Şampiy10
Magazin
Gündem

Cemaat-hükümet meydan muharebesi: Yeni notlar ve sorular

Bu yazıda, iki hafta önceki “Dershaneler meydan muharebesi: Notlar ve sorular” (http://rusencakir.com/Dershaneler-meydan-muharebesi-Notlar-ve-sorular/2250) başlıklı yazımı güncellemek istiyorum. İşe gördüğünüz gibi başlıktan başladık zira geçen süre içinde olay, tahmin ettiğimiz gibi, dershane sorunu olmayı çoktan aştı ve Türkiye’nin en önde gelen iki gücü arasındaki iktidar savaşına dönüştü.

Yeni notlar

Diğer tespitlere gelecek olursak:

1) Savaş büyük ölçüde medya üzerinden yürüyor ve cemaat bu konuda net bir şekilde hükümeti zorluyor. Bunun bir nedeni, cemaat medyasının bu tür kapsamlı kampanya yürütme konusunda daha deneyimli ve yaratıcı olması. Öte yandan tartışmanın dershanelerle ilgili kısmında hükümetin argümanlarının çok zayıf, cemaatinkilerinse daha kuvvetli olması gerçeği var. Bir başka husus da, her ne kadar dışarıdan isimlere kapılarını açmış olsalar da cemaat medyasının kilit noktalarında Gülen hareketine çok erken yaşta bağlanmış kişiler bulunuyor. Onlar bu sürece bir “dava” gibi bakarken hükümet yanlısı medyada çalışanların önemli bir kısmı için bireysel çıkarların öne çıktığı görülüyor.

2) Daha önce cemaatin önündeki üç seçeneği a) Sert muhalefet, yani direniş; b) Yumuşak, zamana yayılmış itiraz/şikayet/lobi süreci; c) İtaat olarak sıralamıştım. Hükümet (daha doğrusu Başbakan), daha önceki kriz anlarında cemaatin kavgadan kaçınmış olduğunu bildiği için üçünü seçeneğin ağır basacağını sandığı anlaşılıyor. Ama yanıldıkları ortada. Hatta ilk günlerdeki tablodan, Cemaatin itirazını zamana yaymaya yönelmeyeceğini, olabildiğince sert bir muhalefet sergileyeceğini çıkarabiliriz.

3) Gülen cemaatinin en dikkate değer özelliklerinden biri, şu ya da bu güçle mücadelesini doğrudan yürütmeyip üçüncü şahısları/odakları/kurumları muharebe alanına sürmesi olmuştur. Bu kez çok farklı bir durumla karşı karşıyayız. Fethullah Gülen başta olmak üzere cemaatin önde gelen isim ve kurumlarının hemen hemen hepsi cansiperane bir mücadele yürütüyor.

4) Dershane krizi patlak vermeden önce, cemaat, MİT kriziyle ortaya çıkan gerilimi bir nebze olsun dindirmek için alabildiğine dikkatli davranırken, medyaya iliştirilmiş ve cemaatle bağlantılı olduğu ileri sürülen bazı isimler yangına körükle gidiyorlardı. Öyle ki cemaati temsil yetkisine sahip bazı kişiler, isim vererek onları “yanlışlarınıza bizi alet etmeyin” diye yüksek perdeden uyarıyorlardı. Lakin bugün aynı kişilerin yapıp ettikleri, söyledikleri cemaatin teveccühünü kazanıyor.

5) Taraf’ın MGK haberi, bizlere, hem bu gazetede yakın dönemde yaşanmış olan ortadan ikiye bölünmenin gerçek nedenini, hem de cemaat-hükümet savaşında çok erkenden dönüşü zor bir noktaya gelinmiş olduğunu gösterdi.

Eski sorulara yeni cevaplar

15 gün önceki yazımızda 5 soru sormuştuk. Geçen süre zarfında, Başbakan Erdoğan‘ın tam da yerel seçimlerin (ve ondan kısa süre sonra yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin) arifesinde neden böyle bir risk aldığı sorusunun cevabı henüz netleşmiş değil. Buna karşılık cemaatin AKP ile arasının iyice açıldığını ancak herhangi bir partiye destek açıklaması yapılmadığını gördük. Sanmıyorum ki böyle bir açıklama yapılsın, ancak dershane krizi boyunca CHP’nin cemaate yakın bir üslup benimsemesi, özellikle İstanbul’da cemaatin siyasi tercihini etkileyebilir.

Dershaneler üzerinden yaşanan kavganın başka alanlara da sarkabileceği anlaşılıyor ama henüz somut bir gelişmeye tanık olmadık. Hem hükümet hem de cemaatle iyi ilişkiler içinde olan kişi ve kurumların yavaş yavaş saflarını seçtiklerini ve göründüğü kadarıyla hükümetin ağır bastığını söyleyebiliriz. Son olarak, cemaat ve hükümete ayrı ayrı karşı olan kişi ve odaklardan bu kavgayı uzaktan ve keyifle izlemenin dışında müdahale etmeye kalkışan pek çıkmadı, çıkacağa da benzemiyor.

Yeni sorular

15 gün boyunca yaşananlardan hareketle ortaya çıkan yeni sorulara gelecek olursak:

1) Tarafların uzlaşma ihtimali tamamen sıfırlandı mı? Değilse bir uzlaşma ne kadar sürede, nasıl ve hangi şartlarda mümkün olabilir?

