Şampiy10
Magazin
Gündem

Kadın kokusunun efsane aktörü Al Pacino’nun kadın korkusu...

Al Pacino’nun hayatını anlattığı kitaptan Gülenay Börekçi’nin bulup çıkardığı ilginç paragrafları okuyorum...

Usta aktörün gazeteci arkadaşı Lawrence Grobal’e verdiği nehir söyleşisi tadındaki röportaj; birkaç ay önce

“Al Pacino” adıyla kitap olarak çıkıyor...

***

Aktörü; dünyanın gözünde, benim ise gönlümde ‘efsane’ yapan filmlerin başında; hiç unutamayacağım iki film bulunuyor...

Üç ayrı film halinde çekilen Baba 1-2-3 (Godfather) ve en iyi erkek oyuncu Oscar’ı aldığı Kadın Kokusu (Scent Of A Woman) bu filmler...

***

Al Pacino; şimdi Broadway’de yeniden sahneye dönerek muhteşem bir oyunda oynuyor...

Oyunun adı China Doll...

Sadece 6 kez sahnelendiği Broadway’de 1 milyon 72 bin dolarlık seyirci hasılatı elde ediyor ve yeni bir rekora imzasını atıyor oyun...

***

Al Pacino’nun hayatını anlatan nehir söyleşisini yapan gazeteci; aktörün 20 yıllık arkadaşı Lawrance Grobal...

-“Hayatta kadınlardan korktuğun oldu mu?..” diye soruyor Grobal;

-“Evet oldu...” diyor Al Pacino...

-“Neden?..” diye soruyor gazeteci arkadaşı;

-“Sanırım benim, genel olarak acayip bir terk edilme korkum var...” cevabını veriyor efsane aktör...

***

Durumunu anne üzerinden açıklayan cümlesi ise, insanı derinden çarpan bir darbe hüviyetinde...

-“Anneye neden güveniyoruz... Çünkü terk etmiyor bizi...”

“ÇOCUKKEN OKULDA HER GÜN DAYAK YERDİM...” 2

Al Pacino dünyanın yaşayan en büyük efsanelerinden biri...

Birkaç gün önce, onun Newyork Bronx’ta çocukluğunun geçtiği mahalleye gidiyorum...

Manhatten’e arabayla kırk dakika mesafede aktörün anlatımıyla; “farklı ırk ve etnisiteden insanların bulunduğu, Güney Bronx’ta; ilkokul boyunca neredeyse her gün dayak yediğini söylüyor...

***

Mahalle sessiz ve sakin görünümüne karşın, ürkütücü bir görüntüye sahip...

Hiç de tekin bir yer izlenimi uyandırmıyor insanda...

Ünlü aktör; kendilerini terk eden babasından sonra, annesi, anneannesi ve dedesiyle burada yaşadıklarını söylüyor...

- “6 yaşına kadar evden çıkmam yasaktı...” diyor...

-“Bir keresinde çocuğun biri okulda anneme küfretti... Anneme küfretme diye bağırmıştım... Sonrasında tek hatırladığım kavga ettiğimizdi... Zaten adet böyleydi... Okulda herkes herkese meydan okur ve dövüşürdü... Ben küçüktüm ve dövüşmesini hiç sevmezdim...”

AL PACİNO; “KADINLAR HEP BENİ TERK EDERLER DİYE KORKTUM...” 3

Babasının erken yaşta kendilerini terk etmiş olmasının yarattığı çocukluk travmasının, hayatı boyunca önüne geçemediği “terk edilme korkusu” içinde barındırdığını hissediyorum Al Pacino’nun...

“Kadın Kokusu” filminde, kadın kokusuyla hayata tutunan emekli kör yarbay Frank Slade’i canlandıran Al Pacino’nun “kadınların terk etme korkusundan” muzdarip hayatını gözlerken, kendi hayatımda kadınlarla ilişkilerim gözümün önüne geliyor...

KADINLARDAN NASIL GİDİYORUM?.. 4

Ben usta aktörün aksine “kimse tarafından terk edilme korkusu yaşamıyorum...”

Ancak Newyork’ta ilk kez fark ediyorum ki; beraber olduğum kadınlar; “bana zarar vermeden, onlardan duygusal olarak kopamıyorum...”

“İçimde ve hayatımda değerli bir şeylerini hissettiğim kadınların hiçbirinden onlar bana ‘zarar veren’ direkt bir davranışta bulunmadan, tam olarak duygusal anlamda kopamadığımı anlıyorum...

***

Röportajlarda; kadınlarla ilişkilerin neden bittiğini soruyorlar...

Bense ilişkilerin duygusal olarak tam bitme nedeninin; “kadınların direkt bana zarar verme girişiminde” saklı olduğunu fark ediyorum...

***

Murathan Mungan’ın sözleriyle Sezen Aksu’nun en sevdiğim şarkılarından biri olan “Gidemem” şarkısında yıllardır bir türlü cevabını bulamadığım “kadınlardan nasıl gittiğim” sorusu da böylece cevabını buluyor...

Broadway’de bir sabah vakti bu cevabı bulmanın buruk huzurunu yaşıyorum...

Pencereden Time Square’i çepeçevre kaplayan gökdelenleri izlerken...

***

Al Pacino’un hayatını anlamaya çalışırken, kendi ruhumun derinliklerine dokunduğumu fark ediyorum Newyork’ta...

Bronx’tan başlayarak ve Manhatten’ın içinden süzülerek...

“ZEHİR DIŞARI AKMADAN YÜREK YIKANMIYOR...” 5

Ne diyor Murathan Mungan’ın sözlerinde Sezen’in sesi;

“Bazen daha fazladır her şey...

Bir eşikten atlar insan...

Yüzüne bakmak istemez yaşamın...

O kadar azalmıştır anlam...

O zaman hemen git radyoyu aç bir şarkı tut

Ya da bir kitap oku mutlaka iyi geliyor

Ya da balkona çık bığır, bağırabildiğin kadar

Zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor

Ama fazla da üzülme, hayat bitiyor bir gün

Ayrılıktan kaçılmıyor

Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür

Ömür imtihanla geçiyor

Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem gitmem

Unutmam acı tatlı ne varsa hazinemdir

Acının insana kattığı değeri bilirim küsemem

Acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir

Bir şiirden bir sözden

Bir melodiden bir filmden

Geçirip güzelleştirmeden can dayanmıyor

Yıldızların o ışıklı fırçası azıcık değemeden

Bu şahane hüzün tablosu tamamlanmıyor

Ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün

Ayrılıktan kaçılmıyor

Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür

Ömür imtihanla geçiyor...

Yazının devamı...

Kameramanların “Delirmiş bu adam” dediği an... (1)

Televizyon haberlerini aldığım ve anchor’lık yapmaya başladığım günlerin üzerinden sadece birkaç hafta geçiyor...

Kameraman ve muhabirlerin toplandığı, harareti bol haber merkezi toplantılarının birinde o zamanki kamera şefi benden bir ricada bulunuyor:

-”Tripotlarımız eksilmiş...” diyor...

-”Lütfen talimat verir misiniz tripot alınsın... Üç yeni tripot lazım... Kameraman arkadaşlar eksik tripotlardan ötürü zaman zaman tripotsuz çalışmak zorunda kalıyorlar... İyi görüntü alamıyorlar...”

***

Çocuğun yüzüne bakıyorum...

Tripot dediği şey; kameramanların; çekim yaparken ağır kameraları taşımamak için kullandıkları, üç ayaklı sehpa...

