Şampiy10
Magazin
Gündem

Mandela’nın hayatı ve unutulmaz sözleri...

27 yıl hapiste kaldı...

Dünyada ırk ayrımcılığıyla mücadelenin sembolü oldu...

Güney Afrika’nın siyahi lideri Nelson Mandela Nobel Barış Ödülü’nün yanısıra, 1962 yılında Lenin Barış Ödülü’nü...

Hindistan’da Nehru Barış Ödülü’nü...

Bruno Kreisky İnsan Hakları Ödülü’nü...

UNESCO’nun Simon Bolivar Ödülü’nü...

Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı Özgürlük Madalyası’nı...

Uluslararası Af Örgütü Vicdan Elçisi Ödülü’nü de aldı...

***

1962’de tutuklanan Mandela, cezasını önce Robben adasında daha sonra Capetown’daki Polls Moor Hapishanesinde çekti...

27 yıl hapiste kalan lider; ‘bilge’ce edilmiş sözleriyle uluslararası siyasi literatürde çok farklı bir konumda bulunur...

*****

ÖNEMLİ OLAN DERİNİN RENGİ DEĞİL, DEĞERLERİNİN RENGİDİR...

Yapılana kadar her şey imkansız görünür...

***

Özgür olmak zincirlerinden kurtulmaktan ibaret değildir...

Başkalarının özgürlüklerine saygı duyacak ve onları yükseltecek şekilde yaşamaktır...

***

Kadınlar; bütün baskı ve zulüm zincirlerinden kurtulmadıkça özgürlükten bahsedilmez...

***

Seçimlerin; umutlarını yansıtsın, korkularını değil...

***

Önemli olan derinin rengi değil; değerlerinin rengidir...

***

Ben hayattaki bütün başarılarımı yapacağım işi yapmaya zamanından 15 dakika önce hazır olma alışkanlığına borçluyum...

***

Fark ettiğim şeylerden biri; kendimi değiştirmeden kimseyi değiştiremeyeceğimdir...

***

Bir halkın insan haklarını inkar etmek demek, insanlığını inkar etmek demek...

***

Kendi korkularımızı özgürleştirdiğimizde, varlığımız otomatik olarak başkalarını özgürleştirir...

*****

BENİ ÖZGÜRLÜĞE KAVUŞTURACAK KAPIDAN GEÇERKEN, ÖFKEYİ VE NEFRETİ GERİDE BIRAKMAZSAM...

Beni özgürlüğe kavuşturacak kapıdan geçerken, öfkeyi ve nefreti geride bırakmazsam, hapiste kalmaya devam edeceğimi biliyorum...

***

İşi bilen bir lider her iki tarafa da yakın olmak zorundadır...

Kibirli, yüzeysel ve bilgisiz liderler, yönetim konusunda başarısız kalırlar...

***

Hayatta karşılaşacağınız zorluklar, bazen sadece mola vermeniz için başınıza gelir...

***

Gelecek için umut taşımak, birilerine patronluk taslamaktan daha iyi bir örnek olmanızı sağlar...

***

Hiç kimse derisinin rengi, dini ve düşünceleri sebebiyle dışlanamaz... Bu sebeplerden dolayı birine nefret beslememelisiniz...

***

Eğer içinizdeki ışığı dışarı çıkartabilirseniz çevrenizdekiler bunu görecektir...

*****

CESARETİN KORKUSUZLUK DEĞİL, KORKUYU YENMEK OLDUĞUNU ÖĞRENDİM...

İnsanlar iyi ve kötü şeyler yaşayabilir... Ancak yaşadıklarımızın üstesinden gelmemizi sağlayan şey, zamandır...

***

En derin korkumuz yetersiz olmamızdır...

Ve en derin korkumuz ölçüsüzce güçlü olmamız olmalıdır...

***

Çoğu zaman bizi korkutan içimizdeki ışık değil, dışımızdaki karanlıktır...

***

Cesaretin korkusuzluk değil, korkuyu yenmek olduğunu öğrendim...

Cesur adam, korku hissetmeyen değil, korkusunu fetheden insandır...

*****

ARKADAN ÖNDERLİK EDİN; BIRAKIN DİĞERLERİ ÖNDE OLDUKLARINI SANSINLAR...

Ben özgürlük için çok uzun bir yol yürüdüm...

Büyük bir tepeye tırmandıktan sonra fark ettim ki, daha tırmanacak çok tepe var.

***

Arkadan önderlik edin; bırakın diğerleri önde olduklarını sansınlar...

*****

HAYATTA EN BÜYÜK ONUR; HER DÜŞTÜĞÜNDE AYAĞA KALKABİLMEKTİR...

Hayattaki en büyük onur, hiçbir zaman düşmemek değil, her düştüğünde ayağa kalkmaktır...

***

Beni başarımla değil, kaç defa düşüp, yeniden kalktığımla yargılayın...

***

İyi bir kafa ve iyi bir kalp her zaman zorlu bir kompozisyondur...

*****

BARIŞ İSTİYORSANIZ DÜŞMANINIZLA ÇALIŞMAK ZORUNDASINIZ...

Barış istiyorsanız düşmanınızla çalışmak zorundasınız...

O zaman düşmanınız partneriniz olur...

***

Biriyle anladığı dilde konuşursanız zihnine, eğer onun dilinden konuşursanız kalbine hitap etmiş olursunuz...

***

Özgürlüğün kolay yolu yoktur... Çoğumuz arzularımıza ulaşmak için ölümün gölgesindeki vadiden tekrar tekrar geçmek zorundayız...

***

İnsanların nefreti öğrenmesi gerekir... Ve eğer onlara nefret öğretiliyorsa, sevgi de öğretilebilir... Çünkü sevgi insan kalbine nefretten çok daha kolay ve doğal gelir...

***

Yoksulluğu bitirmek bir hayır işi değil, adalettir...

***

Ben beyazların tahakkümüne karşı savaştım...

Siyahların tahakkümüne karşı da savaştım...

Demokratik ve özgür toplum fikrini örgütledim... Bunun için ve bunu başarmak için yaşadım... Bunun için ölmeye de hazırım...

*****

DİN DÜNYADAKİ EN ÖNEMLİ GÜÇLERDEN BİRİDİR...

Hayatta önemli olan

sadece yaşamış olmak değildir...

Başkalarının hayatlarında yarattığınız fark, yaşadığınız hayatın değerini gösterir...

***

Din; dünyadaki en önemli kuvvetlerden biridir...

***

Özgürlük için, gökyüzünü satın almanıza gerek yok... Ruhunuzu satmayın yeter...

***

Ben bir komünist değilim... Ama söylemeliyim ki, bizi onlardan başka anlayan da olmadı... (Nelson Mandela)

Yazının devamı...

Yaşamın mevsimleri var...

Başarısızlık; deneme cesaretinden yoksun olmaktır...

Sen ile hayallerin arasında tek engel başarısız olma korkundur...

Ancak başarısızlık, aynı zamanda elde edeceğin başarının temel unsurudur...

Sana dersler verir ve eşsiz başarı yolunda sana rehberlik eder...

***

Bazı insanlar başkalarının yaptığı hatalardan ders çıkartır...

Onlar bilge insanlardır...

Diğerleriyse gerçek öğrenmenin sadece kişisel tecrübeyle kazanılacağını düşünür...

Bu insanlar yaşamları boyunca gereksiz acılara ve endişelere maruz kalırlar...

***

Problemleri olmayan ve zorluklarla karşı karşıya gelmeyen insanlar, hayatta olmayan insanlardır...

Yaşam; problemler, acılar ve kederlerle yüzleşmektir...

Bunlar gelişmenin, ilerlemenin ve yaşam boyu öğrenmenin araçları, insanın tecrübe kazanmasının parçalarıdır...

***

Hayatın sıkıntıları; eğer tercih edersen bilgelik edinmen ve içindeki gerçek güce ulaşman için, sana platform sunan fırsatlardır...

Ama unutmamak gerekir ki; her yaşam payına düşen zafer ve güzellikleri de elde edecektir...

***

Hiçbir sıkıntı kalıcı değildir...

Hiçbir engel sonsuza kadar sürmez...

Hiçbir üzüntü ebedi değildir...

Zorluklar; sen onları yaşarken hiç bitmeyecekmiş gibi görünebilir...

Ama bu gerçek değildir...

Eğer görmek istersen, yaşamın mevsimleri ve bölümleri vardır...