2) MGK haberinin devamı gelecek mi, daha doğrusu nasıl gelecek? Yeni kasetlere, ortam dinlemelerine tanık olacak mıyız?

3) Hükümetin bu ve benzeri haberlere cevabı ne olacak?

4) Cemaat ile hükümetin müttefik oldukları 2007-2012 yılları arasının sırları ortaya dökülmeye başlayacak mı?

Yazının devamı...

Esad Coşan-Erbakan çekişmesi tekerrür mü ediyor?

Fethullah Gülen-hükümet kavgası alenileşince Gülen ve takipçilerine, akıbetlerinin Esad Coşan gibi olacağı uyarısını yapanlar oldu.

Cemaat-hükümet, buna bağlı olarak Fethullah Gülen - R. Tayyip Erdoğan kavgası akıllara bir şekilde, yaklaşık 25 yıl önceki Mahmut Esad Coşan - Necmettin Erbakan kavgasını getiriyor.

Geçmişteki olayı özetlemeye çalışalım: Milli Görüş hareketinin ilk partileri olan Milli Nizam Partisi ve Milli Selamet Partisi Nakşibendiliğin en önemli kollarından olan İskender Paşa Dergâhı’nın şeyhi Mehmet Zahid Kotku’nun teşvik ve destekleriyle kurulmuştu. Kotku, kasım 1980’de vefat edince yerini damadı Coşan aldı. Süreç içerisinde Refah Partisi (RP) lideri Erbakan, kendisinden 12 yaş küçük Coşan’ın manevi otoritesine tabi olmadı. İslami kesimde siyasi-dini ayrışmasını dayatan Erbakan ve arkadaşları, tüm cemaatleri yalnızca dini ve toplumsal işlevlerle sınırlayıp, siyasi misyonun yalnız kendileri tarafından yerine getirilebileceğini işlediler.


Büyük kopuş

Politikaya bulaşmaktan ürken cemaat otoriteleri başlangıçta bu tutumu anlayışla karşılayıp onayladılar. Fakat zamanla politikanın bütün alanların önüne geçtiğini, giderek otoritelerinin zayıfladığını, Erbakan’ın gölgesinde kaldıklarını fark edince itirazlara başladılar. Bu konuda Coşan hayli öne çıktı. İlk olarak tarikata bağlı İslam Mecmuası gibi yayın organlarında üstü kapalı dillendirilen bu itirazların zamanla Erbakan’a karşı bir isyana dönüştüğü, Coşan’ın 26 Mayıs 1990‘da İstanbul’da yaptığı ve kayıtları elden ele dolaşan konuşmada ortaya çıktı. Sonuçta Coşan Milli Görüş’le tüm ilişkisini kopardı ama tarikatın tüm bağlıları onu dinlemedi. (Keşke Hasan Hüseyin Ceylan, Zahid Akman, Zekeriya Kahraman gibi yakın öğrencileri o günleri yazsalar.) O da, duyurduğu partiyi kuramadan 28 Şubat sürecinde Avustralya’ya gönüllü sürgüne gitti ve 4 Şubat 2001 günü Sydney yakınlarında bir trafik kazasında hayatını kaybetti.

Benzerlik ve farklılıklar

Cemaat-hükümet kavgasının dershaneler üzerinden alenileşmesiyle birlikte, Gülen ve onun takipçilerine akıbetlerinin Coşan gibi olacağı, yani siyasete karşı yenik düşmelerinin kaçınılmaz olduğu uyarılarını yapanlar oldu. Bu kavgadan kim galip ayrılır bilinmez ama bugünkü Gülen-Erdoğan gerilimiyle dünkü Coşan-Erbakan çatışmasının farklılıklarının benzerliklerinden fazla olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki:

1) İskender Paşa dergâhı başından beri Milli Görüş’ün içinde yer aldı, hatta Kotku döneminde onu yönlendirdi. Gülen cemaatiyse, Milli Görüş’ün içinde değil dışındaydı. Ona karşı hep mesafeli oldu ve kuşkuyla baktı.

2) Coşan Erbakan’la yollarını RP iktidara gelmeden ayırdı. Gülen ise Erbakan’ın öğrencileriyle yollarını onlar iktidara geldikten sonra birleştirdi, ama bir aşamadan sonra bu ittifak dağıldı. Yani ilkinde bir hareketin, ikincisinde tüm ülkenin iktidarını paylaşma mücadelesi söz konusu.

3) İskender Paşa cemaati siyasete ilgisini hiçbir zaman gizlememiştir. Gülen cemaatiyse, pratikte ne yaşanırsa yaşansın, kendisini hep “siyasetlerüstü” olarak konumlandırmaya çalışmıştır. Bugün bile hükümetle kavganın esas konusunu dershaneymiş gibi gösterme çabası bu perspektifin sonucudur.

4) Erbakan ile Erdoğan arasındaki benzerlik ve farkları tartışmayı şimdilik bir kenara bırakalım; Coşan ile Gülen arasındaki en temel ayrım, birincinin İskender Paşa’yı, şu ya da bu nedenle ülkenin en güçlü ve etkili cemaatlerinden olmaktan çıkarması; Gülen’inse kendi elleriyle yoktan var ettiği bir yapıyı küresel bir harekete dönüştürmeyi becermiş olmasıdır.

