Şampiy10
Magazin
Gündem

Otuz beş yılda kaç otuz beş kere Orhan Veli...

Edebiyatın güzelliği, yaratıcı bir sanat dalı olmasında...

Aklına geldikçe, ruhun istedikçe, kalbin çektikçe, şiiri, romanı, öyküyü tekrar tekrar okuyabilmende, içinde hazmedebilmende, yeniden yaşayabilmende, estetiğini hissedebilmende...

***

Orhan Veli'yi Ankara Sanat Tiyatrosu'nda, Müşfik Kenter'in "Bir Garip Orhan Veli"sinde ilk izlediğimde, yıl 1981'di...

Otuzbeş yıl önce ilk defa izliyorum Orhan Veli'nin şiirlerinden yapılan potburiyi...

***

Aradan geçen 35 yıl içinde, kaç otuz beş kere o şiirlerin hayatımı kurtardığını, bana yeniden yaşama sevinci verdiğini, içimin derinliklerime seyahat ettirdiğini, hayata tutunmamı sağladığını, bu hayatta yalnız hissettirmediğini ve paylaşacak dizelerin mutluluğunda Orhan Veli'yi hatırlattığını bilmiyorum...

Dün akşam canım yine Orhan Veli'ye gitmeyi istiyor...

İşte gittiğim ve derinliklerinde kaybolduğum Orhan Veli...

“Veli’nin oğlu...

Tarifsiz kederler içinde...

Bir garip Orhan Veli...”

*****

BENİ BU GÜZEL HAVALAR MAHVETTİ

Beni bu güzel havalar mahvetti...

Böyle havada istifa ettim; Evkaftaki memuriyetimden...

Tütüne böyle havada alıştım...

Böyle havada aşık oldum...

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Böyle havalarda unuttum...

Şiir yazma hastalığım

Hep böyle havalarda nüksetti...

Beni bu güzel havalar mahvetti...

ANLATAMIYORUM...

Ağlasam sesimi duyar mısınız,

Mısralarımda,

Dokunabilir misiniz,

Gözyaşlarıma ellerinizle?..

***

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,

Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu

Bu derde düşmeden önce...

***

Bir yer var biliyorum;

Her şeyi söylemek mümkün,

Epeyce yaklaşmışım duyuyorum,

Anlatamıyorum...

SAKAL...

Hanginiz bilir, benim kadar,

Karpuzdan fener yapmasını,

Sedefli hançerle, üstüne,

Gülcemal resmi çizmesini,

Beyit düzmesini,

Mektup yazmasını,

Yatmasını;

Kalkmasını;

Bunca yılın Halime’sini

Hanginiz bilir benim kadar

Memnun etmesini/..

Değirmende ağırtmadık biz bu sakalı

GARİBİM

Garibim,

Ne

bir güzel var avutacak gönlümü,

Bu şehirde,

Ne de

tanıdık

bir çehre;

Bir tren

sesi duymaya göreyim...

İki gözüm,

İki çeşme...

GİDERAYAK...

Handan, hamamdan geçtik,

Gün ışığındaki hissemize razıydık,

Saadetinden geçtik,

Ümidine razıydık,

Hiçbirini bulamadık;

Kendimize hüzünler icad ettik,

Avunamadık;

Yoksa biz...

Bu dünyadan değil miydik?..

BİR FAKİR ORHAN VELİ; VELİ’NİN OĞLU...

İstanbul’da Boğaziçi’nde,

Bir fakir Orhan Veli’yim...

Veli’nin oğluyum,

Tarifsiz kederler içinde...

***

Rumelihisar’ına oturmuşum;

Oturmuş da bir türkü tutturmuşum;

***

“İstanbul’un mermer taşları;

Başıma da konuyor, konuyor aman martı kuşları,

Gözlerimden boşanır hicran yaşları

Erdal’ım...

Senin yüzünden bu halım...”

***

“İstanbul’un orta yeri bir sinema;

Garipliğimi, mahzunluğumu duyurmayın anama;

El konuşur sevişirmiş bana ne?..

Sevdalı’m,

Boynuna vebalim!”

***

İstanbul’da Boğaziçi’ndeyim...

Bir fakir Orhan Veli;

Veli’nin oğlu;

Tarifsiz kederler içindeyim...

YATIVERMİŞ SERE SERPE...

Uzanıp yatıvermiş sere serpe,

Entarisi sıyırmış hafiften;

Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor

Bir eliyle de göğsünü tutmuş.

İçinde bir kötülüğü yok biliyorum;

Yok benim de yok ama...

Olmaz ki!..

Böyle de yatılmaz ki!..

AYNADA BAŞKA GÜZELSİN...

Aynada başka güzelsin,

Yatakta başka,

Aldırma söz olur diye;

Tak takıştır,

Sür sürüştür,

İnadına gel,

Piyasa vakti,

Muhallebiciye...

Söz olurmuş,

Olsun;

Dostum değil misin?..

GÖKYÜZÜNÜ BOYARIM HER SABAH...

İşim gücüm budur benim,

Gökyüzünü boyarım her sabah,

Hepiniz uykudayken,

Uyanır bakarsınız ki mavi.

***

Deniz yırtılır kimi zaman,

Bilemezsiniz kim diker,

Ben dikerim...

Dalga geçerim kimi zaman,

O da benim vazifem;

Bir baş düşünürüm başımda;

Bir mide düşünürüm midemde,

Bir ayak düşünürüm ayağımda,

Ne halt edeceğimi bilemem...

HERKES BİR ŞEYE KARŞI

Durmadan işleyen saatlerde

Dişli dişliye karşı,

Güçsüz güçlüye karşı,

Herkes bir şeye karşı,

Küçük hanım yatağında uykuda

Rüyalarına karşı...

Gerin bedenim gerin,

Doğan güne karşı...

HİÇBİR ŞEYDEN ÇEKMEDİ DÜNYADA...

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada

Nasırdan çektiği kadar;

Hatta çirkin yaratıldığından bile

O kadar müteessir değildi;

Kundurası vurmadığı zamanlarda

Anmazdı ama Allah’ın adını,

Günahkar da sayılmazdı.

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye...

Ankara Nisan 1938

BİR ELİNDE CIMBIZ...

Ne atom bombası...

Ne Londra

Konferansı,

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna,

Umurunda mı dünya!..

Yazının devamı...

"Şerefli ikincilikler bize yeter mi?.."

Futbolda “Bal” denen şeyin pek yanına uğramadığı bir takımdır Beşiktaş...

Bir Beşiktaş’lı; hiçbir Fenerbahçe ve Galatasaray derbisini “balla, veya hakemin kendi lehine vereceği hatalı kararlarla” kazanacağını düşünmez...

Aksi ise, her Beşiktaş’lı için geçerli bir durumdur...

***

Bir Beşiktaş’lı, alınan galibiyetleri “hakeme rağmen...”

Liderliği “nice maçtaki şansızlıklara rağmen...” “Şampiyonluğu ise bütün alemin karşı çıkmasına rağmen” alındığına inanır...

Çok da yanlış bir görüş değildir bu...

Beşiktaş; rakiplerinin de objektif olarak kabul ettiği gibi; iki ezeli rakibine karşı, hakem kararlarında en az kayrılan takımdır...

***

İyi bir Beşiktaş’lı; Süleyman Seba’nın tarihe mal olan sözünü vecize niyetine benimser, kulüp ideolojisine zemin yapar...

“Bize şerefli ikincilikler yeter...”

*****

STOPER VE KALECİ PROBLEMİ...

Ben 50 yıldır kalbi siyah beyaz renklerle atan bir Beşiktaş’lıyım...

Tribün havasını koklayan her Beşiktaş’lı gibi; Beşiktaş’lılık benim için “haksızlığa karşı direnme, güç karşısında boyun eğememe, yalnız kalsan da tek başına mücadele etme duygusuyla” birlikte filizleniyor...

“Tutku”, Beşiktaş’lı olmanın vazgeçilmez duygusu olarak içimizde yaşar duruyor...