En zor zamanlar, sonunda seni daha iyi hale getiren dönemlerdir...

*****

HAYALLERİNE BİRKAÇ ADIM KALA...

Tam bir kişisel sorumluluk üstlenerek, gün içerisinde akıllıca tercihler yaparak, yaşamındaki acıları azaltabilirsin...

Bu yolla kaderini kendin belirler, daha mutlu bir hayata ulaşmanı sağlayacak gücü elde edersin...

***

Yaşamda başına, senin ona yüklediğinden başka bir anlama sahip hiçbir şey gelmez...

Acı ve ızdırap sadece bir yargıdır...

Yargılardan vazgeçip; olan şeyleri ‘olumlu’ ya da ‘olumsuz’ olarak etiketlemeyi bırakırsan...

Olan biteni kişiliğini geliştirmek için fırsatlar olarak görmeye başlarsan, yaşamın değişir...

İçi huzur ve mutluluk dolu insan olursun...

***

Kötü bir tecrübe, ya da iyi bir tecrübe diye bir şey yoktur...

Sadece yaşam vardır...

Belki de her şey iyidir...

***

Yaşamdaki sıkıntıların, bir şeylerin gerçekte olma biçimleri ile, senin onların olmasını istediğiniz halleri arasındaki farktan öte bir şey değildir...

Eğer başkalarının yaşamlarıyla kıyasladığında seninkinin ‘boş bir hayat’ olduğunu düşünmeden, bulunduğun durumun lütuflarını görebilirsen, çok daha mutlu, çok daha huzurlu bir insan olma yolunda büyük adım atarsın...

***

Arayış içinde olan kişi; benliğinin nihai hedefine ulaşmadan önce, bir sınava tabi tutulur...

Özlemini duyduğu hazineye ulaşmadan önce bir testten geçer...

Bu hayatın işleyiş biçimidir...

Eğer kişisel uyanış yolculuğunu anlatan bir bilgelik kitabı okursan, arayış içindeki kişinin ödüle; yani arzu ettiği yaşama ulaşmadan önce daima bir sınavla ve zorlukla yüzleştiğini görürsün...

***

Birçok insan hayallerine tam ulaşmak üzereyken, onlardan vazgeçer...

Birçok insan, istedikleri şeylere sadece birkaç adım kala, geri döner...

Bunun senin de başına gelmesine izin verme...


*****

DÖRT BOYUTLU YAŞAM... ZİHİN, BEDEN, KALP VE RUH...

Unutmayın, yaşam art arda gelen mevsimlerden oluşur...

Her insan mükemmel yazların ihtişamına kavuşmak için, birkaç şiddetli kışa katlanmak zorundadır...

Unutmamak gerekir ki; kışlar asla kalıcı değildir...

***

En büyük ilerlemeleri, en büyük sıkıntılardan sonra katettiğini aklından çıkarma...

Bu sıkıntılar, onlarla yüzleşirken seni yaralar...

Ama üstesinden geldikçe, aynı zamanda iyileştirir...

Bir sürahi yere düşüp kırıldığında, içinde saklı olan akmaya başlar...

Hayat önüne engellerini, çıkardığında; bunların seni kırıp içinde uyumakta olan sevgi, güç ve potansiyeli dünyaya çıkarmana yardımcı olacağını aklından çıkarma...

Ve tıpkı kırık bir kemik gibi, kırılan yerler de eskisinden daha güçlü hale gelir...

***

Zor zamanlarda, kendini bırakma eğilimin olur...

Sıkıntılarla karşılaştığında, her zamanki temponda devam edebilme disiplinine sahip ol...

Erken kalk...

Bedenine iyi bak...

İyi beslen...

Egzersizlerini yap...

Doğada vakit geçir...

Dört boyutun;

Yani zihnin;

Bedenin;

Kalbin;

Ve ruhunun tam kapasiteyle iş görmesi için, elinden gelen her şeyi yaptığına emin ol...

***

Hislerini kabullen...

Zor zamanlarında insanlar bana; “Olumlu düşünmeye çalış” gibi tavsiyelerde bulunurlar...

Bu tavsiyeler sana yardımcı olmaz...

Olumsuz bir durumu, olumlu hale çevirmek için acele etme...

Bu seni; onları inkar sürecine götürür...

Sonunda yüzeye çıkacak olan, acı, öfke ve üzüntüyü gözardı etme...

Bunları hissetmen yanlış bir şey değildir...

Hatta sağlıklıdır...

Bunları yaşamak, onlardan kurtulmanı sağlar...

Ama bu duyguların içinde sıkışıp kalma...

Gerektiğinde yas tut...

Ve hayatına devam etmek gerektiğinde bunu yap...

Hayat yaşamak içindir...

*****

SÖZ AĞZINIZDAN ÇIKMADAN ÖNCE...

Zafer kazanman için, önce teslim olman gerekir...

Değişikliğe karşı çıkmak yerine, onunla beraber hareket etmelisin...

Suyun doğası akmaktır...

Akıntı sürer gider...

Su durmak için direnmez...

Kendini bırakmadan önce, tereddüt etmez...

Su, aynı zamanda dünyadaki en büyük güçlerden biridir...

***

Kriz anında sükunetini korumak, seni yıllarca sürecek, acı ve ızdıraptan korur...

Sakinliğini korumak için, benim Üç Kapı Test adını verdiğim faydalı bir strateji var...

Çok eski zamanda bilgeler, söyleyecekleri sözler eğer üç kapıdan geçerlerse o sözleri söylerlermiş...

İlk kapıda kendi kendilerine şunu sorarlarmış;

Bu sözler gerçeği içeriyor mu?..

Eğer gerçeği içeriyorsa, bunu geçip diğer kapıya yönelirlermiş...

İkinci kapıda bilgeler şunu sorarlarmış;

Bu sözler gerekli mi?..

Eğer gerekliyse, üçüncü kapıya ulaşır ve son soruyu sorarlarmış;

Bu sözler nazik mi?..

Eğer hepsinin cevabı evetse o zaman sözü söylerlermiş...

Sharma

Yazının devamı...

Beşiktaş'ın Cordoba referanslı Ospina'yı alması çok sakıncalı

Futbol bilgisine ve kişiliğine çok güvendiğim, koyu Fenerbahçe’li bir dostum; önceki gün bana şöyle diyor:

-”Abi Güney Amerika kupasında defalarca izledim Ospina’yı... Çok iyi bir kaleci almak üzere Beşiktaş...” diyor...

-“Öyle mi diyorsun...” diyorum...

Sesim hafif kinayeli çıkıyor...

-“Benim futbol bilgime güvenirsin...” diyor;

-“Beş kez izledim Ospina’yı... Harika bir kaleci...”

-“İlginç bir yerden geliyor...” diyorum...

-“Referansı da özellikle ilginç...”

***


Çok iyi sol ayaklı bir stoper ile kaleci transferi şart görünüyor, devre arasında Beşiktaş’a...

Şenol Güneş’in isteğiyle Başkan ve yöneticiler de haftalardır arayış içinde...

***


Artık yönetici değilim Beşiktaş’ta...

Halihazırdaki yöneticilerin ve profesyonellerin işine karışmak istemiyorum...

“Kim alınmalı üzerine” spekülasyon yapmayı pek doğru bulmuyorum...

Sonuçta bu iş için Beşiktaş’tan para alan bir scout ekibi, bir teknik direktör var...

Bu kulübün Başkan ve yöneticileri var...

***


Ancak çok güvendiğim koyu Fenerbahçe’li arkadaşıma şöyle diyorum;

-”Ospina’nın geleceği yer; Kolombiya...

Gelmesi için en büyük referansı ise Oscar Cordoba...

Futbol bilginin üst düzey olduğunu biliyorum... Ama belki benim gibi seyretmemişsindir Saraçoğlu stadındaki Fenerbahçe-Beşiktaş maçını...”

Ne dediğimi şıp diye anlıyor...

*****



CORDOBA’NIN YARATTIĞI PENALTI...

On yıl önce; 17 Nisan 2005 Pazar günü...

O günlerde çok sık görüştüğümüz Ahmet Çakar’la buluşuyoruz...

Beşiktaş sözcülüğünü bırakalı üç ay oluyor...

Sabah gazetesine maçın yorumunu yazacağım...

Yöneticiliği bıraktığımdan, statların Şeref Tribün’lerinin gerginliğini yaşamak istemiyorum...

