Şampiy10
Magazin
Gündem

Picasso ve Catherine Deneuve’le benzeşen ilginç hayat deneyimim...

Bana "büyük aşklarımla neden evlenmediğim" sorulduğunda, soruyu soranlara şu cevabı veriyorum:

-"Benim hayatım Pablo Picasso'nun hayatı gibi...

Picasso da evlendiği kadından değil, büyük aşk yaşadığını düşündüğü başka kadınlardan çocuk yaptı... Evliliğinden çocuğu yok ünlü ressamın... Aşklarından çocukları var..."

***

Antalya Film Festivali esnasında, ünlü Fransız yıldız Catherine Deneuve hakkında Pazar Sabah ilavesinde muhteşem bir yazı kaleme alan İdil Demirel'i okurken, "soru soranlara eksik cevap verdiğimi" anlıyorum...

Fransa'nın bu muhteşem kadını Deneuve de; benim gibi, "hayatında yaptığı tek evlilikten değil, yaşadığı iki büyük aşktan çocuk yapıyor..."

***

Picasso'dan sonra, Catherine Deneuve'le "aşk, evlilik ve çocuk" üçgeninde aynı yaşam tesadüfünde buluşmak bana "hayatı kalpleriyle yaşayan insanların, yükümlülüklere ve zorunluluklara yönelik belli belirsiz bir tepkilerinin olduğu" gerçeğini hatırlatıyor...

***

Paris'te; ünlü yıldızın hayatını anlatan ilginç satırları sizler için İdil Demirel'in yazısından alıntılıyorum...


EVLİLİKTEN DEĞİL, AŞKLARINDAN ÇOCUK YAPAN KADIN...

"13 yaşında Les Collegiennes isimli filmdeki rolüyle sinemaya adım attı Catherine Deneuve. Oyuncu bir anne ve babanın çocuğuydu...

Paris'te sinema ve tiyatro oyuncularıyla iç içe bir çocukluğu oldu...

Deneuve'ün eleşirmenler tarafından kabul edilmesi ve yıldızlaşması için çok zaman geçmesine gerek kalmadı...

1964 yapımı Jacques Demy'nin Les Parapluies de Cherbourg müzikali, henüz 21 yaşında olan Deneuve'ün acımasız Fransız sinema eleştirmenlerine kendisini ve oyunculuğunu kabul ettirdiği film olarak tarihe geçti...

Herkes ondan bahsediyordu. Güzeldi, sevimliydi, bunların hiç farkında değilmiş gibiydi, melankolik bir havası vardı... mutlu bir ifadesi, büyüleyici bir endamı ve zarif tavırları...

İLK GÖRÜŞTEKİ AŞKI...

Fransa 'ideal kadınını' bulmuştu...

21 yaşındaki Deneuve'ünse aklı o sıralar yaklaşık iki sene önce tanıştığı yönetmen Roger Vadim'den başkasında değildi... "İlk görüşte aşktı bu...

"Ben kadın olmayı, mutlu olmayı ve iyi bir oyuncu olmayı onunla öğrendim" diyen Deneuve kendinden 15 yaş büyük olan Vadim'e gönülden bağlıydı... 1963 yılında çiftin oğulları Christian doğdu...

Kazandığı ünle birlikte Deneuve ve ilk büyük aşkı yollarını ayırma kararı aldı...

Zaten Vadim çok geçmeden Jane Fonda ile aşk yaşamaya başladı ve evlilik kararı aldı...

TEK EVLİLİĞİ...

Ancak Deneuve tam bir aşk kadınıydı...

Playboy dergisine poz vermesi istendi...

Fotoğrafları da İngiliz fotoğrafçı David Bailey çekti...

İkili arasında inanılmaz bir elektrik ve çekim vardı...

15 gün içinde evlilik kararı aldılar ve 1965 yılında evlendiler...

***

Düğünde Fransız sinemasının güzel yıldızının üzerinde siyah bir elbise vardı...

Hızlı verilmiş bir karar ve yuva kurma isteği Deneuve'ün bu ani kararı vermesine neden oldu...

Güzel yıldız ilk ve son evliliği için, "Bir çekimdi... Aklım mı yerinde değildi?..

Tam neden evlendim bilemiyorum. O İngiliz çocukta ne vardı da beni çekti, onu da bilemiyorum...

Beni geliştirdi...

Yüzümü kullanmayı, duruşumu değiştirmeyi ve giyinmeyi onunla öğrendim...

Düşünsenize beni ilk gördüğünde çıplaktım...

Herhalde hayatımdaki en büyük pişmanlık bu dergi projesidir...

Tanımlayamadığım garip bir dönemdi..." diyor...

MARCELLO MASTROİANNİ İLE AŞKI VE İKİNCİ ÇOCUĞU...

Zorlamayla süren evliliğini sonlandırma kararı alan Deneuve'ü kapıda yeni bir aşk bekliyordu...

Tam o dönem İtalyan yönetmen Marco Ferreri'nin Liza filminde yer almaya "Evet" dedi Deneuve...

1971 yapımı film için İtalyanların yakışıklılığı dillere desten aktörü Marcello Mastroianni ile karşılaştı...

***

Başrolleri paylaşan bu iki efsane arasında kıvılcımların ortaya çıkması için çok zaman geçmedi...

Deneuve evliliğini bitirdi ve birlikte yaşamaya başlayan çiftin 1972 yılında kızları Chiara dünyaya geldi...

Büyük aşk ne yazık ki çok uzun soluklu olmadı...

1975 yılında çift yollarını ayırdı...

***

32 yaşındaki Deneuve, iki çocuğu ve geride bıraktığı kırık aşk hikayeleriyle sinemadaki yoluna devam etti... Bu büyük aşkın ardından da Deneuve aşk ve ilişkilerle hiç anılmadı..."

Yazının devamı...

35 yıldır vizeyle yaşadığımız Avrupa...

“Bir yıl önce Almanya’ya gitmiş olduğundan; İngiltere’ye bu yıl turist olarak gidebilmen artık mümkün olmuyor... Ancak eğitim amacıyla bir okula kaydolursan, ya da bir iş bulabilirsen gidebiliyorsun...” diyorlar, 1979 yılında bana...

***

Avrupa’nın henüz Türk vatandaşlarına vize uygulamadığı yıllar o yıllar;

Oysa Türkiye zaten kendi vatandaşlarının yurt dışına çıkma hakkını üç yılda birle kısıtlıyor...

***

Cambridge’deki okula kaydımı yaptırıyorum ve ancak kabul belgesini aldıktan sonra İngiltere’ye gidebiliyorum...

Sonraki yıl, bütün amacım Fransa’ya Paris’e gidebilmek...

Fakat yurt dışına çıkacak bütün yollar tükenmiş görünüyor...

***

Eğitim amacıyla Paris’te bir okula kaydımı yaptırmam kolay görünmüyor...

Turist olarak çıkamıyorum...

Bir arkadaşım;

-“Kültürel değişim programları var... Yaz kamplarında çalışıyor gençler... Onlara başvur... Kampa kabul edilirsen, Fransa’ya gidebilirsin...” diyor...

Sürprizi sona ekliyor:

-”Katılmak istediğin kamplarla ilgili senden üç ülke adı istiyorlar... Birincisinde yer yoksa diğer ülkelerdeki kamplara gideceksin...”

-“Ben sadece Paris’e gitmek istiyorum...” diyorum...

-“Şansın elverirse gidersin...” cevabını veriyor...

***

“Fransa’da çalışma kampı talebim kabul edilecek mi edilmeyecek mi” sorusu haftalarca geriyor beni içten içe...

Bir süre sonra haber geliyor...

-“Fransa’nın Lille kentindeki çalışma kampına kabul edildiniz...” diye...

Paris’e gideceğim; Paris’tan Lille’e geçeceğim, onbeş günlük çalışma kampına katılacağım; sonra tekrar Paris’e dönüp orada kalıp, Türkiye’ye döneceğim...

