Şampiy10
Magazin
Gündem

Hakkını helal et Kamer Genç!..

“Haber getireceksiniz... Özel haber... Türkiye’yi sarsacak, insanlara “vay vay bunlar da mı oluyor” dedirtecek manşet haber... Eğer rutin olayı haber diye getiriyorsanız; ‘bugün basın toplantısına gittim onun haberini yaptım’ diyorsanız, muhasebeye gidin ‘ben burada çalışamıyorum ayrılıyorum’ deyin... Bu haber merkezinde, rutin haber izleyerek muhabirlik yapamazsınız... Rutin haber; o gün işinizi yapmıyorsunuz demek... Özel haber getireceksiniz; özel haber de haber gibi haber olacak; insanlara ‘vay be’ dedirtecek...

Yoksa gidin bir yerde basın müşavirliği yapın... Emekliliğiniz garanti olur en azından...”

***

Haber toplantılarında her akşam böyle konuşuyorum saatlerce...

Bir muhabire en fazla bir iki ay süre veriyorum...

Bu süre zarfında; ‘vay be’ dedirtecek özel haber getirmiyorsa, müdürlerine söylüyorum;

-‘Arkadaş burada kendini fazla ziyan etmesin... Yazık olmasın...’

***

Farkındayım;

Muhabirler ve kameramanlar üzerinde inanılmaz bir gerginlik ve stres yaratıyor söylediklerim...

***

Bu sözlerden sonra herkesin “deli gibi haber peşinde koşacağını” biliyorum...

Bu talimatı alan gazetecinin, diğer televizyonlar ve gazetelerdeki meslektaşlarından kendini özel ve farklı hissedeceğini, haber için ortalığı yıkacağını; ‘ben ‘Show Haber’den geliyorum’ diyerek, imkansızı imkanlı hale getireceğini biliyorum...

Ben de öyle yetişmişim...

Beni öyle yetiştiren Ustam Çetin Emeç...

Bunları yüzlerce kişiye söylerken en ufak bir tereddütüm olmuyor onun için...

***

Mesleğe Ankara’nın siyaset ve diplomatik koridorlarında başlayan bir gazeteci olduğumdan bir konuda çok hassassım...

-“Haberde iyi niyetli hata olabilir; iki kez yapma kontenjanına sahipsiniz... Ama taammüden asparagas ve yalan haber yaptığınızı sezersem, değil bu haber merkezinde; sizi bu meslekte barındırmam...” diyorum...

*****

“ÇİÇEKLERİ SULAMAYA GELMİŞTİM” HABERİNDE BURNUMA GELEN KÖTÜ KOKULAR...

Show Haber’in 1996-2002 yılları arasında; 7 yıla yayılan yüzde 28 ile 35 izlenme payına sahip realitesi; dönemin güç merkezleri ile onların etki ajanları tarafından yalan ve iftiralarla bezenmiş kirli bir suikastin ve itibarsızlaştırmanın hedefi haline getiriliyor...

Bilinçli bir plan bu...

“Özgür işleyen beynin gündemine bir türlü hakim olamıyorlar... Onun için beynin ölümünü hedefliyorlar...”

***

Ancak beyin her seferinde bir yolunu buluyor; insan yaratıcılığının, zapt-u rapt altına alınamayacağını ispat etmeye yöneliyor...

Haberi Ankara haber müdürüm Müşerref Seçkin bana telefonda söylemeye başlıyor o mahut günde...

Benim neden mutlu olacağımı biliyor...

Kelimeleri özenle seçiyor...

***

-“Ankara büroya gece muhabiri olarak aldığımız Serkan Çinier büyük iş çıkardı... Meclis Başkan vekili Kamer Genç oğlunun Oran’daki evinde, dansöz bir kadınla beraber oluyor... Dansöz Hayal’in, Kamer Genç’in evinden çıkarken görüntüleri var...

Hayal; ‘Kamer Genç’le beraber olduk’ diyor...

Kamer Genç de zaten yakalanıyor kameralarımıza...

O da evden çıkıyor Hayal’in çıkışından sonra tek başına...”

-“Öyle mi?..” diyorum...

-“Ne diyor?..”

-“Yakalanmanın verdiği telaş içinde; ‘Oğlumun evi burası... Oğlum yurt dışında okuyor... Evindeki çiçekleri sulamaya gelmiştim...’ diyor...

-“Bizim muhabir ve kameramanın bu olaydan haberi nasıl oluyor Müşerref” diye soruyorum...

Öyle ya...

Gecenin bir vakti; Kamer Genç’in yurt dışında okuyan oğlunun evinde kamera bekletmiyoruz ki!..

-“Muhabirin kendisini vereyim telefona” diyor...

-“Kendin sor...”

-“Oğlum nasıl yakaladın bu haberi?..” diyorum...

-“Abi ihbar geldi biz de harekete geçtik...” diyor...

-“Senden başka televizyon veya gazete muhabiri var mıydı orada?..”

-“Kanal 6 vardı abi...” diyor muhabir arkadaşım...

-“Onlar haberi verecek...”

***

-“Müşerref’i ver bana yavrum...” diyorum...

-“Peki abi...” diyor Müşerref Seçkin telefona geliyor...

-“Müşerref...” diyorum...

-“Bu haberi yayınlamaya tam ikna olamıyorum... Bunlar gece, nasıl gittiler Kamer Genç’in evine?.. Kim söyledi Kamer Genç’in bir kadınla o eve gittiğini?.. Bu işte siyasi bir kumpas kokusu seziyorum... Yayınlamayalım biz bu haberi...”

***

Müşerref Ankara Haber Müdürü...

Doğal olarak böyle bir haberin Anakara’da; Meclis’te yaratacağı sansasyonun büyüklüğünü düşünüyor...

-“Görüntülerde Kamer Genç çiçekleri sulamaya gelmiştim diyor...” diye beni uyarıyor...

Meslek hayatımın en zor anlarımdan birini yaşıyorum...

Haberi ilk vermek için yanıp tutuşuyorum...

Biliyorum ki haber yıkacak ortalığı...

Görüntüler hareketli...

Kaçışlar, bağrışlar çağrışlar yakalanma anları...

Ben ki; “bana ‘vay be’ dedirtecek özel haber getirin” diye ortalığı inleten genel yayın yönetmeni; Yayınlamazsam, şimdi ne diyeceğim muhabire ve koskoca haber merkezine?..”

*****

“HABERDE KÖTÜ KOKULAR SEZİYORUM MÜŞERREF BAŞKASI YAYINLAMIYORSA YAYINLAMAYALIM...”

Haberciliğimle insanlığım arasında gidip geldiğim durumların çok azında “habercilik” galebe çalıyor... Tahminlerin aksine; çoğunda vicdanım galebe çalıyor... Telefonda bir süre düşünüyorum... Sonra Müşerref’e kararımı açıklıyorum...

-“Biz bu olayın ne ‘az sonra’sını gireceğiz... Ne de bu haberi biz yayınlayacağız... Kanal 6 yayınlarsa, haberi gireceğiz... Aksi halde haberi girmeyeceğiz...” -“Onların Ankara’da haber müdürü Baha” diyor Müşerref...

-“Baha’ya söyleyin yayınlamasınlar bu olayı... kötü kokular alıyorum... Benim böyle söylediğimi söyleyin... Onlar yayınlamazsa biz yayınlamayacağız...”

***

Haber bülteni yayınlanırken, stüdyoda haber veriyorlar bana...

-“Kanal 6 yayınlamaya başladı... Biz ne yapacağız?..” diye... Yapacak bir şeyin olmadığın o anda anlıyorum...

-“Öyleyse siz de hazırlayın biz de gireceğiz...” diyorum...

O sırada SHOW Haber tek Türkiye’nin gündemini belirlemekte çok etkili...

Biz girince ortalık yıkılıyor...

***

O sırada biliyorum ki; biz girmesek haberi; diğer kanallar; Kanal 6’dan alacak görüntüleri ve girecekler haberi...

Biz olayın orijinal görüntüleri bizde olduğu halde yaya kalacağız...

Haberi veriyoruz ve Türkiye’de o geceden itibaren Show Haber konuşuluyor... “Kamer Genç çapkınlıkta yakalanınca şöyle dedi” başlıklarıyla;

-“Çiçek sulamaya gitmiştim...”

***

Rahmetli durumu kurtaracağım derken öyle bir laf ediyor ki; “şüyuu vukuundan beter dedikleri türden... (söylentisi olmuşundan beter)”

-‘Ben oraya oğlumun evindeki çiçekleri sulamaya gitmiştim...’

***

Haber Show Haber’de yayınlanıyor ve Türkiye’nin gündemine oturuyor...

Kamer Genç daha sonra, sayısız defalar Show Haber’e ve Ateş Hattı programına canlı yayına çıkıyor...

“Kendisine tezgah kurulduğunu” sonuna kadar söylemesine karşın; bizi bu olaydan hiçbir zaman sorumlu tutmuyor...

Bizim bu olayda “taammüden bir günahımızın olmadığını” biliyor...