Maçı Etiler’de sık gittiğimiz bir restoranda izlemeye karar veriyoruz...

***

O yıl Beşiktaş şampiyonluk yarışına erken havlu atıyor...

Devre arasında teknik direktör gidiyor ve yerine Beşiktaş’ın eski kaptanı Rıza Çalımbay geliyor...

Beşiktaş şampiyonluk yarışında yok; ancak Fenerbahçe o yıl; Trabzon ve Galatasaray’la amansız bir şampiyonluk yarışının içinde götürüyor ligi...

***

Maç başlıyor; Beşiktaş atıyor, Fenerbahçe karşılık veriyor;

Beşiktaş bir daha atıyor; Fenerbahçe bir daha karşılık veriyor...

Beşiktaş o gün bir başka gününde...

Başka bir futbol oynuyor ve Şükrü Saraçoğlu stadında üçüncü kez öne geçiyor...

Çok keyifli bir maç seyrediyoruz...

***

Ancak, birkaç ay öncesine kadar Beşiktaş yöneticiliği yapmama rağmen, o maçta heyecanlanamıyorum...

Derbiyi alsa bile Beşiktaş, şampiyonluk potasına giremiyor...

Beşiktaş açısından maçın bütün özelliği sadece prestij...

Başkaca bir amacı yok...

***

Nihayet maçın 79. dakikasına geliyoruz...

Beşiktaş kale sahasının dışında, sağ tarafta ceza sahası yan çizgisine yakın bir yerde, direkt gol vuruşu şansının hiç olmadığı bir pozisyonda, Beşiktaş’ın Kolombiya’lı file bekçisi Oscar Cordoba, kaleden fırlıyor ve Tuncay Şanlı’nın ayaklarına dalarak, güya pozisyonu etkisiz hale getirmeye çalışıyor!..

***

Bülent Demirlek, Oscar Cordoba’nın Tuncay’a dalışına hemen penaltı çalıyor...

Beşiktaş 3-2 galip götürdüğü maçta, penaltıya maruz kalıyor...

Büyük olasılıkla penaltıyı Alex gole çevirecek maç, 3-3’e gelecek...

Üzülüyorum; ama Beşiktaş için 3-2’nin veya 3-3’ün prestij dışında pek bir anlamı yok...

Fenerbahçe için, mağlubiyetin, beraberliğin ve galibiyetin anlamı büyük...

Ben sadece son on dakikada beraberliğe gelen maça üzülüyorum bir Beşiktaş’lı olarak...

***

Bir de anlayamadığım bir konu kafama takılıyor...

Pozisyon gol pozisyonu değil...

Top kale sahasının içinde değil...

Topun olduğu yer, kaleyi cepheden veya çaprazdan net gören bir mevkii değil...

Kaleye direkt şut atmanın çok zor olduğu bir yere, kaleci Oscar Cordoba’nın koşa koşa gidip, penaltıya sebebiyet vermesi niye?..

Anlamakta güçlük çekiyorum...

Üzüntüm Cordoba’nın gereksiz penaltı yaratmasına...

*****


PENALTI ATILIRKEN; TAKIMI KALECİSİZ BIRAKTIRAN CORDOBA

Neyse...

Penaltı atılacak sonunda...

Ancak Cordoba, aşırı sinirli!..

Bir türlü penaltıyı kabul etmiyor gözüküyor...

Hakeme sürekli bağırıyor...

El kol hareketi yapıyor...

Cordoba’nın tepkisi dakikalarca geçmiyor...

***

Beşiktaş’a o yıl ben yöneticiyken aldığımız ve çok sevdiğim John Carew, Cordoba’nın yanına gidiyor...

Önüne geçerek Kolombiya’lıya, “itiraz etmeyi bırak” diyor...

Hafif iterek onu hakemin olduğu bölgeden uzaklaştırıyor...

Hayır Cordoba gitmiyor!..

Carew’i iterek yeniden hakemin bulunduğu bölgeye doğru gitmeye çalışıyor...

***

Bunun üzerine İbrahim Toraman durumu anlıyor ve hemen olay yerine gidiyor...

John Carew’in yanında o da Oscar Cordoba’yı itekleyerek uzaklaştırmaya çalışıyor;

-”Ne yapıyorsun sen?..” demeye getiriyor...

İki Beşiktaş’lı futbolcunun kendisini resmen bloke ettiğini gören Cordoba; bu sefer elindeki su şişesini “hakeme doğru” fırlatıyor...

Küfür ediyor...

***


Artık yapacak bir şey yok...

Bülent Demirlek Cordoba’ya gidiyor; ikinci sarı kartını çıkartıyor ve onu kırmızı kartla oyun dışı bırakıyor...

Beşiktaş maçta üç futbolcu değiştirme hakkını kullanmış durumda...

79. dakikada 11 kişiyle Fenerbahçe stadında 3-2 galip oynayan Beşiktaş; kalecisinin yarattığı bir penaltı, arkasından bağıra bağıra sanki bilerek gördüğü kırmızı kartla ve penaltıdan yediği golle 80. dakikada 3-3 berabere, 10 kişi ve kalecisiz kalıveriyor...

***

Maçın dört beş dakikalık uzatma süresini de sayacak olursak Beşiktaş ezeli rakibi karşısında 15 dakika 10 kişi, üstelik profesyonel kalecilerinden mahrum oynayacak...

Kaleye imkansız şartlar altında formasını değiştirerek Pancu geçiyor...

Kaleci eldivenlerini giyiyor...

***

Sonra futbolun ilahları, Beşiktaş’a, “bu yapılanlara” isyan ediyor ve Beşiktaş Pancu’nun kaleciliğinde, Fenerbahçe’ye Koray’ın ayağından 4. golü atarak maçı 4-3 kazanıyor...

***

Beşiktaş için tarihi bir zafer...

Ancak ben Cordoba’nın hiç yoktan yarattığı penaltıyı...

Akabinde, dakikalarca hakeme itiraz edip, su şişesini fırlatışını, küfür edişini ve kırmızı kart görüşünü hiç unutmuyorum... Kolombiya’lı kalecinin, Fenerbahçe’nin iddialı olduğu, Beşiktaş’ın hiçbir iddiasının olmadığı bu maçta bunu niye yaptığını hiçbir zaman anlamlandıramıyorum...

***

Beşiktaş sonunda maçı kazanıyor...

Ancak 78. dakikadan itibaren Cordoba’nın yaptığı her şey Beşiktaş’ın sanki maçı kaybetmesine göre senaryolaştırılıyor...

*****


OSCAR CORDOBA’NIN REFERANSIYLA BEŞİKTAŞ’A KALECİ ALINAMAZ

Fenerbahçe’li dostumun, gülümseyerek konuşmamdan şıp diye anladığı gerçek işte bu gerçek...

Aynı Oscar Cordoba, futbolda haklarında çok fazla şayia çıkan vatandaşı Kolombiya’lı futbolculardan birini kaleci Ospina’yı Beşiktaş’a referans veriyor...

***

Fenerbahçe’li kardeşimin söylediği gibi Ospina çok iyi bir kalecidir muhtemelen...

Cordoba’nın 2003-2004 sezonunda, Beşiktaş’ın şampiyonluğu kaybetmesiyle ilgili hakkında çıkan iddiaların doğruluğuna da hemen “evet” diyemem...

Ancak Cordoba’nın Saraçoğlu’nda yarattığı penaltı,ve neredeyse bile bile gördüğü kırmızı kart gözümün önünden gitmiyor...

Beşiktaş bu yıl, yine Fenerbahçe ve Galatasaray’la şampiyonluk mücadelesi verecek; eğer verebilirse...

Oscar Cordoba’nın referansı bir Kolombiya’lı futbolcu, Beşiktaş için sakıncalıdır!..

Yazının devamı...

Brian Clough; koca kafanın mucizesi...

Aniden karşıma çıkıyor, önceki akşam “İngiltere’nin gelmiş geçmiş en iyi teknik direktörlerinden” sayılan efsanevi Brian Clough’ın meslek hayatındaki en trajik kısmı anlatan bölümün filmi...

Brian Clough ikinci ligden aldığı Derby County takımını ilk yıl birinci lige (o günlerin süper ligi), çıkartıyor...

Üç yıl sonra inanılmaz bir şeyi başararak Leeds United’ı son haftada geçip Derby takımını şampiyon yapıyor...