***

Mutluyum...

Paris’e gidip “şartları uydurursam dönmemeyi bile aklımdan geçiriyorum...”

Ancak o günlerde çok önemli bir gelişme oluyor...

Ulusal Basın Ajansı’nda full time stajyer olarak gazeteciliğe başlıyorum...

Para kazanmıyorum; ancak aynı günlerde başlayan gazetecilik beni öylesine sarıyor ki; “Paris’e gidip kalmakla, full time gazetecilik yapmak arasında” duygusal olarak sıkışıp kalıyor kalbim...

***

Üniversitenin iki yılını bitirmiş, üçüncü sınıfa geçmek üzereyim...

Okuduğum yılları çöpe atmak istemiyorum...

Paris’ten dönmek de istemiyorum...

Dönersem bir daha kolay kolay oralara gidemeyeceğimi biliyorum...

Okulda terör var...

Türkiye’de insanlar ölüyor...

Buna karşın burası benim ülkem...

Orası muamma...

Ne yapsam etsem, işin içinden çıkamıyorum...


BABAMIN; BENİM VE ÇOCUKLARIN PARİS’İ ARASINDAKİ FARKLAR...

Dün sabah erken saatlerden başlayarak saatlerce spor yapıyorum...

Askeri Müze’nin önünden kıvrılıp Seine nehrine doğru dümen kırdığımda, hiç farkında olmadan Paris’e ilk geldiğim otobüs durağını karşımda buluyorum...

Air France otobüslerinin, Invalid semtinde son durakları olan terminal çıkıyor karşıma aniden...

1980 yılının sıcak bir Temmuz öğleden sonrası otobüsten indiğim, hamala kalacak mütevazı bir otel sorduğum; arnavut taşlı otobüs durağı öylece karşımda duruyor...

***

Dört aylık stajyer gazeteci; 20 yaşındaki genç; hamalın ağzından dökülecek cevaba göre, Paris’teki rotasını belirleyecek...

Hiçbir semti, hiçbir yeri, hiçbir kimseyi tanımıyor o ana kadar Paris’te...

Haritayı eline alıyor hamal ve işaretliyor:

-”Bu semte git sen... Orada kendine uygun bir otel bulursun...”

***

Dün sabah sporu bitirip otele geldiğimde çocuklarıma bakıyorum...

İlk kez beş yaşında Paris’e geliyorlar onlar...

Şehrin en ünlü otellerinden birinde kalıyorlar...

Babalarının, bir hamala sorarak, Kuzey Garı yakınlarında Jules Joffrin’de isimsiz bir otelde başlayan Paris macerası, 35 yıl sonra onlara yepyeni ufuklar açan bir mecranın vizyonu haline geliyor...

***

Babalarının Paris’teki ilk otelinin odasında sadece lavabo olduğunu hatırlıyorum...

Çocuklar ise, otelin avlusunda bulunan buz pateni pistinde buz pateni yapmasını öğreniyorlar...

Sabahın henüz aydınlanmayan alacakaranlık saatlerinde; bunları hatırlayıp hayata şükrediyorum...

Paris’e şükrediyorum...

Tanrı’ya şükrediyorum...

İçimi tarifsiz bir sevinç ve mutluluk kaplıyor...

***

Babamın kendi hayatını anlattığı; benimle arasındaki yaşam standartının uçurumlarından bahsettiği anılar geliyor hatırıma...

Şimdi ise ben; çocuklarımla aramdaki Paris uçurumu karşısında irkiliyorum...

Jules Joffrin...

İsimsiz otel...

Lavabolu oda...


35 YIL SONRA VİZE KALKARKEN, DUVAR YIKILIRKEN...

1980 yılında vizesiz olarak ilk ve son kez gidiyorum Paris’e...

O yılın Ekim ayında Fransa vize koyuyor ve bir daha ne Almanya’ya, ne Belçika’ya, ne Hollanda’ya, ne Lüksemburg’a, ne de bir süre sonra başka bir Batı Avrupa ülkesine Türk vatandaşları vizesiz gidebiliyorlar...

***

Esasen zaten o yıllarda vizeyi Fransa ve Avrupa değil, Türkiye uyguluyor çaktırmadan bizlere...

Üç yılda bir yurt dışına çıkabiliyor o yıllarda Türk vatandaşları...

Üç yılda bir çıkışta en fazla 500 dolar yanına alabiliyor...

Ha Avrupa vize koyuyor, ha kendi ülken yurt dışına çıkmana izin vermiyor...

Ali’nin külahı Veli’ye...

Veli’nin külahı Ali’ye...

***

Ne yapacağımı nasıl kalacağımı bilemeden, geçiriyorum Paris’te günlerimi, haftalarımı, ayımı...

Kısıtlı param yavaş yavaş sıfırı tüketiyor...

Ufukta hiçbir ümit ışıltısı görünmüyor...

Dönmek zorundayım Türkiye’ye...

Dalgınlığa gelip, birkaç gün daha kalırsam, otel param bile çıkışmayacak ve nezarete atacaklar beni...

***

Bir sabah çok erken saatlerde; tıpkı dün gibi karanlıkta, otelin tek resepsiyonistine son paramı ödüyor ve metroya binmek üzere Jules Joffrin’den ayrılıyorum...

Haftalar önce geldiğim noktaya Invalid’deki otobüs terminaline geliyorum...

Air France’ın otobüsüne biniyorum...

Hava yağmurlu, yollar ıslak...

Yolda alacakaranlık yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyor...

Havanın tam ağırdığı o melez dakikalarda;

-“Sana bir gün başka türlü geri döneceğim Paris...” diyorum...

***

Dün Volkan Bozkır;

-“Bu Ekim’de Avrupa’ya Türk vatandaşları artık vizesiz gidebilecekler... Avrupa Birliği ile anlaşma sağlandı...” diyor...

Oğlum bu satırları yazarken yandaki odadan yanıma geliyor...

Gece kıyafetini giymiş, papyonunu takmış, saçlarını taramış, yemeğe çıkmayı bekliyor...

Büyük kızım babasının aldığı siyah, küçük kızım da beyaz fırfırlı gece eteğiyle çıkıyor karşıma...

15 yıl önce (dün) büyük kızım...

8 yıl önce (bugün) iki çocuğumun annesi hayatıma giriyor... Tanrı’nın hayatıma katacağı iki çocuğun doğumuyla ilgili iradesini gerçekleştiriyor...

***

Önümüzdeki yıl Ekim ayında, çocuklar ve kendim için aldığım üç yıllık vize sona eriyor...

Artık bir daha vize almayacağız sanıyorum...

Örülen duvarın 35 yıl sonra yıkılacağını hissediyorum...

Yazının devamı...

Terörden sonra beş dakikada Eiffel...

Paris’e gelmeden önce şöyle düşünüyorum:

-“Şehirde hedef görünen yerlere pek gitmeyiz nasılsa... Uslu uslu otel çevresindeki belirli yerlerde zaman geçirir döneriz... Onun için gitmemizde pek sakınca yok...”

***

“İnsan aklı” uzakta ve yakında farklı farklı çalışıyor...

Uzaktan ‘büyük tehlike’ gibi görünen şeyler, yakına geldiğinizde size tehlike gibi görünmüyorlar...

Paris’te geçen yıl çocukları Eiffel’e götürüyorum...

Bu yıl; ‘nasıl olsa gitmeyiz’ diye rahat hareket ediyorum...

Oysa çocuklar daha ilk günden Eiffel diye tutturuyorlar...

***

Onları “terörist saldırılar var” diye korkutup Eiffel’den hayat boyu soğutmak bana pek doğru gelmiyor...

Gününü ve zamanını kollayıp, kısa bir Eiffel turu yapalım demeye başlıyorum bir süre sonra...

***

Pazartesi sabah, “Hadi yürüyün Eiffel’e gidiyoruz” diyorum...

Çok seviniyorlar...

Paris’in ‘medar-ı iftihar’ına geldiğimizde, hayatımda hiç görmediğim bir Eiffel’le karşılaşıyorum...