Dolayısıyla, yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra tarihin tekerrür edeceğini düşünmek hiç de gerçekçi olmayacaktır.

Yazının devamı...

Gülen MİT krizindeki stratejik hatasını neden telafi edemedi?

Mavi Marmara olayında su yüzüne vuran tutum farklarının önemini kabul etmekle birlikte Gülen cemaatiyle hükümet arasındaki ittifakın bozulmasının miladının 7 Şubat 2012 günü patlak veren MİT krizi olduğu kanısındayım. Bunu, şu ana kadar Fethullah Gülen’in yaptığı en büyük stratejik hata olarak görüyorum. Yine de, olaydan kısa süre sonraki bir değerlendirmemde hükümet ile cemaatin bu krizin kronikleşmesinin önünü birlikte almalarının imkânsız olmadığını ileri sürmüş ve şöyle yazmıştım: “Bu da ancak, devlet içindeki Gülen camiasına mensup etkili isimlerin artık devrin değiştiğini kabul etmeleri, ülkenin normalleşmesini engellemekten vazgeçmeleriyle olacağa benzer. Sanıyorum Fethullah Gülen, hareketini kademeli bir şekilde bu çizgiye çekecek ve bu stratejik hatayı telafi edecektir.”

Bu ihtimali o günlerde o kadar güçlü görüyordum ki yazının başlığını da “Gülen bu stratejik hatayı telafi edebilir” (http://rusencakir.com/Erdogan-Gulen-iliskisi-dun-bugun-yarin-5-Gulen-bu-stratejik-hatayi-telafi-edebilir/1676) diye atmıştım.

Kavganın riskleri

Gülen’in ne yapıp edip bu stratejik hatayı telafi edeceğini düşünmemin birkaç nedeni vardı:

1) 27 Nisan 2007 e-muhtırasıyla şekillenen ittifak, özellikle askeri vesayetin etkisizleştirilmesi anlamında son derece başarılı olmuştu, sürmesi her iki tarafın da hayrınaydı.

2) Her ne kadar birbirlerine hep mesafeli durmuş iki farklı gelenek söz konusu olsa da başarılı ittifak döneminde AKP ile cemaat arasında belli ölçülerde karşılıklı güven mekanizmaları kurulmuş olmalıydı.

3) Hükümetle iyi ilişkiler içinde olmak cemaatin önünün ülkede ve yurt dışında daha da açılmasını sağlamıştı. Öyle ki 2007-12 arasındaki dönemi Gülen hareketinin “altın çağı” olarak tanımlayabiliriz.

4) Hükümetle kavga hâli, cemaatin devlet içindeki kadrolarının durumlarını olumsuz açıdan etkileyebilirdi.

5) En vahimi, son yıllarda ortaya çıkan, hem cemaati (Gülen’i), hem AKP’yi (Erdoğan’ı) eşit ölçüde seven kesimleri kaybetme riski söz konusuydu.

Nitekim MİT krizinden sonraki ilk aylarda yaşananlardan (daha doğrusu yaşanmayanlardan) hareketle kriz çözülüyor diye düşünmeye başlamıştık ki çok geçmeden Türkiye’nin en önde gelen iki güç odağının arasının kapanmadığını, tam tersine daha da açıldığını gördük. Dershane krizinin şu şiddetine bakınca, mesafenin açılması yerine bir kopuştan söz edeceğimiz günlerin yakın olduğu söylenebilir.

Ekrem Dumanlı’nın pazartesi günü Zaman Gazetesi’nde yayınlanan “Başbakan’a Açık Mektup”u, Gülen’in Pennsylvania’daki yardımcılarından Osman Şimşek’in editörü olduğu herkul.org sitesindeki yazıları ve hükümet yanlısı bazı yayın organları ve yazarların bunlara tepkileri işin ciddiyetini göstermeye yeterli olabilir. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın dün düzenlediği dershanelerle ilgili basın toplantısına cemaat çizgisindeki yayın organlarının temsilcilerinin alınmamaları (basın özgürlüğü açısından üzücü ve kaygı verici bir uygulama) ise ‘kopuş’un ilk somut örneği olarak kabul edilebilir.

Neden çözülmüyor?

Nihayet başlıktaki sorumuza dönebiliriz: Gülen MİT krizindeki stratejik hatasını neden telafi edemedi?

Bu soruya ilk cevap “zaten telafi etmek istemedi” olabilir. Veya istese de telafi etmesinin mümkün olmayacağını düşünmüş de olabilir. Gerçekten, Gülen’den de cemaati temsil eden bir başka kişi ya da kurumdan da MİT krizi hakkında herhangi bir tatminkâr açıklama gelmedi. Son olarak Başbakan Erdoğan’ın siteminden, kamuoyuna yansımayacak şekilde, bu işin sorumlularını bulup cezalandırma yoluna gidilmediğini de anlıyoruz.

İkinci olarak, ittifak yıllarında yaşanan taraflar arasındaki yakınlaşmanın fazla sahici olmadığını düşünebiliriz. Nitekim son günlerde iki tarafın birbirine karşı sergilediği öfke ve hiddet sadece dershane tartışmasıyla ortaya çıkmış olamaz.