***

Birilerinin dansözü özel olarak, görevlendirdiğini düşünüyor...

Üzerinden 17 yıl geçtikten sonra, ben de Kamer Genç gibi düşünüyorum...

Birileri, “onun erkeksi zaaflarının üzerinden bir operasyon yapıyorlar...”

Belki Cumhurbaşkanı adayı olmasını önlemek, belki de milletvekilliğini engelleyerek memleketi Tunceli’yle ilgili başka bir operasyonu gerçekleştirmek için...

***

O bunlara aldırmadan, sonraki yayınlarımda hep “muzip gülümsemesiyle gülümsemeye devam ediyor...”

Bir bilgelik var gülümsemesinde...

Ona hiç kızamıyorum...

Onu çok sevdiğimi fark ediyorum...

Olmuşsa bir hatam;

Hakkını helal et sevgili Kamer Genç...

Allahtan senin için, gani gani rahmet dilemek zamanı şimdi...

Yazının devamı...

Dünyanın en zengin hayatları...

Dünyanın maddi açıdan en zengin hayatlarının; benim nevi şahsına münhasır, bu zenginliklerle kıyas kabul etmeyen hayatımın standartlarından “radikal bir farkı olmadığını” anlamaya başladığım adamdı Mustafa Koç...

***

Dedesi Vehbi Koç, ilk gazetecilik yıllarımda kendisiyle yaptığım bir röportajdan ve dayımın grubundaki görevinden esinlenmiş; beni birkaç kez evine davet etmişti...

Çocukluğumun geçtiği İstinye ile Yeniköy arasında Boğaz manzaralı, maddi konumuna göre çok mütevazı sayılabilecek bir apartman dairesinde otururdu Vehbi Bey...

***

O yıllarda ben de Yeniköy’de oturuyordum...

Vehbi Bey’in evini gördüğümde oldukça şaşırmış; “Hani biraz daha uğraşsam ben de böyle bir evde oturabilirdim...” demiştim...

***

Maddi yönden çok zengin olan hayatların; her şeye muktedir, sonsuz renkte, sonsuz pırıltıda, sonsuz seçenekte bir yaşam standartı sunduğu düşünülür sahiplerine...

Dışarıdan bakıldığında dev bir lunaparkın sınırsız oyuncaklar sunan albenisini taşır çok zengin hayatlar...

***

Yedikleri önünde, yemedikleri arkalarındadır...

Hayatta her şeyi satın alabilecek kudrette ve kuvvettedirler...

Özel uçaklarıyla dünyanın dört bir tarafına seyahat edebilmekte, istedikleri gibi yaşayabilmektedirler...

Böylesine bir lüksün içinde insanın mutsuz olmaya hakkı yoktur!..

Öyle zannedilir...

***

Bense on yıl kadar, haftanın iki üç günü yan yana masalarda yemek yediğim Mustafa Koç’un hayatındaki zenginliğe hiç özenmezdim...

Kuzenim Serdar Cümbüş; Mustafa Koç’un en yakın arkadaşıydı...

İçtikleri su ayrı gitmezdi...

Beraber tatil yaparlar, beraber çalışırlar, beraber gezer tozarlardı...

***

Bu parıltılı hayatın; sağladığı yaşam standartının koordinatlarını bilirdim...

Nedense o hayatın lüksü ve şatafatı değil; stresi ve gerginliği benim gözüme batardı...

Her gün hayatlarını derinden etkiliyecek bir krizin içinde yaşarlardı...

Dışarıdan ahkam kesenler bu oyuna “power game”; ya da Türkçesiyle “güç oyunu” adını takıyorlar, dışarıdan bu oyunu çok heyecanlı buluyorlardı...

***

Oysa dışarıdan çok heyecanlı, çok çekişmeli ve çok adrenalin salgılar görünen güç oyunu, oynayan aktörler için “stres dolu, gerginlik ve negatif enerjiyle yüklü bir ateşten top gibiydi...”

***

Nedense Mustafa Koç’u her gördüğümde içimden; “Değer mi bunca strese, gerginliğe ve huzursuzluğa?..” diye geçirirdim...

***

Çok başka bir mecrada; yıllarca bu oyunun başka yüzünü çok aktif bir şekilde oynamıştım...

Güç oyununun hayatımda ve üzerimde yarattığı gerginlik; “bana yıllar sonra o kadar gerginlikle yaşamaya değer miydi?..” sorusunu sordurmuştu...

Kazanılan paranın, keyfini hiç süremezdiniz...

Yediğin yemeğin, gittiğin ülkenin, aldığın kıyafetin, yaşamakta olduğun lüksün tadını hissetmezdiniz...

***

İçiniz hep bir huzursuzlukla kaplı; hep “şimdi ne olacak; cevap olarak siz ne yapacaksınız” sorusuyla dolu olurdu...

***

Hiçbir şeyin keyfini yaşayamazdınız...

Hayatı biraz daha rölantiye aldığımda, öğle güneşinin tadını hissetmeye başladığımda;

Mustafa Koç’un “ağır gündemle dolu yemek masasında, yemekli iş toplantılarının havasını koklar;” onu izlerken bile yorulurdum...

***

Yediğimiz iki satırlık yemek, gittiğimiz iki memleket, giydiğimiz üç beş kıyafet için, “değer mi bunca zahmet” diye düşünürdüm...

***

Paraya para katıyor; dünyaya hükmedecek bir servete sahip oluyordunuz...

Bu doğruydu...

Ancak bütün zenginliklere sahip olsanız da yaşanacak hayat standartının “bir düzeyden sonra, gidebileceği yeni bir nokta, tatmin edebileceği bilmediğiniz bir duygu kalmıyordu ki?..”

***

Mutluluk insanın içindeydi...

Hayatı algılama biçiminde, dışındaki “şey”lere verdiği değerde, yaşamı okuma şeklinde...

Bunlarda doğru kodları yakalayan insan; zaten sonsuz zenginlikte, fazladan sağlanacak bir “mutluluk kaynağının” olmadığını görebiliyordu...

“İNSAN” MUSTAFA KOÇ...

Mustafa Koç’u her gördüğümde; samimi bir şekilde selamlaşır, birkaç cümlelik bir sohbette rastlaşır, samimi ve sıcak bir tanışıklığın, insanı keyiflendiren varoluşunda birbirimizin varlığından hoşnut bir tebessümde buluşurduk...

***

Kimseleri kırmamaya özen gösteren çelebi bir duruşu, selam verirken kimseleri kırmamaya çalışan mütevazı bir davranışı, sıcak ve samimi bir gülüşü vardı...

Mustafa Koç çok güçlü olabilirdi...

Ancak “Benim rastladığım, sohbet ettiğim Mustafa Koç” sadece “insandı...”

***

Yakın çevresi ve sanıyorum kendisi benim “neden bu işleri erken bıraktığımı” sorguluyordu...

Bense; onun neden bu kadar stres dolu bir hayatı yaşamayı tercih ettiğini sorguluyordum...

***

Son yıllardaki röportajlarından birinde;

“Gece geç saatteki yemek yemeleri bir türlü durduramıyoruz” diye konuşuyordu...

O röportajı izlediğimde, “gece geç saatlerdeki yemek yeme düzeninin, aşırı stresle bire bir bağlantılı olduğunu” düşünmüştüm...

Eskiden aynı “alışkanlığa” ben de sahiptim...

***

Dün aniden kalp krizi geçirerek vefat ettiğini öğrendiğimde, çok sarsıldım...

Sarsıntımın bir nedeni, yakın tanıdığım bir insanın kaybıysa;

Diğer nedeni benimle aynı yaşta sayılacak bir dostun; “kalp krizi geçirdiğinde, ölüme gidişindeki hızlılık ve geri dönüşü olmayan kaderdi...”

***

“En zengin ve muktedir hayatların bile,” yaşama pamuk ipliğiyle bağlı olduğunu gösteriyordu Mustafa Koç’un ölümü...

Dün, işim, çocuklarım, ailem ve üstlendiğim sorumlulukların had safhada olduğu ve beni aşırı stresli hale getirdiği günlerden biriydi...

Mustafa’nın “ani kalp kriziyle ölümü” doğal olarak aklımdan çıkmıyordu...

Kendime “hep dikkat et...” diye telkinde bulunsam da hayat düzenimde yapmam gereken şeyler değişmiyordu...

***

Bir teselli niyetine;

“Hiç olmazsa, çocuklarım ve ailem için bunca stresi yaşıyorum... Başıma bir şey gelse de bu amaç ‘güç oyunundan’ daha sahici olur” diye geçirdim içimden...

***

Mustafa Koç’un öğle saatlerinde geldiği o yuvarlak masa gözümün önüne geliyor...

Paper Moon’un en sonundaki, en gözlerden uzak köşesindeki masa...

Onun masasının hemen yanındaki; ağaçların arasında hafif kaybolmuş kuytularda kalan masayı da ben seçerdim...

Yediğim yemek, ettiğim iki sohbet biraz gözlerden uzak kalsın diye...