***

Ben de her Beşiktaş’lı gibi, 50 yıldır Türkiye liglerinde, Beşiktaş’ın üç büyükler arasında en fazla haksızlığa uğrayan kulüp olduğuna inanıyorum...

En fazla hakemlerin gadrine maruz kalan formanın üç büyükler arasında siyah beyaz olduğunu adım gibi biliyorum...

Şampiyonluk mücadelesinde kafa kafaya gidilen sezonlarda; “mutlaka bir arıza çıkartılarak”, Beşiktaş’ı şampiyonluktan etmenin yollarının aranacağından emin oluyorum...

***

Ancak bu sezon “şampiyonluk mücadelesinde” bu gerekçelerden çok daha önemli bir meselenin varolduğunu düşünüyorum...

Beşiktaş’ın savunma bölgesi, kendi düzeyindeki Fenerbahçe ve Galatasaray gibi iki büyük takımla baş edemeyecek ölçüde zaafiyet gösteren bir ilk yarı geçiriyor...

Aynı savunmada; stoper ve kaleci problemi, Beşiktaş’ı geçen yıl da şampiyonluktan ediyor...

*****

FENERBAHÇE VE BURSA MAÇLARINDA PİYANGODAN KAZANILAN 6 PUAN...

Beşiktaş bu sezon geçmiş sezonların aksine “iki ballı derbi” oynuyor...

Bu iki derbiden 6 puan çıkarıyor Beşiktaş...

İki derbide de, savunma hataları üst düzeyde ve savunma iki rakibin hücum gücüyle baş edemeyecek düzeyde...

Derbilerden birincisi Bursaspor derbisi...

İkincisi Fenerbahçe derbisi...

***

Beşiktaş’ın geçen sezonların aksine, “şansıyla kazandığı bu iki derbiden kazandığı 6 puan” aynı zamanda şampiyonluk yarışındaki rakiplerinden çıkardığı 6 puan olduğu için iki katı değerli...

Tanrı; bu iki derbiyle Beşiktaş yönetimini “devre arası transferde mutlaka çok iyi bir stoper ve çok iyi bir kaleci” alınması uyarısını yapıyor...

***

Beşiktaş geçen yıl olduğu gibi bu yıl da, Avrupa Kupası’nda aynı şekilde kaleci ve savunma hatalarıyla zamansız bir şekilde eleniyor...

Burada “şansı” tutmuyor...

Ancak ligin ilk devresini lider bitirerek, bu iki alana güçlü takviye yapılırsa şampiyonluğa ulaşabileceğinin sinyalini veriyor...

***

Beşiktaş takımı, orta saha ve hücum oyuncularının üst düzey performansıyla, savunma ve kaleci hattının, vasat altı performansı arasında sıkışıyor ve takımın bu çelişik yapısı açık bir şekilde sırıtıyor...

***

Ancak Hoca’nın raporuna rağmen Beşiktaş yönetimi; özellikle savunma bölgesinin zaafiyetini ve eksikliğini, güçlü bir stoperle gidermek için çok iyi bir transfer yapma konusunda yeterli isteği bir türlü gösteremiyor...

***

Gomez için, Töre için, Sosa için, Oğuzhan için mükemmel düşünülerek alınan transfer kararları, iş savunma hattına gelince ilginç bir şekilde bloke oluyor...

Beşiktaş bir türlü taraftarını rahat rahat maç seyredeceği bir savunma hattına kavuşamıyor...

Son günlerde yine; “stoperde yeterli indirim alınmazsa, kaleci transferiyle ara dönemi sonlandırırız” görüşü dillendirilmeye başlanıyor...

*****

İLERDE KAÇACAK MUHTEMEL BİR ŞAMPİYONLUKTA “HAKEM HATALARINDAN OLDU” DEMESİN KİMSE...

Beşiktaş bir türlü dört başı mamur, uluslararası standartta iki iyi stoper, kaleci, sağbek ve solbekten oluşan taş gibi bir savunmayla maçlarına çıkamıyor...

Bu sene sakat olan İsmail piyangodan çıkarak takımın sol tarafını nihayet kurtarıyor...

***

Beşiktaş yönetimine bir hatırlatmam olacak...

Beşiktaş, son şampiyon olduğu 2008-2009 sezonunda devre arasında Ernst ve Yusuf Şimşek’i transfer etmeseydi, şampiyonluk hayal olacaktı...

O zamanlar henüz gazete sahibi olmayan; Beşiktaş’ın eski Başkanı Yıldırım Demirören; Vatan gazetesini ziyaret ettiği akşam, odamın önünden asansöre binerken; Ernst ve Yusuf’un alınmasıyla ilgili söz veriyor ve Beşiktaş’ın şampiyonluğu bu iki futbolcunun yaptığı muhteşem katkılarla geliyordu...

***

Umarım, ben yanılırım ve hiçbir sorun çıkmaz...

Ancak ara transferde çok iyi bir stoper ve kaleci alınmadan ikinci devre başlar ve Beşiktaş şampiyon olamazsa, “kimse hakem hatalarına suçu yüklemekten medet ummasın...”

Benim dilimden de ömür boyu hiç kimse kurtulmayı beklemesin...

Tanrı; ilk devredeki Fenerbahçe ve Bursa derbilerinde, Beşiktaş’ı uyarıyor...

Zamanındaki uyarıyı almazsa kimsecikler, hakem hatalarına suçu yükleme de kurtaramaz hiç kimseyi...

Yazının devamı...

Beyaz’la aylarca yaptığım program...

“Program telif paralarını ödemeyen” yapımcı Abdullah Oğuz’un PİŞTİ programını yapıyoruz Show TV’de 2006 yılında...

Demet Akbağ, Beyazıt, Hülya Avşar karşımda tekli oturuyorlar...

Haftanın konuları üzerinde espri, ironi, zaman zaman ciddi, zaman zaman makara, farklı bir sohbet yapıyoruz...

***

Herkes; tek başına; birer televizyon programcısı...

Moderasyonu ben yaptığım için, konu ve konukları planlama işi bir süre sonra benim üzerime kalıyor...

O günlerde Gülşen Yüksel; Vatan gazetesinde ve televizyon programlarımda yardımcılığımı yapıyor... Onunla programın çatısını çatıyor, sonra üç konuk, metin yazarları ve yapımcılarla uzun toplantıya geçiyoruz...

***

Her hafta sekiz ile on konu seçiyor, herkesin kendisine göre tezini, esprisini, yaklaşımını pozisyonunu ve ironisini belirlemesi için, toplantıda konuları sunuyoruz...

Ben de kimin ne söyleyeceğini görüyor, programın olası gidişatını ona göre belirlemeye çalışıyorum...

*****

BEYAZ’IN HİÇ BEKLEMEDİĞİM TAVRI...

Konu seçimi “en hassas, en ince, aynı zamanda en nirengi” işlerden birisi... Seçtiğiniz konuya, işleyiş biçimine göre, programın havası ve rüzgarı belli oluyor...

Gülşen Yüksel’le olayları iyice taradıktan sonra, kimin ne diyeceğini tahmin ederek, bir gündem saptıyor ve yapım şirketinin Nişantaşı’ındaki ofisinde metin yazarlarının da dahil olduğu geniş toplantıda her maddeyi bir bir tartışıyoruz...

***

O günler televizyon yayıncılığında 20 yılı geride bıraktığım günler...

Binlerce kez hazırladığım programlardan sonra konu ve konuk seçiminde rahat hissediyorum kendimi... Hülya’nın ve Beyaz’ın kendi talk show programları olduğundan, “program konularını seçmenin daha da rahat ve kolay olacağını” düşünüyorum başlarda...

***

PİŞTİ’nin ilk toplantısında ne kadar yanıldığımı anlıyorum...

Beyazıt Öztürk; her konuyu kılı kırk yaracak bir şekilde “süzgeçten geçiriyor”, hiç tahmin etmediğim şeylere karşı çıkıyor;

-“Öyle söylersem yanlış anlaşılır... Böyle söylersem başka anlamlara çekilir...” diye düşünerek, kolay kolay hiçbir konunun işlenmesini istemez görünüyor...