Kamerayı tripota yerleştiriyorlar, izledikleri haberi, kamerayı sabit tutarak öyle çekiyorlar...

Görüntü doğal olarak hareketsiz, manzara görüntüsü kıvamında bir hal alıyor...

***

Bir belgesel çekiminde, pastoral bir dünyanın görsel anlatımı esnasında, Yedi Göller’i çekerken doğanın yeşilliğini ve maviliğini aksettirme sevdasında, Nuri Bilge Ceylan’ın görsel planlarında; sonsuz derecede yararı olan tripot’un “haberciliğe yarar değil; zarar verdiğine” inanıyorum, o sırada da bugün de...

***

Kameramanların şefi Haluk isminde bir arkadaş...

-”Kaç kameramansınız haber merkezinde?..” diye soruyorum...

-”11... Gececiyle beraber 12 kişiyiz...” diyor...

-”Kaç tripotunuz var...”

-”Sekiz...” cevabını veriyor...

-”İki tripotu ayırın... Her ihtimale karşı, uzun basın toplantılarında kullanılması için... Geri kalan 6 tripotu, teslim edin kanalın yönetimine... Belgesel çekiminde ve stüdyo çekimlerinde kullansınlar... Haber kameramanı tripot kullanmayacak bundan böyle...”

***

-”Abi kaç kilo o kameralar?..” gibisinden bir itiraz gelir gibi oluyor...

-”Biz burada Yedi Göller Belgeseli çekmiyoruz...” diye kestirip atıyorum...

-”Üniversitede olaylar çıkmış, kameraman görev yapıyor... Tripot mu kuracaksınız üniversite olaylarını çekmek için?.. İsterseniz bir de çay kahve verelim yanınıza... Haberin görüntüsü durağan olmaz... Durağan görüntüyle habere özne olacak olay çekilmez...”

***

Kameramanların şefi; içinden “delirmiş bu adam” diye geçiriyor...

O güne kadar, hiçbir televizyon haber merkezi, böyle bir uygulamayı aklından bile geçirmiyor...

“Delirmiş” dedikleri adamın 1996 yılının Eylül ayında “tripotları atın” diye söylediği sözlerin, sadece iki ay içinde bütün haber merkezlerince benimseneceğini, “bu sefer de tripot kullanan haber kameramanlarına deli deneceğini” bilmiyor o sırada kameraman ve muhabirler...

***

Ben ise bu sözleri; sadece içimden gelen “iç ses”i duyarak söylüyorum...

Haber denilen şeyin, “tempo” olduğunu, temposuz haberin, monoton bir “göl” belgeseline dönüşeceğinin farkındayım...

“BİZİ KÖTÜ KALPLİ BÜYÜCÜLERDEN KURTAR...” 2

Önceki gece Broadway’deki New Amsterdam tiyatrosuna “Alaaddin’in Sihirli Lambası” müzikali için gittiğimde “bu denli zengin bir koreografide, böylesine dinamik ve tempolu bir oyun izleyebileceğimi” hiç ummuyorum...

***

Oyunun çarpıcı ve muhteşem koreografisinin sahibinin; Broadway Tiyatro ödüllerinin en prestijlisi olan The Antoinette Perry Awards (Tony) Ödülleri sahibi yönetmen Casey Nicholaw olduğunu o sırada bilmiyorum... Casey; tiyatro oyununa öyle bir tempo katıyor, müzikali öyle bir dinamizm içinde sunuyor ki; salonu oyun başladıktan birkaç dakika sonra bütünüyle avuçlarının içine alıveriyor...

***

Seyircinin duygularına hakim olduktan sonra, sanatını konuşturuyor...

Oyununu izlerken, “tıpkı Alaaddin’in sihirli lambasının içindeki cinin hikayesindeki gibi”; “kötücül bir büyücünün elinden son anda aldığım sihirli lambanın içindeki iyi kalpli cinimle” yaptığım televizyon haberciliği gözlerimin önüne geliyor...

İYİ KALPLİ ALAADDİN’İN KÖTÜCÜL VEZİR VE BÜYÜCÜYLE SAVAŞI... 3

İyi kalpli bir genç olan Alaaddin; kötü kalpli büyücüden “Sihirli Lambayı aldıktan sonra”, lambanın içinde kendisine yardım eden iyi kalpli cinle, “aşık olduğu prensese kavuşmaya çalışıyor...”

***

Alaaddin’in sevdiği kıza kavuşmasını engelleyen kötücül büyücünün yanında bir de, prenses Yasemin’in babası “Kral’ın kötü kalpli veziri var...”

Broadway’de “iyi kalpli genç Alaaddin’in, sihirli lambası ve ciniyle, kötülerin bulunduğu bir dünyada iyiliğin ve sevginin kazanabilmesi için girdiği öğretici mücadelenin tatlı mecrasını” izliyorum...

***

Müzikalin muhteşem bestelenmiş yeni müzikleri öyküye anlatım gücü kazandırıyor...

Oyunun sonunda “tahtın ve paranın sahibi olmak için” prenses Yasemin’e göz koyan; kötücül vezir ile büyücüye rağmen, Alaaddin sevgilisine kavuşuyor...

“İyiler kazanıyor; kötüler kaybediyor...”

***

Bir çocuk masalı olsa da Alaaddin’in Sihirli Lambası ve iyi kalpli cinle olan macerası; çocuklara “kötülüğün sonsuza kadar var olmayacağını, iyiliğin gün gelip mutlaka kazanacağını” muhteşem bir müzikalle anlatıyor...

Alaaddin’in Sihirli Lambası; muhteşem bir Broadway oyunu...

İSTANBUL’DA SHREK OYUNU VE MUHAFAZAKARLAŞAN TÜRKİYE... 4

Aylar öncesinden Ayşe Nazlı beni uyarıyor:

-”Baba, Shrek geliyor İstanbul’a Zorlu Center’a... Mutlaka görmek istiyorum... Sen ayarlarsın...”

***

Oyunun İstanbul’da oynayacağı tarihlere bakıyorum...

Çocukları sömestr tatili için Newyork’a götüreceğim günlere denk geliyor...

-”İyi ya...” diyorum içimden;

-”Önce Shrek’e götürürüm... Bir gün sonra da onlarla Newyork’a gideriz... Böylece Newyork’u bir gün önceden İstanbul’da yaşamaya başlarlar...”

***

Zorlu Center’ın Gösteri Merkezi’nde, dünyanın en ünlü Broadway Show’ları teker teker Türkiye’ye getiriliyor ve izleyiciyle buluşturuluyorlar... Mamma Mia müzikalinin hemen ertesinde bu kez Shrek sahneleniyor...

***

Türkiye bir yandan muhafazakarlaşıyor, hayatın standartları, değişikliğe uğruyor belki...

Ancak diğer yandan, gösteri dünyasının en ünlü şovları, müzik dünyasının en büyük starları, Hollywood ve Avrupa sinemasının en yeni filmleri, sanatın ve sporun envai çeşidi; yüzün üzerinde tematik kanalı içinde barındıran dijital platformlar eliyle izleyiciye sunulmaya çalışılıyor...

***

Bu kültürel zenginliği sağlamaya çalışan Türkiye’nin, televizyonlarda sabahtan akşama kadar “haber kanalı adı altında” öbek öbek insanları, siyasi tartışma yapıyoruz edasıyla “kayıkçı kavgası”na sokmasını anlamakta güçlük geçiyorum...

***

Newyork rengarenk bir dünya sunuyor...

Times Square sanki Birleşmiş Milletler binası gibi yüz çeşit insanın taze enerjisiyle hayatı yakalamaya çalışıyor...

