Şampiy10
Magazin
Gündem

Muhafazakar iktidarın köşe başını tutup, laikleri hapse attırmaya çalışan o "laikler" kimler acaba?..

Yıllar önce Hasan Karakaya'ya yapılan kumpası fark etmem, yıllar sonra da Hasan Karakaya'nın bana yapılan kumpasın belgesini vermesiyle çıkartılmaya başlanan kumpas olayını yazdıktan sonra, bir arkadaşım;

-"Bunları yazman şart mıydı?.." diye mesaj atıyor...

***

Niye atıyor bu mesajı, arkadaşım?..

Çünkü ona göre; "siyasi islamcılar, bu durumdan yararlanıyor...

Laik kesim ise yaralanıyor..."

Öyle mi gerçekten?..

Kimler muhafazakar bir iktidarın köşe başlarını 14 yıl boyunca tutan o "her kaba girebilen şekilsiz amibler" acaba?..

Köşebaşını tutan o amibler kişisel mesleki hırs ve intikamları için, niye "günahsız laikleri" içeri tıkmaya çalışıyorlar?..

***

Bunlar nasıl her kaba girebilen laikler ki; "gazetecilikten başka hiçbir işi ve mesleği olmayan" laik insanları, içeri tıktırmanın, lince tabi tutmanın, onlara cehennem azabı çektirmenin baş müsebbibi olabiliyorlar?..

***

En gaddarları, en acımasızları, "muhafazakar bir iktidarı kullanarak" onların ideolojik hammedesini manipüle edip kendine "cellat esvabı" dikerek, suçsuz, günahsız insanları "yok etmeye" çalışanlar...

Suçsuz insanların mesleklerini ellerine alanlar onlar...

Çocuklarını ellerinden almaya çalışanlar onlar...

Suçsuz insanlara hayatı zindan ederek; "bir insanlık suçu işlemiş" olanlar yine onlar...

Gaddar olanlar onlar...

Onlar laik falan değil, onlar insanlık suçlusu...

***

İnsanlık suçunu işleyenler; şimdi hala "hayatın gerçeklerini suni olarak değiştirebileceklerinin zannındalar..."

Ortaya şimdilik çıkan gerçekler, gaddarlıkların ve zalimliklerin binde biri bile değil...

Sükut gösteremeyecek kadar, kendilerinden geçmişler...

Arkadaşım;

-"Gerekli miydi bunları yazman?.." diyor...

YAZILARIM SİLDİRİLİYOR...

Geçen hafta, kendi gazetemde; VATAN gazetesinin internet sitesinde geçmişte yazdığım yazıların, "gizli eller tarafından" yok edildiğini görüyorum...

Bir gazete yazarının, yazılarını bile kendi gazetesinin sitesinden yok edebilecek bir "gücün" varlığı hiçbir şey ifade etmiyor mu acaba?..

Bana "bunlar gerekli miydi" sorusunu soran arkadaşıma "olayları anlatan" yazıyı aktarmayı doğru buluyorum...

Geçen yıl yazdığım yazıyı...

Gerekli mi gereksiz mi; okuyucu kendi karar verir biliyorum...

KASAMI VE ÖZEL EVRAKLARIMI KİM ÇALDI?..

Hafta içinde, İstanbul Cumhuriyet Savcısı Ahmet Hamdi Koç’tan bir tebligat alıyorum...

Tebligatta; evimde vuku bulan 5 hırsızlık vakasından birinde, zaman aşımı nedeniyle “kimliği meçhul şüpheli hakkında kamu adına kovuşturmaya yer olmadığına” kararı verildiğini öğreniyorum...

***

Zaman aşımına uğrayan evimdeki hırsızlık vakası; 2006 yılında oluyor... O ilk olay...

Sonraki yıllarda başlayacak “korku filmini andıran” olaylarla bir ilgisi yok...

O sırada, bu hırsızlık vakalarının arka arkaya “devam edeceğini” beni bir taraftan yıldırmaya çalışırken, diğer yandan bütün özel belgelerimi ve notlarımı yok edeceğini bilmiyorum...

***

Son birkaç yılda “kendi memleketimde yaşamayı bana zindan eden olaylar zinciriyle” karşı karşıya kalıyorum...

Evim beş kez soyuluyor...

Sonuncusunda; “evimin içinde, dolaba montelenmiş kasayı bile söküp götürüyorlar...”

Kasa; zorunlu ailevi ihtiyaçlar için; tutulan beş on bin liranın dışında, bir nakdin olmadığı bir kasa.

***

Zaten boyutları küçük; büyük paralar tutmaya müsait değil...

Eve giren hırsızlar; sadece kasayı almak için giriyorlar, kasayı söküp götürüyorlar...

O kasanın içinde “önemli bir paranın olmayacağı aşikar...”

Niye sırf o kasayı almak için, camları kesip eve giriyorlar ve hiçbir şeye dokunmadan o kasayı alıp gidiyorlar?..

***

Bütün ailevi belgelerim, ruhsatlı silahım; bana yönelik “saldırı ve operasyonlara ait belgeler karşı belgeler ve alın terimle elde ettiğim birikimlerin evrakları var orada...”

İşin en enteresan boyutu da şu;

Kasayı alıp giden, ruhsatlı silahı, pasaportları, belgeleri, özel evrakları alıp götüren hırsızlar bir süre sonra bana bir mail atıyorlar:

Silahtan söz etmeden;

-”Belgelerimi almak istiyorsam, 20 bin lira daha para götürmemi” istiyorlar...

Ve ekliyorlar;

-”Eğer, yanlış bir iş yapacak olursam, hiç istemeyeceğim sonuçların oluşacağı” tehdidini yaparak...

CUMHURİYET SAVCILIĞI HIRSIZLIK TEBLİGATI...

İki gün önce aldığım savcılık tebligatı; Evime yönelik hırsızlıkların başladığı ilk tarihteki olayı kapsıyor...

Ancak anlıyorum ki, teker teker “bütün evime yönelik hırsızlık davaları zaman aşımından düşecek...”

Oysa benim özel bilgisayarım iki kez, içindeki bilgilerle beraber çalınıyor...

Arkasından bütün evraklarımın bulunduğu kasam çalınıyor...

***

Gerek bilgisayar, gerekse kasa hırsızlıklarında, hırsızlar, sadece onları alıp götürüyorlar...

Kasa hırsızlığında evde başka hiçbir şeye dokunmuyorlar...

Direkt olarak camı kesip, kasayı olduğu yerden söküyor ve gidiyorlar...


İÇERİ ALDIRMA OPERASYONLARI; ÖLÜM TEHDİTLERİ, BELGELERİ ÇALARAK YOK ETMELERİ...

Çocuklarımı sessiz sedasız büyütmeye çalışıyorum o sıralarda...

Gazetede yazılarıma devam ediyorum; Ünlü “Game” (Oyun) filminin benzeri bir “korku senaryosuyla” karşı karşıya kalıyorum...

***

Hiçbir ilgimin ve ilişkimin olmadığının resmi belgelerle tescillendiği bir davadan içeri aldırmaya çalışıyorlar beni...

***

Ünlü bir sanatçıya yapılan “bütün belgeleri bende mevcut” derin bir operasyon ve kamusal linci; benim üzerime ihale edip, “üzerimde yaratacakları kin ve öfkeyle bir linç kampanyası” oluşturuyorlar...

Resmen çok ağır bir suç işleniyor...

Bu işlerin içinde “parasal bağlantılı çok kirli ve derin ilişkiler” var...

***

“Bu kirli parasal ve kişisel rant hesaplarının üzerinden, benim için kin ve öfke yaratılarak, taammüden, suç işleniyor...”

***

Ünlü bir ‘baba’ adına sahte ‘ölüm mesajları’ gönderiliyor...

Birileri “binlerce lira para ödemezsem öldürüleceğim”i söylüyorlar...

O ünlü ‘kabadayı’ ismi bu işlerle hiç bir ilgisinin olmadığını kendisiyle bizzat konuşarak tespit ediyorum...

***

Evim beş kez soyuluyor...

Bilgisayarlarım çalınıyor...

Özel evraklarımın olduğu kasa götürülüyor...

Evraklarımın kayıtları tutulduktan, kopyeleri çıkartıldıktan sonra;

“Bana 20 bin lira göndermezsem çok kötü olacağı” notu düşülüyor...

ÇOCUKLARIMIN MAHKEME DOSYASI YOK EDİLİYOR...

Bununla kalmıyor...