***

Konu ve konuk seçiminde, Beyazıt’ın aşırı titizliğinden; o kadar zorlanmaya başlıyorum ki; yapımcılara bir ara; “çok zor gidecek bu iş böyle” demeye başlıyorum...

*****

“PİŞTİ” DENEYİMİ...

O günlerde fark ediyorum ki; “ekranda espri yaparak insanları eğlendiren yakışıklı genç Beyazıt”, hayatı gereğinden fazla ciddiye alan, kılı kırk yaran, benliğinin derinliklerinde yaşamın komiğinden çok ciddiyetini ve ağırlığını yaşayan bir insan...

***

İşlenecek konuların yayında oluşabilecek anlamlarının, rahatsızlık verip vermeyeceğini anlatarak geçiyor program toplantıları...

Çok kaliteli, çok verimli, çok esprili ve heyecan verici birkaç ay geçiriyoruz beşimiz televizyon programında...

***

Televizyonculukta kendi çocuğum olan Ateş Hattı, İtiraf, Hayatım Roman ve Show Ana Haber Bülteni’nden sonra, yapımcılarla gerçekleştirdiğim programlar içinde en keyif aldığım program oluyor aylar içinde PİŞTİ...

***

Sezon bittiğinde Beyaz kendi kanalındaki programa devam edebilmek için, o programı bırakıyor...

Bu olayı, dün Beyazıt’ın canlı yayın videosunu Kanal D Haber’de izlerken düşünüyorum...

“20 yıldır canlı yayın yaptığını” söylüyor ve başına ilk kez böyle bir olayın meydana geldiğini anlatıyor yayında Beyazıt...

Olayın içeriğini tartışmıyorum...

***

Türkiye’de “olayların tartışmasının istenmeyen her tarafa çekilebileceğini, profesyonel etki ajanları tarafından çamura batırılacağını ve sosyal medyada anında lince tabi tutulacağını” biliyorum...

***

Türkiye profesyonel etki ajanlarının “karşılıklı olarak her yaratılan şeyi çamura batırmak için Amiral Battı oynadıkları” bir ülke haline geliyor...

Bu ortamda kimin gerçekten ne söylediğinin hiçbir anlamı yok...

“Çamurdan adam” yapmak için malzeme toplanmasına yardımcı olacak bir durumum yok...

***

Ancak “iyi tanıdığım Beyazıt’ın o andaki davranışlarına hakim olan duygusunu anlatmak, bir insan, bir televizyoncu olarak boynumun borcu...

*****

BEYAZ’IN KİŞİLİK ÖZELLİĞİ...

Beyazıt; ekranda görünenin aksine; “yaptığı televizyonculuğun sulu seplek bir eğlence ve içi boş bir magazin olmadığını” ispat etmeye çok özen gösteren bir yayıncı...

***

Ayşe Çelik canlı yayına telefonla bağlandığında; “çocuklar ölürken, siz orada eğlence programı yapıyorsunuz” mealinde sözler söyleyerek Beyaz’ı tam can damarından vuruyor...

Bu “içerik” Beyazıt’ın en hassas olduğu ve “kendisinin öyle olmadığını ispat etmek için, sözün gerisini bile dinlemeden aksini kanıtlayacak davranışlara düşünmeden girebileceği” yegane hassas muhteviyat...

***

Bunun böyle olduğunu Pişti programının hazırlıklarında defalarca yaşıyorum...

Ne olayı, ne Ayşe Çelik’i ne Beyaz’ı tartışmak amacında bir yazı değil bu yazı...

Ancak Beyazıt’ın “aşırı korumacı program ciddiyetinden” mütevellit; canlı yayında konuşmanın içeriğinin gerçekte ne olduğunun farkına varmadığından eminim...

***

Bunları anlatmamın bir nedeni var...

Bu köşede defalarca, başıma taammüden getirilen onca linci, onca iftirayı, onca kirli operasyonu yazıyorum...

Bu “linçleri” kişisel bir intikam, bir hınç alma, bir hesap sorma mantığıyla yazmıyorum...

Arda Turan’ın sevgilisiyle sinema kapattığı için başına getirilenlerden;

Caner Erkin’e karısı üzerinden yapılmaya çalışılan linçten... Gökhan Töre’ye uygulanan “manevi suikastten”...

Kendime atılan onlarca iftiradan sonra...

“Günahsız yere lince tabi tutulanların” gönüllü misyoner avukatı olma isteğinin dışında bir arzum yok...

***

Hayatta bana atılan bunca iftiranın bir anlamı olduğunu biliyorum...

O anlam; “gerçekte hak etmediği suçlamalara ve linçlere maruz kalan günahsız insanların temize çıkarılmalarının sağlanmasında bir çorba kaşığı katkıda bulunma misyonudur...”

Bu yazı “çorba kaşığı misyonun fonksiyonunu yerine getirme yazı”sı...

Bütün amacı bu...

Yazının devamı...

Gazeteden yazısı silinen gazeteciyi, televizyonlardan sildirme operasyonu... 1

“Gazeteci” otuzaltı yıl önce; “Gazeteciler Günü”nde, gazeteciliğe başladı...

1980 yılının 10 Ocak’ında...

20 yaşındaydı;

Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde gazetecilik ve televizyonculuk eğitimi alıyordu...

***

Her gün okuduğu gazetede ünlü bir gazeteciye öykünüyordu; genç yaşında...

Onun gibi bir gazeteci olmayı hayal ediyor; onun tarafından yetiştirilmeyi arzu ediyordu...

Hayatın “istek, niyet, enerji ve oluşan gerçek”ten ibaret kuantum realitesini o günlerde bilmiyordu...

***

“Gazeteci olmayı”, “bağımsız ve özgür bir birey olarak okuduğu gazeteciliği ve televizyonculuğu yapmayı”, kalemle kağıtla, yazıyla, çiziyle, haberle dört başı mamur bir gazetecilik dünyasında yaşamayı o kadar çok istiyordu ki; hayat ona sadece 15 ay sonra, “hayat ustası” olacak kişiyle aynı gazetede aynı sayfalarda yazmasını nasip edecekti...

***

21 yaşını bitirmeden, büyük bir şans yakalamıştı;

“Öykündüğü gazeteciyi kendi kendine ustası ilan ediyor, onun yolundan yürüdüğüne inanıyordu...”

5 YIL SONRA; SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ GADDARLIKLARI 2

Yaklaşık beş yıl sonra gazetesinden alacağı haber; ona kaderin garip bir tecellisi olarak gelecekti o sırada...

Gazeteci; “yurt dışında bir göreve tayin oluyordu...”

“Öykündüğü gazetecinin yolundan gittiğini Tanrı istiyor” diye düşünmüştü o günlerde...

***

Oysa; öykündüğü gazeteci ile yakın çevresinin yaptıkları üzerinden; “gazeteciliği değil, eski soğuk savaş döneminin istihbarat sistemlerinin; en karanlık, en kirli, en gaddar en acımasız operasyonlarını” kendi üzerinde yaşayarak öğreneceğini bilmiyordu...

“Ustası!” ve yakınları; ona sadece gazeteciliği değil; “gazeteci gibi görünen soğuk savaş dönemi ‘ajan sisteminin en acımasız yöntemlerini’ yaşatarak” öğreteceklerdi...

İFTİRA... 3

Acı çektirerek...

Elinden her şeyini alarak...

Yazılarını sildirerek...

Televizyonlardan silerek...

Gazetelerden uzaklaştırarak...

İftiralar atarak...

“Gazeteci”yi cezaevlerine göndertmenin altyapısını kurarak...

Faili meçhul cinayetlere kurban giden gazeteci yazarların; “kendileri hakkındaki yazdıklarını buharlaştırıp”, onların cinayetinden başkalarına iftira atmaya çalışarak...

Ünlü sanatçılara “kendi yakın arkadaşları tarafından” organize edilen kirli operasyonu, “gazetecinin üzerine yıkmaya çalışarak”, ‘hem kirli operasyonu gizleme, hem de gazeteciyi töhmet altında bırakıp etkisizleştirme’ yoluyla çift taraflı cellatlıkları kusursuzca işleyerek...