***

Leeds’in Hoca’sının İngiltere Milli Takımı’na gitmesiyle boşalan koltuğa Brian Clough’ı getiriyorlar...

Koca Kafa lakaplı yakışıklı Brian’ın Leeds United’da sadece 44 gün süren görevinin anlatıldığı trajik öykü, The Damned United ismiyle; ünlü futbol adamının hayatının flashback’lerinden oluşan bir kurguyla veriliyor...

***

Kimsenin aklından bile geçirmediği, “bir mucizeyi, kendine ve yardımcısına inanarak gerçekleştiren” Brian’ın teknik direktörlük bileti, ikinci lig kulübünü 4 yıl içinde İngiltere Lig Şampiyonu yapıp, Avrupa’da yarı finale çıkardığı sezonun ortasında kesiliyor...

***

Şampiyonluğu elinden kaptığı ünlü Leeds United’a gittiği sezon ise, 44 günde görevine son veriliyor Brian’ın; Futbolcularıyla eski teknik direktörün kurduğu kirli bir kumpasın neticesinde...

***

The Damned United filmi; İngiltere’nin gelmiş geçmiş en iyi ve başarılı hocalarından birinin 44 günlük Leeds United macerasını, öncesindeki Derby County’yi şampiyon yapmasını anlatıyor...

***

Brian’ın hayatını bilenler, filmin hüzünlü atmosferinin ötesinde, tarihin efsanevi teknik direktöre daha sonra yeniden nasıl büyük bir başarı kazandırdığını biliyorlar...

Leeds’te kurulan kumpastan sonra, Brian yine bir ikinci lig takımı olan Nottihgham Forest takımını alıyor...

Nottingham Forest tıpkı Derby County gibi ikinci ligden birinci lige çıkmakla kalmıyor, kulübün tarihinin tek İngiltere lig şampiyonluğunu Brian’la kazanıyor...

***

Aynı Brian Clough kasaba takımı Nottingham Forest’e, iki kez Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazandırarak takımı Avrupa Şampiyonu yapıyor...

***

Hayatta büyük mucizeleri gerçekleştiren insanlar, sadece “mucize yaratmaya odaklandıklarından”, ‘çevre ilişkilerine’ asla önem vermezler...

Brian da o insanlardan biri...

İngiltere’de mucizelere imza atan bu teknik direktör, gelmiş geçmiş en iyi teknik direktörlerden biri olarak kabul edilmesine karşın İngiltere Milli Takımı’nın başına hiçbir zaman getirilmiyor...

***

Brian’ın hayatındaki trajedilerle dolu, mucize öyküleri izledikçe; gözümün önüne bir gün önce bana verilen “Yaşam Boyu Basın Meslek Onur Ödülü” geliyor...

İçim derin derin burkuluyor...

*****

YAŞAM BOYU BASIN MESLEK ONUR ÖDÜLÜ VERİLİRKEN...

Annesiyle babası, Türk, Osmanlı ve Arap dili edebiyatı alanlarında, master ve profesörlük unvanlarına sahip eğitimci ve akademisyenler...

Tek çocuklarını; yabancı dil öğreten okullarda, kendi eğitimlerine ek; özel tuttukları hocaların verdiği derslerle büyütmeye özen gösteriyorlar...

***

Kolej eğitiminden sonra, Türkiye’nin en köklü ve en eski gazetecilik okulundan; Mülkiye isminin şemsiyesi altında mezun oluyor çocuk...

Her yıl eğitim için yurt dışına gönderiyorlar onu...

Cambridge’de dil, Berlin’de ve Tokyo’da uluslararası gazetecilik eğitimi alıyor çocuk...

***

20 yaşında gazeteciliğe başlıyor...

Dört yıl içinde, uluslararası bir göreve atanıyor...

Türkiye’deki gazete ve televizyona ek; uluslararası beş radyo televizyon kuruluşuyla çalışıyor...

Gazeteciliğin 10. yılında televizyon programcılığına, 16. yılında genel yayın yönetmenliğine tırmanıyor...

Kitaptan yazarlığından, köşe yazarlığına, stajyer muhabirlikten genel yayın yönetmenliğine kadar her şeyi bu süre zarfında yapıyor çocuk...

***

Televizyonlarda genel yayın yönetmenliği yaparken, işini çok sevdiği futbol teknik direktörlüğü metaforuyla yapıyor çocuk...

Genel yayın yönetmenliği yaptığı

7 yıl içinde, yönettiği haber merkezi

7 yılın hepsinde açık ara şampiyonluğu kimselere kaptırmıyor...

***

Brian Clough’ın başına gelenlere benzer operasyonlarla, görevden aldırtıyorlar onu...

Tıpkı Brian Clough’a yaptıkları gibi, hayatını zindana çeviriyorlar onun...

Aynı Brian Clough’a İngiltere Milli Takım Teknik direktörlüğünü vermedikleri gibi, onu da her zaman “kendi yönetim dünyalarından uzak tutuyorlar...”

***

Ancak hayatın bir de hiç tahmin edilemeyen, öngörülemeyen yönü var...

O sihir; insan iradesinin çok ötesindeki üst bir iradenin sihri...

Dün; Yaşam Boyu Basın Meslek Onur Ödülü’nü öğlen yemekte veren iki başarılı hanım yönetici, “Keşke Moon Life gecesinin Ödül törenine bizzat katılsaydınız, orada alsaydınız ödülü...” diyorlar...

***

Gülümsüyorum...

Onlara söyleyemiyorum ki;

“Yaşam boyu Basın Onur Ödülü gibi bazı kutsal nitelikli ödüller gidilip alınmazlar, kendi kendilerine yürüye yürüye insanın eline gelirler..”.

Onlara şatafatlı törenler gerekmez...

Bir öğle vaktinin temiz, berrak ve güneşli havası yeterlidir onların alınması için...

Çünkü ödül insanlardan öte, güneşin bulunduğu havzanın merkezinde olduğu bir ilahi güçten gelmektedir...

Yazının devamı...

Hayat asla aynı soruyu tekrarlamaz

Hayat küçük şeylerden oluşur...

Eğer sen seversen büyük olurlar...

***

Güçlü rüzrgarlar seni oraya buraya sürüklüyorsa, onlara direnme...

Onlar sen direndiğin için güçlü görünüyorlar... Rahatla; bırak seni götürsünler...

***

Sen cevapları ezberliyorsun...

Ama hayat asla aynı soruyu tekrarlamaz...

***

Aşk özgürlük verir...

Eğer özgürlük ve aşka sahip olursan, başka şeye ihtiyacın kalmaz... Sana yaşam işte bunun için verildi...

***

Bilgelik kalpten gelir... Akılla ilgisi yoktur... Bilgelik varlığın en derin noktasından çıkar... Kafaya ait değildir...

***

Kendi deneyimine dayalı olmayan her şeyi sadece varsayım olarak kabul et...

*****

BİR ŞEYİ BASTIRIRSAN O ŞEY DEĞERLİ OLUR...

Bir şeyi bastırırsan, o şey değerli olur...

Daha fazla bastırarsan, daha değerli olur... Bastırmazsan bütün değerini kaybeder...

***

Anlamak özgürleşmektir... Gerçek asi bir savaşçı değildir... O anlayış sahibi bir insandır...

*****

KENDİNİ KABUL ETTİĞİN AN GÜZELLEŞİRSİN...

Kendini kabul ettiğin an güzelleşirsin...

Kendi bedeninden keyif aldığında başkalarına da keyif verirsin...

Pekçok insan sana aşık olacaktır... Çünkü sen kendine aşıksın...

***

Kadın ve erkek insanlığın tamamen farklı iki kategorisidir... Kıyaslanamazlar...

Onları kıyaslama düşüncesi bile aptalcadır...

Kıyaslamaya başladığın zaman işin içinden çıkamazsın...

*****

İNSANLAR BİR ŞEYİ ANLAMADIKLARINDA YANLIŞANLARLAR...

İnsanlar bir şeyi anlamadıklarında, yanlış anlamaya başlarlar...

***

Her şeyi kabul eden insan neşeli olur...

Bu insan şükrün doludur... Varoluşa şükran duyar...

***

Ne kadar çok düşünürsen; egon o kadar ortaya çıkar...

Ego geçmişte biriken düşücelerden başka bir şey değildir...

Sen olmadığın zaman Tanrı vardır...

Yaratcılık budur...

***

Ne zaman karşına bir seçenek çıksa, bilinmeyeni, riskli olanı, tehlikeli olanı ve en güvensiz olanı seç...