Aile hayatımın çocuklarımla ilgili türbülanstan geçtiği günlerde;

“medyada korkunç bir koro beni çocuklarımdan ayrı bırakmak için”, inanılmaz bir kampanyayı yürürlüğe sokuyor...

Babam kampanyaya dayanamıyor; beyin kanaması geçiriyor, sol bacağı sakat kalıyor...

***

İçeri aldırmaya uğraşıyorlar...

Kendi linçlerini gizleyerek; beni linç ettirmeye çalışıyorlar...

Arka arkaya evime yapılan beş hırsızlıkla bilgisayarlarım, kasam ve tüm belgelerimi alıp götürüyorlar...

Çocuklarımdan beni koparmak için açılan davaların “bütün dosyalarını meçhul bir şekilde avukatın bürosundan yok ediyorlar...” Koskoca dosya “yok” deniyor...

Kime verildiği belli değil;

Kimin aldığı belli değil...

***

Bu arada bir şey daha oluyor; eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e;

Benim de içinde bulunduğum 8 gazeteciyle eski Cumhurbaşkanı’nın görüşmemesi için telkinde bulunuluyor...

***

GAME...

Game (Oyun) filmi, başarılı ve zengin bir iş adamına (Michael Douglas), 50. doğum gününde erkek kardeşinin “doğum günü hediyesi olarak verdiği” korkunç bir “hediye”yi anlatır...

İşadamı “kendisine yeni bir hayat ve macera yaşatacağını söyleyen bir şirketin” elemanlarınca, “korku filmini andıran bir senaryonun içine sokulur...”

***

Evini, parasını, şirketlerini, kariyerini, ismini her şeyini ama her şeyini kaybeder filmde; Michael Douglas...

O kadar zavallı bir duruma düşer ki, film boyunca izleyiciye “ölse de bu azaptan kurtulsak” duygusu hakim olur...

***

Filmi izlediğimde; filmin gerçek hayattan esinleneceğini, benim de başıma 50 yaşıma girdiğimde böyle bir “kabus”un geleceğini söyleseler inanmıyacağımı biliyorum...

Filmden o kadar olumsuz etkileniyorum ki; birçok filmi birkaç kez izlememe rağmen, Game filmini bir daha hiç izlemiyorum...

Filmin kendisini bizzat ve birebir yaşayacağımı bilmiyorum o sırada...

Fark sadece şu;

Biz filmi izlerken, film olduğunu biliyoruz...

Filmdeki olayların; erkek kardeşin abisine bir hediyesi olduğunu söylüyorlar bize...

Buna rağmen, filmi izlerken korkuyoruz...

Benim yaşadıklarım bir film değil; tamamen gerçek oluyor...

Karşımdakiler beni gerçekten yok etmek istiyor...

ALLAH'A HAVALE EDİYORUM...

Şimdi soruyorum...

Bunları sırtını muhafazakar iktidarın gücüne dayayıp, "her telden çalan bu çevreleri", laik olarak adlandırıp; bu insanlık suçunu yok mu farz edeceğiz?..

Yoksa bunu yapanların, "en azından utanmasını" beklemeyecek miyiz?..

"Hayır onlar bu yaptıklarından bile utanmasınlar" diyecek kadar vicdansız olanlar varsa;

Onları, bu cellatlar gibi Allah'a havale ediyorum!..

Yazının devamı...

Evde bir yılbaşı...

Çok uzun yıllar sonra, ilk kez; en son 17 yaşında kutladığım türden bir yılbaşı kutluyorum...

Babamın; çocukken renkli abajurlardan yansıyan ışık oyunlarıyla evin tavanlarını lale bahçesine çevirdiği, loşluğun romantizminden yılbaşı gecesini renklendirdiğimiz günlerdeki gibi süslüyorum evin salonunu...

***

Yanıp sönen yılbaşı ağacının ışıkları; salondaki tablolar için düzenlenmiş tepe ışıklarının sek halde yarattıkları loşluk, evin salonunu çocukluğumdaki ambiyansa götürüyor...

Esas benzerlik, kar yağışını bahane ederek, bu sene yılbaşını evde kutlamaya karar vermem...

***

Annemle babam yaşlanıyorlar...

Onları karlı havada özenle giydirip dışarı çıkartmak, kaygan yollarda meçhul bir yolculuğa çıkartmak, artık benim gibi delifişek birine bile makul gelmiyor...

Kimselere azap çektirmek istemiyorum... “Evin sevgi dolu sıcaklığının” iki çocuk, anne baba ve benim aramda çok sıcak ve huzurlu bir tablo oluşturacağını fark ediyorum...

***

Öyle oluyor...

Müzikle fışkıran hoş bir romantizmde, dışarıdan getirttiğim yemekleri, kendi ellerimle aile bireylerinin tabaklarına özenle ve sevgiyle yerleştirip, keyifli bir yılbaşı sofrası kuruyorum...

Çocuklarla yılbaşı için aldığımız giysileri giyerek salona geliyoruz...

***

Ailemin benden önceki kuşağından, benden sonraki kuşağına aktaracağım manevi mirasını düşünüyor, onun üzerine yoğunlaşıyorum yılbaşı gecesi...

Tarihten bu yana;

Kimselerle derdi olmayan bu ailenin, babamdan başlayarak, ne kalleşlikler, ne hainlikler, ne kirli operasyonlar ve ne gaddarlıklar gördüğünü düşünüyorum...

Yine de ayakta kalıyor aile...

Sımsıcak bir sevgi ve yeni doğan büyüyen ve hayata yeni değerler katma nöbetini devralan yeni aile bireyleriyle...

***

Mutluyum...

Annemle babamdan, çocuklarıma doğru, sağlam ve iyi bir köprü olmaya çalıştığımın farkındayım...

Milattan Önce 106 yılında; bundan 2122 yıl önce doğan Roma’lı hatip, yazar ve devlet adamı Cicero’nun hayatla ilgili sözlerini okuyorum...

Tarihle, gelecek arasında kurduğum köprünün sağlam olmasına çalışıyorum...

“ACI TANIMAMIŞ OLMAK EN BÜYÜK ACIDIR...”

Acı tanımamış olmak büyük bir acıdır...

***

Akıl da bir tarla gibi ekilmeye ve bakılmaya ihtiyaç duyar...

***

Akıl, işletilirse çevikleşir...

***

Amacına ulaşmak için bütün gücünü topla!

***

Barış ile kölelik arasında çok büyük fark vardır...

Barış huzur dolu bir özgürlüktür...

Kölelik ise yalnız savaşarak değil ölümü bile göze alarak uzak tutulması gereken her türlü kötülüğün en kötüsüdür...

***

Bir canlı, doğduğu andan başlayarak, kendi kendine düzen verir ve kendini korumaya, doğasını ve bu doğayı koruyabilecek her şeyi sevmeye bir eğilimi vardır, kendini yıkımdan ve yıkımına yola açacak olan her şeyden uzak tutar...

Ve Stoalılar bunu şöyle kanıtlar:

Hazzı ya da acıyı tatmadan önce yavrular...

Kendileri için yararlı olanı arayıp, zararlı olandan kaçarlar...

Doğalarına bağlı kalmayıp, yıkımdan çekinmeselerdi böyle olmayacaktı...

Öte yandan, kendilerine ilişkin bilince sahip olmasalardı, herhangi bir arzuları olmazdı...

Buradan çıkarılması gereken sonuç, kendini sevmenin doğru bir ilke olduğudur...

“ERKEKLER ŞARABA BENZER...”

Bir yerde yaşam varsa orada umut da vardır...

***

Bütün büyük işler, küçük başlangıçlarla olur...

***

Bütün insanlarda ortak olan akıldan hukuku türetmektir... Cumhuriyet, halkın işidir; Halk, herhangi bir biçimle bağlantılı tüm insan gruplarını değil, ancak hukuk ve haklar konusunda ortak bir anlaşmaya varmış, karşılıklı menfaatlere katılmaya istekli insanların bir araya gelmesidir...

***

Çalışarak ün kazananların sayısı, doğuştan ünlü olanlardan daha fazladır...

***

Doğruluk ve sorumluluk sahibi kimse lider olmaya layıktır...

***

En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir...

***

Erkekler şaraba benzer; geçen yıllar kötülerini ekşitir, iyilerini olgunlaştırır...

***

Geçmiş geçmişte kalmıştır, biz işimize bakalım!..

“İNSAN KENDİSİNİ KAYBETMEDEN BULAMAZ...”

Hayat yokuşunu tırmanırken rastladığınız insanlara iyi davranın; inişte yine onlara rastlayacaksınız çünkü...

***

Her canlı yalnız kendini sever.

***

Her şeyin başlangıcı küçüktür...

