Şampiy10
Magazin
Gündem

Rodin'in gizli aşkı

1840 yılında Paris’te doğdu Auguste Rodin...

1857 ile 59 yılları arasında üç kez Güzel Sanatlar Okulu’na girmeye çalıştı...

Üç denemesinde de başarısız oldu, okula kabul edilmedi...

***

Kendi çabasıyla heykel sanatına yöneldi...

1862 yılında kız kardeşi sevgilisi tarafından terk edilmesinin acısına dayanamayarak öldü...

***

Rodin bu olaydan çok kötü etkilendi, kriz geçirdi ve manastıra kapanarak, rahip olmak istediğini söyledi...

Bir süre sonra rahipliği yapamayacağını anladı ve bütün gücüyle heykeltıraşlığa sarıldı...

***

İlk atölyesini kurduğu sırada Rose Beuvet’le tanıştı ve sevgili oldular...

İki yıl sonra bir oğulları oldu...

Evlenmediler Rose’la, çocuğun bütün sorumluluğunu genç kadına verdi, kendisi de ondan hiç kopamadı...

***

Hayatına damgasını vuran aşkı Camille Claudel ise 1864 yılında Rodin’den 24 yıl sonra Paris dışında ufak bir şehirde doğdu...

Orta halli bir ailenin kızıydı...

***

Çocukluğunu çamurla oynayarak, çamurdan heykeller yaparak geçirdi...

1881’de ailesiyle Paris’e taşındılar, Camille akademiye yazıldı...

***

1883’te yaptığı bir büst Rodin’in ilgisini çekti ve Rodin onun öğretmeni oldu...

1884 yılında Rodin, Camille’e bir büstünü hediye olarak gönderdi ve aşkın ilk tohumları böylece filizlendi...

***

O tarihten itibaren Camille’in duygularında Rodin tutkusu gelişmeye başladı...

1885 yılında artık büyük aşk başlamıştı...

Rodin o sırada 45, Camille 21 yaşındaydı...

***

Camille hiç kimseye göstermeden, gizlice seviyordu Rodin’i...

Ailesinin kuşkularını ortadan kaldırmak için Rodin’le birlikte olduklarını inkar etti...

Rodin de ondan farklı değildi...

O da aşkı gizli yaşamayı tercih ediyordu...

Hayatında Rose vardı ve onunla ilişkisi devam ediyordu...

***

Fakat Rose’la Rodin’in ilişkisi aşktan çok bir vefa duygusuna dayanıyordu...

Rose, Rodin’e en zor günlerinde sahip çıkmış onun çocuğunu büyütüyordu...

Rodin onu tamamen bırakmayı hiçbir zaman düşünmedi...

***

Camille, Rose’un varlığını biliyordu...

Fakat “ya o ya ben” demiyordu...

O, Rodin’le rahat bir ortamda sık görüşebilmek istiyordu sadece...


GİZLİ AŞK YUVASINDA İKİ KADININ KAVGASI...

"Gizli aşk" daha baştan bagajlarla yüklü bir aşktır...

Onların gizli aşkının bütün bagajını da Camille yaşıyor gözüküyordu...

***

Buluşacakları, sevişecekleri, sohbet edecekleri bir evi özlüyordu...

Bu isteğini Rodin’e söyledi...

Rodin onu kaybetmemek için bir ev kiralamaya karar verdi...

Hem heykeltıraş atölyesi hem gizli aşk yuvası olacak bir yerdi burası...

***

“La Clas Payen” isimli ev böyle kiralandı...

Evin özelliği, bir zamanların ünlü aşıkları Musset ve George Sand’in de bu evde oturmuş olmalarıydı...

Camille mutluydu...

Kendini Rodin’in metresi gibi değil, gizli karısı olarak görüyordu...

***

Rodin-Camille aşkı heyecanlı bir şekilde sürerken “gizli aşk yuvasına” Rodin’in evde olmadığı bir sırada Rose geldi...

Rose ünlü heykeltıraşın sokak kadınları ve modellerle yaşadığı kaçamaklara ses çıkartmamıştı...

***

Ancak Camille’le ilişkisinin tehlikeli olduğunu düşünüyordu...

İki kadın arasında “ev”de müthiş bir kavga çıktı...

Rodin olayın üzerine geldi...