Sanırım o da onun için o uzak masayı tercih ederdi dışarıda oturduğunda...

Şimdi iyice uzaklarda kaldı, o masa da Mustafa da...

Rahmet...

Yazının devamı...

“İstediğin her an çıkış yapabilirsin... Ama buradan asla ayrılamazsın...”

1969 yazında hikâyenin kahramanı olan adam uzun bir seyahate çıkar...

Yolu Kaliforniya’dan geçerken dinlenmek için Hotel California’yı bulur...

Ufak sevimli bir oteldir Hotel California...

Sıcak bir havası vardır...

Onu bir odaya yerleştirirler...

***

Oteldeki ikinci gününde odasının hemen yanındaki odada kalan kızla tanışır...

Arkadaş olurlar... Birlikte gezmeğe başlarlar...

Kısa bir süre sonra birbirlerine âşık olurlar... Ve tatili Hotel California’da birlikte geçirmeye karar verirler...

Çok severler birbirlerini... Bütün bir yaz hep beraberdirler...

Otelin sıcak insanları, sevimliliği sadeliği onları çok etkilemiştir...

Unutamayacakları bir yaz yaşarlar geçirir ve bir sevgi yaşarlar....

***

Yazın bitiminde birbirlerine veda etmeden; bir karar vermek durumundadırlar...

Şöyle derler:

“Eğer 1 yıl sonra birbirimizi unutmaz ve yine bu kadar çok sevecek olursak, gelecek yazın ilk gününde (tanıştıkları günü kastederek) Hotel California’da buluşalım...”

O zamana kadar birbirlerini hiç aramayacaklardır...

Bu aşk bir yaz aşkı mı yoksa gerçek bir aşk mı diye anlamak için bu kararı alırlar...

***

Hikayenin buraya kadarki bölümünü dünya çapında bir efsane parça olarak yapan Eagles grubunun kurucusu ve parçanın söz yazarı Grenn Fley önceki gün Newyork’ta öldü...

Hayatımın parçasını yapan, rüyalarımda beni alıp “hayaller oteline götüren” adam önceki gün zatürreye bağlı rahatsızlık sonucu Newyork’ta yaşamını yitirdi... 17 yaşımın, hit parçası, gençliğimin rüyası, hayallerimin fantazyası, yaşamımın en fazla hayal ettiğim “oteli”nin söz yazarı, sonsuzluğa doğru kaydı...

Şimdi Grenn Fley’e şarkı sözü yazması için ilham veren Hotel California’daki aşkın, ikinci ve trajik bölümünü okuyalım...

***

Aradan tam 1 yıl geçer...

Adam sözleştikleri gibi 1 sene sonra otelde buluşmak için yola çıkar...

Tanıştıkları ilk gündür o gün...

Yol uzundur bitmek bilmez adam için...

Sonunda Kaliforniya’ya varır...

Otelin oraya geldiğinde kapkara bir bina bulur karşısında...

Otel bir gün önce yanmıştır...

Sevdiği adamla buluşmak için 1 gün önceden otele gelen kız arkadaşı, gece çıkan yangında ölmüştür...

Adam otele gelirken sevdiği kızla bir ömür yaşamayı, birlikte olmayı düşünürken, onu bir ömür kaybetmiştir...

***

Eagles grubun üyeleri hikâyeyi duyduğunda çok etkilenirler ve bunun için bir şeyler yazmaya karar verirler...

Hotel California dediğimiz o muhteşem şarkı böyle ortaya çıkar... Yaşanılan aşk hikâyesi mi daha etkileyicidir, yoksa o aşka yazılan şarkı mı?..

Bilinmez...

Bilinen Hotel California’nın yaratıcısı ölse bile, parça sonsuzluğa kadar yaşayacaktır...

HOTEL CALIFORNIA- KALİFORNİYA OTELİ... 2

On a dark desert highway, cool wind in my hair

Karanlık bir çöl otoyolunda, serin rüzgar saçlarımda

Warm smell of colitas, rising up through the air

Colitaların* sıcak kokusu, yükseliyor havaya

Up ahead in the distance, I saw a shimmering light

İleride biraz uzakta, parlak bir ışık gördüm

My head grew heavy and my sight grew dim

Başım ağırlaştı ve görüşüm bulanıklaştı

I had to stop for the night

Geceyi geçirmek için durmalıydım



There she stood in the doorway

Kapı girişinde duruyordu

I heard the mission bell

Görev zilini duydum

And I was thinking to myself

Ve kendi kendime düşünüyordum

‘This could be Heaven or this could be Hell’

‘Burası cennet de olabilir, cehennem de’

Then she lit up a candle and she showed me the way

Sonra bir mum yaktı ve bana yolu gösterdi

There were voices down the corridor

Koridor boyunca sesler vardı

I thought I heard them say

Sanırım şöyle dediklerini duydum

Welcome to the Hotel California

Kaliforniya Oteli’ne hoşgeldiniz

Such a lovely place

Ne kadar hoş bir yer

Such a lovely face

Ne kadar hoş bir yüz

Plenty of room at the Hotel California

Kaliforniya Oteli’nde bir çok oda vardır

Any time of year, you can find it here

Yılın herhangi bir zamanı, burada bulabilirsiniz

Her mind is Tiffany-twisted, she got the Mercedes bends*

Aklı mücevher dükkanlarına takılmıştı, Mercedes gibi kıvrımları vardı

She got a lot of pretty, pretty boys, that she calls friends

‘Arkadaşım’ diye hitap ettiği bir sürü hoş erkek vardı

How they dance in the courtyard, sweet summer sweat

Avluda nasıl da dans ediyorlar, tatlı yaz teri içinde

Some dance to remember, some dance to forget

Bazı danslar hatırlamak için, bazısı unutmak için

So I called up the Captain

Böylece kaptanı çağırdım

‘Please bring me my wine’

‘Lütfen şarabımı getirin bana’

He said, ‘We haven’t had that spirit here since 1969’

Dedi ki, ‘1969’dan beri o içkiyi bulundurmuyoruz’*

And still those voices are calling from far away

Ve hala o sesler çok uzaklardan çağırıyorlar

Wake you up in the middle of the night

Gecenin ortasında seni uykundan uyandırır

Just to hear them say

Ve sadece şöyle dediklerini duyarsın

Welcome to the Hotel California

Kaliforniya Oteli’ne hoşgeldiniz

Such a lovely place

Ne kadar hoş bir yer

Such a lovely face

Ne kadar hoş bir yüz

They livin’ it up at the Hotel California

Kaliforniya Oteli’nde herkes gününü gün eder

What a nice surprise, bring your alibis

Ne hoş bir sürpriz, mazeretlerinizi de getirin

Mirrors on the ceiling

Tavanda aynalar

The pink champagne on ice

Buz kovasında pembe şampanya

And she said ‘We are all just prisoners here, of our own device’

Ve dedi ki; ‘Biz burada sadece kendi icatlarımızın mahkumlarıyız’

And in the master chambers

Ve büyük salonda

They gathered for the feast

Ziyafet için toplanmışlar

The stab it with their steely knives

Çelik bıçaklarını saplıyorlar

But they just can’t kill the beast

Ama canavarı* öldüremiyorlar

Last thing I remember, I was

Hatırladığım son şey, benim

Running for the door

Kapıya doğru koştuğumdu

I had to find the passage back

Geçidi bulmalıydım

To the place I was before

Daha önce bulunduğum yere açılan

‘Relax,’ said the night man,

“Rahat ol” dedi gece görevlisi

We are programmed to receive

Bizler ev sahipliği yapmaya programlandık

You can checkout any time you like

İstediğin zaman çıkış yapabilirsin

But you can never leave!

Ama buradan asla ayrılamazsın!

HOTEL CALIFORNIA’YI İLK GÖRDÜĞÜMDE... 3

“Sınıfta kalırsan, en yakın arkadaşların önümüzdeki yıl bir sonraki sınıfa devam eder... Sen ise senden küçüklerle aynı sınıfta, kalmış öğrenci olarak devam edersin... Rezil olursun...”

Lise ikinci sınıftaydım...

Annemle babamın gerçek; fakat gerçek olduğu kadar berbat bir psikolojik savaş taktiğiydi üzerimde denedikleri...

Kabul etmem gerekir ki etkili olmuştu...

Son iki yılda okulla ve derslerle ilgimi kesmiş görünsem de, ne yapıp edip sınıfta kalmamayı becerdim...

Hiç çakmadan mezun oldum ama, yılın sonlarına doğru annemle babama “rezistansiyalist bir karşı tavır” koydum...

***

-“Hiç çakmadan bu okulu bitiriyorum...” dedim...

-“Ama bu yıl çok yorulduğum için dinleneceğim... Üniversiteye bir yıl sonra gireceğim...”

Üniversite sınavında toplam beş dakikada bütün cevapları c ve d şıkkı olarak işaretleyip çıkmıştım salondan...

Mümeyyizlerden biri dayanamamış sormuştu:

-“Bir sorunun mu var evladım?..”