***

Herkes hata işleyebilir, sadece ahmaklar hatalarında ısrar eder....

***

İçinde kitap olmayan bir oda ruhsuz bir beden gibidir...

***

İnsan iki şey için doğmuştur; düşünmek ve eyleme geçmek!..

***

İnsan kendisini kaybetmeden kendisini bulamaz.

***

İnsan ne kadar yükselirse, gönlü o kadar alçalmalıdır...

***

İnsan, yaşamının dörtte üçünü yapamayacağı şeyleri istemekle geçirir...

***

İnsana: “Kendini bil!” denilmesi, yalnız gururunu kırmak için değil, değerini de bildirmek içindir...

***

İnsanın en büyük düşmanı, doğrudan doğruya kendisidir...

***

İyi bir dost ikinci bir “ben”dir...

***

Mutlak hak mutlak haksızlıktır...

“SAHİP OLDUĞUNDAN FAZLASINI İSTEMEYEN ZENGİNDİR...”

Malını kaybeden bir şeyini kaybeder, namusunu kaybeden birçok şeyini kaybeder, cesaretini kaybeden her şeyini kaybeder...

***

Ne kadar çok kanun, o kadar az adalet...

***

“Roma neden yıkıldı?” sorusuna Cicero’nun cevabı:

“Çok ve güzel konuştuk, fakat bilgisizdik!..”

***

Sahip olduğundan fazlasını istemeyen insan zengindir...

***

Savaşta yasalar susar...

***

Şeref ve doğruluk adaletin temelidir.

Orijinali: Justitia fundementum est fides...

***

Tarlasını süren kimse, fenalık yapmayı düşünmez...

***

Yalnızca kendimiz için doğmadık ve yalnızca kendimiz için yaşamıyoruz...

***

Yasa, yapılacak ve yapılmayacak olanı buyuran yüce akıldır...

O doğanın gücüdür, o ruhtur, bilgenin aklıdır, adaletli olanla olmayan arasındaki ölçüdür...

***

Yarınlar yorgun ve bezgin kimselere değil, rahatını terk edebilen gayretli insanlara aittir...

***

Zeka tıpkı bir tarla gibi ekilmeye ve bakılmaya muhtaçtır...

***

Zorluklar ne denli büyük olursa, zafer de o denli büyüktür...”

(Marcus Tullius Cicero MÖ 106-MÖ 43)

Yazının devamı...

Ben bir Truman Show yapılmaya çalışıldım...

Gazeteciliğe 20 yaşında başlıyorum...

31 yaşında önüme gazetecilikte hiçbir şekilde aşamayacağım bir duvarla çıkıyorlar...

Meslek hayatımı bitirme noktasına getiriyorlar...

Yapabileceğim hiçbir şey görünmüyor...

***

İlkokul arkadaşım sayesinde, bir dergide yazmanın dışında mesleğimden uzaklaşmış, kopartılmış bir hayat yaşıyorum...

Bir yıl sonra, ailemden kalan son bağlantılarla televizyon programcılığına adım atıyorum...

TRT’nin ikinci kanalında, gece yarısından sonra kimsenin izlemeyeceği bir saatte haber programına başlıyorum...

15 günde bir yayınlanan program, ilk andan boğulmaya çalışılıyor...

***

Gazetelerden beni dışlayan “filmin yönetmeni ve senaristi olan güç”, televizyon programının yok edilmesi için her yolu deniyor...

Hayatın tesadüfleri sonunda “gazetecilikten dışlanmam için” planlanan büyük senaryo altüst oluyor;

Senaryo yazarları ve yönetmenin; “Gazetelere uğrayamaz hale getirmeye çalıştığı gazeteci, bu kez televizyon starı olarak karşılarına çıkıyor...”

***

Fitil oluyorlar...

Ellerindeki tüm gücü, “gazeteci”yi mesleğinden attırmak için kullanmaya başlıyorlar...

Devletin güvenlik kurumunun en tepesindeki insanlara “gazeteci” hakkında “demeçler verdiriyorlar...”

“Gazeteci”yi, hiçbir şeyden anlamayan bir “salak” olarak göstermek için, “kendilerine bağlı bütün gizli elemanları psikolojik etki ajanı olarak kullanıyorlar...”

Gazeteci hakkında espriler üreterek bir “aptal” yaratma gayretine giriyorlar...

Diğer taraftan da, “kamuoyuna aptal diye sundukları” gazeteciyi, devlet için bir “toplumsal tehlike” olarak lanse ediyorlar...

***

Kullandıkları psikolojik etki ajanları, bazen ünlü bir kadın romancı, bazen bir televizyon show man’i, bazen televizyonlardaki cazgır bir tartışmacı, bazen siyasal tarihçi görünümündeki bir etki ajanı; bazen piyasayı kontrol eden bir televizyon yapımcısı, bazen üst düzey “gazete yöneticisi şekline sokulan bir tetikçi” oluyor...

Çok ilginç bir nokta var...

Gazeteciye karşı “yönetmen ve senarist, hiçbir zaman onu meslekten kovdurmaya çalışan bir eylemin bizzat parçası olduklarını” hissettirmiyorlar...

Aktör ve aktristleri kullanıyorlar...

Kendilerini her daim gizliyorlar...

***

Hayatımın tam anlamıyla bir Truman Show olduğunu, 1998 yapımı filmi izleyen bazı dostlarım ve arkadaşlarım söylüyor, beni uyarıyorlar...

Beni filmin başrolünü oynayan Jim Carry’nin haline benzetiyorlar...

Yıllarca filmi izlemeyi reddediyorum...

Ta ki; 2015’in son günü olan önceki güne kadar...

Önceki gün, nihayet The Truman Show filmini izliyorum...

Benim hayatım “annem, babam, çocuklarım ve bu çemberden dostum olarak içeri sızmayı başaran birkaç kişinin dışında tamamen bir Truman Show bunu anlıyorum...”

***

Senarist ve yönetmenin, mesleğimi bitirmek, beni zindanda etkisizleştirmek, çocuklarımdan koparmak için üzerinde çalıştığı bir “proje olduğumun” farkındayım...

Önceki gece 2016’ya girdiğim dakikalarda; bu filmin Truman Show filmi gibi “acıklı başlasa da, Truman Show’un finali gibi öğretici biteceğini” hissediyorum...

Lapa lapa yağan kara ve soğuk akan sulara bakarken, kalbimin en derinlerinden Tanrı’ya dua ediyorum...

TRUMAN’IN BAŞINA GELEN SENARYO...

Truman Burbank, masa başı bir işi, son derece düzenli bir hayatı olan, otuzlu yaşlarında bir sigortacıdır...

Hayatı inanılmaz bir düzendedir...

Eşi, lisede tanıştığı aşkı olmuştur...

En iyi arkadaşı iyi-kötü günlerinde, her daim ihtiyacı olduğunda yanındadır...

İşe giderken karşılaştığı insanlar, hatta onlarla karşılaşıp selamlaştığı mekânlar bile aynıdır...

***

Şehirdeki tüm evler, şirin bir kutu şeklinde ve birbirinin kopyasıdır...

Etrafındaki tüm insanlar, yaşadıkları Seahaven’da bulunmaktan ne kadar memnun olduğunu Truman’a fazlasıyla belli ederler...

Truman, o yaşına kadar tüm ömrünü Seahaven şehrinin bulunduğu adadan hiç çıkmadan ailesi, okulu, arkadaşları, işi ve evi arasında geçirmiştir...

***

Tüm bu sıradanlık, aynılık içinde, Truman; yaşamak istediği sıradışılığı kendi üretimi olan selamlamasına dökmüştür:

-“Olur ya belki görüşemeyiz, iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler...”

***

Bazen de teselliyi ayna karşısında bulur...

Galaksiler kurar, şehirler fetheder...

Kendi yazdığı çocuksu oyunları içinden geldiği gibi sahneler... Aslında en büyük oyunun kendi hayatı olduğunu bilmeden...

***

Truman, gerçekte televizyon yapımcısı ve yönetmeni ihtiraslı Christof tarafından, tüm yaşamı milyonlar tarafından izlenen birisi haline getirilmiştir...

Truman’ın bundan haberi yoktur...

Yaşadığı adanın dünyanın en büyük film stüdyosu olarak tasarlandığını bilmez Truman... Hayat arkadaşının aslında kendi seçimi olmadığını...

En iyi arkadaşının ağzından çıkan tüm sözcüklerin kulaklığına bir başkası tarafından fısıldandığını...

Ona bir kaza yaşatılarak bilinçaltına su korkusu yerleştirildiğini böylece adadan çıkmasının engellendiğini bilmez...

