de cemaatin düşürdüğüne inanıyorsunuz” diyenler oldu. Fakat bu arada operasyonla ilgili haberleri en geniş biçimde cemaate yakın medya kuruluşlarının verdiğini, hükümet yanlısı (ve denetimindeki) medyanın da olayı olabildiğince örtmeye çalıştığını gördük.

Tabii bir de medyadaki bazı iliştirilmiş isimlerin, daha haber duyulur duyulmaz bunu “AKP’nin göz boyama operasyonu” olarak göstermeye çalışmaları var. Gerek medyanın farklı kesimlerinin olayı ele alış şekli, gerekse siyasi iktidar temsilcilerinin operasyondan rahatsızlıklarının aleni olması, bu “analiz”in manipülasyon olduğunu kanıtlıyor.

Hükümetin kırılganlığı

“Peki bundan sonra ne olur?” diye sorulacak olursa, öncelikle cemaatin “en iyi savunma saldırıdır” taktiğini benimsemiş olduğunu tekrarlayıp, polis-adliye ekseninde hükümeti rahatsız edecek yeni hamlelere; bu arada büyük ölçüde sosyal medya üzerinden yürütülecek kapsamlı bir kampanyaya tanık olabileceğimizi söyleyelim.

Hükümete gelince; güçlü delillerle kotarılmış olması ihtimali hayli yüksek bir yolsuzluk operasyonuna müdahale etmeye çalışması, hele yerel seçimler öncesinde, kendisini epey olumsuz etkileyecektir. Yerel seçimler sonrasına ertelendiği söylenirken, polis ve adliyedeki Gülen cemaatine bağlı isimleri şimdi ayıklamaya kalkışması durumunda da benzer bir durum söz konusu olacaktır.

Kısacası AKP hükümeti çok kırılgan bir görüntü veriyor, gafil avlanmışa benziyor. Fakat buna rağmen siyasi iktidardan çok sert tepkiler gelirse de şaşırmayalım.

Yazının devamı...

Cemaat-hükümet meydan muharebesi: Kim kazanır?

Fethullah Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasındaki, birkaç gündür hız kesmiş gözüken savaş hakkında en sık sorulan soru hiç tartışmasız şu: “Kim kazanır?”

Daha önceki yazılarımda birkaç kez “bu savaşın galibi olmaz” demiş, hatta bundan üçüncü şahısların da kazanma ihtimalinin yüksek olmadığını ileri sürmüştüm. Çünkü her ne kadar taraflar “milli irade”, “girişim özgürlüğü”, “demokrasi”, “basın özgürlüğü” gibi değerleri öne çıkarttıklarını iddia etseler de tam bir iktidar savaşına tanık oluyoruz. Kısacası bu savaştan Türkiye’nin daha özgürleşerek, demokratikleşerek çıkacağını öngörmek hayalcilik olacaktır.

Sevgi ilişkisi değil alışveriş

Bununla birlikte, devlet imkânlarına sahip olma avantajıyla hükümetin bu savaştan galip ayrılmamasının imkânsız olduğunda ısrar edenler var. Kendilerine, zaten savaşın asıl nedeninin cemaatin devlet içindeki kadrolaşması olduğunu, yani hükümetin cemaate karşı devlet imkânlarını mutlak bir şekilde kullanmasının zor olduğunu hatırlatıp hatta tam tersi durumların söz konusu olabileceğini söylediğinizde, “bu konu artık çok önemli değil, zira bunların bir kısmı çoktan tasfiye edildi, geri kalanların çoğu da etkisizleştiriliyor” cevabını alıyorsunuz. Cemaatin devlet içindeki gücünün budanması ne kadar mümkün olabilir, emin değilim. Kaldı ki, bu gerçekleşse bile hükümetin cemaate karşı bariz bir üstünlük kurmasının hiç de kolay olduğu söylenemez.

Bu konuda Türkiye’de İslamcı düşünceyi ve İslami hareketliliği en iyi bilen isim olan Prof. İsmail Kara’ya başvurabiliriz. Kara, dünkü Yeni Şafak Gazetesi’nde Yusuf Genç’e verdiği mülakatta İslami cemaatler hakkında çok önemli, çarpıcı ve doğru şeyler söylüyor. Öncelikle onun şu sözlerinin altını çizelim:

“Cemaatler ve tarikatlar siyasi tercihlerinde çok realist davranırlar ve tek başlarına da karar vermezler. Baktıkları, hesaba kattıkları yerler vardır hep. Onun için AKP ile cemaat arasındaki kriz öncesi ilişkileri bir yakınlık, fikir beraberliği ve sevgi ilişkisi olmaktan ziyade kendilerinden başka tarafları da olan bir mutabakat ve alışveriş olarak görmek daha doğru olur.”