-“Hayır...” demiştim;

-“Hiçbir sorunum yok... Biraz dinleneceğim Hocam...”

***

Eagles’ın “Hotel California” parçası, 1976’nın sonu, 1977’nin başında Türkiye’de piyasaya çıktı... Sabahın köründen gece yarılarına kadar briç oynuyordum...

Batı’da çıkan hit parçaları dinliyor...

Long playlar alıyor...

Kafama göre takılıyordum arkadaşlarımla...

***

Avare günlerimin hit parçasıydı Hotel California... Eagles’ın “Hotel California” parçasının üzerimde yarattığı duygusal tetiklenmeyle, Türkiye’nin o ağır atmosferinden kaçıp kurtulmak istiyordum... Saatlerce arkadaşlarımla odalarımıza kapanıp, sigara dumanından yuvarlaklar yaparak, hayallerimizi konuşuyorduk...

***

Parça, dünyada hit olmuştu...

Ben ve arkadaşlarımın üniversiteye giriş hazırlıklarına “katık olmuş“ parçaydı...

-“Üniversiteye giremezsem, kaçar giderim buralardan” diyordum...

-“Hotel California’ya...

Kim bilir ne kadar güzeldir o otel?..”

***

İki yıl önce Santa Monica’da Ocean Avenue’da günlük sporumu yapıyordum...

Küçük bir “The Hotel California” levhası gördüm... Önce pek oralı olmadım...

Sonuçta Kaliforniya’daydım...

Bir sürü otelin adı rahatlıkla Hotel California olabilirdi...

Eagles’ın gençliğimin rüyası olan parçası Hotel California’yla ilgisi olduğunu pek düşünmedim...

Dönüş yolunda merak dürttü beni...

Bu kez otelin önünden tam olarak geçmeye ve durup bir süre gözlemlemeye karar verdim...

Evet oydu... Bir gitar amblemi koymuşlardı otelin önüne...

“The Hotel California” diyerek, otelin Eagles’ın parçasında zikredilen otel olduğuna vurgu yapılmıştı... Daha bir sürü ince gönderme vardı o muhteşem parçaya...

-“Biz o oteliz” dercesine...

***

İhtişamlı bir otel değildi The Hotel California...

Kaldığım otel ondan çok daha güzeldi...

Ne ki ben The Hotel California’nın önünde takılıp kalmıştım...

Gitmek istiyor, gidemiyordum...

Orada 17 yaşımdaki gençliğimle başbaşaydım...

Hayallerimle...

Rüyalarımla...

Özgürlüğümle...

Gençliğimle...

Gençliğinde, yalnız başına Kaliforniya’ya kaçamayan gencin, bugün iki anneden, üç muhteşem çocukla Hotel California’nın önünde dolaşması bir ilahi tesadüf müydü?..

Yoksa yine kaçmak, özgür olmak, hayatı bildiğim gibi takılarak, istediğim gibi yaşamak mı istiyordum?..

Yazının devamı...

Hrant’ın kendi ağzından gelmekte olan ölümü...

Aşağıdaki yazı geçen yıl yazıldı...

Ölüm yıldönümünde Hrant Dink’in nasıl öldürüldüğünü kendi ağzından anlatmak için...

Yazıyı okurken, bu ülkenin insanları arasında insanlığın, onurun, şerefin, haysiyetin ve dürüstlüğün nasıl bozuk para gibi harcanabildiğini göreceksiniz...

Ben her gün yaşıyorum; bu pis ve kirli suikasti...

En yakınımda görünenler tarafından bile...

İşte o yazı...

Ve sonra göz göre göre öldürülmek üzere olan Hrant’ın son çırpınışları...

***

“Dün hayatımı, çocuklarımı, anne ile babamı ve yaşamlarını beş yıldır bir suikast zincirinin hedefi yapan “derin bir adresten ve suikastçilerden” bahse...

***

Cinayet şöyle işlenir Türkiye’de;

Önce suçsuz ve günahsız “insan” hedef yapılır...

Sözcüklerinden tek bir cümle seçilir;

“İşte böyle söyledi... İşte böyle yaptı...” denmeye başlanır...

Kamuoyu “tekrarlaya tekrarlaya özenle buna hazırlanır... Bu hazırlama işini profesyonel etki ajanları yaparlar...”

***

Bu profesyonel etki ajanları, toplumsal algıyı manipüle edip, o insanı hedefe bilinçli olarak koyarlar...

“Gizli odakların derin etki ajanlarıdır onlar...”

Hedefe konan kişi kendini savunamaz...

Kendisini savunmaya kalkar; “ben öyle demedim” demeye çalışırken, bir ordu halinde tutulan ve üzerine gelen etki ajanlarının saldırısına ve istilasına uğrar...”

***

Sonunda günahsız yere hakkında “suçlu algısı yaratılıp, hedef haline getirilir”; böylece infazın “işaret fişeği tetiklenir...”

Cinayeti “adı sanı duyulmamış bir genç işlemiş görünür...” Oysa cinayeti işleyenler; gizli odaklar ve olayı tetikleyenlerdir...

Bu kirli oyun Türkiye’de hep bu şekilde oynanır...

***

Hrant Dink 19 Ocak 2007’de öldürüldüğü gün; nasıl öldürüleceğini bile biliyordu... O kadar bile bile ölüme gitti ki, kendi ölümünü ölmeden önce yazdı...

Bir güvercinin ürkekliğiyle...

Onu öldürenler; “o yazsa da biz öldürürüz, o kadar güçlüyüz” demek istiyorlardı... Bugün onun ölümü bekleyen yazısının geniş bir özetini yayınlıyorum...

Hrant Dink’in son yazısı o...

Kendi beklenen ölümünü; ölümünden hemen önce kendi kaleminden anlatıyor...

Bir güvercinin ürkekliğinde...

*****

HRANT’IN SON ÇIRPINIŞLARI...

Başlangıçta, ‘Türklüğü aşağılamak’ suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım...

Bu ilk değildi...

***

Benzer bir davaya zaten aşinaydım... 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada ‘Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu’ söylediğim için ‘Türklüğü aşağılamak’ suçlamasıyla yargılanıyordum...

***

Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım... Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum... Savcı, yazımın sadece tek başına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim ‘Türklüğü aşağılamak’ gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti...

***

Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum...

Kendimden emindim...

Ama hayret işte!..

Dava açılmıştı...

Yine de iyimserliğimi kaybetmedim...

O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan Avukat Kerinçsiz’e ‘Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi’ dahi dile getirdim...

***

Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu...

Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu... Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

‘Ya sabır’ çeke çeke...

***

Ama dönülmedi...

Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi... Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi... Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum... Şaşkındım...

Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı...

***

‘Şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız’ diye dayanmıştım günlerce, aylarca...

Davanın her celsesinde ‘Türkün kanı zehirlidir’ dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında... Her seferinde ‘Türk düşmanı’ olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle...

Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı...

***

Aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu... Tüm bunlara ‘Ya sabır’ çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum... Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı... Tek silahım samimiyetimdi...

***

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı... Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım...

Hakim ‘Türk Milleti’ adına karar vermişti ve benim ‘Türklüğü aşağıladığımı’ hukuken tescillemişti... Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi...

Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı...

***

İşte bu ruh haliyle, ‘ülkeyi terk edip etmeyeceğim’i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:

-“Aklanamazsam ülkemi terk edeceğim...”

Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım...

Tek silahım “samimiyetimdi...”

*****

AÇIK HEDEF HALİNE GETİRİLDİĞİ GÜNLER...

“Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı...

‘Kara mizah’ dedikleri bu olsa gerekti...

***

İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki ‘Adalet sistemi’ne ve ‘Hukuk’ kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım...

Nitekim başvuruda bulunduk da ne oldu?...

Yargıtay Başsavcısı beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu...

Bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı...

Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi...”

*****

ÖLDÜRECEĞİN KİŞİYİ YALNIZLAŞTIRIP SAVUNMASIZ BIRAKARAK CİNAYET İŞLEMEK...

“Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler...

Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık ‘Türklüğü aşağılayan’ biri olarak gören bir kesim oluşturdular...

***

Bilgisayarım; bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü...

(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim...)

***

Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı?.. Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil... Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence...

“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren...

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum... Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye...

***

Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik... Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

Tıpkı bir güvercin gibiyim...

Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım...

Başım onunki kadar hareketli...

Ve anında dönecek denli de süratli...

*****

ÖDETECEKLERİ BEDEL...

İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?..

“Ölüm-Kalım” dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım...

Ve ailece yaşadıklarımız... Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu... Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım.

“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek...

***

Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlikeye atmaya hakkım yoktu... Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım...

***

İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım...

Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı... “Gidelim” dersem geleceklerdi; “Kalalım” dersem kalacaklardı...

Kalmak ve direnmek..

İyi de, gidersek nereye gidecektik?..

*****

ÜRKEK VE YALNIZ...

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız...

Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum... Bu dava kaç yıl sürer, bilemem... Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim...