Hiçbir zaman zarara uğramazsın...

***

Yaşam kısa değil; sonsuzdur...

Var oluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç?..

Mevsimler zamanından önce gelir mi?..

Çiçekler zamanından önce açar mı?..

Ağaçlar hayat kısa diye, hızla büyümek için koşuşuturur mu?..

Tüm var oluş yaşamın sonsuzluğunun farkında gözükür...

*****

AĞLAMAZSAN, GÜLEMEZSİN...

Eğer nazik olamazsan kızamazsın...

Ben gözyaşlarımı engelliyorum; ama derinden güleceğim, kahkaha atacağım diyemezsin...

Bu imkansızdır...

*****

SORUNU KABUL EDERSEN, YOK OLUR... MÜCADELE EDERSEN BÜYÜR...

Bir sorunu kabul edersen kaybolur... Eğer o sorunla çatışma yaratırsan, sorun giderek büyür...

Hayat küçük şeylerden ibarettir...

eğer küçük şeylere mutluluk katabilirsen, toplamı muaazzamdır...

Onun için her şeyi neşeyle yap ve her şey bir ayine dönüşsün...

Coşkuylayap, olumsuzluklar seni rahatsız etmesin...

Bir mum yak; karanlık kendiliğinden kaybolsun...

***

Yaşam sana ne getirirse kabul et...

Ama kimsenin hakkını ve özgürlüğünü almasına izin verme...

*****

ÖFKESİNİ BASTIRAN İNSANLAR, DAHA FAZLA YEMEK YER, DAHA ÇOK SİGARA İÇERLER...

Asla maske takma... Öfkeliysen öfkeli ol... Bu risklidir... Ama gülümseme...

Çünkü dürüst olmaz... Tüm mekanizman tersyüz olur... Çünkü kızmak istediğinde kızamadın... Nefret etmek istediğinde edemedin... Şimdi sevmek istiyorsun ama artık mekanizmanın çalışmadığını fark ediyorsun...

Öfkesini bastıran insanlar hep çok yemek yerler... Öfkeli insanlar daha fazla sigara içerler... Çünkü öfke, tırmak ve dişlerden boşaltılır...

Sahici ol...

Şimdiki zamana sahip kal... Tüm yalanlar geçmişten ve gelecekten içeri sızarlar...

Geçmişi bir yük gibi üzerinde taşıma...

Gereksiz yere de gelecekle uğraşma...

*****

GERÇEK SORU ÖLÜMDEN SONRA HAYAT OLUP OLMADIĞI DEĞİL, ÖLÜMDEN ÖNCE SEN HAYATTA MISINDIR...

Gerçek soru, ölümden sonra hayat olup olmadığı değil, ölümden önce sen hayatta mısındır...

(Osho)

*****

ALTIN KELEBEK; MOON LİFE; YAŞAM BOYU BAŞARI ÖDÜLÜ...

Cumartesi akşamı Cengiz Semercioğlu arıyor...

-"Yanımda Selim Akçin var... Yarınki ödül töreninde "haber anchormani ve anchorwoman'ının ödülünü senin vermeni istiyoruz..." diyor...

***

Bir zamanlar Altın Kelebek ödülü aldığım, bu törene her yıl özel davetle çağrıldığım için teşekkür ediyorum Cengiz'e, Selim'e ve Hürriyet ailesine...

Cengiz'in ve Selim'in Allah bağışlasın dünya güzeli yavruları var...

-"Çocuğunuz var beni anlarsınız..." diyorum...

-"Pazar günleri; sabah kahvaltı ve tenis antrenmanlarıyla başlayan maraton, akşam 19 sularında sona erip, çocukları annelerine bıraktığımda, televizyonun karşısında maç seyredecek gücüm bile kalmıyor, hafiften uyuklamaya başlıyorum... Altın Kelebek büyük bir ödül töreni... Kafaca hazırlanmam lazım... Giyinmem lazım... Kendimi orada hissedecek halet-i ruhiyede olmam lazım... Ben o saatte bunların hiçbirini yapabilecek durumda olamam... Beni affedin..." diyorum...

Durumu anlıyor, gönülsüz de olsa kabul ediyor...

***

Oysa bilmediği, okursa şimdi öğreneceği bir şey daha oluyor sonraki gece...

Ertesi gün bu kez Moon Life dergisinin ödül töreni var...

Töreni düzenleyenler, beni iki gün önce arıyorlar;

-"Reha Bey, ödül töreninimize katılmanızı rica edeceğiz... Yaşam Boyu Başarı ölülünün sahibi oldunuz..." diyorlar...

***

Bir gece önce Altın Kelebek Ödül töreninde ödül vermek üzere bulunamıyorum...

Bir gece sonra Moon Life dergisinin ödül töreninde ödül almak için bulunmamı içime sindiremiyorum...

Bu benim ilkelerime ters...

Madem ödül vermek üzere törene gidemiyorum, bir gece sonra ödül almak için bir başka törende arz-ı endam etmem abes kaçıyor benim ölçülerime göre...

Görgüsüzlük ve hamlık anlamına geliyor...

Ödülümü sağolsunlar bugün bana vereceklerini söylüyorlar...

Dostlar sağolsun...

Nice nice ödül törenleri nasip etsin hepsine...

Yazının devamı...

Doğum günün kutlu olsun Maria Callas... Her nerede yaşıyorsan...

Bugün dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü sopranolarından biri olan Yunanlı Maria Callas'ın doğum günü...

Yaşasaydı, 92 yaşında olacaktı Maria Callas...

Callas'ın hayatı dünyaca ünlü bir sopranonun hayatının ötesinde, "bir kadının aşık olduğu erkekle ilgili trajik bir öyküsüdür..."

Sevgililer Günü'nde yayınladığım kadının öyküsünü 92. doğum günü anısına şimdi yeniden yayınlıyorum...

Doğum günün kutlu olsun Maria Callas...

Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsan...

AİLENİN ÇİRKİN ÖRDEĞİ...

“Ailenin çirkin ördeğiydim ben... Şişko, sakar, sevilmeyen... Bir çocuğa çirkin olduğunu hissettirmek çok zalimce bir şeydi...”

Annesi; ablası olan “Jackie’nin büyük bir müzisyen olmasını” istiyordu... Ablasına piyano dersi aldırırken, Maria sadece dinliyordu... Anneye göre paralarını iki kardeşe saçacak maddi durumları yoktu...

***

Küçük yaşında tek arkadaşı kendisinden sonra doğan erkek kardeşi Vassilis’ti...

Bir gün tek can yoldaşı Vassilis için Paloma şarkısını söylemek geldi içinden...

***

Pencereden sokağa ulaşan çocuksu müthiş ses, sokakta yankı buldu; sokaktan geçen insanları durdurup onu alkışlamalarını sağladı... Maria için hayatının dönüm noktası o gündü...

***

Ablası kendisine nefretle bakıyordu...

Annesi ise “bir şeyler kazanır; bizi kurtarır” beklentisindeydi...

Uğruna şarkı söylediği erkek kardeşi Vassilis kısa bir süre sonra öldü...

Annesi, Maria’ya şan eğitimi için 3 kanarya aldı...

Maria böylece havayı ciğerlerine doldurmayı; yavaşça ve notaya uygun olarak kuvvetlice çıkarmayı en küçük kanaryası Elmina’dan öğrendi... İlk şan dersini kanaryadan alıyordu Maria...

***

Annesi bir süre sonra Maria’nın çok sevdiği babasından ayrıldı...

Amerika’dan Yunanistan’a geri döndü...

Maria’ya güzel sesiyle Pire’deki tavernalarda 5 drahmi ve bir tabak çorba karşılığı şarkı söylemek kalmıştı...

***

Bir gün kızını “şarkı söylersin” diye kışlaya götürdü annesi... Amacı Maria’yı kışlada pazarlamaktı...

Şişko, sakar ve sevilmeyen Maria bütün cesaretini topladı; trajik ve sihirli şarkısıyla, erkeklere pazarlanmak üzere getirildiği kışladan, şarkıcı olarak çıktı...

***

Onu artık annesi bile tutamayacak; merdivenleri teker teker tırmanacak ve zirveye çıkarak dünya çapında bir opera sanatçısı olacaktı... Şişmandı; fiziksel halinden memnun değildi...