Camille’e değil, Rose’a sahip çıktı...

***

Onunla birlikte gitti, bir süre gizli aşk yuvaları Le Clas Payen’e uğramadı...

Tam bu sırada Camille annesi tarafından kendi evinden de kovuldu ve zorunlu olarak “gizli aşk yuvalarında” yaşamaya başladı...

***

Rodin iki evinde Rose ve Camille’in yaşadığı, iki kadın arasına sıkışmış bir erkek konumundaydı...

Camille’i sevmekteydi fakat Rose’u bırakamazdı...

CAMİLLE HAMİLE KALIYOR

Camille, 1889 yılında alçıdan yaptığı “Sakuntula” heykeliyle ödül kazandı...

Başarılı bir heykeltıraş olarak ismi duyuluyordu...

***

1892 yılında Rodin’den hamile kaldı Camille...

Çocuğu gizlice doğurmak için Islette şatosuna taşındı...

Yalnızlık içinde hamilelik dönemini yaşadı...

Rodin onun yalnızlığını yeterince paylaşmadı...

Bebek doğarken öldü...

***

Camille için bu olay Rodin’le yaşadığı aşkta dönüm noktasıydı...

İlişkilerini askıya alarak, kendi ayakları üzerinde durmak istedi...

Yoksulluk çekerek kendisine ufak bir atölye kiraladı ve heykeller yapmaya başladı...

Güzel Sanatlar Akademisi üyeliğine kabul edildi...

***

Ve sonra Rodin’le yeniden ilişki kurdu...

Ancak Rose nedeniyle ilişki bir daha koptu...

Bu arada Rodin’in ünü yayılmaktaydı ve artık başka ilişkileri vardı...

***

1905’te Camille’in akıl sağlığı açtığı bir sergiden sonra kötüleşti...

Yaptığı heykellerden bir kısmını kendi elleriyle kırdı...

Paranoid davranışların içine girdi...

Korku ve kuşku krizine, girdabına sürüklendi...

Kimsenin bilmediği yerlere kaçmaya ve saklanmaya başladı...

***

1913 yılına kadar bu kötü koşullarda yaşadı ve akıl sağlığı iyice bozuldu...

Ailesinin özel isteğiyle akıl hastanesine kondu...

Kapatıldığı akıl hastanesinden çıkmak için ailesine sürekli mektuplar yazdı Camille...

***

Bu mektupların hiçbir faydası olmadı...

Camille yaşadığı acılı hayatın, çaresizliğin ve üzüntünün gölgesinde tam otuz yıl akıl hastanesinde kaldı...

Ekim 1943’te öldü...

Yapayalnızdı öldüğünde...

Kimsesizler mezarlığına gömüldü...

***

Daha sonra gömülü olduğu arazi istimlak edilince Camille’in mezarı kayboldu ve bulunamadı...

(Mehmet İnanç Turan’ın Tarihin Silinmez Mürekkepli Aşklar’ı kitabından)

CAMİLLE CLAUDEL’İN RODİN’E YAZDIĞI NOT...

Rodin 1895 yılında ilişkisinin koptuğu ve durumunun kötü olduğunu bildiği Camille Claudel’i Cumhurbaşkanı ile tanıştırmak için Akademi’deki sergiye davet etti...

***

Camille’in Rodin’e yazdığı cevap şöyleydi:

Mösyö Rodin,

Beni Cumhurbaşkanı ile tanıştırmak üzere yaptığınız nazik davete teşekkür ederim...

Atölyemden iki aydır dışarı çıkmadığım için, bu etkinliğe uygun bir kıyafetim yok...

Elbisem serginin özel açılışı için ancak yarın gelecek...

Üstelik ‘mermerden küçük kadınlar’ın üzerinde çalışıyorum...

Bazı ‘çatlamalar’ oldu...

Bütün gün onların üzerinde çalışmak zorundayım...

Yarın açılışa hazır olurlar umarım... (Eğer sergilenme zamanları geldiyse tabii)

Beni bağışlayın ve iyi niyetime inanın...

Teşekkürlerimle...

Camille Claudel”

***

İnanılmaz bir ironiyle yazılan bu nottan sonra Camille Claudel sergiye ne “küçük kadınlar” heykelini gönderdi ne de sergiye katıldı...