***

Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?.. Bu arada şu gerçeği tek güvencem sayacağım... Kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim.. Ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz... Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler... Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce...”

***

Bunları yazdığı gün öldürüldü Hrant Dink...

Bu ülkede yazılan yazının bile katilleri durdurmayacağını henüz bilmiyordu...

Yazının devamı...

Yalnız ve serseri şairin kadınları...

“Yalnız kalmaktan hoşnut biriydim eskiden” diyor;

“Şimdi yıkıldı duvarlarım,

Her şeyin kenarları var...

Ellerine geçirdiler beni...”

20. yüzyılın edebiyat dahilerinden biriydi ve kendi hayatının ya da onun için söylendiği gibi “kendi cehenneminin” edebiyatını yazıyordu...

20. yüzyılın adı “kişisel başkaldırı”yla özdeşleşmiş muhtemelen en ünlü yazarıydı...

Gorki, Dostoyevski, Fante, Kosinski, Genet gibi birçok dahi yazarın yaşadığı “trajik geçen çocukluk ve gençlik dönemini o da yaşamıştı...”

***

Kendinin yazdığı romanların kahramanları, çevreleriyle kurdukları ilişkilerde başarısız, egemen kültür ve ahlak anlayışıyla uyum sağlayamayan karakterlerdi...

Kendisi gibi...

Ergenlikte geçirdiği bir hastalık sonucu cildi bozulmuştu...

Bu yüzden uzun yıllar kadınlara yaklaşamadı... Duygusal ilişkilerinde her zaman çekimser ve tutuk davranacaktı...

Yaşadığı bütün duygusal ilişkilerde kadınlar daha aktifti... Kadınlar Bukowski‘yi keşfederlerdi... Kendisi kadınlarla ilişkilerde korunaksızdı...

İlişkide aktif rolde olan kendisi değil kadınlardı:

***

“Kadınlardan yana şanslı olmanız gerek... Çünkü onlarla tesadüfen tanışıyorsunuz... Bir köşeden sağa dönersiniz şu kadınla, sola dönersiniz bu kadınla karşılaşırsınız... Aşk bir rastlantı çeşididir...”

Bukowski’nin kadınları, “Sistemin dışına itilmiş, hayatın karşısında yenilmiş ve tutunamayan kadınlardı...”

23 yaşında ilk cinsel deneyimini yaşadı...

Kendisinden 10 yaş büyüktü Jane...

Başarılı bir avukatla evliliğini yeni bitirmişti...

Bukowski‘nin deyimiyle “Bir kadının çekiciliğini hâlâ koruduğu, ama kaybetmenin eşiğinde olduğu yaştaydı Jane...”

“Bana en seksi görünen yaştaydı” diyecekti onun için...

İlk cinsel deneyimi yaşadığı Jane’le tam 10 yıl beraber oldular...

İlişkileri hayal kırıklıklarının üzerine kurulmuştu, ama içinde hem aşk hem de annelik duygusunu içeren şevkat vardı.

***

Babası kendisini ve annesini periyodik aralarla döverdi...

Annesini haftada iki kez...

Kendisini haftada birçok kez...

“Banyoya girdim ve arkadan kapıyı kapattı... Duvarlar beyazdı... Babam uzanıp bir çengele asılı duran ustura kayışını aldı... birçok kez tekrarlanacak olan dayaklarımın ilkini yemek üzereydim... Ve nedense her seferinde dayağı sebepsiz yere yiyecektim...”

***

Okulda hiç arkadaşı yoktu...

Hiç arkadaş istemiyordu...

Yalnız daha iyi hissediyordu kendini...

“Yüzümdeki çıbanlardan biri kaybolurken, diğeri çıkıyordu... Sık sık aynanın karşısına gelerek bir insanın ne kadar çirkinleşebileceğine bakıyordum...” diyecekti o yılları anlatırken... Bu nedenle Jane ilişkisini anlatırken bir öyküsünde şöyle yazacaktı:

“Çirkin erkeklere müşfik davranır... Yakışıklı erkeklerden iğrenirdi... Beni seçmişti...”

***

Ne ki Jane bir alkolikti...

Bukowski‘nin “Tembel, ilgisiz ve bencilce davrandım” dediği ilişkinin sonunda ihtihar etti...

Bukowski, Jane‘in ölümünden sonra, aynı kaderi paylaşmak için daha çok içmeye başladı...

35 yaşına kadar iki yıl sürekli içti...

Mide kanamasından hastaneye kaldırıldı...

“Öldü” tanısı kondu...

Sonra yaşama döndürüldü...


“KISAYIM BENLE KİMSE EVLENMEZ” DİYEN KADINLA EVLENDİ

Yaşama yeniden döndükten sonra, bir sürü günlük iş yaparken Texas’ın küçük bir kasabasında bir dergiye şiirlerini gönderir...

Derginin sahibi Barbara Frye ile mektuplaşmaya başlarlar...

Barbara bir gün mektubunda “O kadar kısayım ki benimle kimse evlenmez” diye yazar... Hayatı bir türlü tutunamayan kadınlarla geçecek olan Bukowski, bu mektup üzerine Frye’yle evlenir... Serseri ruhundan kabaran umarsızlıkla şöyle diyecekti:

“Genç ve zengindi... Bir içim suydu ayrıca...”

Evlilik sadece iki yıl sürer...

Zengin kadınla yapamamıştı...

“Sevmiyordum kadını... Sanata düşkündü... Sanatçı görünümlü tiplere zaafı vardı... Sözcük dağarcığı çok genişti... Garip kitapları okurdu sürekli... Zengin insanların farkında olmadıkları o şımarıklık vardı onda... Onların parası var ve senin yoksa, açıklanamaz bir durum çıkıyor ortaya...”

***

Ve 1963 yılında 43 yaşındayken “Elleriyle Yakalar Yüreğini” isimli kitabı çıkar Bukowski‘nin... Çok beklemiştir bu kitap için ve onun için bir doğumdur ilk kitabı...

Daha sonra hiçbir zaman evlenmeyeceği Fraces Smyith‘le birlikte olur ve ondan çocuk yapar Bukowski... Evlendiği kadından yapmamış, evlenmediği kadından yapmıştır çocuk...

Kız çocuğunun ismi Marina‘dır...

Kızın annesi bir hipidir ve 60’lı yılların sonunda Bukowski onu da terkeder...

***

“Ayyaş, cahil ve kadın düşmanı” denir o günlerde onun için...

Oysa Fransız yazar Philippe Dijan‘a göre Bukowski “Yüzyıllardır akademik dünyanın yapamadığını kendi yaşam sınırlarında gerçekleştirmiş bir dahidir...”

“Bukowski için alkol” diyor Dijan, “İnsanı kuşatan ve virüs gibi kemirip acı veren adaletsizliğe anlayışsızlığa karşı, kendi potansiyelini açığa çıkaran ve bütün engellerden kendini korumanın ve ayakta kalabilmenin bir aracıydı...”

İlk zamanlar belki, ama sonra bunları sağlamazdı ki alkol...

Ama belli ki, ilk yaratıcılık dönemlerinde Bukowski’nin duygularını harekete geçirmede önemli rolü olmuştu alkolün...

Aslında söylenenin aksine kadınlara karşı hiç göstermek istemediği, bir duyarlılığı ve saygısı vardı... Ama kadınlara karşı gizli bir öfke beslediği de gerçekti...

Sonuçta ilk gençliğinin sivilcelerle dolu uzun yılları “kadın ilgisinden uzakta ve kadınsız gecelerle” geçmişti...

23 yaşına dek...

Yazılarında kadınları kucaklayıcı portreler çizmemişti hiç... Hep bir umursamaz hali vardı, o çirkin sandığı yüzünü kadınlardan koruyabilmek için... Zaten kadınlarla yüzyüze değil, muktupla ilişki kurardı...

Tanınan bir yazar olması onu bu mektup arkadaşlıklarında şanslı kılıyordu...

Sonra bir kez daha evlendi...

Ancak hayatındaki evliliklerine değil, tek bir kadına karşı umursamaz davranamadı...

O da evlilik dışı beraberliğinden olan kızı Marina‘ydı... Bir yayınevi ona sürekli yazması için 100 dolar aylık bağlamıştı...

O 100 doların bir kısmı her ay Marina’ya gönderildi, bu serseri, alkolik, umarsız, kavgacı ve protest adam tarafından...

Sanırsam, Mavi Kuş şiiri kendisini iyi anlatan bir şiirdir...

Mavi Kuş

Bir mavi kuş var yüreğimde

çıkmaya can atan

***

ama ben ondan güçlüyüm,

kal, diyorum ona,

kimsenin seni

görmesine izin veremem...

***

Bir mavi kuş var yüreğimde

çıkmaya can atan

ama viski döküyorum üstüne

sigara dumanına

boğuyorum,

fahişeler, barmenler ve

bakkal çırakları hiçbir zaman

bilmiyorlar

onun orada olduğunu.

***

Bir mavi kuş var yüreğimde

çıkmaya can atan

ama ben ondan güçlüyüm,

yat lan aşağı, diyorum ona,

ocağıma incir dikmek mi niyetin?