*****

ZENGİN İTALYAN İŞ ADAMIYLA EVLİLİK

İtalyan zengin bir iş adamı olan Giovanni Battista’yla işi için İtalya’ya gittiğinde evlendi Maria...

Giovanni ona âşık olmuştu... Maria’dan iki kat daha yaşlıydı, ancak mutlu görünüyorlardı...

***

Giovanni kendi kariyerini bırakmış, tüm zamanını ve parasını karısı Maria için harcamaya başlamıştı... Onun menajeri ve temsilcisi oldu... Onu bir yıldıza dönüştürmeye kararlıydı...

***

Birlikte oldukları sırada, Maria tenya yumurtası yiyerek zayıflıyordu... Artık narin ve çekici bir kadın haline gelmişti... Ari Onassis’in adını duymuştu elbette Maria... Onu duymayan yoktu...

***

Maria’yla tanışmak istediğini söyledi Ari Onassis... Maria ise çevresindekilere şöyle diyecekti ilk seferinde:

-“Onassis mi?.. Onun çok bayağı bir adam olduğunu düşünüyorum... Zenginliğini görgüsüzce gözler önüne seriyor...”

***

Onassis’i aşağılıyordu... Fakat Onassis pes etmek bilmeyen bir karakterdi... Maria’yı kocasıyla birlikte ünlü yatına davet etti... Winston Churchill’in de orada olacağını söylüyordu...

Kocası için bir felaket olacaktı bu yolculuk... Karısı elden gidecekti...

***

Günlüğüne şöyle yazacaktı Giovanni:

-“Yatta bir çok çift ayrılıp değişik eşler buldular... Kadınlar, hatta erkekler tamamen çıplak bir şekilde güneşlenip, güpegündüz herkesin önünde dolanıyorlardı... Kendimi bir domuz ağılındaymışım gibi hissediyordum... Onassis de çırıl çıplaktı... Bir insandan çok bir gorili andırıyordu... Çok tüylüydü... Maria ona baktı ve güldü...”

*****

GORİL GİBİ GÖRÜNÜYOR DEDİĞİ ADAMLA AŞK...

Maria’nın gülüşü uzun sürmeyecekti...

Onassis’e fena halde âşık oldu...

Kocasının, dünyanın en ünlü opera sanatçısı olması için ona yardım etmiş olması, bu cüretkar adama duyduğu aşkı engelleyemiyordu...

***

Şişman ve şöhretin çok uzağında olduğu günlerden itibaren kendisiyle beraber olan kocasına dönüp şöyle diyecekti:

-“Benim gardiyanımmış gibi davranıyorsun... Beni hiç yalnız bırakmıyorsun... Her şeyimi kontrol ediyorsun... Çok kötü bir gardiyansın ve bütün bu yıllar boyunca beni baskı altına aldın... Şimdi de bu ilginden boğuluyorum...”

***

Kocası Maria’yı kaybetmekte olduğunu anlamıştı... Son bir kez Onassis de varken 3’lü bir buluşmayı denedi... Bu görüşmede Onassis’i “sen hırsız ve katilsin” diye aşağıladı... İki erkeğin arasında kaldığını anlamıştı Maria... Sarsılarak ağlamaya başladı...

***

Onassis ise ona şu cevabı verdi:

- “Evet, ben bir yüz karasıyım, bir katilim, bir hırsızım, iyi biri değilim, dünyadaki en iğrenç insanım fakat bir milyonerim ve güçlüyüm... Maria’dan asla vazgeçmeye niyetim yok... Her türlü yolu kullanıp insanları, kontratları, anlaşmaları ve her şeyi cehenneme gönderip onu kimden kaçırmam gerekiyorsa ondan kaçıracağım... Şimdi söyle, Maria için kaç milyon dolar istiyorsun? 5 mi 10 mu?..”

*****

HAMİLE KALIP ALDIRDIĞI ÇOCUK...

Bir kadın için bir erkeğin katil, hırsız ya da beş para etmez birisi olması hiç önemli değildi...

Bir erkek onun için ne yapabiliyor, neleri göze alabiliyor?..

Karizma ve çekicilik buydu bir kadın için...

***

Tiraddan sonra kocasını bıraktı ve gitti...

Maria evli olan Aristotelis Onassis’in metresi oldu...

Dokuz yıl, mutluluk ve kâbusun karışımı bir hayat yaşadı....

Onassis onun her şeyiydi...

Bir gün 43 yaşındayken Onassis’ten hamile kaldı...

Çocuğu doğurmak istiyordu...

İsmini bile koymuştu...

Yunan denizlerinin babası, şairi, ozanı Homeros’tan esinlenerek Omero adını koymuştu karnındaki bebeğe...

***

Oysa Ari Onassis hiç öyle düşünmüyordu:

-“Böyle bir skandalı kaldıramayız, aldır çocuğu...” dedi...

Aldırmazsa terk edeceğini söyledi Maria’yı...

Maria, aldırdığı bebeği elleriyle giydirip Bruzzano Mezarlığı’na gömmek zorunda kaldı...

*****

ONASSİS’İN YENİ AŞKI...

Bir süre sonra; Ari Onassis, öldürülen Amerikan Başkanı John Kennedy’nin eşi Jackie Kennedy’le karşılaştı ve ona âşık oldu... Ünlü yatına Jackie’yi alıp, geziye çıktı ve Maria’yı yata almadı... Maria yıkılmıştı...

Yeniden müziğe sarıldı ve dağılan parçalarını toplamaya başladı...

***

Şarkılarıyla küllerinden yeniden doğacaktı... 1968’de Ari ve Jackie, Skorpios Adası’nın küçük bir kilisesinde sessiz sedasız evlendiler... Maria matemdeydi:

-“Önce kilo kaybettim, sonra sesimi. Ve şimdi de Onassis’i...” diyecekti...

***

Ari onu reddetmesine rağmen o hâlâ Yunanlı milyonere âşıktı... 1969’da gazetecilere şöyle dedi:

-”O benim aşkım ve aynı zamanda benim en iyi arkadaşımdı... Ayrıldık ama hiçbir şey değişmedi..."

***

Nitekim Jackie’yle evlendikten bir kaç gün sonra Ari, Maria’yı reddetmekte hata ettiğini anladı... Maria zamanı geçmiş ve sesini kaybetmiş olabilir, Jackie kadar göz alıcı olmayabilirdi; Ancak onu hayatında yeniden görmek istiyordu... Maria onun bir parçasıydı...

***

Onassis yeni evlendiği eşinin hızına yetişmekte güçlük çektiğini fark ederek Maria’ya giderek daha da çok yaklaşmaya başladı... Ancak yaşadığı bunca fırtınadan sonra, genç Jackie onun gençleşmesini sağlamış görünürken, erken ölümünün de habercisi olacaktı... 1975 yılında hayata veda etti...

***

Maria o sırada onunla beraber değildi...

Şöyle dedi ölümün ardından:

-“Birdenbire dul kaldığımı hissettim...”

***

Onassis’in ölümünden sonra eve kapandı, müziği tamamen bıraktı...

Sadece iki yıl dayanabildi ve 54 yaşında kalp krizi geçirip öldü... Dünyanın en ünlü opera sanatçılarındandı Maria Callas...

Bugün onun 92. doğum günüdür...

Yazının devamı...

Hasan Pulur’u son gördüğüm gün...

Aile gazetem olan Milliyet’in Olaylar ve İnsanlar köşesiyle en önemli yazarıydı Hasan Pulur... Henüz gazeteci değildim... Üniversitenin birinci sınıfında, gazeteci olmak için okuyordum... 1979 yılında Milliyet’in efsanevi genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi öldürüldü...

İpekçi öldürülünce, onun gibi bir efsanenin iki yardımcısından Hasan Pulur mu, Turhan Aytul mu yeni genel yayın yönetmeni olacak sorusu sorulmaya başlandı...

***

Aydın Doğan gazeteyi yeni almıştı...

Hasan Pulur gazetede önemli ve ünlü bir köşe yazarıydı... Genel yayın yönetmenliği görevini Turhan Aytul’a verdi... Hasan Pulur bu karardan pek memnun olmamıştı...

Köşesi çok okunan ve Türkiye’nin nabzını tutan efsane bir köşeydi...

Erol Simavi’den gelen teklifi hemen kabul etti ve “televizyonda yayınlanan büyük reklam kampanyalarıyla Milliyet’ten Hürriyet’e transfer oldu...”