Renklerin çokluğunda, kavga yerine, sevginin birleştiriciliğinde, özgürce yaşamaya çalışıyor insanlar hayatı... Kötülüğün kazanamayacağı bir dünyanın umut ve özlemiyle geçiyor günlerimiz Broadway’de...

Yazının devamı...

Tüm parasını ve hayatını bir tiyatro oyununa yatıran adam...

Riggan bir zamanlar Amerika’da çok popüler olan; büyük gişe yapan Birdman fimleri serisinin “Uçan Adam”ı...

Bir oyuncu...

Zaman ve değişen şartlar, Birdman serisini Amerikan sinemasında tedavülden kaldırıyor...

Riggan ve Birdman de, eski bir “film endüstrisi celebrity’si sıfatıyla ölüme terk ediliyor...

***

Oysa Riggan bir oyuncu ve bir sanatçı...

Tek bir rol değil onu hayatta var edecek olan...

O oynayacağı her oyunun ve rolün hakkını verebilecek kapasitede bir sanatçı olduğunu biliyor...

Birdman bitebilir; ama onun sanatçılığı Birdman bittiğinde bitmez...

Öyle inanıyor...

***

Birdman yıllarında eşiyle doğru düzgün sürdüremediği ilişkisini ve evliliğini bitiriyor...

Tek kızı var...

Hayatı; oyuncu karakteri, “oyunlardan, canlandırdığı karakterlerden ve filmlerden ibaret gören” yaşam biçimi, kızıyla iletişimini koparıyor...

Kızı büyürken kızının yanında olamıyor, onunla ilgilenemiyor...

***

Amerika’da herkes tarafından Uçan Adam Birdman olarak tanınıyor Riggan...

O ise, bu rolü de oynamış olan gerçek bir sanatçı ve oyuncu olduğuna inanıyor...

Kendisinin geçmişte kalan bir sinema ikonu değil; bir sanatçı ve oyuncu olduğunu anlatabilmek için, bütün parasını; yönetmenliğini yapacağı başrolünü oynayacağı bir Broadway oyununa dökmeye karar veriyor...

***

Bir süre sonra bütün hayatı; yönettiği ve başrolünü oynadığı Broadway oyunun hazırlıklarından ibaret hale geliyor...

Hayatının oyunu dediği bu oyun için borçlanıyor, her şeyini satıyor...

Tek amacı “oyunun Broadway’da kabul görmesi, Riggan’ın gerçek bir sanatçı olduğunun tescil edilmesi...” oluyor...


“SEN SANATÇI DEĞİL, SADECE ÜNLÜSÜN...” 2

Broadway oyunlarının tutup tutmayacağını, yazdığı yazılarla belirleyen “etkili bir kadın eleştirmen”, Hollywood’un popüler figürlerinin gerçekte birer sanatçı olmadığını, şişirilmiş balonlar olarak herhangi bir ünlüden farkları olmadığına inanıyor... Riggan ne yaparsa yapsın, oyunu nasıl sahnelerse sahnelesin; nasıl oyunculuk gösterirse göstersin; “oyunu batıracak berbat bir eleştiri yazısı yazacağını” ona söylüyor...

***

Riggan bunun nedenini sorduğunda;

-“Sen ve senin gibilerin oyuncu olduğuna hiçbir zaman inanmıyorum... Broadway’de işiniz yok sizin... Ait olduğun çöplüğe döneceksin... Bunu da oyunun hakkında yazacağım yazıyla yapacağım...” diyerek Riggan’ı altüst ediyor...

-“Bari oyunu görseydin; belki fikrini değiştirirdin...” diyor Riggan...

-“Hayır oyunu görmeme bile gerek yok...” cevabını veriyor kadın eleştirmen...


“GEL ESKİSİ GİBİ POPÜLER VE GÜÇLÜ OLALIM” DİYEN İÇ SES... 3

Riggan’ın içinde kendisiyle konuşan bir iç ses şeklinde var olan “Birdman egosu”, “Riggan’ın bu Broadway oyunu saçmalıklarını hemen bırakmasını söylüyor...

***

Yaşlı ve çirkin bir Birdman halinde konuşan iç ses;

-“Eski günlerdeki gibi yeniden Birdman karakteriyle izleyicinin karşısına çıkalım... Ortalığı yeniden yıkalım, herkes bizi seyretsin... Uçalım, filme hareket verelim, izleyicinin istediğini verelim...” diye sanatçının sürekli aklını çelmeye çalışıyor...

***

Riggan arada bir gelgitler yaşıyor gibi görünse de, eski egosunun sözlerinden etkilenmiyor...

Hayatını hazırladığı Broadway oyununa veriyor, bunun başarılı olmak için herşeyi yapmaya kafasına koyuyor...

Gerçek bir oyuncu ve sanatçı olduğuna, bunu da ancak bu oyunla kanıtlayabileceğine inanıyor...

BABASINA ÖFKE DUYAN KIZI, KOCASINI SUÇLAYAN EŞİ... 4

İlişkisinin bozulduğu eşiyle hayatının oyunu sırasında, yeniden iletişeme geçiyor Riggan ve birbirlerini daha fazla anlamaya başlıyorlar eşiyle yeniden...

***

Kızı, büyürken kendisiyle hiç ilgilenmiyor gözüken “oyuncu babasıyla” birlikte çalışmaya başlıyor...

Aralarındaki iletişimsizlikten dolayı sorunlu bir gençlik geçiren kızı, bu durumdan muzdarip babasına karşı öfke barındırdığını fark ediyor....

***

Tiyatrosunda beraber çalışırken kızı, bir zamanlar; sadece oyunculuğuyla ilgileniyor; kendisiyle hiç ilgilenmiyor gözüken babasının, onu sevdiğini, düşündüğünün hayatı boyunca ailesini kendi çapında önemsemiş olduğunu fark ediyor...

SANATI İÇİN BURNUNA ATEŞ EDEN OYUNCU... 5

Bütün bu olaylar bir gerçeği değiştirmiyor... Broadway’in burnundan kıl aldırmayan oyun eleştirmenleri, Riggan’a gerçek bir sanatçının ve oyuncunun hak edeceği “onay”ı vermiyorlar... Oyundaki performansından dolayı değil, geçmişteki ününden dolayı...

***

Oyunun finalinde, hayatı boyunca her istediğini verdiğini düşündüğü sevgilisini başka bir adamla yakalayan Riggan’ın tabancayı şakağına dayayarak kendini vurması sahnesi bulunuyor...

Riggan oyunun ilk gecesinde, kuru sıkı tabancayı kuliste bırakıyor ve gerçek bir silah alarak sahneye çıkıyor... Oyunu sahici kılabilmek için, kuru sıkı tabancayı değil, gerçek tabancayı kullanmaya karar veriyor...

***

Böylece gerçek bir sanatçı olduğunu; oynadığı rolün hakkını “ölmeyi düşünecek kadar vererek” ispat edeceğini düşünüyor...

Kuliste salgıladığı sanatçı adrenalini, onu “zulada sakladığı gerçek silaha” yönlendiriyor... Oyunu tamamen sahici yapabilme amacıyla...

***

Riggan sahnede gerçek silahın tetiğini çektiğinde, kurşun burnuna isabet alıyor ve burnunu kopartıyor... Sahnede yığılıyor ve yerinden kalkamıyor Riggan... Sahne kan içinde kalıyor... Seyirci Riggan’ın “rolünü sahici kılmak için yaptığı bu davranışı bir süre sonra fark ediyor ve salon alkıştan yıkılıyor...