Son olarak, hükümet, daha doğrusu Erdoğan, MİT krizinin ardından cemaat ile kopuşu, adım adım gerçekleşecek bir strateji olarak benimsemişe benziyor. Hiçbir acilliği ve çok da güçlü temelleri olmamasına rağmen “dershaneleri dönüştürme” projesinde ısrarı bundan dolayı olsa gerek.

Yazının devamı...

Hükümet-cemaat kavgası ve Gül

Hükümetle Gülen cemaati arasında sorunlar çıkıp yolların ayrışmaya başlamasıyla birlikte, içeride ve dışarıda, yaşananları bir şekilde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile irtibatlandıran spekülasyonların arttığını biliyoruz. Öyle ki Gülün hükümetten çok cemaate yakın olduğunu, hatta onunla birlikte hareket ettiğini ileri sürenler de oluyor. Bu spekülasyonların ardında şu türden akıl yürütmeler var:

* Başbakan Erdoğan ile sessiz bir rekabet içinde olan Cumhurbaşkanı Gül’ün cemaatin desteğine ihtiyacı var;

* AKP’den ziyade Erdoğan ile sorun yaşayan cemaatin önünde siyasi olarak fazla seçenek yok. Bu nedenle Erdoğan’ın Köşk’e çıkmasından sonra partinin ve hükümetin başına Gül’ün geçmesi için yatırım yapıyor.

Nurculukla ilgisi yok

Bunlar çok yaygın, ama aynı ölçüde basit, üstünkörü akıl yürütmeler. Bu argümanları tekrar tekrar gündeme getirenler birçok gerçeğin anlaşılmasını engelliyor, üstünün örtülmesine, çarpıtılmasına neden oluyorlar. Örneğin Gül ile Erdoğan arasındaki rekabetin kaderini üçüncü güçlerin (burada Gülen cemaatinin) belirleme, hatta etkileme şansının yüksek olduğunu düşünmek bu ikili arasındaki ilişkileri anlayamamak anlamına gelir. Gül ile Erdoğan’ın, aralarındaki sorunların çözümüne, cemaat gibi denetlemeleri imkânsız ve kendi bağımsız gündemi olan küreselleşmiş bir gücü katmaya razı olmaları inandırıcı olmaz.

Şurası bir gerçek: Gül bugüne kadar cemaat ile bariz bir çekişme içinde olmadı. Son dershane krizinde de görüldüğü gibi, kritik birçok konuda Başbakan’dan farklı tutumlar almaktan çekinmedi ve bu nedenle genellikle cemaatin takdirini kazandı. Ancak bu olgudan hareketle, özellikle yurt dışında Gül’ün “cemaatçi” gibi görülüp gösterilmesi gülünç. Çünkü genç yaşta Necip Fazıl Kısakürek’in “Büyük Doğu” adı verilen çizgisini takip eden Gül, Milli Görüş hareketine de hep yakın durdu. Nitekim 1991’de, 41 yaşında Refah Partisi’nden milletvekili seçilmesinin hemen ardından bu hareketin üst düzeyinde görevler üstlendi. Diğer bir deyişle Nurculukla da, onun Fethullah Gülen tarafından geliştirilen yorumuyla da organik bir ilişkisi olmadı.

MİT Krizi

Gül’ü Gülen hareketiyle irtibatlandırmaya çalışanlar, hükümetle cemaat arasında, Mavi Marmara’dan sonraki en ciddi kırılma olan MİT krizini bilerek ya da bilmeyerek göz ardı ediyorlar. Çünkü özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya’nın diğer eski ve görevdeki MİT mensuplarıyla birlikte ifadesini almak istediği Müsteşar Hakan Fidan’a sadece Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu değil Cumhurbaşkanı Gül de hep sahip çıktı, çıkıyor. Zaten savcının soruşturmaya kalktığı demokratik açılım ve Oslo gibi süreçlerin Çankaya’dan habersiz ve bağımsız yürütülmesi de herhâlde söz konusu değildir.

Dolayısıyla, Gül ile cemaat arasındaki ilişkiler üzerine kafa yoranların, 7 Şubat 2012 gününden bu yana MİT krizi konusunda kamuoyunu ve daha önemlisi, ülkeyi yönetenleri tatmin edecek herhangi bir açıklamanın yapılmamış olmasını; Başbakan Erdoğan’ın geçen haftaki canlı yayında değindiği gibi “sorumluluk makamındakilerin fitnecileri ayıklama” yoluna gitmemelerini de hesaba katmaları gerekir.

Dershanelerden ibaret olsaydı...

Daha işler bu noktaya gelmeden önce “Mesele sadece dershaneler değil” (http://www.rusencakir.com/Mesele-sadece-dershaneler-degil/2132) demiştik. Geçen süre zarfında cemaatin tartışmayı eğitim alanına taşıma çabalarına karşılık hükümetten (Başbakan’dan) “kararlıyız, dershaneleri dönüştüreceğiz”den başka bir açıklama duymadık. Çünkü sorun çoktan dershaneleri aştı. Eğer aşmamış olsaydı belki Gül, Cumhurbaşkanı olarak bir “ara formül” için uğraşabilirdi. Şu hâliyle olaya müdahalesi onun “siyasetüstü” konumunu riske atması anlamına gelir.