Hürriyet; Hasan Pulur’un köşesi Olaylar ve İnsanlar’ın transferini “Yılın transfer bombası” olarak lanse ediyor; rakibi Milliyet’e büyük bir gol atmış olmanın keyfini yaşıyordu...

***

Milliyet aileden okuyucusu olduğum gazeteydi... O sıralarda ben de aralıksız 10 yıl boyunca çalışacağım Milliyet gazetesine yeni girmiştim...

Hasan Pulur’un; genel yayın yönetmeni olmasına kızarak gittiği Turhan Aytul, Milliyet’te genel yayın yönetmenim olmuş; ben Milliyet’te gazeteci olmanın mutluluğunu yaşarken, okuyucusu olduğum Hasan Pulur’un Milliyet’ten ayrılmasının hüznüyle başbaşa kalmıştım...

***

Milliyet gazetesinin Ankara bürosunda ve İstanbul’da beş yıla yakın çalıştıktan sonra; gazete beni Atina’ya göndermişti...

Atina günlerimde Hasan Pulur, Milliyet’teki yuvasına yeniden döndü...

Milliyet’in Cağaloğlu’ndaki merkezinde, Hasan Abi’nin odası Dış Haberler’in bitişiğindeydi... Gazetede hafiften palazlanmış, televizyonun popülaritesiyle, hatırı sayılır muhabirlerinden biri olmuştum... Babamın, annemin hayran olduğu usta yazarın odasına girip, uzun uzun sohbet edecek bir konuma geldiğimi hissediyordum...

Atina’dan İstanbul’a her geldiğimde, yardımcısından rica eder, Hasan Pulur’un odasına dalardım...

***

İlginç bir adamdı Hasan Pulur...

Kalemiyle, köşesiyle sanki bütün Türkiye’yi kendisine hayran bırakan ünlü yazar kendi değilmiş gibi davranır, karşısındaki genç Atina muhabirine aşırı ihtimam gösterirdi...

Bana Yunanistan’ı sordukça, Türk-Yunan ilişkilerinin grift noktalarını benden öğreniyormuş gibi davrandıkça, iyice havaya girer; akşam eve gittiğimde annemle babama hava atardım...

-”Bugün Hasan Pulur bana Yunanistan’ı sordu... Ona uzun uzun anlattım...” türünden ifadeler kullanırdım...

Annemle babamın hayran bakışlarından; “kendime büyük gazeteci payeleri biçerdim...”

***

Gençtim; büyük bir yazarın mütevazılığının ve çelebiliğinin; görmüş geçirmiş bilgeliğinden kaynaklandığını fark edemeyecek kadar, aynamda kendi yaptığım işlerle meşguldüm...

Hasan Pulur, 27-28 yaşındaki Atina muhabiri genç gazeteciyi, ülkenin en ünlü gazetecisi gibi ağırlıyor ona “ne büyük bir gazeteci olduğunu” hissettiriyor, ondaki gazetecilik aşkını coşturuyordu...

*****



HASAN ABİ’YE NE OLUP BİTTİĞİNİ ANLATTIĞI GÜN!..

Bu olayın üzerinden 25 yıl geçti... 2011 yılında Aydın Doğan; Vatan ve Milliyet gazetelerini Demirören-Karacan grubuna satmaya karar verdi... Devir teslim töreninde, Milliyet’le Vatan yazarları, yöneticileri, çalışanları ve eski yeni patronlar bir aradaydı...

***

Köprülerin altından çok sular akmış, 25 yıl önce Hasan Pulur’u Cağaloğlu’ndaki odasında Atina’dan gelişinde ziyaret eden, genç Atina muhabiri, aynı “meslek ustası” gibi, köşe yazarı olmuş, devir teslim törenini onunla beraber izleyecek bir tesadüfe denk gelmişti...

***

Çok yoğun bir gündü gazeteci için devir teslim töreni...O hengamenin ortasında, “meslek ustası”nı görmüş, hemen Hasan Pulur’un yanına doğru seyirtmişti... Uzunca bir süre, fısır fısır konuşmuşlar; Hasan Pulur 25 yıl önce olduğu gibi, efsane yazar kendisi değilmiş gibi, gazeteciden ‘ne olup bittiğini’ sormuştu...

Gazeteci, yine eski günlerdeki gibi, meslek ustasının yanında, kendini ‘önemli bir gazeteci’ gibi görmeye başlamıştı; Hasan Abi’sine ‘ne olup bittiğini’ anlatmıştı!..

*****

HASAN PULUR ODASINDA ACI ÇEKERKEN...

Gazeteci, uzun yıllar muhabirlik, temsilcilik, büro şefliği, televizyon program yapımcılığı, genel yayın yönetmenliği ve yazarlık yaptıktan sonra, son yıllarda, teknolojideki gelişmelere paralel, artık gazetede bulunmuyordu...

Yazılarını evindeki çalışma ofisinde yazıyor, oradan gönderiyordu...

***

Gazetenin patronlarıyla uzun zamandır ailecek tanışıyordu...

Buna rağmen gazetelerin iç işlerine hiç müdahil olmaz, otuz yıl aktif yürüttüğü meslekte, yeni bir aktif görev almanın çok uzaklarında bir hayat çizgisinde yaşardı... Göreceğini görmüş, yaşayacağını yaşamıştı...

Artık yazı yazarak, hayata ve tarihe tanıklık etmek istiyordu...

***

O günlerden bir gün, aylar sonra ilk kez gazeteye uğramış, gazetelerin sahibi Erdoğan Demirören’le 20 dakika süren bir sohbet yapmıştı...

Milliyet gazetesinin yönetiminde bir ayrılık yaşanıyordu o günlerde...

Gazeteciyi uzaktan yakından ilgilendiren bir durum yoktu Milliyet’teki yönetim değişikliğinin...

***

Erdoğan Demirören’in odasından çıktığında, 30 yıl önce Milliyet’te çalışan yardımcı hanımı gördü gazeteci...

Kadının gözlerinin içi gülmeye başlamıştı gazeteciyi görünce..

-“Hasan Bey aşağıda odasında Reha Bey...” diyordu...

Ne odasını görmüşlüğü vardı, ne de uzun zamandır Hasan Pulur’u...

-“Öyle mi?..” dedi...

Koşa koşa indi merdivenlerden...

Hasan Abi’sinin odasına girdi...

Doğru düzgün yürüyemiyordu Hasan Abi ve acı çekiyordu... .

***

Uzun uzun sohbet etti onunla gazeteci... Ordan, burdan, şurdan... Konu konuyu açıyor, sohbet bitmek bilmiyordu...

Hasan Abi; kendisini yine “27 yıl önce olduğu gibi çok önemli bir gazeteci gibi hissettirmeye başlamıştı...”

17 yaşındayken; babasının ve annesinin, hayranlıkla okuduğu aile gazetesinde yazan bir efsane meslek ustasının yanında mutlu mu mutluydu gazeteci...

Babasının kırk yıllık arkadaşıyla konuşuyor gibi, sıcak ve samimiydi duyguları... Odada uzunca bir süre kaldıktan sonra, kalktı ve başka hiçbir odaya uğramadan gazeteden ayrıldı gazeteci...

*****

MİLLİYET OPERASYONU VE HASAN PULUR’UN ANLATTIĞI “DOĞRU”SU...

Bir süre sonra internet siteleri inanılmaz bir haberle çalkalanmaya başladı...

-“Reha Muhtar Milliyet gazetesini gezmiş ve başına geçmeye hazırlanıyordu...”

Önce bu bir şaka mı diye düşündü gazeteci... Sonra, kurmaca haberde “gazetenin yazar katına girdiğini, oraları gezdiğini, bir tür teftiş ettiğini” öğrendi!!!

***

Yalan haberi hayasızca tedavüle sokanlar; sanal olayın tepkilerini örgütlemiş ve dört başı mamur bir “psikolojik harekat” haberi çıkarmışlardı...

Niye ve hangi sıfatla konuştuğu belli olmayan bazı adamlar; Hasan Pulur’la gazetecinin 30 yıldır başbaşa yaptığı çelebi sohbetlerden operasyon malzemesi! çıkarmışlar gazetecinin üstüne gelmeye başlamışlardı...

***

Oysa gazeteci, hayatta nerede görse, Hasan Pulur’la sohbet etmek için can atardı...

Onu insan olarak bilirdi...

Dost olarak, abi olarak...