Cemaatlerin tecrübe havuzu

Cemaat-siyasi iktidar ilişkilerinin uluslararası boyutları olduğuna da dikkat çeken Prof. Kara’nın şu tespitleriniyse hükümetin bu savaştan galip ayrılmasının çok da kolay olmayacağı önermemize dayanak yapabiliriz: “Tarikat ve cemaatlerin kriz anlarında devreye soktukları tecrübe havuzları ve hafızaları siyasi partilerden daha kuvvetli ve daha uzun tarihlidir. Daha zengin ve daha imkânlıdır. Uzun ömürlü, değişerek devam etmeye hazırlıklı, dönüşmeye mütehammil olmaları da belki bununla alakalı. Siyaset alanı pratik ve pragmatiktir derler, bu doğru. Cemaatlerin bu taraflarının gelişkin olmadığını kim söylemiş!”

Prof. Kara’ya katılıyorum: Cemaatlerin, özel olarak da Gülen hareketinin en büyük avantajı, çok geniş, deneyimli, etkili bir sosyal tabana sahip olması ve farklı alanlarda faaliyet yürütmesine ek olarak son derece zengin bir siyasi tecrübeye de sahip olmasıdır. Buna karşılık siyasi açıdan çok güçlü olan AKP’nin sosyal düzlemde cemaat ile rekabet edebilmesinin pek mümkün olamadığını gözlemliyoruz. Dershanelere yönelik projeyi de bu bağlamda, yani bükülemeyen bileği kırma girişimi olarak değerlendirebiliriz.

Bu yazıyı da hiç çekinmeden “bu savaşın galibi olmaz” diye bitirmekte herhangi bir sakınca yok.

Yazının devamı...

Cemaat o hatadan dönme fırsatını tepmemiş olsaydı...

3 Mart 2011 Perşembe günü sabahı polisler gazeteciler Nedim Şener ve Ahmet Şık’ı gözaltına aldılar. Bu olay gerek Ergenekon süreci, gerekse hükümet ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki ilişkiler noktasında tam bir kırılma noktası oldu. Öyle ki artık alenileşen hükümet-cemaat savaşında, siyasi iktidar yanlılarının, gecikmeli de olsa, Cemaat’in devlet içinde kadrolaşması ve devlet imkanlarını kendi amaçları için kullanmasına örnek olarak sıklıkla Ahmet-Nedim olayını gösteriyorlar.

Şimdi bir hafıza tazelemesi yapalım ve Zaman Gazetesi’nin birkaç günlük yayınlarına bakarak Cemaat’in nasıl böylesine stratejik bir hatadan dönme fırsatını tepmiş olduğunu hatırlayalım. 5 Mart günü Zaman, Başbakan Erdoğan’ın “Bırakın yargı işini yapsın” sözlerini manşete taşımış. Hemen altında üç gazeteciden gözaltıları meşrulaştırmak amacıyla görüş almış. Bunlardan biri şu an Cemaat’e en fazla saldıranlar arasında yer alıyor. Diğer ikisinin de tercihlerini Cemaat’ten yana yapmadıklarını görüyoruz. Bu yazının başlığı “Yargı sürecini beklemeden zanlıları suçsuz göstermek doğru değil.”

Halbuki hukuk devleti, bunun tam tersinin, yani “Yargı sürecini beklemeden zanlıları suçlu göstermek doğru değil” tespitinin üzerinde yükselir.

Gül’ün kaygıları

Neyse, aynı gün, İstanbul’da bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Milliyet’in o tarihteki Ankara Temsilcisi Fikret Bila’na telefonda Ahmet-Nedim olayından duyduğu rahatsızlığı anlattı. Bila’dan Gül’ün sözlerini aktaralım: “Yargının, hâkim ve savcıların işine karışmam söz konusu olamaz. Ancak olup bitenleri takip ettiğimde intibaım şu ki; kamu vicdanında kabul görmeyen bazı gelişmeler oluyor. Bu hal, Türkiye’nin geldiği ve herkes tarafından takdir edilen görüntüsünü gölgelemektedir. Bundan kaygı duyuyorum.”