***

“Gazeteci”ye her yerde, her ortamda, etkileri altındaki her program ve yazı üzerinden iftira attırarak onu tamamen etkisizleştirmeyi bir yöntem haline getirerek...

Galatasaray futbol takımının 2000 yılındaki UEFA Şampiyonluğu esnasında bile, ‘İngiliz holiganları gazetecinin kışkırttığını söyleyecek kadar hayasız ve ahlaksız; bir iftirayı gazetecinin üzerine sıçratmaya çalışarak...’

***

Kargaların güleceği bu iftirayı yazmaları için; etkisi altındaki ‘elemanlara’ gazeteci hakkında kampanya açtırarak...

***

Parasını indireceğini söyleyerek televizyon programını kaldırtıp, kanalından gönderterek...

Beş yıl boyunca televizyonlarda; “cezaevi ve linç süreçlerini” işleterek...

“Gazeteci”nin gazetesindeki yazıları kimsenin fark etmeyeceği şekilde sildirterek...

Gazetede köşe yazısı yazmasını engellemek ve yazılarını “kaldırtmak için operasyon üstüne operasyon” düzenleyerek...

***

Usta ve çevresi durmuyordu...

Ne yapsalar; yetinmiyor; öldürene kadar devam ediyorlardı...

Her seferinde bir fazlasını istiyorlardı...

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ GADDARLIKLARI... 4

En sonunda, ‘gazeteci’nin yeni doğan çocuklarına ve ailesine dadanacaklardı...

Gazetecinin babasını, annesini, çocuklarını, ‘iftiralarla yıpratacak, yok edecek, beyin kanaması geçirtecek, sakat bırakacak, hatta öldürecek ne varsa’ yapıyorlardı...

Amerika’da 1950 yılında Mc Carthy dönemi olarak bilinen yıllar; Soğuk Savaş dönemi olarak adlandırılırlar...

***

Herkesin takibata uğradığı, fişlendiği, birbirini gammazladığı, birçok ünlünün Amerika dışına gitmek zorunda kaldığı dönemin adıdır Soğuk Savaş ve Mc Carthy dönemi...

Gazetecinin “usta” diye bildiği kişi ve yakın çevresi, Mc Carthy’nin soğuk savaş döneminin “eğitiminden geliyordu...”

***

İbretlik olan; Amerika geçmişindeki bu “acılarla dolu dönemi”, kendi içinde mahkum etmiş; insanlık suçlarının yarattığı tahribatı yıllarca gidermeye çalışmış, vatandaşlarını yıllar sonra; Soğuk Savaş’ın Mc Carthy’ci döneminin etkisinden kurtarmayı başarmıştı...


TECAVÜZ... 5

Gazeteci; “Avrupa’lı ve Amerika’lı” gibi çağdaş görünümlü!!! kimliklerle; üzerine gelen Mc Carthy’ci “tecavüzü” uzun süre anlayamamış, 2010 yılına kadar onlara pek toz kondurmamıştı...

***

Ancak 2010 yılından itibaren devletin kilit mevkileri iyice ele geçirilerek gazeteciye “ölümlerden ölüm beğen” şiarlı bir cellat kampanya; her gün, her hafta, her ay, her yıl artarak uygulamaya konmuştu...

GAZETECİLİK DIŞINDA ‘USTA’DAN ÖĞRENİLEN ACI DERS... 6

Gazeteci takvim yapraklarına baktı...

2016 Çalışan Gazeteciler Günü’ydü ertesi günü...

36 yıl önce aynı günde başlamıştı gazeteciliğe...

“Bir usta”ya öykünerek...

O “usta”nın onun “hayatın en acımasız gaddarlıklarını gösterecek” bir usta olacağını bilemeden...

“Gazeteci dediği ustaya” özenerek...

“Gazeteci” dediği usta ve çevresinin; “Soğuk Savaş Mc Carthy döneminin en kirli, en acımasız en gaddar istihbarat yöntemlerini, operasyonlarını yaptıran” kişiler olduklarını bilemeden...

***

Ona sadece gazeteciliği değil, gazetecilik ötesindeki,”gizli dünyaların en gaddar operasyonlarını” yaşatarak öğreteceklerinin hissedemeden...

DÜNYA ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜNDE 36 YILLIK GAZETECİ... 7

2016’nın Gazeteciler Günü’nde; kimler tarafından yapıldığının farkında olmadığı bu operasyonların sonucunda, bir süre önce 35 yıllık gazeteciliğini ve televizyonculuğunu bırakma kararı aldığını düşündü “gazeteci...”

Acacı gülümsedi...

36. yılında namusuyla gazetecilik dışında hiçbir şey yapmadığını ve hala ayakta kalabildiğini gördü...

Dün bu yazıyı yazarken; “Gazeteciler Bayramı’nı” kendi kendine kutladı gazeteci...

36 yılda “usta”sı ona, Soğuk Savaş istihbarat dünyasının en gaddar en acımasız, en psikolojik etki yöntemlerinin neler olduğunu teker teker öğretmişti...

Buna rağmen, ayakta kalan gazeteciliğini kutladı kendi kendine gazeteci...

Yazının devamı...

"Bir gün ölürsem öldüğüm gün değil; doğduğum günü hatırlayın..."

"Bir gün ölürsem, öldüğüm günü değil, doğduğum günü hatırlayın" der Cemal Süreya...

Ne ki; bugün doğum günü değil; ölüm yıldönümü usta şairin...

1990 yılının 9 Ocak günü, tam yirmibeş yıl önce bugün ölüyor Cemal Süreya...

***

Adı Cemal Süreyya...

Süreyya isminde iki y harfi bulunuyor...

Cemal Süreyya Süreyya'daki y'lerden birini arkadaşıyla bir iddiayı kaybetmesi sonucu, isminden çıkardığını söylüyor... Oysa çok kabul gören bir görüşe göre, Cemal Süreya'nın soyadındaki y'nin gitmesi, bir kadın meselesi yüzünden meydana geliyor...

***

Cemal Süreya ve Sezai Karakoç üniversitede sınıf arkadaşılar...

Sınıflarında Muazzez Akkaya isminde bir kız var...

İki arkadaş da Muazzez Akkaya'ya aşıklar...

Sınıfta gün boyu, Muazzez'e duydukları sevgiyi anlatan şiirlerini birbirlerine okuyorlar...

***

Zamanla iki genç şairin; sınıf arkadaşları Muazzez'e duydukları aşk kızışıyor ve iki genç "kim Muazzez'le çıkacak?.." diye bir iddiaya tutuşuyorlar...

İddiaya göre, kaybeden taraf büyük bir bedel ödemeye razı oluyor...

Bu bedel, ikisine de bedensel ve fiziksel bir zararı dokunmayacak, ancak ömür boyu üzerlerinde kalacak bir bedel olacak...

***

İddiayı Cemal Süreyya kazanır ve kızla çıkarsa; Sezai Karakoç'un ismi Sezai Karkoç olarak değişecek...

Kızla Sezai Karakoç çıkacak olursa, Cemal Süreyya'nın ismi, Cemal Süreya olarak değişecek...

İddiayı Sezai Karakoç kazanıyor...

Cemal Süreyya'nın soyadındaki y'lerden biri atılıyor...

Cemal Süreyya o günden sonra artık Cemal Süreya olarak geçiyor...

***

Hayatıma damgasını vuran en önemli şairlerden birisi Cemal Süreya...

Tomris Uyar'a duyduğu aşkın dizeleri, Türk edebiyatının "ölümsüz hazinesi" olarak tarihe geçiyor...

Birkaç Cemal Süreya sözünü nakletmek istiyorum ustanın yirmibeşinci ölüm yıldönümü nedeniyle...

Gönüllerimizde biriken paslar silinir ümidiyle...

"KEŞKE HEP ÇOCUK KALSAYDIK... EN BÜYÜK YARAMIZ DİZİMİZDEKİ YARA OLSAYDI..."