Hasan Pulur; gazeteciyi 30 yıl boyunca her zaman önemli bir gazeteci hissettiren bir meslek büyüğüydü...

30 yıl boyunca Usta’yla hiçbir gazete için dedikoduları olmamıştı ikisinin...

***

Öldüğünü haber aldığında, bir hüzün dalgası geçti gazetecinin gözlerinin önünden...

O sıralarda zor yürüyen yaşlı efsane Milliyet yazarıyla, 10 yıl Milliyet’te çalışmış gazetecinin son görüşmelerini hatırladı...

Bu veda görüşmesini bile, “pis bir kumpasa alet edenleri” düşündü...

Amaçlarını biliyordu...

“Milliyet gazetesi” için planlamış oldukları projeyi de...

Aydın Doğan’dan satın alırken, sonradan ayrılan ortaklardan birinin arkasından kimlerin gazeteyle ilgili neyin planlandığını da...

İlgisi olmadığı için üzerinde durmamıştı...

Ancak kirli kumpas, onun ilgisiyle ilgilenmiyordu...

***

Kendisinden olmayan herkesi iftirayla saf dışı bırakmaya uğraşıyordu... Gazetecinin görüştüğü Hasan Pulur; ona hep şöyle derdi:

-“Hayat bana bir süre sonra bu gazete çekişmelerinden uzak durmasını öğretti... Abdi’nin (İpekçi) ölümünden sonra bir dönem beni de içine çekmeye çalıştılar bu gayya kuyusunun... Sonra yazarlıkta karar kaldım... O gün bugün hep huzurlu geçti meslek hayatım... Sana da tavsiyem kendi yolum...”

Hasan Pulur...

O bir köşe yazarının, gazete yönetmeden nasıl efsane olacağını gösteren bir gazeteci rol modeldi...

Yazının devamı...

"Başkalarının senin hakkında düşündüklerini önemseme..."

Toplumsal baskının isteklerine uyarak, kişiliğinin eşsiz olan özelliklerini yok etme...

Dünyanın en saygıdeğer, etkili insanlarının yaşamlarını incelersen, başkalarının kendileri hakkında ne düşündüklerini umursamadıklarını göreceksin...

***

Toplumun düşünce kalıplarının eylemlerine yön vermelerine izin vermektense, kalplerinin kendilerini götürdüğü yere gitme cesaretini gösterdiler onlar...

Kimsenin gitmediği yolları takip ederek, hayallerinin ötesinde başarılar kazandılar...

Başarı kazanma bir popülerlik yarışı değildir...

*****



KALABALIĞI TERK ETTİĞİNDE...

Kalabalığı terk edip, asıl doğana dönmek büyük bir güç ister...

Ama liderlik böyle bir şeydir...

Kalabalığı terk edip, gerçekte olduğun kişiye karşı dürüst olmak...

Kendinle yarışmak...

Gerçeğinle yaşamak...

***

Zaten hayal ettiğin her şeysin...

Sadece yolculuk sırasında bunu unuttun...

O halde asıl amaç, yeni birisi olmak için kendini geliştirmek değil...

Final amaç, gerçekte kim olduğunu keşfetmek ve olman gereken kişi olmaya çalışmaktır...

*****

"KİM OLDUĞUNU HATIRLA..."

Bu gezegende gelişmeye ihtiyacı olmayan tek bir kişi bile yok...

Kendini mükemmellik üzerine geliştiremezsin...

Böyle bir şey olduğunu ima etmen, hayat karşısında yetersiz olduğunu düşünmene ve suçlu hissetmene neden olur...

***

Senin görevin, kişisel gelişim değil kim olduğunu hatırlamak...

Kim olduğunu hatırlamak, yeni doğan çocuğun ideal konumundan çıktığında, kaybettiği esas gücünü yeniden kazanmaktır...

Yolculuk esnasında oluşan korkulardan kurtulmaktır...

***

Hayatını yaşama cesaretine sahip olmaktan daha önemli bir şey yoktur...

***

Kalabalıklar arasında yaşayanlar, hayatlarında bir kez olsun "dur" düğmesine basmazlar...

Altmış saniye için bile olsa neden bu dünyada olduklarını ve ne yapmaları gerektiğini düşünmezler...

TERCİH NOKTASINA ULAŞTIĞINDA...

Kişisel başarı ve liderlik, senin sıradan insanlardan daha düşünceli olmanı gerektirir...

Meşguliyetlerin seni meşgul etmesin...

Daha düşünceli ol...

***

Gerçek yaşamına giden yolda ilerlerken, kalabalıktan ayrılıp kendi değerlerinin, inançlarının ve kalbinin arzularıyla yaşamaya başladığında; arayış içindeki birisi olarak bir "tercih noktasına" ulaşacaksın...

Bu kavşakta nasıl tavır alacağın, geri kalan hayatının nasıl devam edeceğini belirleyecek...

*****

SAHTE KİŞİLİKLERİN MASKELERİ...

Hayatın amacı, eksiksizliğin yuvasına, bozulmamışlığın mekanına, korkusuz ve her şeyi bilen sınırsız sevgiye sahip olan gerçek benliğine yaptığın yolculuktur...

***

Gerçek benliğinden ayrılıp olmadığın insanlara dönüştüğün süreç; etrafındakilerin inançlarını, değerlerini ve davranışlarını aldığın; çevre kültürünü benimseme sürecidir...

***

Gerçek benliğinden ayrılıp, sosyal benliklerine dönüştüğünde, bir boşluk şekillenmeye başlar...

Özgün olan doğanı terk eden, sahte kişiliklerin maskelerini takarsın...

*****

KENDİNE İHANET EDERKEN, MUTLU OLAMAZSIN...

Gerçek kişiliğinle, topluma gösterdiğin yüzün arasındaki boşluk büyüdükçe hayatın daha az yolunda gider...

Yaşamdan daha az keyif alırsın...

Neden mi;

Çünkü kendine ihanet ederken, mutlu olamazsın...

***

Korku sana hakim olmak istediğinde, sevgiye yönelik yaptığın tüm hareketlerle, özgün doğanı hatırlar, onu geri kazanırsın...

Daha büyük bir benliği, dünyaya sunmak için yaptığın her hareket, doğuştan sahip olduğun esas gücünün geri gelmesine yardımcı olur...

BAŞKA İNSANLARIN HAYATLARI...

Birçoğunuz, tüm yaşamlarınız boyunca, gerçek benliklerini gizleyen sosyal maskeler takarsınız...

İnsanlığınızın iç yüzünü göstermek yerine, dünyanın olmanızı istediği kişilerin şekline bürünmek için çaba gösterirsiniz...

Başka insanların söylemenizi istediği şeyleri söyler, giymenizi istediği şeyleri giyer, onların yapmanızı istediği şeyleri yaparsınız...

Sonunda bakarsınız ki, kaderinizin çizdiği hayatı yaşamak yerine, başka insanların hayatlarını yaşamak zorunda kalmışsınız...

Bu yüzden ölümünüz yavaş yavaş olur...

***

Dünya üzerindeki tüm bilgelik gelenekleri aynı sonucu verirler;

Gerçekte olduğun kişiyle tekrar bağlantı kur...

İçinde bekleyen ihtişamı keşfetmek için, düzenli olarak sessiz kalacağın bir zaman dilimi bulmalısın...

Elbette meşgulsün...

Fakat Thoreau'nun dediği gibi,

-"Meşgul olman yetmez... Karıncalar da meşgul... Mesele şu; Neyle meşgulsün..."

IŞIK SAÇMAYA BAŞLADIĞIN AN...

Benliğine hakim olma yolunda üst düzeye çıktığında, hayatın işleyişi ve senin onun içindeki yerin hakkında kendi felsefeni geliştirebilirsin...

En derinliklerindeki parçanla uyuşan, gerçekleri kendine seçersin...

Sana doğru gelen o bilgileri içselleştirirsin...

Sana uygun gelmeyen, duygularına hitap etmeyen fikirleri bir kenara bırakırsın...

Böylelikle kendine ait yasalar ve muhteşem hayatının kişisel anayasası oluşur...

O zaman ışık saçmaya başlarsın...

***

Bilge insanlar, kendilerine her günün son günleri olabileceğini hatırlatırlar...

Böylelikle günlerini korku yerine sevgiye teslim ederler...

Çok zor zamanlarda bile, sıradan olmaktansa, mükemmel olmayı tercih ederler...

(Robin Sharma)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.