Sonuç olarak Gül, Başbakan Erdoğan’a göre Gülen cemaatine daha yakın görünüyor olabilir ama Başbakan’a karşı cemaat ile birlikte hareket ettiği önermesinin hiçbir şekilde doğru olduğunu düşünmüyorum.

Yazının devamı...

Diplomasi denince akla İran geliyor

İran’ın çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, görevinde daha 100. gününü doldurmadan tarihi bir anlaşmaya imza attı. İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın “devrimden bu yana İran’ın en büyük diplomatik zaferi” olarak tanımladığı anlaşma sadece İsrail’i değil, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerini de epey rahatsız etti.

Bu ülkeler, İran’ın uluslararası toplumu kandırdığını ileri sürüyorlar ancak rahatsızlıklarının esas nedeninin farklı olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki, İsrail, S. Arabistan ve diğerleri iç içe geçmiş bir dizi stratejik gerekçeyle güçlü bir İran istemiyorlar. Bu bağlamda nükleer kriz onlara can simidi gibi gelmişti. Kriz sayesinde gerçek kaygılarını geri plana atma, gizleme şansı yakalayıp Tahran rejimini de iyice yalnızlaştırma konusunda epey başarı kazanmışlardı. Cenevre’deki anlaşmayı, ellerindeki en cazip silahı kaybetmekte oldukları için kabullenemiyorlar.

Telefon+Twitter diplomasisi

Kuşkusuz bu anlaşmanın nükleer krizi tam anlamıyla çözeceğini söylemek şu aşamada mümkün değil. Bununla beraber Ruhani’nin gelmesiyle birlikte müzakerelerde kaydedilen olumlu gelişmeler fazlasıyla umut verici. Ki, işaretlerini de New York’taki BM Genel Kurulu tamamlanmak üzereyken Ruhani ile ABD Başkanı Obama’nın yaptıkları telefon görüşmesi ve görüşmenin İran Cumhurbaşkanı tarafından tüm dünyaya Twitter üzerinden duyurulmasıyla almıştık. Bu beklenmedik gelişmeyi “tarihîden de öte” (http://www.rusencakir.com/Ruhani-Obama-telefon-gorusmesi-Tarihiden-de-ote/2121) olarak tanımladığım için çok kişi tarafından “fazla saf ve iyi niyetli” bulunmuştum. Lakin son Cenevre anlaşması, söz konusu yazıda da vurguladığım gibi “diplomasi denince dünyada ilk akla gelen ülkelerden birinin İran olduğunun bir şehir efsanesi değil gerçek olduğunu” bir kere daha kanıtladı.

Türkiye’yi nasıl etkiler?

İran’ın uluslararası camiada yalnızlığından sıyrılma ihtimalinin Türkiye’de de pek çok kişi ve çevreyi memnun etmediğini görüyoruz. Türkiye ile İran’ın (ve mirasçısı oldukları devletlerin) yüzyıllardır bölgede ciddi bir rekabet içinde olduğu malum. Vaktiyle savaşlar da yaşanmış ancak çok uzun bir süredir bu iki güç, sürekli birbirlerini kollayarak bölgenin temel direkleri olma özelliklerini korumuşlar.

Devrimin ardından Batı tarafından büyük ölçüde tecrit edilmesine, Saddam Hüseyin’in Irak’ı ile yıllar süren tüketici savaşına rağmen İran’ın, Türkiye’nin çok fazla gerisinde kaldığını söyleyemeyiz. Galiba bu nedenle olsa gerek, doğu komşumuzun tecritten kurtulması hâlinde ülkemizi geçeceğini düşünenler (ve bundan kaygı duyanlar) şimdiki statükonun bozulmasını istemiyorlar.

Bunun pek akılcı bir strateji olduğu söylenemez. Nitekim BM Genel Kurulu dönüşünde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül biz gazetecilere hiç çekinmeden “İran-ABD yakınlaşması Türkiye’nin çok lehine olur” (http://www.rusencakir.com/Abdullah-Gul-ABD-Iran-yakinlasmasi-bize-cok-faydali-olur/2124) demişti. Onun şu sözlerini hatırlatmak isabetli olacaktır:

“Komplekslerden arınmak lazım. Başkasının başarısından ürkerek iş yapılmaz. Bu görüşmelerle nükleer silah tehlikesinin giderilmesi Türkiye’yi rahatlatır. Çünkü elinde silah olan bir komşu ürküntü yaratır. Savaş ve nükleer silah tehdidinden en fazla biz rahatsızlık duyarız. İkincisi, ekonomik olarak işimize çok yarar.”

Devre dışı kalmak

Son olarak bir hatırlatma: Türkiye üç yıl önce, Batı ile ilişkilerini riske atarak Brezilya ile birlikte nükleer soruna çözüm bulmak için epey uğraşmış, belli aşamalar da kaydetmişti. Fakat son Cenevre anlaşmasında Türkiye dâhil olabilmiş değil. Bunun önde gelen nedenlerinden biri, Ankara’nın füze kalkanı ve Suriye’ye bakış konusunda Tahran ile ciddi biçimde zıtlaşması olsa gerek.