Yine Bila’dan Gül’ün savcı ve hâkimlerden beklentisini şöyle dile getirdiğini öğreniyoruz: “Savcılardan ve mahkemelerden sorumluluklarını yerine getirirken daha titiz davranmalarını; insanların ve kurumların onur ve hukuklarının zedelenmesine yol açmayacak şekilde davranmalarını beklemekteyim.”

Gül aynı gün Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı’yı Tarabya’daki ofisinde kabul etti ve ona da aynı mesajları verdi. Fakat Zaman Gazetesi manşete Gül’ün kaygısını değil de “Umarım hiçbir gazeteci mesleğini başka bir amaç için kullanmaz” sözünü çıkardı. Gül’ün “kamu vicdanında kabul görmeyen bazı gelişmeler” vurgusu atlanarak sadece Türkiye’nin imajından kaygı duyuyormuş gibi bir manşet hazırlandı.

Mesaja karşı mesaj

Ne var ki Cumhurbaşkanı’nın, Zaman’ın üstüne örtmek istediği mesajları muhatapları tarafından anında alındı ve Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz hemen o gün, kendisine cevap verdi. Zaman bu açıklamayı, “Gözaltıların gazetecilikle ilgisi yok” üst başlığı ve “Açıklanamayacak deliller var” manşetiyle verdi. Yine o gün Taraf Gazetesi de “Gazetecilikten tutuklanmadılar” gibi utanç verici bir manşet attı.

Konumuz Taraf ve bu gazetenin kimleri hangi mayınlı arazilerden nasıl ve neden geçirdiği değil. Amacım, Gülen cemaatinin stratejik bir hatayı telafi etmesi için kendisine sunulmuş olan bir fırsatı nasıl heba ettiğini hatırlatmak. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın son derece dikkatli sözlerle dile getirdiği kaygılara, “Bu görevi yerine getirirken hiçbir makam ve merci tarafımıza emir ve talimat veremez, yönlendirmede bulunamaz, sorumluluk sahibi herkes bu yöndeki davranış ve değerlendirmelerden titizlikle kaçınmalıdır” gibi bir cevap vermiş olan Zekeriya Öz, birkaç gün sonra terfi yoluyla kızağa çekildi. Onun ardından da, tartışmalı operasyonlarda birinci derecede sorumluluğu bulunan bazı polis şefleri benzer bir akıbetle karşı karşıya kaldılar.

Cemaat’in o tarihteki peş peşe stratejik hatalarının aşırı özgüvenden kaynaklandığını düşünüyorum. Tabii bir de bu tür hataların faturasının esas olarak hükümete kesileceğini düşünüyorlardı ki öyle oldu: tek başına Ahmet ve Nedim olayı bile siyasi iktidara içerde ve dışarda ciddi bir kredi erozyonu yaşattı.

Ama zaman geçti, aynı siyasi iktidar bu sefer Cemaat’in önüne çok daha ağır bir fatura koyuyor. Tabii bunda, Ahmet-Nedim olayından yaklaşık bir yıl sonra patlak veren MİT krizinin payı hayli fazla.

İşte şimdi hep birlikte bu hesaplaşmanın nasıl gelişip sonuçlanacağını merak ediyoruz.

Yazının devamı...

Beş soruda cemaatin “sivil kanadı” tartışmasına devam

Dünkü yazıda son derece kırılgan bir konuyu, Gülen cemaati içindeki farklı kanatları, bunların içinden “sivil” olanını öne çıkararak tartışmaya

çalıştık. Bugün, bu hayati tartışmayı o yazıya gelen bazı itiraz, eleştiri ve sorulardan hareketle sürdürmek istiyorum. İşte “cemaatin sivil kanadı” tespitinden hareketle öne çıkan beş soru ve bunlara cevaplarım:

1) Öncelik neden “sivil olmayan” değil de sivil kanada?