***

Oyunu son dakikada izlemeye karar veren kadın eleştirmen, bu hareketi gördükten sonra, seyircilerin arasında dışarı sıvışıyor... İzleyen günlerdeki yazısında “Riggan’ın ölmekte olan tiyatro oyunlarına yeniden hayat verdiğini” söyleyerek ondan bir nevi özür diliyor...

***

Filmin sonunda hastane odasında; kızı ve eşinin bir ara odadan çıkmalarından istifade ederek, eski Birdman, yeni Broadway sanatçısı Riggan, pencereyi açıyor ve Birdman gibi Manhattan gökdelenlerinin arasında uçmaya başlıyor...

Hayallerine ve hülyalarına erişmenin mutluluğunda...

NEWYORK’TA BİR BROADWAY SOKAĞINDA 6

Birdman filmi geçen Şubat’ta; en iyi film ve en iyi yönetmen dallarında 2015 Oscarlarını alıyor...

Altıncı kez New York’a geliyorum...

Bu gelişimde ilk günden beri kaldığım; Broadway’de tiyatroların arasında; arka sokaklara açılan kulis kapılarında, gözlerim Riggan’ı arıyor...

***

Broadway’de gerçek bir oyuncu ve sanatçı olduğunu gösterebilmek ve oyununun hakkını verebilmek için “malını mülkünü satıp oyuna yatırdıktan sonra, tabancayla burnunu kopartmaktan sakınmayan” Riggan’ı arıyorum... Sanki Broadway’de; kulislerin açıldığı arka sokaklarda, tiyatronun önündeki sarı ışıkla aydınlatılmış afişlerinin yanı başında dolaşıyor Riggan... Ben de usulca ve kimselere çaktırmadan onunla dolaşıyorum...

Yazının devamı...

“Sen Alman’sın; ben İrlanda’lı... Benimle seni ne birleştiriyor biliyor musun?..”

“Sen nerelisin?..” diye soruyor CIA ajanına Donovan;

-“Alman’ım...” cevabını veriyor CIA ajanı...

-“Benim annem ve babam ise İrlanda’lı...” diyor Donovan ve soruyor;

-“Seninle benim aynı idealler uğruna birleşmemizi ve Amerikalı olmamızı sağlayan şeyin ne olduğunu sanıyorsun?..”

CIA Ajanı cevap vermeden Donovan devam ediyor:

-“Amerikan anayasası... Bir Alman’la bir İrlanda’lıyı Amerikan vatandaşlığında birleştiren tek şey bu anayasa...

Onun için ‘Amerika adına bu anayasayı uygulamamamı’ benden isteyemezsin Şimdi ne halin varsa gör...”

***

Orhan Veli’nin “beni bu havalar mahvetti” dediği gibi, “beni de bu filmler mahvediyor...”

En iyi film dalında Oscar’a aday gösterilen, Hollywood’un yaşayan en efsanevi yönetmeni Steven Spielberg’in, Coen kardeşlerin senaryosunu yazdığı, gerçek olaylardan esinlenme, Casuslar Köprüsü (The Bridge Of Spies) filminde geçiyor bu sahne...

***

Donovan; bir sigorta avukatı...

Laf becerisi, hukuki boşlukları yakalama ustalığı, karşısındakini zekasıyla ikna etme yeteneği fazlasıyla yüksek...

Donovan’ı Amerikan Barosu; “Soğuk Savaş döneminde yakalanan bir Sovyet ajanını mahkemede savunması için” tutuyor...

***

Böylece Amerikan adalet sisteminin kendisine karşı suç işleyen Sovyet ajanlarının, savunma hakkını bile etkin avukatlara vererek; “ne kadar demokratik bir hukuk devleti olduğunu dünyaya göstermeyi amaçlıyor...”

“NE CIA’E NE AMERİKAN DEVLETİ’NE ÇALIŞMAYAN BAŞARILI AVUKAT...” 2

Donovan; Sovyet ajanı müvekkiline söylediği kadarıyla; “Ne CIA’e; ne hükümete, ne devlete ne de başka bir kuruluşa çalışıyor...”

Sadece Baro’ya kayıtlı avukat...

Ancak bir süre sonra; Donovan’ın yanında bir CIA görevlisi bitiveriyor...

Ondan “Sovyet ajanı müvekkilinin neler söylediğini söylemesini istiyor...”

***

Donovan; avukatıyla müvekkili arasındaki konuşmanın, sızdırılmasının anayasaya aykırı olduğunu söylüyor ve CIA görevlisi “’Burada Amerika’nın çıkarları söz konusu’ diye ısrar edince”; ona bu tarihi cevabı veriyor... -“Sen Alman’sın... Ben İrlanda’lı... Seninle beni bağlayan tek şey şu anda benden çiğnememi istediğin Amerikan anayasası... İşine git...”

BİR AMERİKAN PROPAGANDASI MI?.. 3

Orhan Veli’yi “bu havaların mahvetmesi” gibi, beni de geçmişten bu yana bu filmler mahvediyor...

Savunma avukatı Donovan; Amerikan derin devletine, Amerikan erkine karşı, Amerika’nın savunduğunu söylediği evrensel değerlerle öyle bir karşı çıkıyor ki; olayın inisiyatifini bir anda ele alıyor...

***

İşini mükemmel yapan Donovan üzerinden, “işini iyi yapanın, işinde mükemmel olanın en büyük vatansever olduğu temasını ustaca veriyor” izleyiciye yönetmen Steven Spielberg ve senaryo yazarı Coen kardeşler...

***

Casuslar Köprüsü filminin yönetmeninin; Steven Spielberg gibi Amerikan film endüstrisinin yaşayan en büyük efsane yönetmeni; filmin senaryo yazarlarının ise Amerikan sinemasının damarları sayılacak Coen kardeşler olması filmin bu temasını ve mesajını çok ciddi olarak düşündürmeyi gerektiriyor...

***

Mesleğini doğru, dürüst, yalana, dolana sapmadan üçkağıtsız, zeki ve yaratıcı bir şekilde icra eden ‘profesyonellerin’, ‘en büyük vatansever oldukları’ fikri; Amerikan sinemasında ‘Birkaç İyi Adam’ filmi gibi çok etkin filmlerin senaryosunun da bel kemiği oluyor...

***

Casuslar Köprüsü’nde de Donovan’ı izlerken bu temayı izliyorum...

Yıllar önce Çetin Altan da aynı temayı köşe yazılarında işlemeye başlıyor Türkiye’de...

Bu temayı büyük bir ustalıkla düşünce sistemimizin kaplama alanına sokuyor Çetin Altan da...

GERÇEK HAYATTA ÖYLE Mİ PEKİ?.. 4

Tom Hanks gibi, hayatıma damgasını vuran Philadelphia Forrest Gump, Melekler Şeytanlar gibi filmlerin başrol oyuncusu, Yengeç burcu aktörü bu filmde oynayınca, Donovan karakterinin kalbimde yarattığı etki; yüreğime bütünüyle egemen oluyor...

Tom Hanks’in yarattığı Donovan karakterinin hayata damgasını vurmasını, onun kazanmasını, kötülerin kaybetmesini istiyorum...

***

Ne ki, benim gibi hayatı Donovan tipi karakterler üzerinden okuyan, onlara öykünen, onları içselleştiren, mesleğini mükemmel şekilde yapmayı hayatın en kutsal amacı haline getiren insanların; kendi ülkelerinde başına getirilen olaylar; Donovan’ın yaşadıklarını ‘bir hayalden öteye’ götüremiyor...