***

Tüm bu gidişatı düzenleyen Christof, tanrıcılık oyunu oynayan ve Truman’ı korkutarak bastırmayı göze almış hırslı bir karakterdir...

Yarattığı sahte dünyayı, gerçek hayat olarak insanlara sunan birisidir...

Figüran niyetiyle şova alınan, Sylvia, yüzlerce insanın doldurduğu yapay şehir Seahaven’da, Truman’a gerçekleri söyleme cesareti bulan tek kişi olur...

Ona tek cümle söyler: “Herkes seni izliyor...”

Truman allak bullak olur...

***

Bir gün işe giderken radyoda, sanki takip ettiği birinin yol güzergâhını tarif eden bir ses girer kanalların arasına...

Ses tam da Truman’ın yoldaki gidiş yolunu anlatmaktadır...

Kahramanımız büyük bir şaşkınlık yaşar...

Derken, evinin önüne gökten düşen spot lambası ve kalabalıklar içinde ölmüş babasını tekrar görmesiyle birlikte anlar ki artık çevresine farklı gözlerle bakmasının zamanı gelmiştir...

***

Yönetildiğini, kurmaca bir düzen içerisinde olduğunu hissetmiştir... Bu hissini paylaşmaya çalıştığı dostu Marlon ve eşi Meryl tarafından da anlaşılmadığını, hatta geçiştirildiğini fark etmesi, güvenecek kimsesi olmadığını da göstermiştir ona...

***

Yapımcı Christof da bunu fark eder ve acil eylem planı olarak, Truman’ın yıllar önce öldü sanılan babasını hafıza kaybı geçirme bahanesinin perdesi altında, şova tekrar sokar...

Bu olay senaristlerin Truman’ın gerçeği bulmasına engel olan son oyunudur...

***

Truman, eski haline döner ya da öyle görünür...

Herkes onun sakinleştiğine kanaat getirdiğinde ise ansızın kaçış planını uygulamaya döker...

Fark edildiği anda ise ortalık bir anda karışır...

Tüm oyuncuların seferberliğiyle adadaki her yere bakılır fakat Truman bulunamaz...

Oysa ki tahmin edilemeyen, sıkıştırıldığını hissettiği hayattan kurtulmak isteyen birisinin, korkularının da üstüne gideceğidir... Truman düşünülecek en son yerdedir...

Yıllardır içini kemiren gerçeğe ulaşma umuduyla dolu gözleriyle, hayattaki en büyük korkusuna, denize açılmıştır...

Az sonra yönetmenin denizde yaratacağı fırtınalardan habersizce...

GERÇEĞE GİTMEYE BAŞLADIĞIMIZDA KORKULARI DEPREŞTİRİRLER...

Art arda çak(tırıl)an şimşeklerle yelkenlisinin mahvolmasından sonra, “Yapabileceğinin en iyisi bu mu? Beni öldürmek zorundasın!” nidalarıyla seslenir Truman yönetmene...

Kara bulutlar dağılır, yoluna devam eder Truman...

Fakat ufkun bittiği bir mavi duvar vardır o denizde...

Denizin kendisi de stüdyonun bir parçasıdır...

***

Gerçeğe ulaşmak için gözyaşları içinde, yumruk yumruğa duvarla cebelleşir Truman...

Yönetmen ve senarist konuşmaya başlar Truman’la...

Tüm konuşmanın amacı ikna cümlesinde gizlidir;

-“Dışarıda, senin için yarattığım bu dünyadan daha fazla gerçeklik yok... Aynı yalanlar... Aynı ikiyüzlülük...”

Truman için hayatının parçası olan, anı olan şeyler, yapımcı Christof için bir bölümdür...

***

Yönetmen, korkularını aşmayı basarmış bir şekilde suni fırtınayla mücadele ederek yoluna devam eden Truman’a bakar ve sorar;

-“Truman,nereye gidiyorsun?” Gerçeğe, elbette ki gerçeğe gidiyordur...

Her türlü sürprize açık, özgür kaderinin efendisi olacağı gerçek dünyaya, gerçek hayata...

Özgürlüğüne uzanan kapıdan çıkış adımını atacak olan Truman son kez selamlar izleyicilerini;

-“Olur ya belki görüşemeyiz, iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler...”

***

İyi geceler Türkiye her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsan...

“GERÇEĞE VE KADERİMİZE YELKEN AÇMAYA KARAR VERDİĞİMİZDE, ÖNCEDEN BİLİNÇALTIMIZA KURGULANMIŞ KORKULARIMIZI DEPREŞTİRİP, GERİ DÖNMEYE ZORLAYACAK SUNİ FIRTINALARLA KARŞILAŞACAĞIMIZI BİLİYORUZ...”(altyazı.org)

Yazının devamı...

Dün ölen Hasan Karakaya’nın kumpasla gözaltına alındığı gün...

Televizyonda genel yayın yönetmenliği yaptığım günlerdi...

Türkiye’de insanların, iftiralarla “suçsuz yere içeri alınmasının olağan” sayıldığını “sol dünyanın kitaplarından, romanlarından, hikayelerinden” yeterince okumuştum...

Biliyordum...

Ancak sanki bu olaylar anlatıldıkları 12 Mart; 12 Eylül gibi darbe dönemlerinde kalmıştı...

Kitaplaştırıldıkları, romanlaştırıldıkları, öyküleştirildikleri için, artık bu uygulamalar Türkiye’de göz göre göre pek yapılamazdı...

Saftım; öyle inanıyordum...

***

Hasan Karakaya’yı yakından tanımıyordum...

Fakat yazılarını hiç kaçırmazdım...

Polemikçi, sert ve çok akıcı bir uslubu vardı...

En zıddım olan görüşleri, “en muhteşem lezzetle okuduğum yazardı...”

***

Hayata görüşlerime yakın olanlar ve uzak olanlar diye hiç bakmayan bir adamdım...

Bir arkadaşıma göre, siyasi olaylara yakınlığım ve siyasi duruşlardaki tavizsizliğime karşın “tamamen apolitiktim”...

Hasan Karakaya’nın da yazılarını birçok konuda çok farklı düşünmeme rağmen, çok lezzetli buluyor, seviyor ve polemikçiliğini takdir ediyordum...

***

Bir akşam üstü haber geldi Hasan Karakaya’yı cinayete azmettirmekten gözaltına almışlardı...

Güya Hasan Karakaya Anayasa Mahkemesi’nin o sırada Başkan Yardımcısı olan Yekta Güngör Özden’i öldürmek için Kasım Gençyılmaz isimli biriyle konuşmuş ve onu suça azmettirmişti...

***

Hasan Karakaya’yı bire bir tanımıyordum...

Öldürmeye azmettirdiği söylenen Yekta Güngör Özden ise yakın bir dostumdu...

Fakat iddia bana hiçbir açıdan inandırıcı gelmiyordu...

Kalemini böylesine şehvet ve ustalıkla kullanan yazıyı hayatında bu derece içselleştirmiş bir adam, “cinayet gibi olayların içinde olamazdı...”

Hayat tecrübem bana bunu söylüyordu...

***

Akit ya da o sıralardaki adıyla Vakit gazetesinin, iktidarla ağır meseleleri vardı...

Hasan Karakaya da, o gazetenin en etkili yazarıydı...

Bir kumpas kokusu seziyordum olayda...

***

-“Bizim haber bültenlerinde hiç bir şekilde yer almasın bu haber...” dedim...

Hasan Karakaya’yı tanımıyordum...

Olayı bilmiyordum...

Ama sezgilerim “kumpas kokusu” alıyordu...

Ben sezgilerimin kumpas kokusu aldığı bir haberi yapmayacaktım...

***

Gazeteler ve televizyonlar haberi geniş verdiler...

“Vakit gazetesi Başyazarı Hasan Karakaya cinayete azmettirmekten gözaltında...” diye... Biz tek satır girmedik...

HASAN KARAKAYA SERBEST KALIYOR...

Birkaç gün sonra Hasan Karakaya’yı serbest bıraktılar...

Amaç hasıl olmuş; o saate kadar Hasan Karakaya sanki cinayet işlemiş gibi kamuoyunda itibarsızlaştırılmıştı...

***

Serbest bırakıldığı haberi tek sütuna giriyor, televizyonlar tek bir haber olarak geçiyor ve karakter suikasti profesyonelce işleniyordu...

Akit gazetesinin yayın politikası ve attığı manşetler ayrıydı...

Hasan Karakaya’nın yazıları ayrı...