Şu günlerde tıpkı Irak merkezi yönetimiyle olduğu gibi İran’la da ilişkilerin onarılması yolunda bazı adımlar atılıyor. Bunlar nasıl sonuç verir şimdilik bilmek mümkün değil ancak Türkiye’nin kendisini birinci derecede ilgilendiren bir konuda bu kadar devre dışı kalmasının hiç de iyi bir şey olmadığı açık.

Eğer Cenevre anlaşması başarılı olursa İran-ABD (dolayısıyla Batı) yakınlaşmasının hızlanacağını, buna bağlı olarak bölgemizdeki güçler dengesinin büyük ölçüde yeniden şekilleneceğini kabul edersek bu dışarıda kalma hâlinin faturasının daha da kabarabileceğini öngörebiliriz.

Yazının devamı...

Kürt baharına Öcalan damgası

Dün Berlin’de Alman Uluslararası Güvenlik İlişkileri Enstitüsü ile Sabancı Üniversitesi’ne bağlı İstanbul Politikalar Merkezi birlikte “Türkiye ve Orta Doğu ile Kuzey Afrika’da Temel Sorunlar” başlıklı bir yuvarlak masa toplantısı düzenledi. Çoğu Türkiye ve Almanya’dan araştırmacılar, diplomatlar, akademisyenler, siyasetçiler ve gazeteciler bir gün boyunca Suriye, Mısır, Irak ve İran’daki gelişmeleri ve bunların Türkiye’ye etkilerini tartıştılar.

Ben de “Orta Doğu’da Kürt hareketi” başlıklı bir sunuş yaptım ve dünya çapındaki Kürt nüfusunun onda birini bile oluşturmayan Suriye Kürtlerinin bugün sadece genel olarak Kürtlerin değil aynı zamanda bölgenin kaderinde de ne kadar etkili olduklarını anlatmaya çalıştım.

Kürt baharı

Bölgemize uzun bir süre “Arap baharı” konsepti damgasını vurdu. Tunus, Libya, Mısır derken sıranın Suriye’ye gelmesini bekledik ancak bir yıl içinde film geri sarmaya başladı. Öncelikle Esad rejiminin kolay kolay pes etmeyeceği ortaya çıktı. Ardından Mısır’da Müslüman Kardeşler’den cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Mursi askeri darbeyle devrildi; Tunus’ta yeni kurulmuş olan düzen sallandı...

Buna karşılık Kürtler Orta Doğu’nun yeni yükselen gücü olarak ortaya çıktı. Burada en belirleyici etken hiç kuşkusuz, Türkiye’de Abdullah Öcalan merkezli yeni bir çözüm sürecinin başlatılmış olmasıdır. Ancak şunu da unutmamalıyız: Eğer Suriye’de, Türkiye sınırına yakın bölgelerde PYD‘ye (Demokratik Birlik Partisi) bağlı Kürtler ellerinde Öcalan posterleriyle sokaklara dökülmeseydi hükümet bu süreci başlatmayabilirdi. Suriye Kürtlerinin “Rojava devrimi” dediği olay Ankara’nın Suriye üzerine hayallerinden vazgeçip gerçeklerle yüzleşmesinde tetikleyici rol oynadı.

Öcalan-Barzani ilişkisi

Bugün Kürtler, sayıca en kalabalık oldukları Türkiye ile en az oldukları Suriye’de ciddi anlamda inisiyatif alıyorlar. İran Kürtleri şu anda sakin ancak onlar içinde de en etkili gücün, Suriye’deki PYD gibi Öcalan/PKK çizgisindeki PJAK (Özgür Yaşam Partisi) olduğunu biliyoruz. Tam da böyle bir konjonktürde Başbakan Erdoğan’ın Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’yi Diyarbakır’a çağırmış olmasının ardında, Öcalan ve PKK’yı dengeleme niyeti olduğu açık. Peki bu ne kadar mümkün? Dün Berlin’deki toplantıda bu soru sorulunca, Kürtler için bir Diyarbakır, hatta İstanbul’un Erbil’den kat kat önemli olduğu, dolayısıyla tüm Kürtlerin liderliğinin Irak’a taşınmasının gerçekçi olmayacağı cevabını verdim. Buradan Barzani’nin (ve dolayısıyla Irak Kürtlerinin) de Öcalan çizgisine gelmek zorunda oldukları sonucu çıkarılmamalı.

Peki ne olabilir? Dört ayrı ülkeye bölünmüş olan Kürtleri nasıl bir geleceğin beklediği, onlar için en hayırlısının ne olacağı sorusuna şu ana kadar verilmiş yegâne elle tutulur cevap Öcalan tarafından geliştirilen “demokratik konfederalizm” önermesi. Ne küresel, ne bölgesel güçlerin, ne de PKK dışındaki Kürt siyasi aktörlerin bu konuda herhangi bir yol haritaları var veya var da öyle iyi saklıyorlar ki göremiyoruz.

Hâl böyle diye Kürtlerin “demokratik konfederalizm”e yazgılı oldukları sonucuna varmamız şart değil. Lakin diğer aktörlerin bu konudaki suskunlukları veya hazırlıksızlıkları nedeniyle Öcalan ve PKK’nın hareket alanı alabildiğine genişliyor.

Yazının devamı...

Yoksa “Gülen iyi, çevresi kötü” mü?