Keşke hep çocuk kalsaydık...

En büyük yaramız dizimizdeki yara olsaydı...

***

Sonra gülüşün geldi aklıma...

Ve içimden dedim ki; Yine gelsen, yine severim seni...

***

Bazı şeyleri sana yazdığımı düşünüyorsan yanılıyorsun; hepsini sana yazıyorum...

***

Ve ne kadar yazarsan yaz...

Hiçbir dokunuşun yerini tutamayacak...

***

Senin çelme taktığın yerden başlıyorum hayata...

***

Aynı şehirde sen varsın...

Ben varım...

Biz yokuz...

BİR KADIN AĞZI İLE DEĞİL, GÖZLERİ İLE GÜLER...

Unutmayın; bir kadın ağzı ile gülmez...

Gözlerinin içi gülüyorsa; gülüyordur...

***

Bir mutluluk hastalığıdır şiir...

Kırılan dalın türküsüdür...

***

Seni sevmekten değil... Bunu sana söylemekten vazgeçtim...

***

Dokunulmasa da görülmese de kalpte yer verilir bazısına nedensiz...

DIŞARIYA YAĞMUR, YÜREĞİME HASRET...

Dışarıya yağmur, yüreğime hasret, fikrime sen...

Nasıl yağıyorsunuz üçünüz birden; bir bilsen...

***

Belki biraz geç rastladım sana...

Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza?..

***

Aşktın sen... Gidişinden bildim seni...

***

Çektiğin acı kadar olgunlaşırsın diyorlar...

Olgunlaşa olgunlaşa çürüdük... Bilmiyorlar...

***

Meğer ne çok yanarmış canı insanın...

Baktığı yerde göremeyince görmek istediğini...

***

Daha nen olayım isterdin?..

Onursuzunum senin...

***

Ne ikna edici bir intihar biçimidir...

Şimdi seninle göz göze gelmek...

***

Hasret kalmışız yüreği güzel insanlara...

***

Üzecekler seni; çok üzecekler...

Aklına o zaman geleceğim işte...

"KİLOMETRELERCE GURUR VAR ARAMIZDA..."

Çocuk; güzel anılar gibi hüzünlü...

Hüzünlü şarkılar gibi güzel...

***

Rastgele yürürken aklına geliyim...

Sızlasın için...

***

Birbirimize birkaç adımlık mesafelerdeyiz aslında...

Ama aramızda kilometrelerce gurur var...

***

Ben ki, uzak bir istasyonda durmuş bir gar saati gibiyim...

Rüzgarlar üşüşmüş içime...

***

Bana sağır olanlara; dilsizim bundan sonra...

***

Ne zaman bu şehirden kaçıp gitme isteği gelse, köşeye oturup geçip gitmesini bekliyorum...

Gidersem dönmem çünkü biliyorum...

***

Biz gözyaşımızı gizleyen insanlarız...

Biz kahkahamızı da gizleriz...

Biz koşuyu kaybettikten sonra; koşan atlarız...

***

Ölüm geliyor aklıma birden ölüm...

Bir ağacın gövdesine sarılıyorum...

***

Gitmekle gidilmiyor ki...

Gitmekle gitmiş olmazsın...

Gönlün kalır,aklın kalır, anıların kalır...

***

Okyanusta ölmez de insan...

Gider bir kaşık sevdada boğulur...

SABAHATTİN ALİ VE AHMET KAYA'NIN BESTESİ...

İki gün önce; henüz kırk bir yaşında "hala tam olarak ortaya çıkartılamayan bir cinayete kurban giden" Sabahattin Ali'nin ünlü şarkılara ve yorumculara güfte olan unutulmaz parçalardan bir potburi sunuyorum...

"Hayatı Katlanabilir Kılan Şarkılar" başlığıyla yayınladığım yazıda, ölümsüz hale gelen parçalardan bir demet var...

Ruhi Su'nun, Sezen Aksu'nun, Ahmet Kaya'nın, Edip Akbayram'ın, Zülfü Livaneli'nin, Nükhet Duru'nun yorumlarıyla ölümsüzleşen eserleri, yorumcuları ve bestecileri ile aktarıyorum...

***

Dün Ahmet Kaya'nın şarkılarının prodüksiyonunu yapan Gam Production yöneticisi Ömer Ovacık'tan bir mail alıyorum...

Sabahattin Ali'nin sözlerini yazdığı; Ahmet Kaya'nın yorumladığı "Geçmiyor Günler" adlı eserin bestecisinin "Kerem Güney" olduğunu yazdığımı söylüyor;

"Oysa Geçmiyor Günler" parçasının bestecisi de Ahmet Kaya'ydı...

"Düzeltmeniz talebiyle..." diyor...

***

Sabahattin Ali'nin Geçmiyor Günler parçasının yorumlayıcısının yanısıra bestecisinin de Ahmet Kaya olduğunu öğreniyoruz; Google'daki yanlış bilgilere karşın...

***

Türkiye'deki faili meçhullerin ilk örneği olarak bilinen ve hayattayken; "İçimde yarım kalmış bir konuşmanın üzüntüsü vardı" diyen Sabahattin Ali'nin; Ahmet Kaya tarafından yorumlanan bir parçası daha var...

"Kara Yazı..."

O parça ve sözleri de şöyle:

"Geçmedi yare sözümüz

Yollarda kaldı gözümüz

Yere sürüldü yüzümüz

Böyleymiş kara yazımız

Çiçekler açılmaz oldu

Pınarlar içilmez oldu

Yar bize gülmez oldu

Böyleymiş kara yazımız

Yalnız ona yar demiştik

Onda bir şeyler var demiştik

O bizi anlar demiştik

Böyleymiş kara yazımız

Hey gönül gene bu gece

Kederim geceden yüce

Gel susalım beraberce

Böyleymiş kara yazımız"

Yazının devamı...

Gazetede yazımı sildirenlerle, Vikipedia’da yalanları yazanlar aynı tipler...

Dün bir arkadaşım söylemese hiç fark etmeyeceğim;

-“Gazeteyle aranda sorun mu var?..” diye soruyor arkadaşım...

-“Hayır yok...” diyorum;

-“Niye olsun ki?..”

-“İnternet sayfalarında yazıların siliniyor ya ondan... Herhalde gazeteyle aranda bir sorun var...” cevabını veriyor...

***

O an kafama dank ediyor...

Benim dört yıl önceki yazılarımın internetten silinmesi, sanki gazetenin bugün yaptığı bir iş gibi algılanabiliyor...

Oysa özenle seçilerek silinen yazılar; bazı kişileri adlarıyla deşifre eden dört yıl önceki yazılar...

O yazılar bilinçli bir el tarafından, o tarihte çalışan birileri tarafından gizli eller kanalıyla siliniyorlar...

***

Arkadaşıma;

-“Bu mesele şu anda gazeteyle ilgili bir mesele değil...” diyorum...

-“Bu mesele çok daha geniş; bazı kilit mevkilere çöreklenen ve oradan güç alarak medya dizaynı yapan bir grubun suç oluşturan gizli davranışlarıyla ilgili...”

***

Anlamadığını görünce biraz daha açıyorum konuyu;

-“Hani...” diyorum...

-“Birkaç ay önce Vikipedia’da profesör babamı okutman, beni Milliyet gazetesinin Atina muhabiri yerine Resmi Gazete muhabiri olarak gösteren, 10 yıllık Milliyet çalışmışlığımı bir iki yılla buharlaştıran, İngilizce Vikipedia’da beni “balkabağı” tabiriyle ilişkilendiren, kızım Ayşe Nazlı’nın kızım olduğunu özenle gizleyen ve bizi ailecek itibarsızlaştırarak sıfırlamaya çalışan bir çete vardı... Olayların doğrusunu ve gerçeğini yazdığımda; uzun süre Vikipidia’da ‘bu yazılar değiştirilemez’ diye direten gizli kod adlı etki ajanları vardı ya... Vatan gazetesinin internet sitesinden vakt-i zamanında yazılarımı buharlaştıranlar aynı adamlar ya da kadınlar...