Ünlü kulenin kuzey ayağında; her zaman yüzlerce metreye ulaşan kuyruktan eser yok...

Yirmibeş otuz metrelik bir kalabalık ya var ya yok; kuleye girmeyi bekleyen...

On, on beş dakika sürüyor Eiffel’e girişimiz...

***

İki ayrı kontrolden geçiyoruz kuleye girebilmek için...

Önce çanta ve üst araması yapıyor Fransız güvenlik uzmanları...

Daha sonra Eiffel’in olağan güvenlik aygıtına giriyoruz...

***

Beklenmedik oranda az turist var Eiffel’de...

Kulenin gezilebilen en üst katında yabancı turist azlığını belirgin bir şekilde hissediyorum...

***

Bir süre sonra kulenin ikinci gezme katına iniyoruz asansörle...

Burada da turist sayısının az olduğunu görünce; “uzun zamandır uğramadığım ilk kata, restoran katına” uğramaya karar veriyorum...

***

Paris’te bir zamanlar Türk gecesinin yapıldığı Eiffel’in ünlü restoranı; muhteşem manzarasıyla turistler için bir şahaser niteliğini taşır...

Restoranın yemekleri berbattır...

Ancak Eiffel’in tepesinde yemek yemiş olmanın keyfi, lezzetsiz yemekleri, lezzetli yapar...

***

O sırada görüyorum; Eiffel’in birinci katına yılbaşı ve Noel dolayısıyla yapılan buz pateni pistini...

Gördüğüm manzara karşısında hayrete düşüyorum...

Paris’te yabancı turisti ara ki bulasın...

Eiffel’de kalabalık turist kafilelerini artık projektör tutsan bulamazsın...

Ancak Fransızlar; teröre inat çocuklarını Eiffel’in tepesinde kurulmuş buz pateni pistine getiriyorlar...

Orada anne ve babalarıyla çocuklar güle oynaya buz pateni yapıyorlar...

Pistin üzerinde kayıyorlar, düşüyorlar, gülüyorlar, eğleniyorlar...

***

Çocuklar yarım saate yakın, buz pistinde kayanları seyrediyorlar...

Onlar da kaymak istiyorlar...

Ancak pist çok kalabalık...

- “Oteldeki buz pistinde her gün kayıyorsunuz... Öğleden sonra yine kayarız... Burada sıra çok... Üstelik kayanlar neredeyse birbirlerinin üzerine düşüyor...” diyerek caydırıyorum onları...

Öğleden sonra, her gün kaydıkları pistte kayıyorlar uzun uzun...

***

Eiffel’den inerken, hayatın her şeye rağmen nasıl umutla devam ettiğini, insanların nasıl her şeye rağmen hayata sarıldıklarını, çocuklarını ve soylarını mutlu devam ettirmek için nasıl fedakarlık yaptıklarını düşünüyorum...

Çocuklara sarılıyorum...

Onların gözlerinde parlayan ışıltıdan “Böyle bir günde Eiffel’e çıkmış olmaktan mutlu olduğumuzu” fark ediyorum...

Çocuklar mutluysa; hayat güzel...

Çünkü mutlu çocuklar güzel bir gelecek vaad ederler...

*****

BRASSERİE LİPP’DE DEĞİŞEN ŞEFLER...

Yirmi yıl önce Paris’te inanılmaz şöhretini ilk duyduğumda; güzergahım icabı her önünden geçişimde, içerisini süzme alışkanlığı edinmiştim Brasserie Lipp’in...

O yıllarda rezervasyonlu müşteri almıyorlardı...

Önünden her geçtiğimde özel olarak bakıyordum...

Restoranın önündeki sıra azsa, giriş yapmayı denemeyi düşünüyordum...

***

O yıllarda Saint Germain’de faaliyet gösteren Brasserie Lipp’in önünü, hiç boş görmedim...

Rahmetli Kaya Dorsan’ın Paris’te görev yaptığı yıllarda, ünlü bir sanatçı kız arkadaşımla Paris’e gitmiştim...

Sibel ve Kaya Dorsan’la buluştuğumuz gün, nerede oturacağımızı konuşurken;

-“Brasserie Lipp’e gidelim... Orada Paris atmosferine uygun bir havada yemek yeriz...” demiştim...

***

Laf lafı açmış, şaraplar arka arkaya açılmış, saatlerce oturmuştuk üst katında ünlü Brasseri’nin...

Paris’in lüks mekanlarını ezberime aldığım yıllarda Brasserie Lipp, vazgeçilmez mekanlarımdan biri olmuştu...

Fakat her zaman, bir tereddütü içinde barındırırdı ünlü restoran...

Yer bulamazsan ve beklemek zorunda kalırsan, itiraz etmezdin...

***

Rocky filmleri dizisinde Balboa’nın, Rus boksörle yapacağı unutulmaz final maçının bir öyküsü vardır...

Rocky; dünya ağır siklet boks şampiyonu olduktan sonra refaha erer...

Yeni hayatının sunduğu tüm rehavetin ve konforun içinde yaşar...

Kasları yumuşar, güçlü bir boks maçı çıkaramaz hale gelir...

Kendisinden genç biyonik güce sahip Rus boksörle mücadele edebilmesi için, Rusya’nın kuzey kutbuna yakın karlarla kaplı ıssbir bungalovda, doğa şartlarının imkansızlığının ortasında çalışacak ve güç kazanacaktır...

Tıpkı eski günlerde olduğu gibi...

***

Dün Rocky’nin eski günlerdeki hayatını yeniden yaşaması gibi ben de Paris’teki eski günlerimin; yirmi yıl önceki hayatımın güzergahlarına sapıverdim...

Çocuklara o güzergahı gösterdim...

Kaldığım yerlerden, yirmi yıl önce yaşadığım hayatlardan parantezler sundum...

***

Nostaljik yolculuk bitince, duygusallaştım...

Aklıma Brasserie Lipp geliverdi birden...

-“Bu kadar nostalji yeter... Çocukları Brasserie Lipp’e götüreyim...” dedim...

-“Ben nostaljiye orada devam ederim... Onlar da Paris’in en ünlü et lokantalarından birinde etlerini yerler...” dedim...

Her şey mükemmeldi Brasserie Lipp’de...

Yılların şefleri, aynı profesyonellikte, kolalı beyaz örtülü masalarda, kılı kırk yaran titizlikte, yemekleri servis ediyorlardı...

***

Paris’te her yerde olduğu gibi Lipp’de de çok belirgin bir değişiklik göze çarpıyordu...

Aşırı bir özen, müşterinin bir dediğini iki etmeyen bir ihtimam ve ‘samimiyet dolu sohbet...’

Bir zamanlar, kapılarında kuyruk beklenen, müşteriye favör yapsınlar diye, gözlerinin içine bakılan şefler gitmiş, yerine “müşterinin memnun kalması için gözünün içine bakan şefler” gelmişti...

Concorde Meydan’ındaki dönme dolabı andırıyordu Paris...

İniş ve çıkışları olan bir dönme dolap...

Modern Folk Üçlüsü’nün Nükhet Duru’yla söylediği unutulmaz parçada olduğu gibi...

“Yaşamak dönmedolap gibidir...

Onun da iniş ve çıkışları var...

Talihlidir hep çıkanlar arkadaş...

Sevgi insanların hamurunda var...”

Yazının devamı...

Paris'te Seine nehrinin üzerindeki gece seferleri bile iptal edildiler...

Oğlum İstanbul’dan yeni aldığı gece kıyafetini; Paris’te giymek istiyor...

Buna bir vesile yaratmak için üzerimde her yolu deniyor...

Benimse, gün boyu onlara şehri gezdirmekten, buz pateni kaydırtmaktan, kendi sporumu yapmaktan, yazı yazmaktan, alışverişe çıkmaktan sonra; geceleri dışarı çıkacak takatim kalmıyor...