Merak edip atölyesine gidenler, atölyede “Camille yerine sadece kiralanmış kırmızı bir elbise” buldular...


RODİN’İN ÖLÜMÜ...

Rodin Camille’le aşkından sonra kamuoyuna yansıyan birkaç aşkın daha içinde buldu kendisini...

Ancak Rose’u hiçbir zaman terk etmedi...

***

Ocak 1917’de nihayet Rose’la evlenmeye karar verdi...

Evlendikten sadece 15 gün sonra Şubat 1917’de Rose zatürreden öldü...

Rodin muhtemelen kendisine çocuk veren ve onu bütün bir ömür sabırla bekleyen kadını, bir kez mutlu etmek istemiş ve ölmesinin yakın olduğunu bildiğinden, onunla evlenerek son günlerinde mutlu olmasına çabalamıştı...

***

Sıra Rodin’deydi...

Kaderin garip bir tecellisi, o da aynı yıl yani 1917’nin Kasım’ında ölecekti...

Camille Kimsesizler Mezarlığı’na gömülürken, Rodin vasiyeti üzerine Rose’un yanına gömüldü...

Onların mezarlığının yanıbaşında bir Rodin'in Düşünen Adam heykeli bulunacaktı...

Yazının devamı...

40. yılında Şamdan... Genç gazetecinin eşiyle Şamdan’da yediği ilk yemek...

Birbuçuk yıl önce evlenmişti gazeteci...

25 yaşındaydı...

Beş yıl gibi kısa bir süre içinde, büyük badireler atlatmış, kısa süre içinde kolay gelinmeyecek bir noktaya gelmişti...

Milliyet gazetesi onu, Atina büro şefi göreviyle yurt dışına gazeteci olarak gönderiyordu...

***

Kadrosuz, sigortasız, telifle geçen 20’li yaşların ilk yarısının ardından, sebat ederek, günler ve geceler boyu çalışarak elde ettiği bu “mesleki başarı”, gazetesinin dış politika alanındaki bütün ağır toplarını rahatsız etmiş; “genç adam, nasıl oldu da hiçbir derin bağlantısı olmadan böyle bir göreve geldi” diye sorulmaya başlanmıştı...

***

İstanbul’da gazetenin merkezinde gece gündüz çalışarak Atina’ya göreve gitmeyi beklediği günlerdi...

Ankara’daki evini kapatmış, eşiyle anne babasının evinde geçici olarak ikamet ediyordu...

1984’ü; 85’e bağlayan yılbaşı gecesiydi...

Eşine;

-“Seni bu gece Şamdan’a götüreceğim... Yılbaşını ünlü gece kulübünde kutlarız... Atina öncesi Türkiye’deki son yılbaşımızı unutulmaz kılarız...” demişti...

***

Gazetedeki bağlantılar kanalıyla; ünlü gece kulübünde yılbaşı gecesi için rezervasyon yaptırmıştı...

Yemekten sonra kulübe de devam ederlerdi isterlerse...

***

Babasının arabasıyla eşini Şamdan’a götürdü o gece genç gazeteci...

Şamdan, adı İstanbul’dan tüm Türkiye’ye dalga dalga yayılan ülkenin en ünlü gece kulübüydü...

Şamdan’a gitmek, Şamdan’ın bir parçası olmak, Şamdan’la bütünleşmek, “İstanbul gece hayatının zirvelerinde gezinmek” anlamına gelirdi...

Ünlü sanatçılar, gazetelerin en tepelerinde görev yapan gazeteciler ve patronlar, genel yayın yönetmenleri, aktörler, aktristler, celebrity’ler, star’lar, futbolcular, şarkıcılar, mankenler, iş dünyasının renkli simaları; Etiler’deki bu küçük mekanda boy gösterirlerdi...

***

İki katlı villanın “müşterisi olmak”, İstanbul sosyetesinin zirvelerince kabul görmek, gece hayatının renkli simalarından biri olarak addedilmek, hayatın dolçe vitasını, Fellini’nin Roma’sını andıran bir İstanbul platosunda yaşamak anlamına gelirdi...

Magazin dergilerinde boy boy çıkan fotoğraflar, hep Şamdan isimli gece kulübünün önünden çekilirdi...

***

Gazeteci; yılbaşı gecesi karısının yanında rezil olmamak için, gazeteden rezervasyon yaptıran hanım görevliye, masa meselesini iyice tembihlemişti...