Kaldı ki, manşetlerine karşı çıksanız da, kimselere bir “kumpas yapma hakkına” sahip olamazdınız...

Bir süre sonra telefonda kendisiyle ilk kez konuşmuş;

“yazı üslubunu beğendiğimi” söylemiş, “Geçmiş olsun” demiştim...

HASAN KARAKAYA’NIN BEŞİKTAŞ’I BIRAKMASI...

Üzerinden yıllar yıllar geçti...

Dönem değişmiş, AKP iktidara gelmişti...

Bu sefer bir zamanlar muktedir olanlar altta kalmaya başlamış, hayat tersine dönmüştü...

***

Beşiktaş’ta yönetcilik yapıyordum...

Hasan Karakaya da sıkı bir Beşiktaş’lıydı... Ancak Beşiktaş; tıpkı Fenerbahçe, Galatasaray gibi 80 milyonun takımıydı...

Radikal laik tavırlarıyla bilinen Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de Beşiktaş’lıydı...

Abdullah Gül de...

Hasan Karakaya da...

Ben de...


***

Hasan Karakaya o günlerde Ahmet Necdet Sezer’in Beşiktaş’lılığını öne sürerek; “Beşiktaş’lılığımı bir süreliğine askıya alıyorum...” dedi...

Sabah gazetesinde yazı yazıyordum...

“Hasan Karakaya...” dedim...

Beşiktaş 1903’de kuruldu...

Kurulduğunda Türkiye Cumhuriyeti kurulmamıştı...

Osmanlı İmparatorluğu vardı...

İki devlet üzerinde hayatiyetini devam ettiren bir kulüble, şimdiki Cumhurbaşkanı tutuyor diye ilişkini kesmen doğru değil... Sen Beşiktaş’lısın... Hep de öyle kalacaksın...”

ADAM GİBİ ADAM; HASAN KARAKAYA...

Dost insanların, aynı görüşten olmalarının şart olmadığını anlatan en önemli insanlardan biriydi Hasan Karakaya...

“İyi insan” olmayla, “kötü insan olmak” arasındaki ayrımın;

Laiklik, Cumhuriyetçilik, muhafazakarlık, İslamcılık, başörtüsü, açık baş, kapalı baş, sıkma baş, fötr şapka ya da bol paça pantolonla ilgisi olmadığını anlatan en müstesna örneklerden biriydi...

***

Beni “zindanlara sokmaya çalışan insan ve yakın çevresi” güya laikti...

Ya da gazeteci görünüyordu...

Bana o sırada yardım elini uzatan adam ise, “Siyasi İslamcı” gözüküyordu...

Gerçek şuydu...

Hasan Karakaya adam gibi bir adam ve iyi bir insandı...

Dostluğunu hiçbir zaman unutmam...

Allah mekanını cennet etsin...

Allah rahmet eylesin...

Yazının devamı...

Kızımın istediği kızak...

Dün yılın ilk karı, yine yılbaşı gününe denk düşecek şekilde yağmaya başlıyor İstanbul’a...

Kar geliyor, çocuklar seviniyor;

İstanbul’a nihayet kış geldiğini;

Dün lapa lapa yağan karıyla... Fırtınası ve tipisiyle...

Buzlanan yolları, kayan arabalarıyla...

Yollarda kalmaktan korkup, ürkek adımlarla evlerine gitmeye çalışan insanlarıyla tescilliyor...

***

Romantik bir şey var yağan karda...

Lapa lapa yağıyor...

Deniz alabora oluyor...

Dalgalar yükseliyor, kıyılara vuruyor, kıyılardan taşıyor...

Deniz ve boğaz bir o yana bir bu yana savrulup duruyor...

Dün kızım; “baba bana kazak alsana” diyor...

Ben karın ortasında kazak istemeyeceğine hükmederek;

“kızak mı istiyorsun alırım kızım...” diyorum...

O da hemen yeni duruma adapte oluyor;

-“Baba hem kazak, hem kızak al bana...”

***

Kızakla nerede kayacağını düşünmeye başlıyorum...

Amerikan Pazarı’ndan alınan ilk kızağım geliyor gözümün önüne...

O küçük kızağı, evin önündeki yokuştan aşağı nasıl kaydırdığımı düşünüyorum yıllar yılı...

***

Küçük bir Amerikan kızağının; hayatıma; çocukluğuma, gençliğime nasıl damga vurduğunu, nasıl hayatımın sembollerinden biri haline geldiğini anımsıyorum...

***

Bu düşünce beni; gelmiş geçmiş en iyi sinema filmi olarak addedilen Yurttaş Kane (Citizen Kane) filmine götürüyor...

Amerika’lı milyarder işadamı Charles Foster Kane’in son sözü olan “rose bud” geliyor aklıma...

Rose Bud’ın ne olduğunu bulmaya çalışan varisler; gonca gül anlamına gelen Rose Bud’ın gerçekte nasıl bir hazine olduğunu anlamaya çalışan mirasçılar geliyor gözlerimin önüne...

Sonra “Yurttaş Kane ve Rose Bud” yazıma gidiyor ellerim...

O yazıyı çıkartıyorum, bilgisayarın dosyalarından...

MİLYARDER İŞADAMININ ÖLÜRKEN SÖYLEDİĞİ SÖZCÜK...

Charles Foster Kane öldüğünde ortalık birbirine giriyor...

Foster Kane, inanılmaz serveti, gücü, ilişkiler ağı olan bir adam...

Amerikan toplumsal yaşamının en zirvelerinde, güç, para, servet, medya ve iş dünyasının labirentlerinde ülkeyi yöneten karar verici elitin en önemli isimlerinden...

***

Hayatından geçen değişik kadınların albenisinde yaşadığı hayat insanlara ‘sihirli ve muhteşem’ görünüyor...

Charles Foster Kane, yaşama aniden veda etmeden, ölümünden hemen önce sayıklarcasına son bir söz söylüyor:

-“Rosebud...”

***

İngilizce’de rosebud ‘gonca gül’ anlamına geliyor...

Milyarder işadamının, yakınları, servetini yöneten profesyonelleri, gazeteciler, dedektifler “gonca gül” demek olan rosebud’ın ne anlama geldiğini bulabilmek için kolları sıvıyorlar...

***

‘Rosebud’ın anlamı, Amerikan iş dünyasının sihrini açığa çıkartacak bir ifşaat, Charles Foster Kane’in kişisel yaşamının kara kutusunu ortaya dökecek bir itiraf, kuytuda kalmış bir “saklı”nın varlığını ispat edecek bir anahtar olabilir diye düşünüyorlar...

***

Jerry Thompson bir gazeteci...

Foster Kane; aniden ölürken “rosebud” diye sayıklıyor...

‘Gonca gül...’

Neyin nesi bu gonca gül?..

Ölümün arkasında varolan bilinmeyen bir nedenin şifre sözcüğü mü?..

Gizli kalmış bir aşkın, ‘şifre kodu’ mu?..

Bilinmeyen bir sevgiliye ‘sadece kendisinin seslendiği bir aşk sözcüğü mü?..’

Yoksa Amerikan siyasetinin ve iş dünyasının gizli kodlarını açığa çıkartacak bir “skandalın”, ölürken ifşa edilmeye hazırlanılmış tek kanıtı mı?..

Ya da gizli bir hazinenin saklı tutulan adı mı?..

***

Thompson aile yakınlarından başlayarak herkesle görüşüyor...

Ne yapıp edip ‘gonca gül’ün yani ‘rosebud’ın anlamını bulmaya kendini adıyor...

Orson Welles; senaryosuyla Oscar aldığı, tarihin gelmiş geçmiş en iyi filmi Yurttaş Kane’de (Citizen Kane) Amerika’da dönemin en ünlü medya patronu milyarder işadamı Willam Hearst’ün hayatını anlatıyor...

9 dalda Oscar’a aday gösterilen filmin, Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından tarihi, kültürel ve estetik değerler açısından önemli filmler kategorisine alınarak ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar veriliyor...

***

Film gazeteci Thompson’un; milyarder işadamı Kane’in hayatındaki ‘Gonca Gül’ün şifresini çözmeye çalışmasıyla, bunun için dedektiflikten, gazeteciliğe her yolu denemesiyle geçiyor...

Orson Welles milyarder işadamının ağzından dökülen şifre sözcükten harekete geçerek, onun hayatının sırlarına doğru maceralı bir yolculuğa çıkıyor...

***

Gazeteci Thompson uğraşlarına

rağmen, bir türlü bulamıyor ‘Rosebud’ın yani Gonca Gül’ün gerçekte ne anlama geldiğini?..