***

Zaten geceleri pek dışarılarda yaşamıyorum artık...

Ne İstanbul’da; ne Paris’te, ne başka bir şehirde...

Ne ki; küçük oğlum ve kızım, aldıkları yeni kıyafetleri gece gidilecek şık mekanlarda giymek istiyorlar...

Beni her gece alabildiğine zorluyorlar, onları bir yerlere götürmem için...

***

Paris’in bu ıssızlığında sıradan bir gece, doğru düzgün bir restoran bulamam diye, Fransızların “bayramına denk düşen gece” akşam yemeğine çıkmaya daha uygun olacağını düşünüyorum...

Otelin “konsiyaj”ına, Paris’in şık restoranlarından birinde bayram gecesi için yer ayırtmak istediğimi söylüyorum...

Konsiyaj’ın kıdemli görevlisi; “Bayram gecesi şık mekanların pek açık olmayacağını” söylüyor bana...

***

İçimden; ‘yok artık’ demek geliyor...

Ancak tepki vermiyor ve görevlinin iyi bildiğim birkaç mekanı aramasını bekliyorum...

Her telefon konuşması bir süre sonra; görevlinin ‘anlıyorum’ sözüyle tamamlanıyor...

Yüzünde somurtkan bir ifade beliriyor...

-“Gece o restoran da kapalıymış...”

- “Acaba restoran mı modasını ve albenisini yitirdi?..” diye soruyorum...

-“Hayır...” diyor...

-”Son olaylardan sonra böyle oldu...”

***

Bildiğim bütün iyi ve şık restoranlar hep bir ağızdan aynı cevabı veriyorlar; konsiyaj görevlisine;

Artık başka bir şansımın kalmadığını görüp; “böyle durumlarda beni terketmeyecek bir mekanı” söylüyorum kısık sesle;

-“Seine nehrinin üzerinde sefer yapan; “Bateaux Mouches”da akşam yemeğini yiyelim bari...” diyorum...

Bateaux Mouches’un restoranı; değil yılbaşı, yılbaşı haftası bile yer bulunamayan bir feribot-restoran Paris’te...

***

Burada genelde yılbaşı haftası hiçbir akşam son dakikada yer bulunmaz...

En az bir hafta öncesinden rezervasyon yaptırmak gerekir yılbaşından bir gün önce ve sonrası için...

Yılbaşı gecesi için ise; zaten yer bulmak hiç mümkün olmaz...

***

Görevli Bateaux Mouches’u arıyor...

Bir süre sonra yüzünde aynı somurtkan ifade beliriyor...

-“Anlıyorum” gibi bir şeyler geveliyor ağzında...

Ben şoka girerken, bana dönüyor;

-“Akşam yemeği sunan feribot seferleri Bateaux Mouches’da iptal edilmiş...” diyor...

***

O an Paris için sözün bittiği yerde olduğumuzu kestiriyorum...

Paris’in geldiği noktayı iliklerime kadar, bütün detaylarıyla, ancak o an fotoğraflayabiliyorum...

Sayısını saymıyorum, ancak hayatımda elli kereden fazla Paris’e geldiğimi, kaldığımı hatırlıyorum...

35 yılda, bunca yaşanmışlıkta Paris’te bir kez olsun; Bateaux Mouches’da akşam yemeği seferlerinin iptal edildiğini hatırlamıyorum...

***

Paris; Fransızlar ve yabancı turistler için en ihtişamlı akşam yemeği gösterisini bile iptal etmek zorunda kalıyor terör saldırılarından sonra...

***

Gece kulüpleri Lido, Moulin Rouge, Barrio Latino’ya sormuyorum bile ne yaptıklarını...

Değil çocuklarımla, kendimin bile çoktandır gitmediğim mekanlar oralar...

Gece kulübü ve restoran hizmeti veren Victoria’nın bile kapalı olduğunu öğreniyorum...

Paris’in gece ambiyansının tamamen bittiğine hükmediyorum...

BİR YIL SONRA L’AVENUE RESTORAN...

Önceki akşam, oğlum yine kıyafetlerini denemek için, akşam yemeğe çıkmamızı istiyor...

İki kızım yorgunlar ve dışarı çıkmak istemiyorlar...

Ben de istemiyorum...

Yazıyı bitirdikten sonra Arsenal- Manchester City maçını izliyorum Londra’dan canlı...

***

Ancak Poyraz ısrar ediyor...

Kıyafetlerini giyip hazırlanıyor ve babasını bekliyor...

Çaresiz alıyorum onu, çıkıyoruz dışarı...

Geçen yıl Paris’e geldiğimizde, L’Avenue isimli restoranda yapılan şımarıklıkları görüyor ve yazıyorum...

Restoranı; çocuklarla masaya bile oturmadan terkediyoruz geçen yıl...

***

Önceki gece, oğlumu otelden çıkarınca, kısa bir süre sonra uykusu geleceğinden uzak bir yere gitme imkanımızın olmadığını fark ediyorum...

Aynı restoranın önünden geçerken; “Hadi şurada, küçük bir şeyler ye... Ben de bir kadeh şarap içip seni beklerim...” diyorum...

***

Restorana giriyorum...

Geçen yılın o şımarık, burnundan kıl aldırmayan, insanları snobize eden kadın erkek görevlileri teker teker karşımda arz-ı endam ediyorlar...

Geçen yıl rezervasyonlu yere almaktan imtina ediyorlardı...

Bu sene;

-“Yemek alacak mısınız?..” diyorlar...

-“Ben almayacağım... Oğlum alacak...” diyorum...

İstiflerini hiç bozmuyorlar;

-“Cafe tarafında mı, restoran tarafında mı oturmak istersiniz?..”

Bir yıl içinde müşteriye karşı nasıl bu kadar alçak gönüllü hale geldiklerini görüp, içimden hayatın karmik anlamları üzerine spiritüel egzersizler yapıyorum...

***

Bir masa veriyorlar ikimiz için...

-“Bu masayı sevmedim... Şunu istiyorum...” diyorum...

-“Buyrun...” diyorlar...

-“Lütfen, nasıl isterseniz...”

Oğlum tek porsiyondan ibaret yemeğini yerken, bellerine kadar dekolte giyen bayan servis elemanları, teker teker gelip 6.5 yaşındaki oğlumun yemekten memnun olup olmadığını soruyorlar...

***

İşte o an;

Oğluma hayatının hiçbir döneminde “ukalalık yapmamasını”, insanları “snobize etmemesini” sevecen ve tatlı haliyle insanları insan gibi görmeye ve sevmeye devam etmesini istiyorum...

Konuştuklarımı dinliyor...

Uykusu geliyor, koltuğunda tatlı tatlı uyuklamaya başlıyor...

***

Paris’te insanları “snobize etme, ukalalık etme” tavırlarının, sona erdiğini görüyorum...

Sokaklarda yapılan müzik bile değişiyor Paris’te...

FADO, REMBETİKA, BLUES VE KARADENİZ AĞITI...

“Acı”nın; Portekiz’de Fado...

Yunanistan’da Rembetiko (Rebetiko)...

Amerika’nın Siyahi dünyasında Blues türünde yansımasını bulan müziğinin...

Paris Montmartre tepelerinde Afrika ezgilerinden kompoze melodilerde yükseldiğini görüyorum...

“Şehrin ve insanının acısına” ortak olmaya çalışıyorum... Aklıma o günlerde tıpkı Paris’teki gibi Ankara’da da benzeri canlı bombalarda ölen ve yaralanan yüzlerce ‘dost insan’ geliyor...

***

Ruhi Su’nun Karadeniz Ağıtı’nın nasıl bir Fado; nasıl bir Rembetiko (Rebetiko okunuyor), ne güçlü bir Blues esintisi ihtiva ettiğini, ne kadar çok “Paris” olduğunu o an fark ediyorum...

***

“Hayali gönlümde yadigar kalan...

Bir yanım deryada çalkanır şimdi...

Onbeş mürşid ile boğulup ölen...