Hükümet ile Fethullah Gülen cemaati arasında dershanelerin kapatılması ekseninde yaşanan gerilim, konuyla ilgili son yazımızda (Dershaneler meydan muharebesi: Notlar ve sorular) başlığa çıkardığımız “meydan muharebesi“ tanımlamamızı fazlasıyla doğrulayacak bir şekilde şiddetlenerek tırmanıyor. Normal olarak eğitimi ilgilendiren bu konuda bilimsel tartışmaların, farklı bakış açılarının öne çıkması gerekirken karşılıklı imalar, suçlamalar ağır basıyor. Aslında bunda şaşıracak pek bir şey yok çünkü defalarca tekrarladığımız gibi sadece dershaneler meselesi söz konusu değil. Hatta kavganın geldiği boyuta bakarak rahatlıkla “dershane bahane...“ diye başlayan cümleler kurabiliriz.

Şaşırtıcı tırmanış

Ama yine de Gülen cemaati ile AKP hükümeti arasında dershaneler üzerinden patlak veren (veya açığa çıkan) krizin bu kadar hızlı gelişmesine, tarafların birbirlerine karşı bu kadar sert ve acımasız olmalarına insan şaşırmadan edemiyor. Çünkü, her ne kadar farklı ve birbirine mesafeli İslami geleneklerden geliyor olsalar da bu iki güç odağı 2007-2012 yılları arasında çok zorlu bir dönemde kader birliği edip, kendi iktidarlarına karşı en büyük tehdit olan, TSK’nın başını çeker göründüğü “derin devlet“ yapılanmalarını büyük ölçüde tasfiye etmeyi başarmışlardı.

Normal şartlarda pekâlâ yıllarca sürebilecek olan bu ittifakın bu kadar hızlı, tahripkâr ve bütün tarafların kaybedeceği bir şekilde neden dağılmış olduğu sorusu önümüzde duruyor. Son dershane krizinde iki tarafa yakın bazı isimlerin, ittifakın dağılmasının sorumluluğunu karşı tarafa yüklerken geliştirdikleri komplo teorileriyse tek kelimeyle inanılır gibi değil. Örneğin Samanyolu TV’nin çok izlenen “Şefkat Tepe“ dizisinin alelacele kotarılan dershane kriziyle ilgili bölümünde hükümet bilerek ya da bilmeyerek bazı “karanlık odaklar“ın oyununa gelmekle itham ediliyor. Buna karşılık Başbakan Erdoğan’a yakın bazı isimler Gülen cemaatiyle İsrail‘i irtibatlandırmaktan geri kalmıyorlar.

Ara formül arayışı

Önceki yazılarımızda, son 11 yılda AKP ile Gülen cemaatinin tabanlarının birbirlerine iyice yaklaştığını, hatta birçok durumda iç içe geçtiğini yazıp en büyük çileyi her iki hareketle de iyi ilişkileri olan ve bunları muhafaza etmek isteyenlerin çekmekte olduğunu ileri sürmüştük. Nitekim son günlerde tırmanan gerilimle birlikte bu kişilerin giderek daha çaresiz bir şekilde bir “ara formül“ bulunması için taraflara ricacı olduklarını görüyoruz. Hükümetin, daha doğrusu Başbakan’ın böyle bir ara formüle yanaşacağına dair bir ipucu göremiyoruz. Bunun yerine Fethullah Gülen’e yönelik, kavga daha da büyümeden geri adım atmasına dair bazı telkinler dikkat çekiyor. Örneğin Sabah Gazetesi’nde Mehmet Barlas, cemaatin sergilediği direniş çizgisinin Gülen’in geleneksel metoduyla uyuşmadığı saptamasından (ki doğru) hareketle onu Cemaat içinde “ileri gidenler“i frenlemeye davet ediyor.

Fakat nasıl AKP hükümetinde stratejik adımların Başbakan Erdoğan’dan habersiz, hele ona rağmen atılması imkânsızsa cemaatin içinden herhangi birilerinin Gülen’den bağımsız, hatta özerk bir şekilde hükümete meydan okuması da söz konusu olamaz. Yani “Gülen iyi, ama çevresi kötü“ gibi bir akıl yürütme olsa olsa devekuşu politikası olur.

Gülen’in son mesajı

Bununla birlikte bir önceki sesli mesajının doğal olarak yarattığı tepki üzerine Gülen’in bu kez görüntülü bir kayıtla daha ılımlı bir mesaj vermiş olması, cemaatin krizin kontrol edilmesi iyice güçleşecek bir şekilde daha da tırmanmasını istemediğinin kanıtı olarak görülebilir. Yine de dershaneler meydan muharebesinin kısa süre içinde sulh ile sonuçlanabileceğini söylemek mümkün gözükmüyor. Çünkü, tekrarlayacak olursak, burada esasında bir iktidar savaşına tanık oluyoruz. Dershane konusunda ilk pes eden tarafın muharebenin bundan sonraki safhalarında başarılı olma ihtimali daha da azalacağı için iki taraf da pozisyonunu olabildiğince korumaya çalışıyor, çalışacağa da benziyor.

Yazının devamı...