Avrupa’daki kitap

satışlarını sabote etmek mi?..

***

Bir mavi kuş var yüreğimde

çıkmaya can atan

ama zekiyim,

sadece

geceleri izin veriyorum çıkmasına,

herkes yattıktan sonra.

orada olduğunu biliyorum,

derim ona, kederlenme artık.

***

sonra yerine koyarım yine

ama hafifçe öter;

tamamen ölmesine de izin vermiyorum

ve birlikte uyuyoruz

gizli antlaşmamızla;

ve insanı ağlatacak kadar güzel,

ama ben ağlamam,

ya siz?

Yazının devamı...

Reha Muhtar’ın Türkçe plakları...

Aklıma ilk olarak Bodrum’da yazın düşüyor...

Spor yaparken; kulağımda kulaklıkla müzik dinlerken...

Müziğin; hayatımda oynadığını rolü ve verdiği ilhamın muazzamlığını biliyorum...

11 yaşındayken; babamın yurt dışından platin iğneli, Philips marka stereo pikap hediye ettiğinden beri, müzik hayatımın en önemli ilham kaynaklarından biri...

***

Hayatımda ara ara, ünlü yorumcularla yaşadığım aşkların; esas nedeni onların ünlü olmaları değil, ruhuma işleyen şarkılar söylemiş olmaları...

Şarkılarla ve filmlerle yaşıyorum hayatı ben...

Aşklarım onun için zaman zaman o alanların sanatçılarına tesadüf ediyor...

Son zamanlarda şarkıları ve filmleri “sek” dinliyor ve izliyorum...

O dünyalarla yeni aşklara yelken açmadan...

***

Dün “hayatımın plaklarından”

bir demet sunmak istiyorum okuyucuya...

O kadar çok plak “ilk anlattığın ben olayım” diyor ki aralarından seçemiyorum ilk plakları...

Yine de mütevazı sayılacak bir aşk şarkıları potburisi çıkıyor nihai olarak...

İşte ilk Türkçe plak listem...

TANJU OKAN (KADINIM)

Eşyalar toplanmış seninlebirlikte

Anılar saçılmış odaya her yere.

Sevdiğim o koku yok artık bu evde

Sen

***

Kıyıda köşede gülüşün kaybolmuş

Ne olur terketme yalnızlık çok acı

Bu renksiz dünyayı sevmiştik birlikte Sen...

Kadınım, kadınım, kadınım.

***

Hatırla o günü karşı ki sokakta

Seni öptüğümü ilk defa hayatta

Kollarımda benim ilk bahar sabahı

Sen...

***

Sönmüş bak ışıklar,ev nasıl karanlık O ılık aydınlık yuvamız soğumuş

Geceler bitmiyor ağlıyorum artık

Sen...

Kadınım, kadınım, kadınım.

***

Eşyalar toplanmış seninle birlikte

Anılar saçılmış odaya her yere.

Sevdiğim o koku yok artık bu evde

Sen...

***

Masamız köşede öylece duruyor

Bardaklar boşalmış her biri bir yerde

Sanki hepsi hasret senin nefesine

Sen...

Kadınım, kadınım, kadınım.

***

Bana bıraktığın bütün bu hayatın

Yaşanan aşkların değeri yok artık

Ben sensiz olamam artık anlıyorum Sen...

***

Şimdi çok yalnızım

Ne olur kal benimle

O kapıyı kapat elini ver bana

Dışarıda yalnız üşüyorsun

Sen...

Kadınım, kadınım, kadınım.

AJDA PEKKAN (HAYKIRACAK NEFESİM...)


Her sabah uyandığında beni farzet yanında

Böylece kolaylaşır her şey birden bakarsın gelirim aniden

Fırsat verme gözyaşlarına söz geçmez anılara

Bugünü yaşamak dururken hala dargınsın yarınlara

***

Haykıracak nefesim kalmasa bile

Ellerim uzanır olduğun yere

Gözlerim görmese ben bulurum yine

Kalbim durmuşsa inan çarpar seninle

***

Her güzel şey çabuk biter soldular dünkü çiçekler

Ne dostlar ne de geçen mutlu günler bizimle her an beraberler

Aşk başkadır bunlardan döner gelir uzaklardan

Bir ses bir şarkıyla bazen hemen başlar sıfırdan...

EBRU GÜNDEŞ (FIRTINALAR)

Bir dost gibi davran bana

Herkes bizi öyle bilsin

Bugün burada bütün olanlar

Saklı, gizli sürüp gitsin

***

Fırtınalar koparsa kopsun

Sürüklesin ikimizi

Arzular tutuştursun bizi

Razıyım sonuna senle olsun

***

Ben sana öylesi taptım inan

Öylesi aşka yasak tanımam

Deliler gibiyim anla biraz

Aklımı yolda bıraktım inan

TİMUR SELÇUK (İSPANYOL MEYHANESİ)

Kararmış, tahta masamızda bir şişe şarap

Gecelerden bir gece, bezginiz

Üstelik, adamakıllı sarhoşuz, ellerin ellerimde…

İspanyol meyhanesinde bir kadın, çığlık çığlığa şarkı söylüyor

Belli yıkılmış bir kadın, hayli çirkin, hayli geçkin, ağlamaklı

***

Zayıf, incecik elli, incecik elli, kalın dudaklı

Sesi bir tokat gibi patlıyor kulaklarımızda

Yüzümüz al al oluyor, içimiz hüzün dolu, kahır dolu, Gözlerimiz kanlı

***

Yeter, yeter… Öleceksek ölelim

Haydi vur kendini şaraba, kedere ve aşka vur

Daha içelim hey… Daha içelim hey hey…

***

İspanyol meyhanesinde bir gece

Seninle, seninle başbaşayız

Üstelik, sarhoşuz adamakıllı, daha içelim, daha içelim…

İspanyol meyhanesinde öldüğümüzü kimse bilmesin

Hey garson, bütün hesaplar benden bu gece, sen de iç, sen de iç

Kapat kapıları, kapat, kapat, yabancı girmesin

İspanyol meyhanesinde öldüğümüzü kimse bilmesin

Ölelim, ölelim artık, bitsin bu delicesine koşu, bitsin bu koşu

***

Yeter, yeter… Öleceksek ölelim

Haydi vur kendini şaraba, kedere ve aşka vur

Daha içelim hey… Daha içelim hey hey…

MUAZZEZ ABACI (BANA HER ŞEY SENİ HATIRLATIYOR)

Hatıralar sarmış dört bir yanımı

Baktığım her yerde izin duruyor

Bana herşey seni hatırlatıyor

Beraber yürüdük biz bu yollarda

Beraber ıslandık yağan yağmurda

Şimdi dinlediğim tüm şarkılarda

Bana herşey seni hatırlatıyor

***

Gökyüzünde güneş o gözlerini

Çatlayan topraklar bu hasretimi

Yakılan her ateş bitmez sevgini

Bana herşey seni hatırlatıyor


NİLÜFER (YOLCU YOLUNDA GEREK)

Eskidenmiş güzelim

Sanki yıllar öncesinde kalan aşkımız bir masalmış bir tanem

Düş yerine gerçekmiş yaşanan

Yarınlar bizim için geç artık

***

Çok geç artık sana dönmek

Hani giderken bana demiştin ya sen

Yolcu yolunda gerek

Sevgi bizim için yok artık

***

Yok artık bir daha sevmek

Hani giderken bana demiştin ya sen

Yolcu yolunda gerek

Bitti denen yerden başlamak ve gözlerini açmak yeniden

Belki de sevinçle kucaklaşıp

Başlarız kaldığımız yerden

Yarınlar bizim için geç artık

***

Çok geç artık sana dönmek

Hani giderken bana demiştin ya sen

Yolcu yolunda gerek

Sevgi bizim için yok artık

***

Yok artık bir daha sevmek

Hani giderken bana demiştin ya sen

Yolcu yolunda gerek…


İLHAN İREM (ANLASANA)

Her sevincin her kederin

En ölümsüz sevgilerin

Sonsuz denen göklerin

Her şeyin bir sonu varsa

***

Ayrılıkların da sonu var

Bir gün çıkıp geleceksin

İçimde bir ümit var

Yeniden seveceksin

***

Yıllar var ki ben böyle

Bekliyorum özleminle

Anıların umutların kaldı bende

Anlasana anlasana anlasana anlasana

***

Biraz da gerçekleri anlasana

Senden ayrı günlerimi

Sana nasıl anlatsam ki

Mevsimsiz çiçekler gibi

Yarım kaldım inan ki

***

Sensizliğin acısını sen nereden bileceksin

Sen hiç sensiz kalmadın ki

Mevsimleri saymadın ki

***

Yıllar var ki ben böyle

Bekliyorum özleminle

Anıların umutların kaldı bende

Anlasana anlasana anlasana anlasana

Biraz da gerçekleri anlasana

GÜLŞEN (BERABERE BİTTİ)