Ne iş dünyasının grift ilişkilerinde, ne aşk dünyasının sihirli sözcüklerinde, ne ailesinde, ne sevgilisinde, ne evinde, ne barkında, ne bankasında, ne kasasında ‘rosebud’dan eser bulunamıyor...

***

Filmin sonunda tesadüf eseri ‘rosebud’ın milyarder işadamı için taşıdığı ‘büyük anlam’ ortaya çıkıyor...

Rosebud’ın (gonca gül), milyarder işadamı Charles Foster Kane’in “çocukken üzerinde kaydığı kızağın adı” olduğu ortaya çıkıyor...

***

Milyarder işadamının ölürken aklına gelen tek şey, çocukluğunda kaydığı kızak oluyor...

Onca şatafattan, paradan, servetten gaddarlıktan ve maceradan arta kalan tek şey “çocukluğunda kaydığı kızak“, milyarder işadamının...

Milyarder Kane onu hatırlayarak, ona ve çocukluğuna özlem duyarak ölüyor...

YILIN İLK KARI; YA DA KARDA AŞKIN İLK GÜNÜ...

Yazıyı okuyorum; üç yıl öncesinde yine bugünlerde yılın ilk karı yazısına takılıp kalıyorum...

“Yılın ilk karı, ya da karda aşkın ilk günü” yazının başlığı...



***

“Sabah gün ağırırken Boğaz’ın derin sularını coşturan tipiyi gördüm...

Deniz “nehir sularına çalan bulanık rengine” bürünmekteydi...

Kar geliyordu...

Dışarda ayaz vardı...

Sulu yağıyor görünüyor, yağmur var gibi gözüküyordu...

Oysa kar yağıyordu...

Yürürken ellerim donmaya başladı...

Koşarken nefesim...

Kahve sıcacıktı...

Uzun zamandır hiç olmadığı kadar...

***

Acaba aşk, karın lapa lapa yağdığı, kahvenin sımsıcak tadını hissettiğiniz, ciğerlerinize işleyen soğukta mı daha güzeldi?..

Bilemiyorum...

Dün İstanbul’a kar yağdı...

Mevsimin ilk karı...

Dondurucu bir soğukta bir saatten fazla bir süre koştum ve yürüdüm...

***

İçimi, ciğerlerimi ve beynimi açmaya çalışırken o dondurucu soğukta, kalbimin açıldığını hissettim...

Dondurucu soğukta, esen tipide, sımsıcak bir hava vardı kafelerin içinde ve arabanın radyosundan yayılan müzikte...

***

Karda Aşk; yaz aşklarının deli dolu kavgacı şehvetinden çok farklı tınılar taşıyor...

“Karda aşk” sevişirken şehvetin ortasında bir sıcaklık sunar kahramanlarına...

Dün kar yağdı İstanbul’a ilk kez...

Yılın ilk karı ya da “Karda Aşkın ilk günüydü” dün...”

Yazının devamı...

Can Dündar’la; 32 yıl öncesinden bir yılbaşı gecesi...

O 1979’un yazında...

Ben altı ay sonra; 1980’in başında başlıyordum gazeteciliğe...

83’ü 84’e bağlayan yılbaşı gecesinde ikimiz de evliydik...

Genç, hatta çocuk yaşta yaptığımız evlilikler sonrasına kalmayacaktı...

Ama o yılbaşının genç evli halimizdeki anısı 32 yıl sonra bugün taptaze kalacaktı benliklerimizde...

***

Hem sınıftan hem de Can’ın staj yaptığı Yankı’dan arkadaşımız Celal’in (Kazdağlı) acemi birliğinden dönüp, er olarak askerlik yapacağı Merzifon’a gitmeden önce yılbaşı tatili için geldiği Ankara’da birlikte geçireceğimiz bir yılbaşı gecesinin hazırlıklarını yapıyorduk...

Can’ın Or-An sitesindeki evinde iki çift ile Celal; beş arkadaş toplanacaktık...

***

O gece yenildi, içildi şarkılar söylendi...

Okul ve sınıf arkadaşlığıyla başlayan, meslekte hafif hafif palazlanmayla devam eden ilişkinin içinde, heyecan dolu bir gazetecilik serüveninin bizi beklediğini düşünüyorduk...

***

Evden çıkıp şarkılar söyleyerek Or-An’ın karlı yollarında yürüdüğümüzü hatırlıyorum bir süre...

Dün 32 sene öncesinin anıları birer birer gözümün önüne geliyor; Can’ın şimdi içerde olduğunu düşündüğümde...

CAN’LA 32. GÜN DEĞİL... 32. YILBAŞI ARKADAŞLIĞIMIN VERDİĞİ DUYGUSALLIK...

Yarının; o yılbaşı gecesinin 32. yıldönümü olduğunu fark ediyorum...

Can; daha sonra meslek hayatında 32. Gün’le tanışıyor...

Ben; Milliyet için yaptığım röportajlardan bir potburiyi 32. Gün’e vermenin dışında o program için hiç çalışmıyorum...

***

Yaptığım röportajlar için hakkım olan telifi almıyorum 32. Gün’den...

Röportajlar için harcadığım paraları; “Gazetem Milliyet karşılar onları” diyerek almaktan imtina ediyorum...

O programdan cebime; hiçbir çalışmam için tek kuruş para girmiyor...

***

Can ise; 32. Gün’e giriyor... Meslek hayatına o ekibin değişmez bir parçası olarak devam ediyor...

Bense tek başına çizdiğim kendi yolumda, kendi yalnız hayatımda, kendi kişisel mecramda ve güzergahımda yürüyorum 32 yıl boyunca...

***

Bir buğu var gözlerimde şimdi...

38 yıllık sınıf arkadaşımla; birlikte geçirdiğimiz yılbaşı gecesinin; “32. yıldönümünde bugün Can içerde...”

***

Aradan geçen 32 yılbaşında aramızda neler yaşanmış olursa olsun; 32 yıl sonra bir yılbaşı gecesi yıldönümünde; insanın sınıf arkadaşını içerde görmesi, acıklı ve hazin bir durum...

Eğer Can’la arkadaşlık 32. Gün gibi bir program ve profesyonel ekip arkadaşlığı değil...

Nahif bir sınıf arkadaşlığından ibaretse...

Hüznün derinliği katmerleşiyor...

***

Can’ın şimdi 32.’sinin yıldönümüne denk düşen bir yılbaşı gecesinin nahif bir sınıf arkadaşından ibaretim ben...

32 yıl boyunca öyle kalıyorum...

Ne bir adım ötesinde, ne bir adım gerisinde...

***

Üzüntümün derinliği, hüznümün had bilmezliği bundan...

Sınıf arkadaşlığının; nahif duygusallığının 32 yıl sonra ruhuma düşen sağanak yağmuruna ve fırtınasına...

***

Şimdi babasının arkasından onun gözleriyle bakmakta olan oğlu, bana 32 yıl önceki Can’ı hatırlatıyor...

O yılbaşı gecesini...

Or-An’ın karlı sokaklarında beraber söylediğimiz şarkıları...

Kollarımızı birbirimize geçirerek ısındığımız soğuk yılbaşını...

***

Tesadüfe bakın ki;

Dün ailemle yılbaşı gecelerini ne kadar mütevazı geçirdiğimi yazıyorum...

Sanıyorum en çılgın yılbaşı gecem, “evden dışarı fırlayıp, birlikte şarkılar söylediğimiz o yılbaşı gecesiydi Can’la...”


AYRINTILARDA GİZLİ OLAN...

Ona bu yılbaşı gecesi Murathan Mungan’ın sözlerini yazdığı; Sezen Aksu’nun seslendirdiği, Atilla Özdemiroğlu’nun bestelediği, en hüzünlü parçalarımdan birini gönderiyorum...

Münhasıran Can’la ikimizin, içeriği ve içerebileceği bütün anlamlara vakıf olabileceğimiz o mahut parçayı...

***

Bir an önce cezaevinden çıkmasını, gelecek yılbaşını çocuğuyla, annesiyle, eşiyle ve sevdikleriyle geçirmesini gönlümün derinlerinden dileyerek...

***

Sözlerin hangi parçanın güftesi olduğunu duyanlar; yazıyı okuduklarında; 32. Gün’le; 32. Yılbaşı’nın nahif arkadaşlığı arasındaki farkı anlayacaklar sanırım...

ESKİDENDİ...

“Hani erken inerdi karanlık...

Hani yağmur yağardı inceden...

Hani okuldan işten dönerken...

Işıklar yanardı evlerde...

Mevsimler kimseyi dinlemezken...

Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken...