Bir yarım deryada çalkanır şimdi...

***

Garip garip öter derya kuşları...

Su içinde uykuları, düşleri...

Bir gelin döker kanlı yaşları...

Bir yanım deryada çalkanır şimdi...

***

Nazım ile zındanda gün be gün biri

Söyletir dilsizi ağlatır kötü...

Bir yanım çürüyor bir yanım diri

Bir yanım deryada çalkanır şimdi...

***

Yaralarım tuz içinde kanıyor...

Uyku gelmiş ela gözler sönüyor...

Bir yanımda Suphi Nejat ölüyor...

Bir yanım deryada çalkanır şimdi...”

Yazının devamı...

Paris'e gecikmiş bir şükran duygusunun telafisi...

Cumartesi öğlen saat 13 sularında Paris’e iniyorum...

Charles de Gaulle havaalanı bende çok değişik duygular uyandırıyor...

Paris’e geldiğim ilk 17-18 yıl, indiğim havaalanı bir iki istisna dışında hiç Charles de Gaulle olmuyor...

O tarihlerde Air France dışındaki uçaklar Orly havaalanına iniş yapıyorlar...

Türk Hava Yolları çok uzun yıllar boyunca Orly havaalanına inmeye devam ediyor...

***

1996 yılında hem yaz tatili, hem de televizyon programları üzerine çalışma yapmak üzere Amerika’ya gidiyorum...

Uzun sürecek bir Amerika seyahatinin sonunda, kısa bir escale yapmak üzere Paris’e iniyorum...

Yanımda o sırada birlikte olduğum, ünlü bir kız arkadaşım var...

Amerika’dan uçağa binerken Türkiye’de “aşk haberlerinin gazetelerde patladığını” öğreniyorum...

Uzun bir yolculuktan sonra, Charles de Gaulle havaalanına iniyorum...

***

Havaalanının farklı yapısı...

Hakkımda çıkan haberler...

Sabahın o saatinde Türkiye’yi arayıp, haberleri öğrenmeye çalışmam...

New York-Paris uçuşunun verdiği; ‘nasıl olsa; ne yolcular arasında ne de havaalanında beni tanıyan yoktur’ duygusunun yarattığı duygusal sığınak...

Charles De Gaulle havaalanını hayatım boyunca “duygusal sığınağım olarak hatırlayacağım; bir terminal yapıyor...”

***

Medyada “aşk haberlerinin” 19 yıl önce ilk çıktığı günlerin, Paris’e sığınılmış; duygusal öyküsü, Cumartesi sabahı Charles de Gaulle havaalanında, beni bir kez daha derinden çarpıyor...

O günlerde; “sarışın bir starla artistik patinaj yapan ünlü televizyon yıldızı”; gözümün önüne geliyor...

Gazete haberlerinin yayınlanmasıyla, hayatı nasıl yöneteceğini kara kara düşünen gazeteciyle; dışarı verdiği televizyon starı imajı arasındaki duygusal sıkışıklık gözümün önüne geliyor...

***

Aynı havaalanına, bu kez üç çocuğumla indiğimde;

Ondokuz yıl önce gazetelerin manşetlerinden kaçarcasına sığındığım havaalanı terminalinde, terörün Paris’lileri paralize eden soğuk yüzüyle karşılaşıyorum...

Bu şehre terör günlerinde ayak basmanın başlı başına cesaret sayıldığı bir dönemde, üç çocuğumla, havaalanı terminalinde verdiğim resim, gecikmiş bir şükran duygusunun telafisi niyetine belki de Paris’e...

PARİS’TE BİR GAZETECİ...

Ama daha önemlisi şu;

Hayatın bütün önemli virajlarında bana yakından tanıklık eden şehre; 15 yıl önce 41. yaş günümü kutlamak için tek günlüğüne geldiğimde, “gazetecilik ve televizyonculuk hayatının zirvelerinin zirvesinde”ki adamı seçiyor gözlerim...

Şehre tek başına gelen yalnız adamın, Eyfel manzaralı otel odasındaki saatleri, duygusal gelgitleri ve kendi kendine kutlamaktan ibaret doğum günü eğlencesi, gözümün önünden gitmiyor...

***

O gün Carl Orff’un Carmina Burana’sı Paris’teki bir otel odasında yalnız ve yarım kalmış öksüz bir senfoni haline geliyor...

Kutladığım ‘yalnız’ 41. doğum gününün ertesinde başlatılan 15 yıllık linç operasyonu “gazeteciliğimin sürüm sürüm süründürülerek katledileceği” bir yarım ve öksüz senfoni bırakıyor ardımda...

Cinayet kapalı kapılar ardında o günlerde planlanıyor...

***

Yüreğim bunların ağırlığının altında; ben Paris’e iniyorum...

Paris hüzünlü...

Paris yaratılan terörden paralize...

Paris bitkin ve yalnız...

Benimse hayatım; 15 yıl öncesinin doğum gününden başlayan gazeteci cinayetine inat; doğan çocuklarla çoğalıyor, yeni tohumlarla, filizleniyor, dünyaya gelen canlarla serpiliyor, cana katılan cananlarla tazeleniyor...

***

Cinayetlerin “gazetecileri öldüremediğini...

Ölümlerden yeniden doğduklarını... Doğanlardan çoğaldıklarını...” Hayat bana bu yıllar içinde teker teker gösteriyor...

***

O gün benden habersiz doğan Ayşe Nazlı şimdi 15 yaşında, babasıyla beraber Paris’e geliyor...

Yanında bulunan iki kardeşi 7 yaşları için gün sayıyorlar... Charles de Gaulle havaalanında babalarının 15 yıl öncesinden mütevellit duygusallaşmasını meraklı gözlerle izliyorlar...

PARİS DOĞU AVRUPA ŞEHİRLERİ GİBİ...

Her şeyin değiştiğini fark ediyorum Paris’te...

Şehir cıvıltısını, fıkırtısını, kıkırtısı kaybediyor...

Yaşam enerjisi gidiyor...

Paris’in dağlara taşlara yazılı ihtişamlı enternasyonalitesi, eski bir Doğu Avrupa şehrinin gizemli silüetine dönüşüyor... ...

Paris’le ilgili hiç tasvir etmek istemediğim bir metaforu, şehirde gezerken aklımdan uzaklaştıramıyorum...

***

Paris; bu haliyle Budapeşte, Sofya, Kiev, geçmiş zamanlarda Doğu Berlin, Belgrad ve Moskova’da yaşadığım o sisli, puslu ve gizemli havayı çağrıştırıyor...

İnsanlar azaldıkça, binalar ve taşlar heybet kazanıyor...

Yaşamın enerjisi kayboldukça, tarih ve taşların enerjisi galebe çalıyor...

***

Paris günün bitmek bilmez yaşam cıvıltısını, mimarinin insansız tarihi heybetine terkediyor...

Kötü değil...

Ama çok farklı...

Yaşam enerjisi sokaklara taşmıyor artık Paris’te...

Geniş bulvarlarda yürüyen insanlar tek tükler ve kahkaha atarak yanınızdan geçip gitmiyorlar...

Seine nehrinin kenarı, yalnız ve buruk akan Volga nehrini anımsatıyor...

Paris’te; ne İtalyan, ne Amerikan, ne İngiliz, ne Alman, ne Rus ne Japon turist göze çarpıyor...

Biraz Tatar; biraz Malez, biraz Hint, numune niyetine bir iki Yunan Paris’in yeni turizm haritasının aktör ve aktristleri...

***

Burnundan kıl aldırmayan, cafe’leri, şefleri, restoranları, otelleri, taksileri, markaları, şoförleri, gişelerdeki memurları, memureleri ne alemde?..

Onların öyküleri de bu köşede...

Yarından başlayarak yavaş yavaş, azar azar ve usul usul...

İtalyanların deyimiyle;

Piano; piano...

Yazının devamı...

Üç çocukla terörün altında yaşamaya çalışan Paris’te...