Son dönemde Gülen cemaati üzerine kaleme alınan yazılarda “sivil olmayan” kanat, daha çok da emniyet ve adliyedeki cemaat örgütlenmesi öne çıkarılıyor. Bunun artık eskisi kadar anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü cemaati geleceğe taşıyabilecek özgürlükçü, demokrasi yanlısı çizgi büyük ölçüde “sivil” kanat tarafından sahipleniliyor. Öte yandan hükümetin bazı savcı, yargıç ve polis şefleri başta olmak üzere cemaatin devlet içindeki çok sayıda kilit ismini pasifize etmesiyle birlikte “sivil olmayan kanat” eski güç ve ağırlığını da kaybetti. Dolayısıyla bir süredir “sivil” kanadın önünün çok daha fazla açık olduğunu söyleyebiliriz.

2) Neden “güvercinler-şahinler” değil de “sivil-sivil olmayan” ayrımı?

Çok yerinde bir soru. Ne var ki “güvercin-şahin” ayrımında esas olan olaylara bakıştır. Buna karşılık Gülen cemaati için yaptığım “sivil-sivil olmayan” tanımlamalarında esas olarak Cemaat mensuplarının olaylara bakışlarını değil çalıştıkları alanları temel aldım. Buna göre Gülen cemaatinin “sivil” kanadı eğitim, medya, iş dünyası gibi şeffaf alanlarda faaliyet yürütenleri kapsarken, “sivil olmayan” kanat derken, şeffaflıktan uzak bir alanda, devlet içinde, özellikle de yargı ve güvenlik bürokrasisinde görev yapanları işaret etmek istedim. Sivil alanlarda yer alıp pekâlâ “şahin” pozisyonlara sahip olanlar çıkabileceği gibi (örneğin medyaya iliştirilmiş bazı isimler), “sivil olmayan” alanlarda görev yapmakla birlikte, örneğin Kürt sorununun çözümünde daha ılımlı pozisyonlara sahip olan, çözüm sürecini destekleyen kişiler de olabilir.

3) Bu iki kanat birbirinden habersiz mi?

Tabii ki birbirlerinden haberleri var. Ancak her hareketlerini koordineli bir şekilde yaptıkları, her konuda birlikte hareket ettikleri de söylenemez. Aslında uzun bir süre cemaatin mükemmel bir uyum içinde birlikte hareket ettiğini gördük. Bu, Ergenekon sürecinin ilk dönemlerine kadar devam etti. Fakat Hanefi Avcı, Nedim Şener-Ahmet Şık ve MİT krizi gibi olaylar sivil kanada çok büyük zorluklar yaşattı. İzah etmekte zorlandıkları için bu işlerle hiçbir şekilde ilgileri olmadığında ısrar ettiler. Ne var ki dershane kriziyle birlikte hükümetin de cemaate yönelik suçlamalara onay vermesi üzerine işin rengi değişti.

4) İki kanadın arasında sorunlar var mı?

Yukarıda sözünü ettiğimiz kriz anlarında yaşanan zorluklar sivil kanadın, diğer kesime daha fazla eleştirel bakmasına yol açtı. Özellikle cemaatin gizli kapaklı işler çevirdiği ve bu yüzden AKP hükümetiyle kavgalı olduğu algısı, “sivil” kanadın işlerini zorlaştırıyor ve son dershaneler örneğinde olduğu gibi cemaatin kurumlarını ve kazanımlarını risk altında bırakıyor.

5) Cemaat içinde Fethullah Gülen’den bağımsız hareket eden kişi ya da gruplar olabilir mi?

Sanmıyorum. Yukarda sözünü ettiğimiz ve her biri cemaati olumsuz anlamda ciddi olarak etkileyen krizlere birileri kendi başlarına neden olmuş olsalardı hükümet-cemaat kavgası bu derece şiddetlenmezdi. Şu ana kadarki işaretler, cemaatin tüm mensuplarına sonuna kadar sahip çıkacaklarını, son günlerin moda tabiriyle kimseyi “yedirmeyeceklerini“ gösteriyor. Ama hükümetin bu konudaki ısrarı nedeniyle kavga bir türlü bitmiyor.

Yazının devamı...