İçim öyle rahat

Hiç acelem telaşım yok

Zaman öğretiyor

Eğriyi doğruyu insana

***

Ben günahsızdım sen günahkâr

Sevmemişsin gördüm zerre kadar

Çok belliydi niyetin anladım

Yazık ki her şey bir yere kadar

***

Sana bir ihanet borcum vardı

Ödedim sonunda ağlayarak

Çoktan hak etmiştin bunu üzgünüm

Berabere bitti bu aşk

NEŞE KARABÖCEK (ARTIK SEVMEYECEĞİM)

Artık sevmeyeceğim

Bütün kabahat benim

Ne kadar ağlasan boş

Ne kadar yalvarsan boş

Sana dönmeyeceğim

***

Bitsin artık bu çile

Çekemem bile bile aaaahh

Sen ne söylersen söyle

Bu hayat geçmez böyle

Sana dönmeyeceğim

***

Ümitlerimi kırdın

Hayallerimi yıktın

Benim ahımı aldın

Şimdi sende yalnızsın

***

Bitsin artık bu çile

Çekemem bile bile aaaahh

Sen ne söylersen söyle

Bu hayat geçmez böyle

Sana dönmeyeceğim

CANDAN ERÇETİN (BAHAR)

Sen bana müjde misin umut musun sevgili

Kim demiş geçti mevsim ufukta göründü kar

Bu kaçıncı bahar sakın sorma sevgilim

Benim yorgun gönlümde aşkının telaşı var

Bu kaçıncı bahar sakın sorma sevgili

Benim olgun gönlümde aşkının telaşı var

***

Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum

Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar

Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var

Tabi ki ben böyle olduğum için bahar

Çünkü sana değdiğinden beri ellerim

Bütün kış dallarında tomurcuklar var

***

Sen bana vaat misin lütuf musun sevgili

Kim ne derse desin al beni sinene sar

Yaşanmış baharları unut gitsin sevgili

Benim gönül ülkemde bir tek senin aşkın var

Yaşanmış baharları unut gitsin sevgili

Benim yorgun gönlümde bir tek senin aşkın var

***

Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum

Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar

Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var

Tabi ki ben böyle olduğum için bahar

Çünkü sana değdiğinden beri ellerim

Bütün kış dallarında tomurcuklar var

SEZEN AKSU (ŞARKI SÖYLEMEK LAZIM)

Hayat zorlaşınca

Çıkmaz sokaklarda soluksuz kalınca

Azalınca manadan

Seyyar sevdalarda parçalanınca

***

Dil yetmeyince

Göz görmeyince gönül hissetmeyince

Kırılınca camdan kalp

Dönüp yalnızlığa kilitlenince

***

O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz

O zaman şarkı söylemeli çığlık çığlığa

O zaman yüreğin yükü hafifler belki biraz

O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz

***

Hay la la la la ley, hay la la la la ley

Hay la la la la ley, la lay la la ley

Dert bitmeyince

Bildiğin çektiğine yetmeyince

Düşmanında kendini yakalayınca

Bi daha kin gütmeyince

***

Dil yetmeyince

Göz görmeyince gönül hissetmeyince

Kırılınca camdan kalp

Dönüp yalnızlığa kilitlenince

***

O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz

O zaman şarkı söylemeli çığlık çığlığa

O zaman yüreğin yükü hafifler belki biraz

O zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz

***

Hay la la la la ley, hay la la la la ley

Hay la la la la ley, la lay la la ley

Yazının devamı...

AKP iktidarının; beyaz türkler nezdindeki batılı yüzlerinden bir adam...

Muhafazakar bir partiydi AKP...

İktidara geldiği günden itibaren; “kendini laik ve batılı addeden” çevrelerde, soru işareti uyandırdı...

Eski “establishment”ın AKP iktidarıyla ilgili soru işaretleri, zaman zaman azaldı, zaman zaman arttı...

***

Beyaz Türklerin, laik ve modernist çevrelerin, AKP iktidarıyla bire bir ilişki içinde oldukları alanların başında Türk Hava Yolları’yla yaptıkları uçak yolculuğu geliyordu...

Türk Hava Yolları’nda yaşanacak her muhafazakar değişiklik; “AKP iktidarının Türkiye’yi değiştirmeye yönelik ajandasının gizli bir maddesi”, ‘siyasi İslam’ın egemen olmaya başladığı ülkenin dinselleşen çehresinin uçaklarda tezahür eden yüzü olarak algılanıyordu...

***

Türk Hava Yolları bu yıllar içerisinde önce yemeklerini değiştirdi...

Bonfile, somon füme, pappardelle yiyerek gitmeye alışılan uçak seyahatlerinin mönüsüne alternatif mönüler koymaya başladı...

Pappardelle’nin yerine mantı; kara biber soslu bonfilenin ikamesi niyetine salçalı köfte, somon fümenin alternatifi şefin hazırladığı hamsi halini aldı...

***

Uçak tekerleklerinin; pistten ayağını kestiği ve piste ayağını değdiği anlarda, yabancı pop müziği dinletisinin yerini, Osmanlı saray müziğinin tınılarına terk ettirdi...

Uçak yolculuğu “batılı bir yaşam tarzının sembolü” olmaktan çıktı, “Anadolu-Dünya sentezinin bir parçası” haline geldi...

***

İç hatlarda içki servisi kaldırıldı...

Dış hatlarda bazı bölgelere yönelik hatlarda içki servisi yapılmamaya başlandı...

Pappardelle’nin yerine mantı...

Kara biber soslu bonfilenin yerine salçalı köfte ile cacık...

Somon fümenin yerine hamsi ve karnıyarık servisi aldı...

Batı’nın klasik müziği yerine Osmanlı saray müziğinin soundu koridorlara yayıldığı...

İç hatlarda içki servisi yapılmadı...

Şampanyanın yanına ayran servise kondu...

Normal şartlarda “Beyaz Türklerin, modernist çevrelerin keyif çatarak Batı’ya uçtukları yegane yolculuk aracı uçak, bir başka yaşam biçiminin sentezi haline dönüştürülmeye başlandı...”

Bunun tepkisi büyük olabilirdi...

En azından modernist çevreler; geçmişte yaptıkları gibi Türk Hava Yolları’yla uçmayı reddedebilir; Batı’lı hava yollarına yönelebilirlerdi...

***

Muhafazakar bir iktidarın; kendi yaşam tarzının tercih ve seçimlerini uçak yolculuklarında sunmaya başlamasının “yumuşak geçişi”ni, “irtica geliyor” tartışmalarına mahal vermeden sağlayan adamlardan biri dün Türk Hava Yolları’ndaki görevinden ayrıldı...


İMAM HATİPLİ ALİ GENÇ’İN YAŞAM MECRASI...

O adamın ismi Ali Genç’ti...

11 yıl önce; İmam Hatip Lisesi’nden mezun olup; İstanbul Üniversitesi’nde doktora, TRT Genel Müdürlüğü’nde uzmanlık, Show TV, Star Tv’de ve Ateş Hattı programlarında haber müdürlüğü; Akşam gazetesinde genel yayın yönetmenliği, yaptıktan sonra; Türk Hava Yolları’nın basın müşavirliğine gelmişti...

***

11 yıl içinde; Beyaz Türkler’de ne zaman Türk Hava Yolları’yla ilgili, “muhafazakarlık, dincilik, irticacılık” tartışması gündeme gelse; dünya çapında etkileyici kampanyalarla, soru işaretleri tedavülden kaldırılmaya çalışılmıştı...

Barcelona futbol takımına sponsorluk, dünyanın futbol ve basketbol starlarının reklam filmleri, Hollywood’un ünlü aktörleriyle film çekimleri gibi uluslararası standartta nice kampanyaya imza attı bu yıllarda Türk Hava Yolları...

***

Beyaz Türkler ne zaman itiraz edecek gibi olsalar, onları etkileyecek bir uluslararası kampanya anında imdada yetişiyor ve Türk Hava Yolları markası, Türkiye’nin bütününün medar-ı iftiharı haline gelecek bir marka haline dönüştürülüyordu...

***

Bu kampanyanın en önemli ayaklarından biriydi Ali Genç...

11 yıllık basın müşavirliğinden geçen hafta ayrıldı...

Yerini Yahya Üstün isimli gencecik bir arkadaşa bırakarak...

Ali Genç’in; bir zamanlar televizyoncu ve gazeteci olarak yetişmesine katkıda bulunduğum için, kendimle gurur duyduğumu hissettim geçen hafta...

Bu gurur ondan elbette duyduğum gururdan mütevellit...


DIŞARIYA YAĞMUR, YÜREĞİME HASRET, FİKRİME SEN...

Ünlü şair Musa Çelik; bir mail gönderiyor bana önceki gün...

“Cemal Süreya’dan aldığınız dizelerden biri Cemal Süreya’nın değil; benim dizelerim...” notunu düşerek...

***

Dizelere bakıyorum...

En sevdiğim, söylerken içimden bir kez de tekrarladığım hayatımın dizeleri onlar... O dizeler Musa çelik’in dizeleri...