Gidip de “masamız yok bu gece” denirse, karısının yanında rezil olacağını düşünmüştü...

***

Restorana geldiklerinde; “Yemekten sonra geceye kulüpte devam edecek misiniz?..” diye sormuşlardı...

Genç gazeteci, “çok uzun bir süre için değil...” demişti...

O zamanlar anlamamıştı;

Bu cevap; yemek masasının yerini ve konumunu da belirliyordu...

Kötü olmayan ancak pek de faça sayılmayan bir masa vermişlerdi genç karı kocaya...

Gazeteci yine de mutluydu...

Atina’ya gidiyordu...

Gitmeden önce ülkesindeki son yılbaşısını eşiyle Şamdan’da geçiriyordu...

Hayatın etrafa parıltılar saçtığı gecelerden biriydi...

*****

ASKER DÖNÜŞÜNÜN KUTLANDIĞI ŞAMDAN’DA BİR GECE VAKTİ...

Üç yıl sonra; genç gazeteci, askerlik görevini bedelli yapmak üzere Türkiye’ye dönmüştü...

Hem askerliğini yapacak, hem yazdığı kitabı baskıya hazırlayacak, askerlik dönüşü İstanbul’da ilk kitabını okuyucuya imzalayacaktı...

***

Üç yıl önce Atina’ya gitmeden önce yılbaşı yemeğini başbaşa yediği eşinden ayrılmıştı...

Yalnızdı hayatta ve yaşadığı Yunan başkentinde...

Gazetecilikten başka tutunacağı hiçbir dal kalmamıştı...

Askerliğin bittiği gün, Burdur’daki askerlik arkadaşlarıyla İstanbul’da; yine o ünlü gece kulübüne gitmek üzere sözleşti...

***

Şamdan’da mükemmel bir gece geçireceklerdi...

Kitabı çıkmış, vitrinlerin raflarını süslemeye başlamıştı...

İki gün sonra İstanbul’da kitap fuarında imza günü olacaktı genç gazetecinin...

Şamdan’da meslek hayatının yazarlıkla taçlanmasını istediği yeni evresini, askerliğinin ve evliliğinin bitişini selamlayacaktı...

*****

ŞAMDAN’IN FAÇA MASALARINDA FIRTINA GİBİ GEÇEN 15 YIL...

Yıllar yılları kovalayacak ve genç gazeteci, 1995 yılının sonlarından başlayarak, 1996 yılıyla birlikte televizyonlarda fırtınalar estirmeye başlayacaktı...

Ebru Gündeş’in; “Fırtınalar Koparsa Kopsun...” şarkısının hit olduğu yıllardı...

Gazeteci, o şarkıyı bir sevgiliye değil, hayatında tek sevgili olarak addettiği “gazetecilik aşkına ithafen” söylerdi...

***

Fırtınalı 15 yıl; aynı zamanda Şamdan’da fırtına gibi estiği yıllardı gazetecinin...

Bir zamanlar eşiyle 25 yaşında gittiği bu ünlü gece kulübünde “bana masa vermezlerse rezil oluruz kaygısıyla” girdiği kapıdan, şimdi bir kuyruklu yıldız gibi süzülüyordu...

Ya da öyle süzüldüğünü zannediyordu...

Masadan gece herkesle birlikte kalkmaz sohbete devam ederse, onun kalktığı saate kadar kulüp açık tutuluyordu...

***

Bu Şamdan’ın “çok özel müşterilerden biri olmak” demekti...

Şamdan; aslında bir gece kulübü mekanı olmanın çok ötelerinde; “bir kabul görme, bir ispat, bir meydan okuma” mekanıydı...

Çevreye ve topluma...

“Görün bakın ben kim oldum” dercesine...

***

Gazeteci, Şamdan’a artık yalnız gitmiyordu...

20-30 kişilik televizyon ekibiyle gece kulübüne giriş yapıyor, kendini kuyruklu yıldızların sönmeyen pırıtlısında, şizofrenik hayallerin Don Kişot’vari kahramanlığında yeldeğirmenleriyle savaşırken buluyordu...

***

Gazetecilikte Atina’ya gidilen 1984’ü 85’e bağlayan geceden başlayarak, 2009 yılının bir Mayıs sabahına kadar devam etti Şamdan macerası...