Cemaatin önündeki üç seçenek

Dershane kriziyle ilgili salı günü yayınlanan son yazımı (Yoksa “Gülen iyi, çevresi kötü” mü?) Dershane konusunda ilk pes eden tarafın muharebenin bundan sonraki safhalarında başarılı olma ihtimali daha da azalacağı için iki taraf da pozisyonunu olabildiğince korumaya çalışıyor, çalışacağa da benziyor” diye bitirmiştim.

Ne var ki aynı günkü gazetelerde çıkan Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın dershane konusunu “paydaşlar“la görüşecekleri açıklaması, cemaat dâhil birçok çevre tarafından hükümetin geri adım atması olarak yorumlandı. Fakat çok geçmedi; bir gün sonra, yani çarşamba akşamı, dershaneleri kapatma projesinin asıl sahibi olduğunu bildiğimiz ama bu konuda pek konuşmamış olan Başbakan Erdoğan canlı yayında hiçbir tevile yer bırakmayacak açıklıkla dershaneleri kapatacaklarını ilan etti.

Meydan muharebesinde son safha

Erdoğan’ın dershaneleri kapatma gerekçeleri üzerine tartışma çoktan başladı ve tırmanarak sürecektir. Lakin çarşamba akşamı izlediğimiz Başbakan’ın bu noktada geri adım atmasını beklemek çok gerçekçi olmaz. Son krizinde, bunun aslında sadece dershane sorunu olduğuna inanmadığım, dolayısıyla baştan beri olayın teknik değil siyasi boyutuyla ilgilendiğim için, bu sefer de olayın eğitimle ilgili boyutunu atlayıp hükümet-Gülen cemaati arasındaki iktidar savaşının gelmiş olduğu safhayı irdelemek istiyorum.

Bu noktada baştaki alıntıya dönelim: Erdoğan, dershaneleri kapatma pozisyonunu koruyarak Gülen cemaati ile yaşanmakta olan “meydan muharebesi“nin, ne olduğunu şimdilik bilmediğimiz bir sonraki safhasına güçlü bir şekilde gireceğe benziyor. Cemaatin önündeyse üç seçenek var: 1) Sert muhalefet, yani direniş; 2) Yumuşak, zamana yayılmış itiraz/şikâyet/lobi süreci; 3) İtaat.

Bunlardan hangisi olursa olsun, cemaat savunma pozisyonunda olacaktır. İnisiyatifi yeniden ele geçirmesi içinse hükümetin (Erdoğan’ın) bu veya başka bir konuda (örneğin Kürt sorunu/çözüm sürecinde) bariz ve ciddi bir hata/hatalar yapması gerekecek.

İktidar savaşının tescili

Biliyorum, MİT kriziyle birlikte hükümet ile Gülen cemaatinin ilişkilerini “yeni tür iktidar savaşları“ olarak tanımlamam; dershane kriziyle birlikte iyice tırmanan gerilime de “meydan muharebesi“ adını vermem her iki tarafı da rahatsız etti, ediyor. Malum, başlangıçta her iki taraf da, hem bir yandan kendi aralarında (genellikle örtülü bir şekilde) kıyasıya mücadele edip diğer yandan buna işaret eden üçüncü şahısları, hep birlikte “fitne ve fesat“ çıkarmakla suçluyorlardı. Dershane kriziyle birlikte kavga alenileşince eskisi kadar fitneden şikâyet edemez oldular.

Fakat çarşamba akşamı Başbakan Erdoğan, Sabah yazarı Sevilay Yükselir kendisine MİT krizini hatırlatıp cemaatin bununla ilişkisi olup olmadığını sorunca yine “fitne“ kavramına başvurdu. Ama çok ciddi bir farkla: Erdoğan “Ne alakası var Cemaat ile? Bu fitnecilerin uydurmasıdır” gibi bir cümle kurmadı. Onun yerine sorumluluk düzeyindeki kişilere (ki bunlardan ilki herhâlde Fethullah Gülen olsa gerek) bu fitneyi yapanları bulup ayıklamaları çağrısı yaptı ve fitnecilerin, bu dünyada veya öbür dünyada mutlaka hak ettikleri cezayı alacaklarını söyledi.

Çarşamba gecesi boyunca Gülen cemaatiyle ilişkilerini bildiğimiz isimler sosyal medya üzerinden yaşadıkları derin hayal kırıklığını otosansürsüz bir şekilde dile getirdiler. Örneğin Erdoğan’ın kendilerinden “karşı taraf“ diye bahsetmesi, dershanelerin kapatılması girişimine karşı yürüttükleri kampanyayı birkaç kez “kara propaganda“ olarak nitelemesi ciddi rahatsızlık yaratmışa benziyor.

Fakat nice sorun, engel ve badireyi aşarak küresel bir güç hâline gelen Gülen hareketinin en büyük özelliklerinden biri değişen konjonktürlere hızla uyum sağlayabilmesidir. Bu sefer de böyle olması kuvvetle muhtemel. Cemaatin dershane işini tadında bırakıp muharebenin bir sonraki aşamasına gereksiz bir şekilde aşırı yıpranmış olarak girmek istemeyeceğini tahmin edebiliriz.

Peki bir sonraki safha ne olur? Şu ana kadarki işaretler ve yorumlardan hareketle “yerel seçimler“ diyebiliriz ancak öncesinde de pekâlâ başka gerginlikler yaşanabilir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.