Şairden; bu hatadan dolayı özür diliyor ve Musa Çelik’in “efsane dizelerini” şiirin kendisiyle birlikte sunuyorum...

YAĞMUR VE SEN...

Dışarıya yağmur

Yüreğime hasret

Fikrime sen

Nasıl yağıyorsunuz

Üçünüz birden bir bilsen...

Yağmurdan kaçanlar ve yağmura koşanlar

tam ortasında bu çelişkinin ben!

Gözyaşlarım yağmura karışıp düşer bir fidanın toprağına

Sonra yol verir sevdamın darağacına...

Dışarıda çıldırasıya yağan yağmur

Islatmıyor caddeyi

Hasretin yüreğimi

Fikrinin aklımı ıslattığı kadar...

Bir yıldız tutarım gecenin karanlığında

Ne sen bunu bilirsin ne de yıldızlar

Yıldızlar kadar uzak olsan da bana

Gökyüzü kadar büyüktür sevdam...

Bu sevdanın mağdur kalacağını bilsem de

Ki mağdur kalan sadece sevdam değil yüreğimde!

Yine de yüreğimde eksilmez umudun

Gökyüzü güneş yangını bir hisle sarsa da bedenimi

Hükümsüz bir sevdanın sanığıyım ben

Ama bilemezdim ki gözlerinde müebbet yiyeceğimi...

Hükümsüz sevdam bırakma beni hasretinin kıyısında

Ya al götür beni derinliklere, ya da vurma dalgalarını üzerime...

Artık anla ve dinle yüreğimi

Gitme benden uzağa

Uzadıkça hasretin

Buz tutar yüreğim...

Musa Çelik

Yazının devamı...

Bir Abdullah Gül anısı...

İnsanlarla “en güçlü oldukları zamanlarda” değil, güçlü olmadan önce veya güçten düşmeye başladıkları dönemlerde; ilişkilerim yoğunlaşıyor...

Solcu gençliğimden ve ailemden yadigar artçı bir genetik ezber bu alışkanlığım...

***

Abdullah Gül; Refah Partisi’nde sıradan bir milletvekili iken, TRT’de Ateş Hattı programını yapıyordum...

Refah Partisi o günlerde değil iktidar; ana muhalefet partisi bile değildi...

Programı hazırlayan arkadaşlar, ara ara Abdullah Gül’ü programa davet ederlerdi...

***

Programa gelir, Refah Parti dış ilişkiler komisyonu üyesi bir milletvekili olarak görüşlerini açıklardı...

Üzerinden on yıla yakın bir süre geçti...

Abdullah Gül; Tayyip Erdoğan’la beraber AKP’nin dört kurucu üyesinden biri oldu...

Erdoğan’ın yasaklı olduğu günlerde, Başbakanlık koltuğuna oturdu...

***

Ankara’daki eski haber müdürü arkadaşımdan rica ettim...

-“Ankara’ya geleceğim... Abdullah Bey’i on dakikalığına Başbakanlık koltuğundayken görmek isterim...” dedim...

Hemen randevu verdi...

İlk sözü;

-“Beraber yürüyerek geldik buralara...” oldu...

Şaşırdım; mutlu oldum bu sözlere, on onbeş dakika sonra Başbakanlık makamından ayrıldım...

***

Abdullah Gül sonra Cumhurbaşkanı oldu...

7 yıl Cumhurbaşkanlığı yaptı...

Bana kumpas yapanlar; en yakınındaki görevlilere; “onunla konuşmasın; o tehlikeli” demişler...

7 yıl boyunca Cumhurbaşkanlığı resmi davet listesinden çıkartıldım...

Bu yıllar içinde bir kez uzaktan bir “Merhaba” dışında Gül’le hiçbir temasım olmadı...

ABDULLAH GÜL’LE 7 YILLIK CUMHURBAŞKANLIĞI’NIN SONRASI İLK BULUŞMA...

7 yıllık görev süresinin sona erdiği, Abdullah Gül’ün Huber Köşk’ünden ayrılmaya hazırlandığı günlerdi...

Bir süredir birkaç gazeteci arkadaşla yediğimiz yemeklere katılan Fehmi Koru;

-“Abdullah Bey, birkaç dostuna özel bir akşam yemeği organize ediyor... Senin davete katılıp katılmayacağın konusunda mütereddit... Ben ‘katılacağını sanırım’ dedim; Yanlış bir şey mi söyledim?..” diye sordu...

-“Hayır...” dedim...

-“Eski dostum... Elbette katılırım...”

***

Böylece Abdullah Gül’ün 7 yıllık Cumhurbaşkan’lığında Köşk’e gidemeyen ben; Köşk görevinin bitiminde, eski dost Abdullah Gül’le birkaç kişinin katıldığı özel bir akşam yemeğinde biraraya geliyordum...

***

Hiçbir şey olmamış gibi, 8-9 yıl önce Başbakanlık kapısından çıktığım günün kesintisiz bir devamıymış gibi konuşmaya başladım o akşam...

Öyle de devam etti bütün gece...

Rahatlamış bir şekilde, huzur içinde eve döndüm...

***

Hayata siyasi değil; insani bakıyordum...

Doğrusu; bu yıllar içinde eski dostumun Cumhurbaşkanı olması, Türkiye’nin yönetiminde etkili olması, beni fazla alakadar etmiyordu...

O bu görevdeyken, bu konuları onunla konuşmuyor olmaktan mutlu olduğum bile söylenebilirdi...

O görevlerde bulunan insanlarla ilişkiniz eski ilişkiniz eşit olsa da, o sıradaki münasebetiniz eşit olamaz çünkü...

Onların ajandası ikili ilişkilerinize damgasını vurur...

Onların gözü, münasebetin ağırlık merkezine oturur...

Gündem onların gündemi, sözler onların sözlerinden ibaret kalır...

En iyisi, nisbi olarak yeniden eşit konumlara geçeceğiniz günleri beklemek ve o zaman daha rahat ve sahici bir ilişki kurmayı denemektir...


FEHMİ KORU’NUN GAZETEDEN AYRILDIĞI GÜN YENİLEN YEMEK...

O gün eski dostların biraraya gelmelerine bir nevi aracılık eden, Fehmi Koru da, benimle aynı ilişki kaderini yaşıyan kişilerden biriydi...

Fehmi Koru’nun; söyledikleri ve yazdıklarının Türkiye’nin siyasi erkine damgasını vurduğu günlerde biz Fehmi Koru’yla, direkt veya endirekt herhangi bir ilişki içinde değildik...

***

Tersine, birkaç kez köşelerimizde birbirimizle atışmıştık...

Uzun yıllar sonra bir öğlen haftalık sohbet yemeklerine katılmaya başladı...

O günden sonra, aramızdaki ilişki siyasetin tamamen dışında; bir dostluk ilişkisine doğru seyretti...

Bulunduğumuz masada; filmleri konuşuyorduk; kitapları konuşuyorduk...

Hayatın içinden pek de siyasi olmayan dedikoduları konuşuyorduk...

Keyifli bir iki saat geçirip evimizin yolunu tutuyorduk...

***

İki gün önce gittiğimde; Fehmi Koru daha gelmemişti masaya...

Fatih Karaca; Fehmi Koru’nun gazetesiyle yollarının ayrıldığını söyledi bana...

Haberim olmamıştı...

O arada Koru geldi masaya...

Üzgündü...

Gazeteden ayrıldığı aydan itibaren kendisine maaş verilmemesini, her türlü hizmetin ve servisin kesilmesini bizzat kendisi istemişti, aksi de nezaketen teklif edildiği halde...

Telefonu sürekli çalıyordu...

***

O anda 7 Kasım seçimlerinden hemen önce, masada söylediği bir söz geldi aklıma Fehmi Koru’nun;

-“Seçimlerde AK Parti (o AK Parti diyordu) oyları düşerse, vuranı çok olur; ben bu kadar yıl sonra eski konumumu tamamen reddedip AK Parti’ye vuranların merkezinde olmam...

Seçimlerden AK Parti oylarını arttırarak çıkarsa, bu sefer de son dönemde yaptığım eleştirileri yutup, hiçbir şey olmamış gibi full destek tam destek demem...

Her iki halukarda da yazılarım biraz farklı alanlara ve mecralara kayar seçimlerden sonra...”

O günlerde bunları söyleyerek, yeni bir dönemi, seçimler yapılmadan bir ay önce kendisine çağırıyordu Fehmi Koru...

***

Fehmi Koru için herkes bir şeyler söyleyebilirdi...

Benim gördüğüm Koru ise; geçmiş arkadaşlıklarını ve dostluklarını unutmayan, onları satmayan “Arnavut karakter” bir kişilikti...

Sanırım yeni dönemde; farklı bir Fehmi Koru ve yazı tarzı çıkacak ortaya...

Daha nerede yazacağı, ya da yazıp yazmayacağının belli olmadığı o saatlerde, hiçbir şey söylemedi bu konuda...

Bunlar benim yengeç burcu sezgilerim...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.