Okulların kış tatili için iki ay öncesinden; çocuklarla yarattığımız ve sevgiyle harmanladığımız aile geleneğini yaşamak üzere, Paris’e rezervasyonlar yaptırıyorum...

Uçak biletlerini alıyorum...

Otelde rezervasyonları kesinleştiriyorum...

İlk ödemeleri yapıyorum...

Her şey hazır...

Okulun kış tatili için; geçen yıl olduğu gibi bu yıl da Paris’e gideceğiz çocuklarla...

***

Derken, bir anda Paris’te canlı bombalar patlıyor...

Terör korkunç yüzünü Paris’te gösteriyor...

Yüzün üzerinde insan ölüyor, yüzlercesi yaralanıyor...

Üç çocuğumun iki annesi anında mesajlar gönderiyorlar telefonda bana:

-“Paris’e gitmeyi düşünüyor musun hala?..” diye...

Onlara; gidip gitmeme konusunu düşündüğümü söylüyorum...

Biraz zaman geçtikten sonra karar vereceğimi bildiriyorum...

***

Üzerinden zaman geçiyor...

Olayın ilk sıcaklığı etkisini bir nebze yitiriyor...

Ancak ben olaya başka bir açıdan bakıyorum...

Bu geleneği, üç çocuğumla geçen yıl oluşturmaya başlıyoruz...

“İnadına Paris...” gibi bir tutumun içinde değilim...

Ancak aile geleneklerinin, mümkün olduğunca devam etmesi gerektiğine inanıyorum...

Hemen her durumda değiştirilmemesinin, yararlı olacağını hissediyorum...

Ancak o zaman bir anlam ve derinlik oluşturacağını fark ediyorum...

***

Bir süre geçtikten sonra, annelerine durumu anlatıyorum...

-“Paris programını sil baştan değiştirmeyi doğru bulmuyorum...” diyorum...

Benim muhakememe güveniyorlar...

Paris’e gitme fikrinden caymıyoruz...

*****

MADAME BOVARY’Yİ DÜŞÜNEREK İNİYORUM PARİS’E...

Dün sabah uçağa bindiğimizde, çocukların her biri kendisine bir film seçiyor onu izlemeye geçiyor...

Ben önce Celine Dion’un Kanada ve Johannesburg konserlerindeki ihtişamı izliyorum...

Sonra Gustave Flaubert’in muhteşem romanı “Madame Bovary”nin filmini izlemeye koyuluyorum...

Bütün bir uçak yolculuğu, genç ve güzel Emma Bovary’nin aşklar ve zengin bir hayat özlemiyle dolu arzularını gerçekleştirebilme hikayesinin içine dalıyorum...

***

Hüzünlü bir hikaye Madam Bovary...

Paris yolunda, evli bir Fransız kadının, dramatik iki aşkla yaşadığı trajik hikayesi beni, bir kez daha hüzünlere gark ediyor...

Yıllar önce bu köşede yazdığım romanın, sinemanın görsel şöleniyle üzerimde yarattığı dramatik etki, beni Paris semalarında hüzünlü ve ağır bir havanın etkisine sokuyor...

Paris’e Madame Bovary’yi düşünerek iniyorum...

*****

EMMA BOVARY’NİN EVLİLİĞİ...

Piyano çalmayı, resim yapmayı, şarkı söylemeyi çok iyi bilen ve seven bir kızdı Emma...

Doktor Charles Bovary’yi gördüğünde heyecanlanmış, adam babasına evlenmek istediğini söyleyince yüzü kızarmış, gülümsemişti...

***

Bir kasaba doktoru olan Charles’la Emma evlendiler bir süre sonra...

Genç kızken, manastırda “aşkları, sevgilileri, ormanları, coşkun yürekleri, yeminleri, hıçkırıkları, gözyaşlarını, öpüşmeleri, ay ışığında yüzen sandalları, bülbülleri ve cesur erkekleri” anlatan romanlar okumuştu...

***

Okuduğu romanlardaki, tutkuyu, zenginliği, şatafatı, ünü ve aşklardaki heyecanı arıyordu...

Evlendikten kısa bir süre sonra, kasaba doktoru olan kocası Charles’ın, ona bu hayatı sağlamaktan çok uzak biri olduğunu anladı...

***

Konuşması bir sokak kaldırımı gibi dümdüzdü Charles’ın...

“Bayağı kılıklar içinde, ne bir heyecan ne bir düş uyandırmadan geçip giden vasat düşüncelerle doluydu...” en azından Emma; böyle düşünüyordu kocası için...

“Bir erkeğin her şeyi bilmesi, hayatta yükselmesi, tutkuyu hissetmesi, yaşamın inceliklerine alıştırması gerekmez miydi?.. Oysa hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey öğretmiyor, hiçbir şey arzulamıyordu bu adam...”

***

Ona birkaç kez bahçede ay ışığında şiir okumayı denedi Emma, ilişkilerine heyecan katmak için...

Başarılı olamadı, kocasında en ufak bir coşku yoktu...

Bir gün kocasının iyileştirdiği bir marki, şatosunda vereceği baloya Madame Bovary ve kocasını davet etti...

Bovary’nin, bu baloda gördüğü “zenginlik, lüks ve kibarlık karşısında” başı dönmüştü...

Romanlarda okuduğu hayat işte buradaydı...

Kırılma noktasını orada yaşadı...

Kocasını içten içe kendisine yakıştıramadı ve başka erkeklerle dans etti arka arkaya balo boyunca...

*****

ROMANTİK GENÇ NOTER KATİBİYLE YAKINLAŞMASI...

Bir akşam yemeğinde, noterde yazmanlık yapan, 20 yaşlarında müzikten, edebiyattan anlayan, ince ve kibar bir genç olan Leon’la tanıştı Madame Bovary...

Kocası öteki dostuyla sohbet ediyordu o sırada...

Heyecansız hayatı, bir anda şiirden, edebiyattan anlayan, ince ve kibar bir gençle hareketlenmişti Emma Bovary’nin...

***

Bu geceyi izleyen aylarda akşam yemeklerinin ertesinde kocası iskambil oynarken, o, Leon’un alçak sesle okuduğu şiirleri dinliyor, okuduğu kitapları paylaşıyordu...

Leon genç kadına âşık olmuştu...

Bovary’nin ise kocası ve kızıyla yakından ilgilenir ve sadık bir eş rolü oynarken, içinde fırtınalar kopuyordu...

***

Ama genç bir noter katibi olan Leon belki de özgüvensizliğinden Madame Bovary’yle bir ilişkiye giremedi...

Hayatını değiştirmek için Paris’e gitmeye karar verdi ...

*****

MARKİ’YLE YAŞAMAYA BAŞLADIĞI TUTKU DOLU AŞK...

Bir süre sonra kocasının muayenehanesine gelen şato sahibi, zengin, yakışıklı ve çapkın Rodolphe ise, bu kadar pısırık davranmayacaktı...

Emma’yı can sıkıntısından kurtarmak için at binmeye ikna etti, kocasına da Emma için bunun iyi olacağını söyleyerek beraber at binmeye başladı...

Rodolphe genç kadını çoktan etkilemişti...

At gezintilerinde ona âşık olduğunu söyledi Rodolphe...

Emma’nın kalbi heyecan içinde çarpmaya başlamıştı:

“Bir sevgilim var... Bir sevgilim var...” diye haykırıyordu...

Bir genç kızın zevk aldığı gibi zevk alıyordu durumdan... Aşkın sevinçlerine, çoktan umudunu kestiği mutluluk ateşine en sonunda kavuşacaktı demek...

***

Her şeyin tutku, coşkunluk, sayıklama halini alacağı, olağanüstü bir döneme giriyor, sonsuz bir mavilik çevreliyordu her yanını...

Zengin, yakışıklı ve çapkın Rodolphe’le aşkları böyle başlıyordu Madame Bovary’nin...

Kendi ayağıyla onun şatosuna gidip sevişecekti onunla...