***

-“Benim babam ve annem Türkiye’li... Ben İstanbul’luyum... Kendi memleketimde beni nasıl yalnızlaştırıyor ve yabancılaştırıyorsunuz?..

Mesleğimi elimden almaya yelteniyor, ‘savaşta bir düşmana uygulanamayacak yöntemleri’ üzerimde deneyebiliyorsunuz?.. Kimin verdiği hangi hak size bu ülkede, vatanın öz evlatlarına bu katli yapma gücünü ve cüretini veriyor?..” dediğinizde cevap gelmiyor...

***

Bilmiyorum Spielberg ve Coen kardeşler; benim ve benim gibiler üzerinden yaşanan bu gerçek senaryo için ne yazarlar?..

Bana gelince...

Ben Donovan gibi işini çok mükemmel başka hiçbir amaç gütmüyordum bu hayatta...

Ne ki benim senaryomu yazan benzer isimli senaristler, ve benzer görevdeki ‘eleman’lar, ‘işini iyi yapmaktan başka hiçbir amacı olmayan; gerçek gazetecileri; sahici insanları, yok hükmüne getirerek senaryoyu hiçleştirdiler...’

***

Kendim adına değil artık... Çocuklar adına umuyorum ki Spielberg’in filmleri, Coen kardeşlerin senaryoları hayatın gerçeği halini alırlar bu yüzyıl...

Donovan’lar ve ‘Birkaç İyi Adam’lar ‘senaryoda değil, gerçek hayatta’ kazanmaya başlarlar...

***

Dünyanın başkentinde; etrafı saran gökdelenlerin ortasında, Avenue Of The Americas; caddesinde yapılan nostalji dolu bir yürüyüşün ertesinde, odanın penceresinden Newyork semalarına süzülen duygusu bu ‘gazeteci’nin...

2015’in Oscar alan filmi Birdman’in finalinde olduğu gibi;

Odanın penceresini açıp uçmak istiyor o gazeteci şimdi...

Newyork gökdelenlerinin arasından, özgürce ve hafifçe;

Varolmanın dayanılmaz hafifliğini hissedercesine...

Yazının devamı...

6 yıl önce Newyork’ta başıma gelen garip bir olay... (1)

Çocuklarımın annesine bir sürpriz yapmaya hazırlanıyordum...

Okul yıllarında; eğitim için en çok istediği ülkenin Amerika olduğunu biliyordum...

Turkcell o günlerde Kardelen projesini Birleşmiş Milletler’de tanıtmak amacıyla “bir grup gazeteciyle Newyork’a çıkartma yapıyordu...”

***

Birleşmiş Milletler binasının 7 numaralı salonlarından birinde; Kardelen kızlarından biri uluslararası temsilcilerin önünde konuşma yapacaktı...

-“Benimle Newyork’a Birleşmiş Milletler binasına gelmek ister misin?..” diye sordum hayat arkadaşıma...

***

Mutluluktan uçuyordu...

Birkaç ay önce, “başıma kirli çoraplar örüldüğünü fark ediyor ve CNN Türk’te her gece yaptığım Çok Farklı programını bırakıyordum...”

İçimden;

-“Ne iyi oldu programı bıraktığım...” diyordum...

-“Şimdi program olsa, nasıl gelebilirdik Newyork’a?..”

*****

PARİS EŞİMSE; NEWYORK SEVGİLİM OLUR... (2)

Amerika’da en sevdiğim şehirdi Newyork...

Dünyada da Paris’le beraber, kalbimde düet yaparlardı...

-“Paris eşimse eğer; Newyork kaçamak yaptığım uzatmalı sevgilim...”

***

Ben Washington gibi şehirleri pek sevmezdim...

Fazla bürokratik, fazla diplomatik; çok fazla da politik bulurdum...

Hayatım hep bir yerinden politikaya teğet geçtiği halde, politikayı sevmezdim...

Politikayı ilginç bulmazdım...

İşe yaradığına de pek inanmazdım...

***

Oysa Newyork öyle miydi?..

Cıvıl cıvıl bir şehirdi...

Tazeydi, yeniydi, yepyeni heyecanları içinde barındırırdı...

Yaratıcıydı, estetikti, rekabetçiydi ve ‘en iyilerin kazanmasını hep teşvik ederdi...’

Tartışmasız Amerika’da benim şehrimin adıydı Newyork...

***

Newyork’a gidip de, sanatçı ve oyuncu bir kadını Broadway oyunlarına götürmemek olmazdı...

Newyork’un en iyi bildiğim etkinliklerinden biriydi Broadway müzikalleri...

Kaldığımız otelin konsiyaj’ında, Broadway müzikalleri için bilet alıyordum...

Konsiyaj görevlisi, tek tek hangi oyunları görmek istediğimizi öğreniyor, tiyatrolara telefon ederek, uygun yerlerden biletleri temin etmeye uğraşıyordu...

*****

MUSEVİ KÖKENLİ GAZETECİ ARKADAŞIMI GÖRDÜĞÜM AN... (3)

Kafamı kaldırdığımda onu gördüm...

Eski bir tanışığım ve arkadaşımdı...

Atina’dan geldiğim yıllarda Nokta dergisinde köşe yazarken, o da dış haberler editörü olarak görev yapmaya başlamıştı aynı dergide...

***

Yakışıklı, entellektüel, aklı başında, Musevi kökenli bir çocuktu... Dergiye her geldiğinde uzun uzun konuşur, sohbet ederdik... Atina yıllarımda yaşadıklarımı merak eder, sorardı...

Nokta dergisinden ayrıldıktan sonra, uzun süre onunla hiç karşılaşmamıştım...

***

Hayatım çok başka mecralarda seyretmiş, televizyon dünyaları ve sansasyonalize edilmiş aşklarla, bambaşka bir portrenin eskizi haline gelmiştim...

***

Bu hayhuyun ortasında, eski arkadaşı bir gün Bebek’te yürürken görmüştüm...

Sarılıp kucaklaşmış, yine ayaküstü iki satır sohbet etme fırsatı bulmuştuk...

Bana; o sırada beraber olduğum ünlü ses sanatçısını ne kadar çok beğendiğini ve sevdiğini söylemiş;

“Gerçekten tebrik ederim... Ben onun hayranıyım...” demişti...

Öpüşmüş ayrılmıştık...

***

O günden sonra da bir daha onu görmemiştim... Büyük bir gazetede dış politika yazıları yazdığını fark edince;

-“Herkes zaman içinde iyi bir yerlere geliyor...” diye içimden geçirmiştim...

***

Milyonlarca insanın yaşadığı Newyork’ta, binlerce otelin arasında kalmış bir otel konsiyaj’ında karşıma çıkıyordu yıllar sonra eski arkadaş...

Kafamı kaldırdım; hayret ifadesiyle ona gülümsemeye başladım...

-“Sen ne arıyorsun burada?..” dercesine gözlerinin içine bakıyordum...

***

Beni gördü ama görmezlikten geldi eski arkadaş...

Acaba yanılıyor muyum diye, gözlerimi gözleriyle bir kez daha buluşturmaya gayret ettim...

Hayır; gözlerini gözlerimle buluşturmamak için, başka tarafa bakıyor, orada değilmişim gibi kayıtsızca davranıyor ve yanındaki kişiyle konuşmaya çalışıyordu...

Beni görmemiş olması imkansızdı...

Aramızda sadece iki metre vardı...

Konsiyaj tezgahının iki tarafında birbirini bütünüyle görecek şekilde duruyorduk... Adını söyleyerek “merhaba” bile diyemez hale gelmiştim...