O Mayıs gecesi o sırada program yaptığı televizyon program ekibini Şamdan’a götürmüştü...

Kendini yine “soyut bir Don Kişot kahramanlığın, görünmez mertebesinde” hissediyordu...

***

Oysa o gecenin ve sabahının, o güne kadar yaşadığı 25 yıldan farklı bir özelliği vardı...

Gecenin sabahında, gazetecinin çocukları doğacaktı...

Şamdan’dan ayrıldı...

Eve gitti; duş aldı ve hastaneye gitmek üzere yola çıktı...

O gün Şamdan’a son kez gitmişti...

***

Çocuklarla başlayan hayat; 25 yıllık bir gazetecinin bohem Don Kişot’luğuna son veriyor, hayatın yeni bir evresine merhaba diyordu...

Dün gece; Türkiye sosyetesinin kabul mekanı Şamdan’ın 40. yıldönümüydü...

Muhteşem bir davet veriyordu Şehnaz-Mehmet Tuna çifti Şamdan’da yılların eskitemediği dostlarına...

Gazeteci, yanıbaşında ders çalışan ve cıvıl cıvıl oynayan çocuklarına baktı...

“40. yılında Şamdan yazısını” yazmaya koyuldu...

Kitaplığıyla denizin bir masa ışığının konsantre sarısında; kadrajlandığı ahşap yazı masasında...

Yazının devamı...

Bir kadının en güzel yeri neresidir?..

Henüz kırılmamışsa KALBİ...

Kırılmışsa; ıslak bakan GÖZLERİ...

Artık ağlayamıyorsa, DUDAĞININ yanına yerleşmiş hüznü...

Hüznü bile hissetmiyorsa artık; buz tutmuş PARMAKLARI...

Isınmıyorsa, konuşmuyorsa ve artık hiç gülmüyorsa;

Anılarda kalmış ÇOCUKLUĞU...

Ama mutlaka tatlı bir yeri vardır KADININ...

Yeter ki onu severek bakan bir çift göz olsun üstüne...

*****

"BEL FITIĞINDAN SAKAT KALACAKSIN DİYEN DOKTORA İNANMA ŞERARE..."

Ali Genç, TRT'de Ateş Hattı programını yaparken, benim editörlerimden biriydi...

İletişim Fakültesi'ni bitirmiş akademisyen olarak doktorasını yapıyordu...

Sonra üniversiteden ayrıldı Show Haber'e yanıma geldi...

Haber müdürlerimden biri oldu...

Bir süre sonra da Akşam gazetesine genel yayın yönetmeni...

Show Haber'de benimle birlikte tüm arkadaşlarıma operasyon yapılınca, Ali de Akşam gazetesinden ayrıldı...

Türk Hava Yolları'na basın müşaviri olarak girdi...

O gün bugündür orada...

TRT'de benimle çalıştığı yıllarda, okuldan sınıf arkadaşı Şerare Genç'le evlendi...

Çokça TRT eski genel müdürü Prof. Tayfun Akgüner ile Prof. Nükhet Güz'ün, bir miktar da benim elimde büyüdüler karı koca...

***

Birkaç hafta önce beni arıyor Ali...

-"Abi sana hatalı ameliyat yapan doktor hangisiydi?.. Şerare yürüyemiyor... Bel fıtığı oldu... Birkaç doktora gittik... Ameliyat şart diyorlar... Sakat kalacak... Zaten ayakta duramıyor... hatalı ameliyat yapana gitmeyelim... Hangi doktora gitmemizi tavsiye edersin?.."

-"Hiçbir doktora..." diye cevap veriyorum...

-"Fizyoterapist Ertuğrul Ural'a gidin... Bana Türkiye'nin bu alandaki en iyi doktoru, MR'ımı çektikten sonra; tam on yıl önce 'şimdi ameliyat olmazsan sakat kalacaksın' dedi; Sürüne sürüne odasını terk ettim...

Ertuğrul Ural fizyoterapi uyguladı... Sonraki durumumu birazdan anlatırım... Ama bel fıtığını ameliyat etmezsek sakat kalırsın diyen doktorun peşinden gitmeyin... Benim önerimi dinleyin..." diyorum...

*****

BİR AY SONRA ŞERARE'NİN DURUMU...