Ertesinde 6 ay boyunca, her yarattıkları fırsatta seviştiler sevgililer...

***

Artık tek bir yol kalmıştı Madam Bovary için...

Sevgilisiyle kaçmak...

Oysa sevgilisi Rodolphe, onunla kaçacak, onunla bir hayat paylaşacak bir adam değildi...

35 yaşlarında, zengin, çapkın ve yakışıklı biriydi...

Kaçacakları gün, Emma’ya bir mektup yazdı...

“Mümkün değil sevgilim...” diyordu mektubunda: “Çok düşündüm mümkün değil...”

***

Bir kadının erkeklerden duyduğu hayal kırıklığı bir başlarsa, arka arkaya hayal kırıklıkları yaşaması kaçınılmazdır...

Her hayal kırıklığı, kadının içinde yankılanan ihtirasları tetikler, hayal kırıklığını giderecek intikamları arar...

Ve kadın ihtirasları ile intikam arzuları; yeni hayal kırıklıklarını besler...

***

Emma Bovary’nin artık gözünde değerli gördüğü bir kocası yoktu...

Emma Bovary’nin hayatında birlikte kaçabileceği ve güzel bir hayat yaşayabileceği zengin Marki sevgilisi de yoktu artık...

O günlerde genç Leon’u, kurtarıcı olarak görecekti kendine Bovary...

Genç adamın platonik aşkını, sahici bir ilişkiye çevirecekti...

***

Bu kez Leon’la yarım kalan platonik aşkı yaşamaya başladı Bovary...

“Müzik dersi alıyorum” diyerek evden çıkıyor sevgilisiyle uzun saatler beraber oluyordu...

Bir gün sevgilisiyle buluştukları yerden çıkarken, kendisine elbise satan uyanık bir tüccar olan Lhereux’a rastlar Bovary...

Adam kadını yakalamıştı...

Zaten bir sürü kıyafet sattığından Bovary’nin ona borcu vardır...

***

Tüccar bu yakalanışı şantaj aracı olarak kullanacağını gösterdi ve yeni borç senetlerini imzalattı kadına...

Aşkları tarafından yıkıma uğrayan kadın, bu kez de borçları için ne yapacağını bilememeye başladı...

Kocasının bütün parasını bitirmişti zengin yaşama tutkusuyla...

Kocasına babasından kalan malları da tüketmişti...

Sevgilisi Leon’dan borç istedi...

Vermedi sevgilisi ona borç...

Eski sevgilisi Rodolphe’den istedi...

O da vermedi...

***

Bir eczaneden arsenik aldı, içti ve acılar içinde kıvranarak intihar etti...

Yazar Gustave Flabert’in gerçek olaylardan esinlendiği söylenen bu öykünün sonunu gerçekçi olarak yazabilmek için, Bovary’nin intihar etmek için aldığı arseniği tattığı söylenir...

Kocası Charles karısı öldükten sonra iki erkeğin Emma’ya yazdığı mektupları buldu... Kondurmadı karısına bu ilişkilerin ikisini de...

“Platoniktir onlar” deyip geçti...

Yazının devamı...

Anne ve babadan bağımsızlığını ilan etmek...

İsa; küçük bir çocukken annesiyle babası her yıl düzenlenen bir festival için büyük tapınağa gelirler...

İsa tapınağın içinde kaybolur...

Ailesi onu, ancak akşam olduğunda bulabilir...

***

İsa bazı alimlerle birlikte oturuyordu...

Küçük bir çocuktu, ama onlarla bir şey tartışıyordu...

Babası sordu:

-"İsa burada ne yapıyorsun?.. Seni çok merak ettik..."

-"Endişelenme..." dedi İsa;

-"Babamın işleriyle ilgileniyordum..."

-"Senin baban benim..." dedi adam;

-"Burada hangi işimle ilgilenebilirsin ki?.. Ben marangozum..."

İsa yanıtladı;

-"Benim babam cennette... Sen benim babam değilsin..."

***

Nasıl bir çocuk annenin bedeninden ayrılmak zorundaysa; -ve ayrılmadığı takdirde ölürse- rahimden çıkmak zorundadır...

Aynı şey zihinsel anlamda da geçerlidir...

***

Bir gün çocuk annenin ve babanın rahminden çıkmak zorundadır...

Yalnızca fiziksel olarak değil; zihinsel olarak da...

Yalnızca zihinsel olarak değil; spiritüel olarak da...

Spiritüel çocuk doğup; geçmişinden tamamen sıyrıldığında, ilk kez kendi ayakları üzerinde duran bir benlik, bağımsız bir gerçeklik halini alır...

***

Bundan önce, yalnızca annenin, babanın ya da ailenin bir parçasıdır...

Asla kendi değildir...

*****

SEN Mİ KONUŞUYORSUN; YOKSA İÇİNDEKİ BAŞKA BİRİSİ Mİ?..

Her ne yapıyorsan, her ne düşünüyorsan, her neye karar veriyorsan bak:

"Bu senden mi geliyor; yoksa konuşan esasen başka biri mi?.."

Gerçek sesin kimden geldiğini fark ettiğinde şaşıracaksın...

Belki o ses annenin sesidir; onun konuştuğunu duyacaksın...

Belki babandır; ne olduğunu anlamak hiç de zor olmayacak senin için...

O ses; Sana ilk kez verildiği haliyle, tavsiye, emir, disiplin ya da buyruk olarak sende kayıtlıdır...

***

O sesin kaynağında pek çok insan bulabilirsin...

Din adamı olabilir, öğretmenlerin olabilir, arkadaşların, komşuların, akrabaların olabilir...

Mücadele etmene gerek yok...

Yalnızca bunun senin değil; bir başkasının sesi olduğunu bilerek -o başkası her kimse- o sesi dinlemekten vazgeçeceksin...

*****

ÇOCUKLUK YETİP; OLGUN OLMAYA KARAR VERDİĞİNDE...

Sonuçları ne olursa olsun, şimdi kendi yolunda ilerlemeye olgun olmaya karar vereceksin...

Bu kadar çocukluk yeter...

Bu kadar bağımlılık yeter...

Tüm bu sesleri dinlediğin ve onları izlediğin yeter...

Onlar seni nereye sürükledi ki?..

Bir kaosun içine...

***

O yüzden o sesin kimin sesi olduğunu anladığında, onunla vedalaş...

Çünkü sana o sesi veren kişi; senin düşmanın değildi...

Niyeti kötü değildi...

Ama mesele niyetinin ne olduğu değildir...

Mesele sana, senin içsel kaynağından gelmeyen bir şey dayatmış olmasıdır...

Ve dışarıdan gelen her şey seni psikolojik bir köleye dönüştürür...

Seni çiçeklere, özgürlüğe götürecek tek şey, kendi sesindir...

(OSHO)

*****

SEN KESİNLİKLE KİMSEYE BENZEMEYECEKSİN...

Sen olağanüstü bir zeka ihtimaliyle doğdun...

Sen içinde bir ışıkla doğdun...

İçindeki o dingin, küçük sesi dinle...

O sana yol gösterecek...

Başka kimse sana yol gösteremez...

Başka kimse, hayatın için bir model oluşturamaz...

Çünkü sen tek ve eşsizsin...

***

Kesinlikle senin gibi olan hiç kimse olmadı ve kesinlikle senin gibi olabilecek hiç kimse olmayacak...

Bu; senin görkemin, senin ihtişamın...

Sen kesinlikle benzersizsin...

Sen yalnızca kendinsin...

Başka kimse değil...

*****

KORKTUKLARI YERLERE DOĞRU GİDEBİLENLER...

Bütün ilerlemelerin kaynağı, kalabalığın emirlerini değil, kalplerinin ve vicdanlarının talimatlarını izleyen insanlardır...

Bütün gelişmelerin kaynağı; risk alabilen ve korktukları yerlere ilerleyebilen kadın ve erkeklerdir...

Büyüklük, başkalarının mümkün gördüğü şeylere rağbet etmeyi bıraktığınızda ortaya çıkar...