***

Çocuklarımın annesinin yanına gittim...

Aklımdan saçma sapan şeyler geçiyordu...

-“Acaba” diyordum içimden;

-“Benim yıllar önce aşk yaşadığım, onun hayran olduğu kadınla olan ilişkim mi onda bir burukluk yarattı?.. Onun için mi böyle davranıyor bana karşı?..”

*****

NEWYORK; İLK ŞİFRENİN; KARŞIMA ÇIKTIĞI ŞEHİR... (4)

2010 yılının Mart ayıydı...

Newyork’ta yaşadığım bu olay; izleyen 6 yıl boyunca; teker teker deşifre etmeye başlayacağım, inanılmaz olaylarla örgülü “korkunç tezgahın” ilk anlaşılmaz şifresiydi...

***

O kadar ilginç bir olaydı ve ben o kadar şoke olmuştum ki; kafamdan ipe sapa gelmez şeyler geçiyordu:

-“Acaba?..” diyordum...

-“Benim görmemi istemediği birileriyle görüşüyordu onun için mi beni görmezden geldi?..”

Sonra bu saçma fikri kafamdan silip atıyordum...

-“Benim görmemi istemeyeceği kişi kim olabilir ki?.. Ben tanımıyorum ki konuştuğu kişiyi?.. Kaldı ki otelin ortasında konuştuğu kişiyi benden niye saklasın ki?..”

***

Beri taraftan; eğer benim aşk ilişkimden dolayı içinde bir burukluk varsa, bunu niye karşılaştığımız gün söylememişti de, yıllar geçtikten sonra dışa vuruyordu?..

Bu yorum da anlamsızdı...

***

Ancak geriye bana anlamlı hale gelebilecek hiçbir cevap kalmıyordu...

-“Ben ne yapmıştım eski arkadaşa da, beni görmekten imtina etmişti?..”

O günlerde “çevremde kurulan kirli tezgahtan; beni her çevreden, her kesimden kopartmaya, hedef haline getirtmeye yönelik gizli odaktan yürütülen kalleş operasyondan bihaberdim...”

***

50 yaşıma kadar öğrendiğim hayat tecrübesi, bana yakından tanıdığım insanların neden aniden benimle göz göze gelmekten imtina ettiklerini anlamama yetmiyordu... Benzeri bir olay birkaç yıl sonra Ankara’da başıma geldi...

Üniversiteden sınıf arkadaşım, mezun olduğum TED Koleji’nin bir konserinde karşımda duruyordu...

Oğlu Kolej’de okuyordu...

***

Büyük bir gazetede yönetici ve köşe yazarı olmuştu... Salonda ikinci sırada oturuyordum... Birinci sıra boştu...

O da birinci sıranın önündeki boşlukta ayakta duruyordu... Tam karşımda...

Yüzüne bakıyordum “Selamlaşmayı” umarak...

Benden özellikle gözlerini kaçırıyordu...

İçimden “Aramızda bir şeyler oldu benim mi haberim olmadı acaba?..” diye geçiriyordum...

Hayır; hiçbir şey olmamıştı...

***

Aynı Newyork’ta eski dış haberlerci arkadaşın yaptığı gibi, gözlerini gözlerimden özenle kaçırdı eski sınıf arkadaşı...

*****

HOŞ BULDUK BİRDMAN, HOŞ BULDUK BROADWAY... (5)

Onların niye böyle yaptıklarını anlayabilmem, yıllarımı alacaktı...

Şimdi 6 yıl sonra Newyork’a gidiyorum...

Üç çocuğumla, sahici bir hayatı yaşamak üzere...

Broadway müzikali öncesi otel konsiyaj’ında benzer kimliklerin selam vermez silüetlerini görecek miyim bilmiyorum;

Ancak 6 yıl sonra, o tezgahı perde arkasından kuranları deşifre etmiş olarak gidiyorum bu kez Newyork’a...

Ne de olsa Newyork “benim şehrim ve ben bu şehirde hayatı deşifre etmiş olarak çocuklarımla mutluyum...”

Hoş bulduk Broadway...

Hoş bulduk Birdman...

Yazının devamı...

Fatih Terim’i Galatasaray’dan gönderme siyasi bir karardı...

Beşiktaş Başkanı Fikret Orman’la sabah yürüyüşleri yaptığımız günlerdi...

Beşiktaş; Fenerbahçe, Galatasaray’ın futboldan, basketboldan, voleyboldan çok siyasete zemin yapıldığı zamanları yaşıyorduk...

***

Başkan’lar; “bir spor kulübü mü yönetiyor yoksa siyasi labirentlerin arasında denge mi sağlamaya çalışıyorlar” belli değildi...

-“Aman Başkan...” demiştim Fikret Orman’a;

-“Biz bir spor kulübüyüz... Üstelik Türkiye’nin en eski spor kulübüyüz...

Ben AKP’ye değil, başka partiye oy atabilirim... Başka bir Beşiktaş’lı AKP’den yana kullanabilir...

Bu süreçte Beşiktaş’ı politize etmek isteyenler çıkacak...

Çarşı’nın hayata protest bakan nev-i şahsına münhasır tavrının dışında, Beşiktaş ne AKP yanlısı ne AKP karşıtı hiçbir tarafta görünmemeli...

Bizim kulüp olarak işimiz spor...

Yapmamız gereken bir sürü önceliğimiz var...

Siyaset bu alanlardan biri değil...

40 yıldır siyasetin bir tarafında olayları izliyorum... Ne ki Beşiktaş maçına girdiğim andan itibaren, hiçbir siyasi tandansım bulunmaz... Beşiktaş siyasi bir tandansı temsil etmez... Böyle bir tutum Beşiktaş’ı yok eder... Spor kulübü olma özelliğini bitirir...

Ahmet Necdet Sezer de Beşiktaş’lı... Hasan Karakaya da...

Osmanlı’da da Beşiktaş vardı...

Türkiye Cumhuriyeti’nde de...”

***

-“Ben de böyle düşünüyorum...” diyordu Fikret Orman...

Sonra günlük sohbetin konularına dalıyorduk; yürüyüş boyunca...

GALATASARAY’DAN BURAK, SELÇUK, MUSLERA, SNEİJDER NİYE GİTMEK İSTİYORLAR?.. 2

Dün Burak Yılmaz’ın Westham’a gitmesi konuşuluyor, Sneijder, Selçuk ve Muslera’nın transfer olacakları haberleri ortaya çıkıyor... Dursun Özbek’le; Mustafa Denizli’nin arasında soğuk rüzgarların estiği haberleri de gelince; Fikret Orman’la yaptığım bu konuşma geliyor gözlerimin önüne...

***

O günlerde Galatasaray, bu konuşmanın tam tersini icraata sokuyor...

Günlerce haftalarca yazıyorum, kendi çapımda uyarıyorum Galatasaray’ın o günkü Başkanı’nı ve kurmaylarını...

Ancak o günlerde Ünal Aysal ve kurmay heyeti; “Milli Takım’ı çalıştıracak Fatih Terim Galatasaray’ı da aynı anda çalıştıramaz...” tavrında diretiyorlar...

***

Karar o günlerde Galatasaray yönetiminin “sportif disiplin gereği” uyguladığı tavır olarak lanse ediliyor...

Oysa öyle değil...

Karar çok büyük ölçüde “siyasi etkilerle alınmış” sanki ...

***

Fatih Terim’in Galatasaray teknik direktörlüğü olayı çok kişiye bir “Hoca” meselesi olarak görünebilir...