Gülen cemaatinin “sivil” kanadı

Geçen yıl nisan ayında Fethullah Gülen cemaati içinde etkin pozisyonlara sahip epey kalabalık bir grupla üç saati aşkın süren, benim deyimimle, “damardan” bir sohbet yapmıştık. Bu buluşmayı, ertesi günkü yazımda (Yıllar sonra Gülen cemaatiyle baş başa) şu cümleyle özetlemiştim: “Gülen cemaati içinde ‘sivil’ kanadın, dizginleri yeniden ele almakta olduğunu düşünüyorum ki bu herkesin hayrına bir gelişme.” Yazıdaki “Gülen cemaati içindeki ‘sivil’ kanat” tabiri çok dikkat çekti ve hâliyle tepki topladı. Cemaate mensup bazı kişiler “bizde kanatlar yok. Hele sivil/askeri gibi ayrımlar hiç yok” derken, kendilerini cemaate karşı konumlandıran bazıları da benim bu cümleyle Gülen hareketini hoş göstermeye çalıştığımı ileri sürdü.

Sivil ve sivil olmayanlar

Öncelikle şunu vurgulamalıyım: “Sivil” kanadın karşısına “askeri” bir kanat koyuyor değilim. Onları en iyi, “sivil olmayan kanat” olarak tanımlayabiliriz. “Peki kim bunlar?” diye sorulacak olursa şöyle bir farklılaştırma yapabiliriz: Bir yanda cemaatin okullarında, dershanelerinde, gazetelerinde, televizyonlarında, dernek ve vakıflarında görev alan, adlarını bildiğimiz, kendilerine kolaylıkla ulaşıp konuşup tartışabildiğimiz bir “sivil” kanat; diğer yanda cemaatin özellikle devlet içindeki kadrolaşmasını yürüten, bu kadrolar aracılığıyla değişik stratejileri hayata geçiren, kim olduklarını bilmediğimiz, dolayısıyla kendilerine ulaşma imkânımızın bulunmadığı “sivil olmayan kanat.”

Gülen cemaati üzerindeki tartışmaların yıllardır bir yere varamamasının en temel nedeni de bu zaten: Cemaatin şeffaf olmadığını ileri sürdüğümüzde bu ikinci “sivil olmayan kanat”a atfedilen bazı faaliyetleri esas olarak gündeme getiriyoruz ama cevap, büyük ölçüde şeffaf faaliyetler yürüten “sivil kanat”tan geliyor: “Daha ne kadar şeffaf olalım?” diye soruya soruyla cevap veriyorlar.

Komplolar kimin işi?

Tartışmayı somutlaştıralım: Ben dâhil birçok kişi, Hanefi Avcı’nın, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in, sırf cemaatin özellikle emniyet teşkilatındaki kadrolaşmasıyla ilgili yazıp söyledikleri nedeniyle, bizzat suçladıkları kişilerin tezgâhladığı komplolarla mağdur edildiğine inanıyor. Cemaat medyasının da bu komploları meşrulaştırdığı hatırlandığında, en azından ilk aşamada cemaat içinde sivil/sivil olmayan ayrımına tanık olunmadı. Fakat kısa süre içinde bu kişilerin masumiyeti konusunda kamuoyunda büyük ölçüde görüş birliği oluşunca cemaatin sivil kanadında belirgin bir tutum değişikliği gözlendi. Ancak bu hiçbir zaman “Maalesef içimizde yanlış yapanlar var” gibi bir iç hesaplaşmaya dönüşmedi. Çok hassas konuları ele aldığımın farkındayım. Ancak dershane kriziyle birlikte iyice alenileşen ve giderek tırmanan hükümet-cemaat savaşını anlamak için bu konuları olabildiğince açık bir şekilde konuşup tartışabilmemiz lazım. Bu bağlamda, örneğin MİT krizi kritik bir önem arz ediyor. Başbakan Erdoğan’ın bu krizi üçüncü şahısların sırtına yüklemeyip cemaatin sorumluluk makamındaki kişileri, bu “fitne”ye yol açanları ayıklamaya çağırması olup bitenleri ve bundan sonra olabilecekleri daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir.

Savaşın bundan sonrası

Savaşın bundan sonraki aşamalarında hükümetin, cemaatin “sivil olmayan” kanadına yönelik bazı adımları gündeme gelebilir. Böylesi bir gelişme karşısında cemaatin nasıl bir tutum alacağı, bu kişileri ne ölçüde sahipleneceğiyse kavganın geleceğini belirleyecektir. Pazar günkü yazımdan (http://haber.gazetevatan.com/hesap-vermeden-hesap-sormak/590551/4/Yazarlar/73) bir alıntıyla bu hayati konuyu şimdilik bitirmek istiyorum: “Gülen cemaati içinde genç ve orta yaşlı kesimde özgürlükçü, demokratik ve sivil damarın bazılarını şaşırtacak ölçüde güçlü olduğunu gözleyen biriyim. Beklentim, dershane kriziyle birlikte tamamen değişen Türkiye atmosferinde bu yaklaşımın öne çıkması ve cemaati, ülkedeki genel demokratikleşme mücadelesine taşımaları.”