Hani herkes arkadaş...

Hani oyunlar sürerken...

Hani çerçeveler boş...

Hani körkütük sarhoş gençliğimizden...

Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken...

Eskidendi, eskiden; çok eskiden...

Şimdi ay usul, yıldızlar eski...

Hatıralar gökyüzü gibi...

Gitmiyor üzerimizden...

Geçen geçti, geçen geçti...

Hadi geceyi söndür kalbim

Şimdi uykusuzluk vakti...

Gençlik de geceler gibi eskidendi...

Hani herkes arkadaş

Hani oyunlar sürerken

Kimse bize ihanet etmemiş...

Biz kimseyi aldatmamışken...

Hani biz kimseye küsmemiş...

Hani hiç kimse ölmemişken...

Eskidendi; eskiden...”

Yazının devamı...

55 yıl önce yılbaşı gecesi içi burkulan babam...

Geçen yıllarda; hayatın bu ülkede bu derece değişeceğini ummuyorum...

Değişeceğini söylüyorum...

Ancak gerçekten değişeceğine inanmıyorum...

***

Oysa bu yıl ailenin yılbaşı yemeğini organize etmeye çalışırken, hayatın Türkiye’de gerçekten değiştiğini fark ediyorum...

Ben bir yaşındayken annem 31 Aralık gecesi;

-“Bizde yılbaşı kutlanır...” diyor babama...

Annemin bu sözlerini duyan babam sabah evden çıkarken pek oralı olmuyor...

Bütün bir günü fakültede geçiriyor ve akşam dönerken, eve alınacak birkaç şey için Ankara Bahçelievler’de yiyecek içecek satan dükkanların bulunduğu mütevazi alışveriş merkezine uğruyor...

***

Burada; herkesin evine yılbaşı gecesi için özel yiyecek ve içecek aldığını görüyor...

İçi burkuluyor; bir fena oluyor...

-“Ben ailemi niye bundan mahrum ediyorum ki?..” diye kendi kendisine kızıyor...

Şarküteriye girip, pastırma, sucuk alıyor...

Yılbaşı gecesi için alışveriş yapmaya başlıyor...

Eve elleri dolu halde geliyor... Hiçbir şeyden haberi olmayan annem;

-“Bu ne hal?.. Niye aldın bunca şeyi?..” diye soruyor...

Babam;

-“Herkesin hummalı hummalı alışveriş yaptığını gördüm... Sabahki konuşmadan sonra, herkesin yılbaşı alışverişi yaptığını görünce, içim burkuldu... Biz niye kutlamayalım ki diye kendi kendime sordum... Bunları aldım... Güzel bir sofra hazırla da biz de yılbaşını ailecek kutlayalım...”

***

Bu olay 1960 yılında meydana geliyor...

Babam; biraz büyüdüğünde anlatıyor bana bu anıyı...

55 yıldır, “mütevazi şekilde yılbaşını kutluyoruz ailecek...”

Çoğu yılbaşını ailemle geçirmeye özen gösteriyorum...

Lizbon’da, Paris’te, Atina’da ayrı geçirdiğim yılbaşılarda bile, saat 24 olduğunda annemle, babamla mutlaka konuşmaya çalışıyorum...


AİLEYLE; VİYANA VE PARİS’TE...

Bir yılbaşı, 30 Aralık günü, onları yılbaşı gecesi için Paris’e çağırıyorum...

Champs Elysee’nin üzerinde otelde, yer ayırtıp, caddedeki yılbaşı kutlamalarını izlemelerini sağlamaya çalışıyorum...

***

50. evlilik yıldönümlerinde; ise onlara bir sürpriz yapıyorum...

Pasaportlarını alıyorum, uçağa bindirip, “sürpriz bir kente Viyana’ya yılbaşı kutlamaya götürüyorum...”

Aristokrasinin, klasik müziğin ve şıklığın başkentinde, 50. evlilik yıldönümlerinin keyifli geçeceğini düşünüyorum...

O yılbaşı, küçükler henüz dünyaya gelmemişler...

Ortada geleceklerine dair bir işaret de yok...

Viyana’daki o yılbaşımızın, üçümüzün aile tarihinde önemli bir yılbaşı olduğunu, belli belirsiz fark ediyorum...

Özel konular konuşuyoruz babamla, annemle, ailemizle ilgili...

RESTORANLARDA YILBAŞI KUTLAMASI TEDAVÜLDEN...

55 yıldır ailecek kutladığımız yılbaşı geleneğinde; sabahlara kadar çılgınca eğlenme modası hiç bize teğet geçmiyor...

Çeşit çeşit yemekler yeniyor...

Babam zaten rakı içmediğinden biraz şarap içiliyor...

Saat 24’de herkes masadaki yerinden kalkıyor, birbirine sarılıyor, öpüyor, iyi yıllar diliyor...

***

Dışarda kutluyorsak masada biraz daha oturuluyor...

Evdeysek bir miktar daha televizyon seyrediliyor...

Saat 02’ye gelmeden herkes yatağa gidiyor...

Amaç, yeni yılın mutluluk içinde beraberce geçmesi temennisiyle saat 24’de birbirine sarılıp öpüşmek, sevgiyi paylaşmak...

O akşam biraz özel yemekler yiyip, biraz eğlenmek...

Yeni yılın mutlu geçmesi için ilk saatlerin enerjisini, yeni yıla umut olarak aksettirmek...

***

Bu mütevazi geleneğimizi yaşatmak için, haftalar öncesinden tanıdığım bildiğim restoranları arıyorum...

“Yılbaşı için ne yapacaklarını” soruyorum...

Özel bir talebim yok...

Tam tersi “özel olmayan taleplerim var...”

***

Fazla şatafatlı mönü istemiyorum...

Ne çocuklar, ne yaşlı anne baba o mönülerden yiyebilirler...

Fazla bağırtı, çağırtı da istemiyorum...

Ne anne babanın beyni fazla şamatayı kaldırır...

Ne çocuklar, “büyüklere masal eğlencelerin” içine dalabilir...

Sakin ve sade bir yılbaşı gecesi arzuluyorum...

***

Fakat ne yazık ki bu sene artık “normal bir yılbaşı gecesi”ni de bulamaz hale geliyorum...

Tanıdığım restoranların hemen hepsi;

-“Biz yılbaşı gecesi kutlaması yapmıyoruz...” diyorlar...

-“Kutlama istemiyorum... Saat 24’de biraz müzik, çocuklar için de konfeti, gibi şeyler olmayacak mı?..”

Hepsi, sözbirliği etmişcesine aynı cevabı veriyorlar:

-“Hayır... Normal yemek servisimiz olacak... Yemeğini yiyen gidecek...”

***

Saflığım bitmiyor sormaya devam ediyorum:

-“Yani gece 24’e kadar devam etmeyecek mi?.. Kalamayacak mıyız 24’e kadar?..”

-“İsterseniz kalabilirsiniz...” diyorlar...

-“Ama bir şey olmayacak, yemek servisi dışında...”

***

Yazının devamı...

Fransızların en ünlü komutanının, karısı üzerinden hayatı...

Josephine, bir Fransız çiftçisinin kızı olarak dünyaya geldi...

Hayata bakışı, hal ve hareketleri bir çiftçi kızına uygun değildi...

Hayatı seviyor, dans ve eğlenceden çok hoşlanıyordu...

***

Kurnazdı ve işini biliyordu...

Sonunda kendisini bu hayattan çekip çıkaracak birini buldu.

17 yaşındayken, Vikont Alexandre Beauharnais’le evlendi ve iki çocukları oldu...

Kocasının Fransız İhtilali sırasında başı kesilerek idam edilmesiyle bir anda, her şeyini kaybetti...

***

Ancak Josephine, akıllı ve cilveli bir kadındı...

Kendi başını giyotinden kurtarmak için, bir yol bulup, kocasının mallarına tekrar sahip oldu... Napolyon ile ortak bir arkadaşlarının evinde tanıştılar... Gücü çok seven Josephine, Napolyon’un gücüne ve hırsına hayran kaldı...

***

Fransa İmparatoru Napolyon, Josephine ile tanıştığında 27 yaşındaydı... Günlük gönül ilişkileri olmuştu ama savaşmaktan ve belirlediği hedeflere yürümekten, fırsat bulup evlenememişti...

Napolyon, Josephine’e ilk görüşte aşık oldu...

***

Onun dul ve çocuklu olmasını, kendisinden beş yaş büyük olmasını bile umursamadı. Çevresindeki hiç kimseyi dinlemek istemiyordu...

***

Josephine’in çekici, karizmatik kişiliği, alımlı yürüyüşü ilk görüşte başını döndürmüştü...