Hedefler belirleyip, amacına ulaşmanın gerçek değeri, bu amaçlar sonunda kazandıklarında değil; kendi kişisel zirvene tırmanış ve dönüştüğün insandadır...

Bir amaca ulaştığında, -bu amaç ister daha bilge bir lider haline gelmen, isterse daha iyi bir anne baba haline gelmen olsun-, geride bıraktığın süreç içinde kişiliğinde gelişir...

***

Genellikle bu gelişimini farkedemezsin...

Çünkü sendeki gelişim gözle görülmez...

Aslında yeni bir farkındalık kazandın...

Becerilerin üzerine yeni şeyler keşfettin...

Bir insan olarak daha fazla potansiyelini açığa çıkardın...

Bunlar başlı başına birer ödüldür...

*****



RİCALARA EVET DEMEK...

Yaşamındaki önceliklerin belirgin olmadığı zamanlarda, her ricaya evet demek kolaydır...

Bilinçli bir biçimde, harekete geçmeni sağlayacak olan zengin ve ilham veren imge, sana rehberlik etmezse, çevrendekilerin ne yapman gerektiğini söyleyen dayatmalarına boyun eğmen hiç zor değildir...

***

Eğer kendi önceliklerin programın içinde yer almazsa; başkalarının öncelikleri senin programında yer alacaktır...

Çözüm, yaşamının en değerli amaçları konusunda net bir fikre sahip olman ve ardından kibarca 'hayır' demeyi öğrenmendir...

(Robin Sharma)

Yazının devamı...

Rus milyardere 180 milyon lira alacağını bir çırpıda bırakan futbol ilahı... Jose Mourinho’nun kovuluşu...

Haberi okurken içim burkuluyor...

“Jose Morinho Chelsea’den Kovuldu” diyen habere bakarken, dünya kadınlarının sevgilisi, karizmanın zirvesi, futbolun ikonlarının arasındaki en büyük ikon Jose Morinho’nun; Chelsea’den kovulurken bile gösterdiği asil davranışa şapka çıkartıyorum...

***

Del Bosque isimli; dünya çapında olduğu iddia edilen teknik direktör Beşiktaş gibi dünya ölçeğinde mütevazi sayılabilecek bir kulüpten, çalışmadığı iki sezonun parasını, tazminatlarıyla birlikte milyonlarca euro olarak tahsil ederken;

Chelsea gibi milyarder bir kulüpten; şampiyon yaptığı sezonun arkasından yeni sezon ortasında; “kovulan” Jose Mourinho; “marka değeri ve karizmasını çizen” bu davranışa rağmen; tam 40 milyon sterlin, yani yaklaşık 180 milyon lira tutan tazminatını “Rus milyarder Abramovich’e bir çırpıda bırakıveriyor...”

***

Çünkü onun adı Jose Mourinho...

O bir futbol ilahı, futbol tüccarı değil...

Rus milyarder Abramovich’e 180 milyon lirasını bir çırpıda bırakacak kadar “futbolu sanatı olarak gören” karizma bir futbol ilahı...

Para için değil, futbolu sevip başarmak için çalıştığından, büyük paralar kazanıyor...

Hak etmediğini düşündüğü parayı; o para yedi sülalesini zengin edecek bir para olsa bile, elinin tersiyle itebildiği için, para ve başarı onu seviyor, onu bırakmıyor...

***

İçimi burkan haber şöyle diyor:

İngiliz kulübüne sayısız başarı kazandırmış ve kendi kariyeri de kupalarla dolu olan Portekizli teknik adam için Chelsea’nin yaptığı açıklamada, “110 yıllık tarihimizin en başarılı teknik direktörü İngiltere’de her zaman hoş karşılanacak...” dendi...

Öte yandan haftalardır gündemde olan Mourinho’nun tazminatı meselesi de çözüme kavuştu... Portekizli teknik adam 40 milyon Sterlin’lik tazminatını almazken sadece bu sezon alacaklarını Chelsea’den talep etti...

KARİYERİ KUPALARLA DOLU

Kariyerine 1990’lı yılların başında ünlü İngiliz teknik adam Bobby Robson’un yanında tercümanlıkla başlayan Portekizli Jose Mourinho, dünya futbolunda adını duyurduğu çıkışını 2002 yılında başına geçtiği Porto ile yaptı... Bu kulüple 2 kez Portekiz Şampiyonluğu bir kez de UEFA Kupası kazanan Mourinho bu çıkışının sürpriz olmadığını Porto ile 2004 yılında Şampiyonlar Ligi’ni de kazanarak gösterdi...

***

Daha sonra Rus milyarder Abramovich’in satın aldığı Chelsea’ye geçen Mourinho, buradaki ilk döneminde 2005 ve 2006 İngiltere Şampiyonluğu ile 2 Lig Kupası ve 1 FA Cup kazandı.

***

2008 yılında İtalyan kulübü Inter’e geçen Portekizli, burada rüya gibi bir 2 sezon geçirdi. 2009 ve 2010’da İtalya şampiyonluğunu kazanan Inter 2010’da Şampiyonlar Ligi’ni de kazanarak sezona damga vurmuştu...

***

2010 yılında bu kez dünya devi Real Madrid’e geçen Mourinho, 2012’de İspanya şampiyonluğunu da kazanarak, Avrupa futbolunun zirvesinde yer alan İspanya, İtalya, İngiltere ve Portekiz’de şampiyonluk yaşama başarısı gösterdi. Mourinho ayrıca 2 ayrı kulüple, Inter ve Porto ile Şampiyonlar Ligi’ni kazanan dünya futbolundaki 3. teknik direktör oldu...

“JOKEY OLMAK İÇİN ÖNCE AT OLMAK MI GEREKİYOR?..”

“Futbol benim kaderim... Doğduğum andan itibaren hayatımda... Annem beni doğururken, babam yeşil sahalardaydı çünkü maçı vardı, yanında olamadı...

Aynı şekilde, kızım doğduğunda ben de eşimin yanında olamadım, benim de maçım vardı... Bu kadar önemli futbol bizim için...

***

Futbolu bana daha iyi bir hayat sağlasın diye oynamadım. Ben futbol antrenörü olmak için yaratılmıştım... Herkes, bir şey için yaratılıyor... Mesele, onu bulabilmek...

***

Mourinho; teknik direktör olmak için, önce futbolcu olmanın gerekliliği hakkında kendisine yöneltilen soruya şu cevabı verir;

-“Jokey olmak için önce at mı olmak gerekiyor?..”

***

Eğer işimin kolay olmasını isteseydim, Porto’da kalırdım... Güzel mavi koltuk, UEFA şampiyonlar Ligi kupası, Tanrı ve Tanrı’dan sonra ben...

***

Kazanmayı alışkanlık haline getirenler kaybetmeyi bilmez...

Ben bundan önce kaybettim; ben kaybetmeyi biliyorum; kaybetme sırası şimdi onlarda...

***

Gazeteci;

-“Takım yorgun muydu?..”

Jose Mourinho:

-“Yorgun?.. Bütün gün çalışıp evine 50 dolar getirebilen baba yorgun olur, biz değil...

***

Normal şartlar altında Porto şampiyon olacaktır...

Anormal şartlar altında Porto yine şampiyon olacaktır...

***

Inter takımıyla anlaşıp, futbolcularla tanışma döneminde onlara soyunma odasında söylediği şu söz kulaklarda hala çınlamaktadır:

-Kendinizi özel falan sanmayın. Hiçbiriniz benden popüler değilsiniz.

***

En iyisi ben değilim, fakat benden iyisi yok.

***

Chelsea’de teknik direktör olduğunda oyuncularını toplayıp şöyle der:

-Benim bir UEFA, bir Şampiyonlar Ligi kupam var... Sizin neyiniz var?..

***

Giden gitmiştir gittiği gün bitmiştir...

Ben gideni değil; giden beni kaybetmiştir...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.