***

Bu çete; Türkiye’de yok etmeyi düşündükleri insanlara karakter suikasti yapar, onları yalan yanlış bilgilerle itibarsızlaştırırken, sosyal medyada ve uluslararası platformlarda ‘kirlileştirilmiş bilgileri ve dezenformasyonu’ bilinçli bir şekilde dolaşıma sokuyor...

Diğer yandan, yazılan yazıların kaydını bile silip, gerçeklerin üstünü örtmeye çalışıyor...

Acı tarafı ne biliyor musun?..

Bunu yapan etki ajanları, kendilerini basın özgürlüğünün savunucusu gazeteciler olarak lanse ediyorlar...

***

Yaptıkları kirli ve ağır bir suç... Bunların isimleriyle, gazeteci kelimesinin yan yana gelmesi bile, gazeteci kelimesini kirletiyor...”

***

Arkadaşım; dalgın dalgın yüzüme bakıyor...

-“Hayatın çok zor olsa gerek...” diyor...

-“Zor ama...” diyorum...

-“İnsanın ailesine sahip çıkması, sorumluluğunu alması, annesinden babasından, çoluğuna çocuğuna uzanan manevi köprüde, ‘onurunu, namusunu şerefini’ koruması, ‘tek başına bile kalsa 35 yılını verdiği gazeteciliğini savunması’ aynaya baktığında kendisi ve ailesi için gurur duyacağı bir tablo oluşturuyor... Bunun sağladığı manevi güç, üzerinize oynanan her oyunu ve pisliği yok ediyor...”


BARCELONA’LI ARDA’YLA GURUR DUYANLAR; ONA NELER YAPTIKLARINI HATIRLIYORLAR MI?..

Arda artık Barcelona’da top koşturuyor...

Dünyanın en muhteşem takımının, formasını ilk onbirde giyiyor...

Zamanında Türkiye’de Arda’yı linç edenler; bugün Arda’nın muhteşem bir zaferin altına imza attığını söylemekten utanmıyorlar...

***

Bir yıl önce; Türkiye’de linç edilen Arda, Gökhan Töre ve Caner ile ilgili bir yazı yazıyorum...

Şöyle o yazı:

SEVGİLİ HABERLERİYLE TÜRKİYE’DEN KAÇIRTILAN ARDA

Saha dışında oynanan kirli futbol kendisine, Galatasaray’ın dünya çapındaki değeri Arda Turan’ı hedef olarak seçiyor...

Arda büyük bir futbolcu...

Çok yetenekli... Psikolojisi bozulmaz, havasını bulur, futbola konsantre olursa çok iyi oynar...

Bu özelliği hedefe konması için yeterli oluyor Arda’nın...

***

Saha dışında Arda için oynanan futbolun, esas arenası spor sayfaları değil, magazin ekleri...

Arda bir anda magazin sayfalarının, hedefe koyduğu isim haline getiriliyor...

***

Gerekçe masum!..

-“Ünlüler her zaman haberdirler...” Bunu söyleyen sahtekarlar; “neden aynı şeyi yapan bazı ünlülerin hedefe konduklarını, neden sadece onlarla ilgili haberler yapıldığını” özellikle gizliyorlar...

***

Amaç genel geçer bir gazeteci kuralını söyleyerek, “her gün Arda’yı hedefe koyarak, onu bu ülkeden kaçırmak...”

“Sevgilisine sinema kapattı” haberleriyle çalkalanıyor Türkiye...

Sevgilisine sinema kapatması günlerce konuşuluyor, ne kıroluğu, ne züppeliği, ne sonradan görmeliği kalıyor o sıralarda sadece 22 yaşında olan bir genç çocuğun...

***

Her gün sevgilisiyle ilişkisinin; bir başka! “züppelik” kokan! tarafı manşetlere çekiliyor... Arda bir süre sonra “Ben İspanya’da futbol hayatıma devam etmek istiyorum... Burada futbol oynamayacağım...” diyor... Fatih Terim ne yaparsa yapsın Arda’yı ikna edemiyor... Misyon tamam... Kir ve eller, ya da kirli eller bir kez daha birbirine kavuşturuluyor...

CANER ERKİN’E YAPILAN NAMERTLİK!..

Futbolcu insan... Futbolcunun bir hayatı var... Evliliği, karısı, çoluğu çocuğu var...

Onun hayatının da bir “özel”i, mahremi, inişleri ve çıkışları var...

***

Fenerbahçe’li Caner Erkin genç ve başarılı bir futbolcu...

Güzel bir eşi var...

Aralarındaki ilişkinin başına gelen sorunlar; “gazetelerin önce magazin sayfalarını, hemen arkasından birinci sayfalarını, günlerce değil, haftalarca değil, aylarca değil, yıllarca süslüyor...”

***

“Genç kadın ve futbolcu eşi üzerine” yapılan haberler, fotoğraflar, yorumlar, spekülasyonlar, değil her hafta milyonların gözü önünde maça çıkacak bir futbolcu, sıradan iş yapan bir insanın bile hayatını karartacak; onu intihara sürükleyecek bir boyuta varıyor...

Fakat kan isteyenler, ya da kendilerince Arda’nın intikamını almayı düşünenler “Caner’e futbolu daha doğrusu Fenerbahçe’yi bıraktırmadan” bu işin peşini bırakmıyorlar...

***

Caner sahada, bir insanın değil, on insanın kaldıramayacağı bir yükü kaldırarak hayatına ve futboluna devam ediyor... Kirli eller kan alacağı ve birbirine kavuşacağı günü beklemeye devam ediyor...


LİNÇ EDİLMEYE ÇALIŞILAN GÖKHAN TÖRE!..

Arda, Caner, yetmiyor saha dışı kirli oyunun tezgahtarları için; Değerleri, yetenekleri, futbolcuları, teknik adamları; futbol dışı yöntemlerle saha dışına atmaya yeminli eli kanlı katiller; linçlerine durmaksızın devam ediyorlar... Gökhan Töre onlar için son yıllarda en biçilmiş kaftan... Çok yetenekli... Dünya çapında futbolcu olmaya niyetli... Beşiktaş’ın elindeki en büyük değeri...

***

Yıllar önce, kampta yaşanmış bir olay temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp, manşetlere ve televizyon programlarına sürülüyor...

Gökhan Töre iyi oynadıkça, futboluna futbol kattıkça, ismi dünya devlerinin listesine girdikçe, Beşiktaş’ı kurtardıkça kampanya artıyor...

***

Her milli maçtan önce, her milli maçtan sonra yeniden ısıtılıyor...

Servis ediliyor...

Özür diledi...

Özür dilemedi...

Tabanca dayadı...

Teknik direktör niye affetti?.

Affetmemesi gerekirdi...

Kampanya bitmek bilmiyor...

***

Linççiler, rakip takımlarda olduğu için futbolun değerlerini, yok etmek, rakip takımın yararlanmasından muaf tutmak için “saha dışı her oyunu” kirli bir tezgahın parçası olarak yürütüyorlar... Elleri kirli onların; Kirli kirli birbiriyle kavuşuyor elleri...

Yazının devamı...

Hayatı katlanabilir kılan şarkılar...

Yaşadığımız hayatı, bize anlamlandıran, şarkılar vardır...

Biz onları dinlerken, hayatımızı anlamlandırırız...

Hayatımızı anlamlandırırken, isyanlarımızı, sızılarımızı, ağlamalarımızı, haykırmalarımızı şarkıların sözlerine döker, müziğin estetik ritminde hayatın zorbalıklarına dayanmaya çalışırız...

***

Şarkılar olmasa, hayatımız katlanılmaz olur...

Sabahattin Ali; hayatımı yaşanabilir kılan nice şarkının, gizli kalmış, bilinmez şairidir...

İçin için ağlayarak hayata dayanabildiğim şarkılarda; onun sözlerinin, tılsımlı duygusallığı, umutsuz görünen ancak umut vaad coşkusu, kafiyesiz görünen; oysa hüzünlü kafiyelerle dopdolu heceleri var...