Oysa o yıllarda Galatasaray’ı alıp, iki yıl içinde sil baştan üst üste iki şampiyonluk kazanan bir kadroyu kuran Terim’in; salt futbol bilgisiyle takımı yönetmesi, bir spor kulübü için profesyonel bir zorunluluk...

***

Bu kişinin adı Terim değil, Denizli de olabilir...

Mesele isim değil, mesele Fatih Terim’in sportif değil, siyaset kokan bir kararla Galatasaray’dan uzaklaştırılması...

***

Fatih Terim’in o günlerde “Milli Takım”ı çalıştırma kararında; Tayyip Erdoğan’ın bire bir etkisinin olduğu konuşuluyor...

Konu Milli Takım olunca, Tayyip Erdoğan’ın; Fatih Terim’den böyle bir şey istemesi anlaşılabilir...

***

Terim; “Galatasaray’la birlikte Milli Takım’ı çalıştırmaya sıcak bakarken; bu karara ‘olmaz’ diyen Ünal Aysal ve kurmaylarının karşı çıkışlarında “sportif görünen ancak bizce siyasi kaygılarla hareket eden bir tavır var...”

***

Bugün artı etki hanesi, büyük açıklar veren, büyük bir kadro şişkinliği yaşayan, ancak bu kadro şişkinliğinde oynatacak doğru düzgün futbolcu bulamayan, eldeki üç dört star futbolcusunu da gelir-gider dengesini kurabilmek için satmak zorunda hisseden Galatasaray’ın içine düştüğü durum; “siyasi mulahazalarla alınan kararların futbol kulüplerini ne hale getirebileceğinin” somut bir kanıtı...

FATİH TERİM’E MİLLİ TAKIMI TAYYİP ERDOĞAN DA TEKLİF EDİNCE... 3

Galatasaray’ı o günkü başkanı ve kurmayları; Tayyip Erdoğan tarafından kendisine Milli Takım Hoca’lığı önerilen Fatih Terim’le çalışmak istemiyorlar...

Oysa bir kulübün futbolla ilgili kararlarında konu Tayyip Erdoğan veya Kemal Kılıçdaroğlu veya Selahattin Demirtaş olmamalı...

***

Konu sadece sportif, sadece kulübün sportif dengeleri, takımın oluşturulması ve salt futbolla ilgili olmalı...

Fatih Terim’in Galatasaray’dan ayrılması, “sportif bir karar gibi gözükmüyor;”

Milli Takım Teknik direktörlüğünün Tayyip Erdoğan tarafından Terim’e iletildiği bilindiğinde...

***

Terim’e “birinden birini seç” demenin altında da, futboldan çok, siyasetle ilgili bir duruş var görünüyor...

Sonuçta, Galatasaray’ın o günkü yönetimi iki yıl üst üste şampiyon olmuş kadroyu kuran teknik heyeti göndererek, Galatasaray’ı sonu meçhul bir maceraya sokuyor...

***

Bu maceranın sonu, niye alındığı belli olmayan onlarca futbolcu, boşa harcanan milyonlarca dolar ve sonunda satılması düşünülen Burak; Muslera, Selçuk İnan ve Sneijder gereği...

HAYATIM BOYUNCA HİÇBİR SİYASİ PARTİYİ BEŞİKTAŞ KADAR TUTMADIM BEN... 4

Siyasi düşüncelerimiz kulüplerimizi yönetmemeli...

Kulüp gerçeği, siyaset gerçeğinin üzerinde bir fenomen çünkü...

AKP’nin veya CHP’nin içinde; Beşiktaş’lılar, Fenerbahçe’liler ya da Galatasaray’lılar ağırlıkta diyebilir mi kimse?..

“AKP’li ya da CHP’li olmak demek bu takımlardan biri olmak demek” diyebilir mi herhangi bir kimse?..

Siyasi partiye bir kulübün elbisesini doğal olarak biçemiyorlar...

***

Bunu biçemeyenler, nasıl olup da kulüplere “siyasi bir elbise biçme yarışına giriyorlar?..”

Benim gözümde bırakın aynı olmayı, futbol siyasetin bile üzerinde...

Basit bir açıklaması var çünkü bana göre bu olayın...

“Hayatım boyunca hiçbir siyasi partiyi Beşiktaş kadar tutmadım ben...”

Yazının devamı...

Uğur Mumcu'yla ilk karşılaştığım gün...

“Bir maruzatımız var...” demiştim... -“Ne maruzatı; Türkçe konuş...” demişti bana... Gazeteciliğe stajyer olarak adı sanı duyulmayan bir haber ajansında, yeni başladığım günlerdi...

20 yaşındaydım...

1980 yılının Ocak ayında üniversitenin ikinci sınıfında öğrenciydim...

***

Uğur Mumcu’nun ise, “araştırmacı gazeteciliğinin doruğa çıktığı” yıllardı...

Onu okur; her gün ben de “araştırmacı gazeteci” olacağım diye, etrafımda gördüğüm pislikleri, kirlilikleri araştırır, Ankara’nın mütevazı ortamında bir üniversite gencinin görebileceği “amatör perspektiften, büyük gazetecilik başarısı çıkartacağımı” sanırdım...

***

Siyasal’ın o dönemdeki sosyal demokrat gençlerinden biriydim...

“Üniversitede diğer solcu gruplarla didişmek yerine”, gazetecilikte bir şeyler öğrenmeyi doğru buluyorduk fikirdaş arkadaşlarımla beraber...

Gazeteci ustalarla ve ünlü akademisyenlerle “bu düşüncelerden hareketle” ilişkiler kuruyorduk...

***

Bir gün aynı siyasi görüşü paylaştığım arkadaşlar; kendilerine göre büyük sandıkları bir “araştırmacı gazetecilik” denemesi yaparak, Ankara’lı bir işadamının “kirli ve bulanık bağlantılarını” bulduklarını söylediler...

-“Bu olayı Uğur Mumcu’ya anlatalım... O bu olayın üzerine gider... Rezaleti ortaya çıkartır... En azından bize yol gösterir...” diye tutturdular...

***

Herkes gençti ve heyecanlıydı...

Bir an önce gazeteci olmak, araştırmalar yapmak, “kirli görünen olayları” ortaya çıkarmak istiyorduk...

Ne var ki, olayı dinlediğimde görüyordum ki; arkadaşların ilginç bağlantılar dediği olayın kendisi, bizim “mütevazı öğrenci boyutlarımızı aşıyor”, bizim çapımızın çok ötesine taşıyordu...

***

Kurduğumuz bağlantılar ve örgünün; ne kadarı “gerçekten araştırmacı gazetecilik örnekleriydi” pek kestiremiyordum...

O tıfıllığımızla “rüşvet, kirli para, örtülü bağlantılar gibi”, boyumuzu aşan işleri çözebileceğimize inanmıyordum...

***

Yine de çok istekli görünen arkadaşlarımın heveslerini kursaklarında bırakmak istemiyordum...

Uğur Mumcu’dan Siyasal Basın Yayın öğrencileri olarak randevu istedik...

Hiç tahmin etmiyorduk ama; kısa bir süre sonra Mumcu’nun bizi beklediğini söylediler...

UĞUR MUMCU’NUN CUMHURİYET ANKARA BÜROSUNDAKİ ODASI... 2

Görüşme Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Bürosu’nda olacaktı...

Konukların kabul edildiği, küçük camekan odada...

Çok kalabalık olmasın diye aramızdan beş kişilik bir grup seçmiştik...

Arkadaşlar konuşmaya benim başlamamı uygun görmüşlerdi...