Giyinmeyi, nasıl davranması gerektiği biliyordu...

Bir erkeği etkileyecek bütün özellikler onda toplanmıştı sanki... Öyle tatlı bir ses tonu vardı ki...

***

Napolyon, Josephine’e sırılsıklam aşık olmuştu...

Josephine ise Napolyon hakkında duyduğu o inanılmaz savaş hikâyelerine, onun kahramanlıklarına hayran olmuş, gözünü bir dakika bile ondan ayırmamıştı...

32 yaşındaydı ve hayatı boyunca elde ettiği tecrübeleri ona, bu adamın yakasını bırakmamasını öğütlüyordu...

***

Josephine aşk değil, bir tutku yaşıyordu içinde...

Güce olan tutkusunun dizginlerini sıkıca tutması gerekiyordu artık...

ATEŞLİ AŞK MEKTUBU...

Her görüşmeleri bir aşk sancısı bırakıyordu Napolyon’un kalbinde...

Artık onun dışında hiçbir şey istemiyor, Josephine’den başka kimseyi gözü görmüyordu...

***

Napolyon’un ailesinden bazı kişiler bu büyük aşkı engellemeye çalıştılar ama Napolyon hiç kimseleri dinlemedi...

O, Josephine’in içini aydınlatan sesini, güzel gözlerini görmek istiyordu... Josephine’e yazdığı tutkulu aşk mektupları da işte böyle başladı:

***

“Seninle dopdolu olarak uyanıyorum...

Yüzün ve dün akşamın insanı sarhoş eden anısı duyularımı bir an bile rahat bırakmıyor...

Tatlı ve eşsiz Josephine, kalbimde ne garip etki yaratıyorsunuz siz!..

Kızıyor musunuz?.. Üzgün müsünüz?.. Kaygılı mısınız?..

Ruhum üzüntüden yorgun düşüyor... Dostunuz için artık huzur diye bir şey yok...

Ama bana egemen olan o derin duyguya kendimi teslim ederek dudaklarınızdan, kalbinizden beni kavuran bir alevi çekip aldığımda benim için daha da fazlası söz konusu demek ki...

Ah!.

Öğlen gidiyorsun, ancak üç saat sonra göreceğim seni...

Beklerken, mio dolce amor (benim tatlı sevgilim), bir milyon öpücüğü kabul et; ama sen bana öpücük verme sakın, çünkü kanımı kavuruyor...”


NAPOLYON'UN JOSEPHİNE'LE EVLİLİĞİ...

Bu mektupların sonunda Josephine ve Napolyon evlendiler...

Josephine’in zekâsı her daim işliyordu...

Napolyon imparator ilan edildiği zaman, Josephine de kocasının önünde diz çöküp onu selamlamak istemişti...

Hedefi imparatoriçe olmaktı...

***

Fakat hanedandan gelen bir kadın olmadığı için, çok kişi buna karşı çıktı... Napolyon, bunların hiçbirine izin vermedi ve bildiğini yaptı...

Tacı önce kendi başına, sonra da karısının başına koyarak, onu imparatoriçe ilan etti...

***

Napolyon, Josephine ile evlendikten sonra, ülkesinin topraklarını genişletmek için ordusuyla savaşlara gitti... Gittiği her yerde, Josephine’in hayalini de yanında taşıyordu. Ona mektuplar yazıyor, ondan da aynı sevgi ve aşk dolu mektupları bekliyordu...

***

Fakat Josephine, ülkeleri dize getiren Napolyon’u küçümsüyor, ona hayatı zindan ediyordu... O yokken eğlenceler düzenliyor, danslar, içkiler eşliğinde hayatını sürdürüp gidiyordu...

Onun Napolyon’dan bu kadar uzak görünmesi Napolyon’u çıldırtıyor, daha çok bağlıyordu... Josephine kaçtıkça, Napolyon kovalıyordu adeta...

***

Napolyon seferde olduğu zamanlarda, hemen her gün bir mektup yolluyordu karısına...

Josephine ise belki bilerek, belki bilmeyerek ihmal ediyordu mektupları...

Bu, Napolyon’un tutkusunu ve ona olan bağlılığını daha çok artırıyordu...

Üç gün boyunca karısından mektup alamadığında, adeta çılgına dönüyordu:

***

“Senden hiç mektup gelmeden geçen üç gün. Bense her gün yazdım. Bu ayrılık korkunç bir şey. Geceler uzun ve tatsız, günler ise monoton. Düşman yenilgiye uğradı sevgilim, 18.000 esir, gerisi ise ölü veya yaralı...

Bu, şimdiye kadar elde edilen en büyük başarı...

Birkaç gün içinde birbirimizi tekrar göreceğiz. Bu emeğimizin ve meşakkatimizin ödülüdür...

Bin ateşli öpücük...”


ERKEĞİNİ SÜRÜNDÜRÜP KENDİSİNE AŞIK EDEN KADIN; JOSEPHİNE...

Josephine’in mektupları soğuk, Napolyon’u çılgına çeviren mektuplardı...

Gelen cevaplar onu tatmin etmiyor, daha çok kızmasına sebep oluyordu;

“Mektupların soğuk... Onların tonu bizim sanki en azından yarım yüzyıldır evli olduğumuz kanısını uyandırıyor..."

***

Bazı kadınlar, sürekli kaçarak ve erkeği kendilerine kovalatarak, erkek yönetme işinde ustalaşırlar...

“Kaçan kovalanır” şiarını benimseyen kadınlar, ilişkinin içinde de erkek üzerinde sürekli arıza çıkartarak, “ilgiyi üstlerinde tutmayı ve erkek kimyasını bozmayı” amaçlarlar...

***

Josephine, sadece erkeğinin kimyasını bozmamış; dünyanın kaderini de bu yolla etkilemişti...

Fransız İmparatoru’nu karşısında kul köle etmişti...


JOSEPHİNE ERKEK ÇOCUK VEREMEYİNCE...

Hayat, bir insana her zaman her şeyi vermez...

Ya da kadrini bilmeyene, onu el üstünde tutup sevmeyene, gerekli özeni göstermeyene bırakmaz o değeri...

Bazen o kişiye, bazen başka bir kişiye yaptığınız kötülük gelir sizi çok başka bir yerde bulur ve başınıza olmadık bir iş açılır...

***

Çok kişiye göre, cinsel organının çok küçük boyutlarda olduğu söylenen Napolyon, hayatı boyunca her şeyi kendisini Josephine’e ispat etmek için yapmıştı...

Ancak hayat işte bu noktada Josephine’in karşısına hiçbir zaman başedemeyeceği bir sorunu çıkarttı...

***

Napolyon tahtı için bir erkek çocuk istiyordu...

Olmazsa olmaz koşullardan biriydi bu imparator için...

Napolyon'u avucunun içinde de tutsa, süründürse de, sevse de, Josephine gibi bir kadına hayatın dur dediği bir an gelecekti...

***

“Josephine, Napolyon’a bir türlü bir evlat veremiyordu...

Napolyon ise ülkesini önde tutuyor; bir erkek evlat istiyordu...

13 yıllık evliliklerinin sonunda bir çocukları olmamıştı daha...

***

40 yaşına gelen Napolyon, daha fazla vakit kaybetmek istemiyordu... Hanedandan biriyle evlenerek, çocuk sahibi olmalıydı...

Fransa’nın kalbi olan adam, kan ağlayarak ”Ayrılmak istiyorum“ dedi karısına...

Josephine böyle bir şey beklemiyordu...

***

O kadar eline almıştı ki Napolyon’u...

Onun kendisini bırakacağı fikrine inanmazdı kesinlikle...

Fenalaştı haberi ilk duyduğunda; günlerce kendine gelemedi...

Büyük aşkı, onu istemiyordu artık...

Bu, Josephine’in hayatı boyunca yediği en büyük darbeydi...

***

Büyük aşkı Napolyon, onu yüz üstü bırakıyordu...

Napolyon, Avusturyalı arşidüşes Marie-Louis ile bugünlerde evlendi.

Ve tahtını bırakacak bir oğula sahip oldu...

Bu olaydan sonra Josephine, Paris yakınlarındaki malikanesine yerleşti ve hayatına orada devam etti...”

***

Tarihçilere göre, son sözleri hayatını anlatan dört ana sözcükten ibarettir Napolyon’un...

Fransa...

Ordu...

Fransız ordusunun komutanlığı...

Ve Josephine...

5 Mayıs 1821’de Saint Helena adasında bu sözleri söyledikten sonra öldü Napolyon...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.