Sabahattin Ali’nin hayatınızdaki hangi parçalara hayat verdiğini muhtemelen bir anda bulup çıkartamayacaksınız...

Genç yaşında hala nasıl bir cinayete kurban gittiği tam anlaşılmayan, Sabahattin Ali’nin dillerde şarkılar haline gelen sözlerinden bir potburiyi sizler için hazırlıyorum...

Dinlerken; hayatı katlanabilir kılabilmeniz umuduyla...

*****

Leylim Ley Zülfü Livaneli

Döndüm daldan düşen kuru yaprağa

Seher yeli dağıt beni kır beni

Götür tozlarımı burdan uzağa

Yarin çıplak ayağına sür beni

***

Aldım sazı çıkmış gurbet görmeye

Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye

Ne lüzum var şuna buna sormaya

Senden ayrı ne hal oldum gör beni

***

Ayın şavkı vurur sazım üstüne

Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne

Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne

Ay bir yandan sen bir yandan sar beni

***

Yedi yıldır uğramadım yurduma

Dert ortağı aramadım derdime

Geleceksen bir gün düşüp ardıma

Kula değil yüreğine sor beni

Göklerde Kartal Gibiydim

(Hapishane Şarkısı 1) (Seslendiren: Volkan Konak / Beste: Ali Ekber Eren)

***

Göklerde kartal gibiydim.

Kanatlarımdan vuruldum

Mor çiçekli dal gibiydim,

Bahar vaktinde kırıldım.

***

Yar olmadı bana devir,

Her günüm bir başka zehir

Hapishanelerde demir

Parmaklıklara sarıldım.

***

Coşkundum pınarlar gibi,

Sarhoştum rüzgarlar gibi

İhtiyar çınarlar gibi

Bir gün içinde devrildim.

***

Ekmeğim bahtımdan katı,

Bahtım düşmanımdan kötü

Böyle kepaze hayatı

Sürüklemekten yoruldum.

***

Kimseye soramadığım,

Doyunca saramadığım,

Görmesem duramadığım

Nazlı yarimden ayrıldım.

Çocuklar Gibi

(Seslendiren: Sezen Aksu / Beste: Ali Kocatepe)

***

bende hiç tükenmez bir hayat vardı

kırlara yayılan ilkbahar gibi

kalbim hiç durmadan hızla çarpardı

göğsümün içinde ateş var gibi

***

başını göğsüme sakla sevgilim

güzel saçlarında dolaşsın elim

bir gün ağlayalım, bir gün gülelim

sevişen yaramaz çocuklar gibi

***

hissedince sana vurulduğumu

anladım ne kadar yorulduğumu

sakinleştiğimi durulduğumu

denize dökülen bir pınar gibi

***

başını göğsüme sakla sevgilim

güzel saçlarında dolaşsın elim

bir gün ağlayalım, bir gün gülelim

sevişen yaramaz çocuklar gibi

***

sözün şiirlerin mükemmelidir

senden başkasını seven delidir

yüzün çiçeklerin en güzelidir

gözlerin bilinmez bir diyar gibi

***

başını göğsüme sakla sevgilim

güzel saçlarında dolaşsın elim

bir gün ağlayalım, bir gün gülelim

sevişen yaramaz çocuklar gibi

Ben Sana Vurgunum

(Seslendiren: Nükhet Duru / Beste: Ali Kocatepe)

***

Seneler sürer her günüm

Yalnız gitmekten yorgunum

Zannetme sana dargınım

Ben gene sana vurgunum.

Başkalarına gülsem de

Senden uzakta kalsam da

Sevmediğini bilsem de

Ben gene sana vurgunum.

Dağları aşınca başım

Geri kaldı her yoldaşım

Gel sevgilim, gel kardaşım

Ben gene sana vurgunum.

Gönlüm seninkine yârdı

Aynı şeyleri duyardı

Ayaklarımız uyardı

Ben gene sana vurgunum.

İtilmiş, tekmelenmişim

Doğduğum günde yanmışım

Yalnız sana güvenmişim

Ben gene sana vurgunum.

Dağlar

(Seslendiren: Sezen Aksu

/ Beste: Ali Kocatepe)

***

başım dağ saçlarım kardır

deli rüzgarlarım vardır

ovalar bana çok dardır

benim meskenim dağlardır dağlar

dağlardır dağlar, dağlardır dağlar…

***

şehirler bana bir tuzak

insan sohbetleri yasak

uzak olun benden uzak

benim meskenim dağlardır dağlar

dağlardır dağlar, dağlardır dağlar…

***

kalbime benzer taşları

heybetli öter kuşları

göğe yakındır başları

benim meskenim dağlardır dağlar

dağlardır dağlar, dağlardır dağlar…

***

yarimi ellere verin

sevdamı yellere verin

yelleri bana gönderin

benim meskenim dağlardır dağlar

dağlardır dağlar, dağlardır dağlar…

***

bir gün kadrim bilinirse

ismim ağza alınırsa

yerim soran bulunursa

benim meskenim dağlardır dağlar

dağlardır dağlar, dağlardır dağlar…

Aldırma Gönül

(Hapishane Şarkısı) (Seslendiren: Edip Akbayram / Beste: Kerem Güney)

***

Başın öne eğilmesin

Aldırma gönül aldırma

Ağladığın duyulmasın

Aldırma gönül, aldırma

***

Dışarda deli dalgalar

Gelip duvarları yalar

Seni bu sesler oyalar

Aldırma gönül, aldırma

***

Görmesen bile denizi

Yukarıya çevir gözü

Deniz dibidir gökyüzü

Aldırma gönül, aldırma

***

Dertlerin kalkınca şaha

Bir sitem yolla Allah’a

Görecek günler var daha

Aldırma gönül, aldırma

***

Kurşun ata ata biter

Yollar gide gide biter

Ceza yata yata biter

Aldırma gönül, aldırma

Geçmiyor Günler

(Hapishane Şarkısı 3) (Seslendiren: Ahmet Kaya / Beste: Kerem Güney)

***

burda çiçekler açmıyor

kuşlar süzülüp uçmuyor

yıldızlar ışık saçmıyor

geçmiyor günler geçmiyor.

***

avluda volta vururum

kah düşünür otururum

türlü hayaller görürüm

geçmiyor günler geçmiyor.

***

dışarıda mevsim baharmış

gezip dolaşanlar varmış

günler su gibi akarmış

geçmiyor günler geçmiyor.

***

gönülde eski sevdalar

gözümde dereler bağlar

aynadan hayalin ağlar

geçmiyor günler geçmiyor.

***

yanımda yatan yabancı

her söz zehir gibi acı

bütün dertlerin en gücü

geçmiyor günler geçmiyor

Melankoli

(Seslendiren: Nükhet Duru / Beste: Ali Kocatepe)

***

Beni en güzel günümde

Sebepsiz bir keder alır.

Bütün ömrümün beynimde

Acı bir tortusu kalır.

***

Anlıyamam kederimi,

Bir ateş yakar derimi,

İçim dar bulur yerimi,

Gönlüm dağlarda bunalır.

***

Ne kış, ne yazı isterim,

Ne bir dost yüzü isterim,

Hafif bir sızı isterim,

Ağrılar, sancılar gelir.

***

Yanıma düşer kollarım,

Görünmez olur yollarım,

En sevgili emellerim

Önüme ölü serilir…

***

Ne bir dost, ne bir sevgili,

Dünyadan uzak bir deli…

Beni sarar melankoli

Kafamın içersi ölür.

Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz...

Ruhi Su, Edip Akbayram ve nice sanatçı)

***

Sene 1341 nefsime uydum

Sebep oldu şeytan bir cana kıydım

Katil defterine adımı koydum

Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

***

Sen üzülme anam dertlerim çoktur

Çektiğin çilenin hesabı yoktur

Yiğitlik yolunda üstüme yoktur

Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

***

Çok zamandır çektim kahrı zindanı

Bize de mesken oldu Sinop’un hanı

Firar etmeyilen buldum amanı

Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

***

Sinop kalesinden uçtum denize

Tam üç gün üç gece göründü Rize

Karşıki dağlardan gel oldu bize

Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

***

Bir yanımı sardı müfreze kolu

Bir yanımı sardı Varilcioğlu

Beşyüz atlı ile kestiler yolu

Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz

***

Sabahattin Ali

Sinop

Yazının devamı...