***

Konuya bir girizgah yapacaktım; sonra da arkadaşlar gerisini getireceklerdi... Ne söyleyeceğimi biliyor; fakat konuşmaya nasıl başlayacağımı bir türlü kestiremiyordum...

-“Uğur Abi; bir sorunumuz var...” diye başlasam yanlış olacaktı...

Sorun bizim kendi sorunumuz değildi... Mumcu yanlış anlayacak; kendi sorunumuzu anlatmaya gelmişiz sanacaktı...

***

-“Bir derdimiz var...” desem yine aynı yola çıkıyordu... “Dert” bizim değildi; “Dert Türkiye’nin derdiydi!.. Biz de genç araştırmacı gazeteciler olarak onu ortaya çıkartıyorduk!..”

-“Bir konu var... Sizinle paylaşmak istedik...” gibi bir girizgah da bana çok iddialı geliyordu... Adam içinden;

“Siz hangi gazetecilik becerilerinizle, benimle konu paylaşma noktasındasınız” diye içinden geçirebilirdi...

“BİR MARUZATIMIZ VAR...” 3

Ona saygısızlık yapmak istemiyordum...

Tek bir alternatifim vardı düşündüğüm...

Onu da Uğur Mumcu’nun hiç sevmeyeceğini biliyordum...

Haddini bilen bir tavırla ünlü yazara;

-“Bir maruzatımız var; Uğur Abi...” diye başlayacaktım...

***

Uğur Mumcu sıkı bir öz Türkçe’ciydi...

“Maruzat” kelimesini sevmeyeceğini biliyordum...

Ne var ki; bizlerin onun karşısında eşit olmadığımızı; anlatan tek sözcük “maruzat” geliyordu aklıma; başka da bir sözcük gelmiyordu...

***

Babam Arapça-Osmanlıca profesörüydü... Annem edebiyatçı...

Bizim evde böyle kelimeler sıkça kullanılırdı...

Solcu olmasına sıkı solcuydum o günlerde...

Ama Türkçe’yi konuşurken; “eski kelimelerin şiirsel tadından apayrı bir haz alırdım...” Beynime öyle yerleştirilmişti...

***

Tahmin ettiğim tepkiyi hiç beklemeden verdi Uğur Mumcu;

-“Gencecik adamsın... Nereden çıkartıyorsun ‘maruzat’ kelimesini?..” deyiverdi...

***

Yıkılmıştım...

Konunun ne olduğu; kafamdan gitmiş; neden ‘maruzat’ kelimesini kullandığımı izah etmeye çalışıyordum Uğur Mumcu’ya...

Mumcu meseleye fazla takılmadı ve konuyu geçti... Bizi dinledi...

Tahmin ettiğimin aksine; “anlattıklarımızı hiç küçümsemedi...”

Yaptığımız araştırmanın bir kopyasını “kendisine iletmemizi” istedi...

İnceleyip, araştıracağını sözlerine ekledi...

Dünyalar bizim olmuştu...

UĞUR MUMCU’YA İKİNCİ CUMHURİYET TARTIŞMASI TEKLİFİ... 4

Daha Basın Yayın’ın ikinci sınıfında, dönemin en ünlü araştırmacı gazeteci ve yazarıyla sohbet etmiş, ona “kendi amatör perspektifimizden hazırladığımız bir gazetecilik dosya”sını sunmuştuk...

Artık biz de araştırmacı gazeteci sayılabilirdik...

***

Üzerinden yıllar geçti...

“Maruzat” kelimesi yüzünden ilk fırçasını yiyen 20 yaşındaki çocuk; onu yıllar sonra televizyon programına davet etti; Uğur Mumcu’yu “Türkiye’yi sarsan Birinci Cumhuriyet; İkinci Cumhuriyet” tartışmasını TRT ekranlarında, Mehmet Altan’la yaptırmak için telefona sarıldı...

Artık “bir maruzatım var” diyen 20 yaşındaki çocuk gitmiş; kendi çapında isim sahibi bir televizyon programcısı gelmişti...

Söze “Uğur Abi” diye başlayacaktı şimdi o çocuk...

***

Birinci Cumhuriyet-İkinci Cumhuriyet tartışmasının TRT’de yapılması fikri bile korkunç bir fırtına kopartacaktı TRT koridorlarında...

O günden sonra TRT’de genç gazeteciye “Ateş Hattı’nda ‘Trafik’ konusu”nu işlemesi önerilecekti...

Herkes “Ne yapıyor bu çocuk?.. Kendini ne zannediyor” diye soruyordu...

UĞUR MUMCU’YLA ANKARA OTELİNDEKİ GECE... 5

Genç gazeteci; o program sonrası gece Ankara Oteli’nin barının dışardaki masalarından birinde oturmuş, program sonrası iki saate yakın Uğur Mumcu’yu dinlemişti... Ne kadar çok şey biliyordu Uğur Mumcu...

***

Bütün isimleri, bütün bağlantıları, herkesin ne yaptığını, hangi kirli işinin olduğunu nasıl da biliyordu...

Ağzı açık onu dinliyordu genç gazeteci...

Hiç bitmesin istiyordu o gece...

Hep konuşsun, o da aklında tutabildikleriyle olayları bir parça daha anlayabilsin diye geçirmişti içinden...

***

Gece yarısına yakın bir saatte Uğur mumcu; “Ben kalkayım” demişti...

“Niye teyp getirmedim de bu konuştuklarını kaydetmedim, diye içten içe hayıflanmıştı...” genç gazeteci...

Uğur Mumcu’nun o gece masada yaptığı konuşmaların; tarihi değerde olduğunu, birkaç ay sonra hunharca öldürüleceğini bilmiyordu genç gazeteci...

***

Gerçek katillerinin hala kim olduğu bilinmiyordu... Uğur Mumcu’nun gerçekte söylemeye çalıştıklarının ne olduğu ortaya çıkmasın; kirli gerçekler, dökülüp saçılmasın diye üstü örtülü kalıyordu her şeyin muhtemelen...

20 YIL SONRA GÜLDAL MUMCU; “SEN DE UĞUR KADAR SAFMIŞSIN...” 6

Çok uzun yıllar sonra bir gün Güldal Mumcu’yla konuşurken; Türkiye’nin yaşamakta olduğu bazı olayları anlatıyor, aralarındaki bağlantıları söylemeye çalışıyordu genç gazeteci... Artık genç gazeteci olmaktan çıkmış orta yaşlı, 35 yıllık bir gazeteci haline gelmişti... Yaşadığı onca olayın bağlantılarını süzüyor ve “daha bilge olmaya özen gösteren bir tavırla, hayatın rezümesini çıkarmaya çalışıyordu...”

***

-“Sen de Uğur kadar safsın; öyle anlıyorum” dedi Güldal Mumcu ona...

Hayret!.. Kendi saflığına değil, Uğur Mumcu’nun; saflığına hayret etmişti gazeteci... Onu Ankara Oteli’nde dinlerken; “Ne çok şey biliyor... Ben de bir gün onun kadar bilebilecek miyim acaba?..” diye geçirmişti içinden... Uğur Mumcu o gece ona kül yutmaz, bir araştırmacı gazeteci olarak gelmişti... Onun saf ve nahif tarafını hiç görememişti... Güldal Mumcu “gazeteci”ye saflığını ve nahifliğini tarif ederken; “Sen de Uğur kadar safmışsın” deyivermişti... Bugün Usta’nın 23. ölüm yıldönümü... Tarihe bir çentik daha atmak adına bir kez daha yayınlıyorum bu yazıyı...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.