Yazının devamı...

Hanefi Avcı: Kendisi zindanda, fikri iktidarda

“Kendisi zindanda, fikri iktidarda” cümlesini, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra açılan MHP Davası’nda, partinin yöneticilerinden Agâh Oktay Güner kurmuştu. Gerçekten de en temel misyonu komünizmle mücadele olan 12 Eylül cuntasının, yine aynı misyonun sivil ayağını zindanlara doldurması çok büyük bir çelişkiydi ve bu çelişkinin ortaya çıkması için çok zaman geçmesi gerekmemişti.

Aynı cümleyi Hanefi Avcı için kurmamız içinse üç yıl geçmesi gerekiyormuş. Olayı hızla hatırlayalım: Polis teşkilatının, özellikle Emniyet istihbarat biriminin ünlü isimlerinden Hanefi Avcı Eskişehir Emniyet Müdürüyken 2010 yılı ağustos ayında “Haliç’te Yaşayan Simonlar” başlıklı bir kitap yazmış ve Fethullah Gülen cemaatinin emniyet teşkilatına sızdığı iddiasını ayrıntılarıyla dile getirmişti. Fakat ne hükümet ne de yargı Avcı’nın bu iddialarını araştırma yoluna gitti. Bunun yerine Avcı, kitapta suçladığı kişi ve gruplarca kotarıldığı anlaşılan düzmece “kanıt”larla önce Devrimci Karargâh adlı yasa dışı sol örgütle irtibatlandırılıp tutuklandı; ardından meslektaşlarımız Ahmet Şık ve Nedim Şener ile birlikte Odatv Davası’na monte edildi. Öyle ki, her iki davanın önde gelen isimlerinin çoğu tahliye edilirken Avcı bırakılmadı. Sonuçta NTV’de ‘Yazı İşleri’ özel yayınında Mirgün Cabas ile bana söylediği “bu dünyada bana cehennemi yaşatmak isteyecekler” öngörüsü gerçekleşmiş oldu.

Artık yalnız değil

Ne var ki dershane kriziyle iyice tırmanan cemaat-hükümet savaşıyla birlikte bu dünyada cehennemi yaşama sırasının Avcı’nın avcılarına geldiği anlaşılıyor. Hükümete ve Başbakan’a yakın olduklarını bildiğimiz bazı yazarlar, son günlerde cemaatin “devlet içinde devlet” gibi çalıştığını, milli irade üzerine vesayet kurmak istediğini söylerken hep Şık, Şener ve Avcı örneklerini veriyorlar. Gülen cemaatinin özellikle polis ve yargıda kadrolaştığı iddiaları hükümet çevrelerinde öylesine benimsendi ki, geçenlerdeki bir yazımda şakasını yaptığım “bu gidişle Hanefi Avcı’nın kitabı polis okullarında mecburi okuma listesine alınır” öngörüm pekâlâ tutabilir.

Bugün İstanbul’da Odatv Davası’nın duruşması var. Orada olacak ve başından itibaren bir dizi komploya kurban gittiğine inandığım Hanefi Avcı’nın son gelişmeler üzerine söyleyeceklerini kendi kulaklarımla işiteceğim. Şubat ayında kendisiyle ilgili yazdığım yazıya “Bir yalnız adam: Hanefi Avcı” (http://www.rusencakir.com/Bir-yalniz-adam-Hanefi-Avci/1940) başlığını atmıştım, üzerinden bir yıl bile geçmedi, Avcı’nın yalnızlığı azaldı. Demek ki Türkiye’de bir şeyler değişiyor ve çok şeyler de değişeceğe benziyor.

NOT: 26 Ağustos 2010 günü Mirgün Cabas ile birlikte yaptığımız NTV Yazı İşleri özel yayınında Avcı’nın söylemiş oldukları bugün daha fazla değer kazandı. Yayının tam dökümünü şuradan okuyabilirsiniz: http://www.rusencakir.com/Hanefi-Avci—-26-Agustos-2010-Yazi-Isleri-Ozel/1899

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.