Tümer Metin'in takımı...

Olay on yıl önce meydana geliyor...

Beşiktaş’ın yüzüncü yılında şampiyonluk golünün unutulmaz asistini yapan sembol futbolcusu Tümer Metin’in ezeli rakip Fenerbahçe’ye transfer olacağı haberi futbol dünyasını çalkalamaya başlıyor...

O yıllarda Sabah gazetesinde yazıyorum...

***

Futbol; profesyonelliğin üst düzeyde yaşandığı bir spor dalı...

Futbolcular da profesyonel...

Ancak ben yine de; Beşiktaş’ta o günlerde “pek rahat forma şansı bulamayan” Tümer’in; Fenerbahçe’ye gitmesine sıcak bakmıyorum;

Tümer’in Beşiktaş’ın sembolü olduğunu; hayatı boyunca Beşiktaş’lı Tümer olarak anılacağını, bu transfer gerçekleşirse, imajın zedeleneceğini; Fenerbahçe’li Tümer olarak da addedilmeyeceğini söylüyorum...

***

Beşiktaş’lı olduğum için bu şekilde düşünmediğimi; Fenerbahçe’nin efsanevi kalecisi Rüştü’nün de Beşiktaş’a gelmesini doğru bulmadığımı belirtiyorum...

Benim ve kamuoyunun gözünde Rüştü “Fenerbahçe’li Rüştü” çünkü...

***

Gel zaman git zaman; Tümer ile Lucca isimli ünlü bir brasseri’de karşılaşıyoruz...

Daha doğrusu ben masada otururken o bir başka yerden masaya doğru geliyor ve bana yazımdan dolayı “ağır ve havalı bir serzenişte” bulunuyor...

***

Bu serzeniş bana çok dokunuyor...

Olayın bu kadar dokunmasının nedeni; benim “Beşiktaş’lı Tümer ve Fenerbahçe olayını; Fenerbahçe’li Rüştü ve Beşiktaş konseptiyle birlikte çok tarafsız değerlendirmiş olmam...”

***

Üstelik gazete yazılarıma, televizyon programlarıma, gazetecinin konuşma ve yazma hakkını hiçe sayan bir şekilde “ayar verilmesini” hiç hazmedemeyecek durumdayım...

Tümer bir şeyler söyledikten sonra masadan uzaklaşıyor...

Bense zamanında yöneticiliğini yaptığım bir futbolcunun “tavrını içime hiç sindiremeden” masadaki sohbete devam ediyorum...

TÜMER’LE KONUŞMADIĞIMIZ YILLAR...

Bu olayın üzerinden birkaç yıl geçiyor...

İkiz çocuklarımın annesi ve bir ortak dostumuz, İzzet Çapa’nın Akaretler’deki mekanlarından birinde oturuyoruz...

Çeşme’de bulunan bir başka kız arkadaşımızla konuşurken, Tümer Metin’in yanında olduğunu söylüyorlar...

Telefonu alıyorum; dayanamıyorum ve ona yıllar önce bana çok dokunan sözlerinden dolayı “ağır” bir söz söylüyorum...

***

Başka da hiçbir şey söylemiyorum...

Bir daha futbol dünyasının içindeki hiçbir karşılaşmamızda birbirimizle konuşmuyoruz...

Hatta karşı karşıya gelmemeye özen gösteriyoruz...

Ta ki bir gün Şansal Büyüka bana bir telefon ederek Maraton programına çağırana dek...

YILLAR SONRA İLK KARŞILAŞMAMIZ...

“Pazartesi akşamı Beşiktaş’ın maçı var... Programa gelir misin?..” diyor...

-“Tümer Metin de var programda... Şimdi yanımda... Onunla konuşurken senin gelmenin çok iyi olacağını düşündük...”

Hayatta çoğu zaman, insanlar arasındaki “güvenilirlik” ilişkisinin nasıl oluştuğu anlaşılmaz...

***

Onu anlayamayanlar için o gün Şansal Büyüka ile aramızdaki konuşma bir case-study; yani incelenmesi gereken bir vaka...

Şansal Büyüka o kadar ince ve diplomatik bir dille, bu teklifi iletiyorsa, “benim onunla ilişkim” canlı yayın gibi dönüşü olmaz bir mecrada bile hiçbir soruyu sormadan ona “evet” dememi gerektirir...

***

O meseleyi önceden çözmeden, böyle bir teklifi eski iş arkadaşına yapmaz...

“Ben de Tümer’le aramızdaki bu anlamsız ego tartışmasını” bitiririz diye düşünüyorum...

Onunla hiç konuşmadan...

Şansal Büyüka’ya hiçbir soru sormadan...

-“Gelirim...” diyorum...

Maraton programına gidiyorum...

Tümer’le ilk kez karşı karşıyayız ve konuşmak durumundayız...

UNUTAMADIĞIM BİR MAÇIN UNUTULMAZ GÖRÜNTÜSÜ

Program başlıyor...

Ben içimden geldiği gibi; ona karşı içimdeki sevgi ve dostluk duygularıyla konuşuyorum... O da aynı şekilde bu duygularla karşılık veriyor...

Şansal Büyüka bir ara “Bana Beşiktaş’ın unutamadığım bir maçını ve o maçın en unutamadığım anını” soruyor...

O an gözümün önüne tek bir görüntü ve tek bir pozisyon geliyor...

Tümer’le Sergen’in, kornerden gelen topu; kontratakla neredeyse bütün bir sahayı katederek ortaklaşa attıkları, 100. yıl şampiyonluk golü... O görüntü konduğunda benim gözlerim doluyor;

Tümer Metin;

-“Hayatta kim ne derse desin... Tarihe mal olan ve sembol olan görüntüler belleklerden silinmezler...” diyor...

TÜMER VE FEYYAZ BEŞİKTAŞ’LI; RÜŞTÜ VE ENGİN VEREL FENERBAHÇE’Lİ; AYHAN AKBİN VE TANJU GALATASARAY’LI... YA SERGEN?..

Dün TV 8’de dört büyükler futbol turnuvasında Tümer Metin’in Beşiktaş forması giymesi sosyal medyada Beşiktaş’lı taraftarları ikiye bölüyor...

***

Hiç ikiye bölmesin...

Yıllar önce başbaşa yediğimiz bir yemekte Kıvanç Oktay’ın bana söylediği gibi;

“Tümer Metin, o sırada Beşiktaş’ta istemeyen birileri olduğu için Beşiktaş’tan gitti... Onun için kırgındı...”

***

Uzun zamandır Maraton programında Tümer Metin’i izliyorum...

Onun profesyonel yorumlarına karşın, gönül ibresinin Beşiktaş’ta olduğunu o kadar açık görüyorum ki...

O Beşiktaş’lı Tümer...O da bunu her şeyiyle hissediyor ki, yıllar sonra hiçbir çıkarı olmadığı halde siyah beyaz formayı giyerek çıkıyor...

Rüştü Reçber; Beşiktaş’ta oynamasına karşın; “Fenerbahçe’li Rüştü Reçber...”

Ayhan Akbin Beşiktaş’ta oynadı; ama “Galatasaray’lı Ayhan...”

Tanju Fenerbahçe’de ve Galatasaray’da oynadı;

Ama “Galatasaray’lı Tanju...”

Feyyaz Fenerbahçe’de oynadı...

Ama “Beşiktaş’lı Feyyaz...

Engin Verel Galatasaray’da oynadı...

Ama “Fenerbahçe’li Engin Verel...”

Şenol Birol,

Beşiktaş’ta gol oldular...

Ama onlar “Fenerbahçe’li Şenol Birol...”

Ve nihayet;

Sergen; Beşiktaş’ta, Fenerbahçe’de, Galatasaray’da, Trabzon’da oynadı...

Ama Sergen... “Beşiktaş’lı Sergen...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.