Şerare ve Ali Genç; benim boşu boşuna bir şey söylemeyeceğimi biliyorlar...

Önerimi göz ardı etmek istemiyorlar; ancak onlara 'hemen ameliyat olunmazsa sakat kalacağını söyleyen dört adet hipokratın varlığını da' yok saymak istemiyorlar...

***

Bense, iki kardeşimin göz göre, gereksiz bir ameliyata girmesine engel olmaya çalışıyorum...

Sonunda dört doktorun kesin tavsiyesine! rağmen, Şerare'yle Ali'yi; Ertuğrul Ural'a göndermeye razı ediyorum...

***

Bir ay sonra Şerare Genç telefonla arıyor beni;

-"Abi sana ne kadar teşekkür etsem azdır... Ertuğrul Bey, beni iyileştirdi... Ayakta duruyorum... Yürüyorum... Spor yapmaya bile başladım... Çok ama çok teşekkür ederim..."

*****

SAKAT KALACAK DEDİKLERİ BACAKLAR, GÜNDE 110 KAT ÇIKIYOR, 15 KİLOMETRE YÜRÜYOR, 8 KİLOMETRE KOŞUYOR...

Şerare'yi dinlerken, 10 yıl önceki halim gözümün önüne geliyor...

Türkiye'nin bu alanda en iyi doktorunun odasından nasıl çıktığımı hatırlıyorum...

Yanımda ülkenin eski milli basketbolcularından biriyle, nasıl hastaneden çıkarak Nişantaşı'da Ertuğrul'a kendimi attığımı anımsıyorum...

***

Yürüyemezken ve doktor 'hastaneden gitme bu gece burada kal yarın ameliyata alalım' derken, nasıl iç sesimi dinleyerek;

-"Ertuğrul'a bir seans gittim... Birkaç seans daha gitmeden ameliyat olmam" dediğimi hatırlıyorum...

***

Dün annemle babamın yürümekte çektikleri güçlükleri çözebilmek için gördüğüm Ertuğrul'la konuşurken, o günler bir daha gözümün önünde canlanıyor...

-"10 yıl sonra, ameliyat olmayan ve hiçbir tıbbi müdahale görmeyen halimle şimdi günde 15 kilometre yürüyorum... Haftada 5 kez 110 kat çıkıyorum... Ağırlık kaldırıyorum... Belirli günlerde 300 mekik çekiyorum... Haftada iki gün 8 kilometre koşuyorum..." diyorum Ertuğrul'a...

-"Ben bir şey yapmadım... Sen kendin yaptın..." diyor...

-"Vücut kendi kendini yeniler... Ben de ona yardımcı oldum tedaviyle sadece... Sen hayatını değiştirdin... İçinden geldiği gibi ve mutlu olduğun şekilde, stres ve gerginlikten uzakta iç sesini dinleyerek yaşamaya başladın... Hiçbir tıbbi müdahale olmadan aynı bacaklar bunu yapıyorsa, bu vücudun mucizesidir..."

*****

KORKUTULARAK AMELİYAT MASASINA YATAN HASTALAR...

Benden sonra; Şerare Genç de aynı yolda yürüyor...

O da ağrılarını atlattı, ayakta durabilmeye, yürümeye ve koşmaya başlıyor...

***

Dün sohbet ederken, yaşadığım bu olayları insanlara aktarmam gerektiğini fark ediyorum...

Böylece; hayata ve insanlara katkı verebileceğimi hissediyorum...

***

Bel fıtığı olayında; bazı doktorların 'sakat kalacaksın' telkiniyle ameliyat masasına yatanları konuşurken;

Ertuğrul Ural şöyle diyor:

-"İnsanları korku yöntemiyle etkileme yöntemi bu...

Korkulan şeyi otorite dedikleri bir doktor söyleyince, insanlar üzerindeki etkisi sonsuz oluyor ve hasta hemen ameliyat masasına yatmayı kabulleniyor... Ameliyat olan kişiyi suçlayamıyorsun... Ne yapsın doktor 'sakat kalacaksın, yürüyümeyeceksin' diyor..."

Yazının devamı...

Sevdiğim şehirlerin kadınları...

Şehirleri gezmek güzeldir...

Ama şehirleri gezerken, şehrin öz kadınlarını gezmeniz gerekir...

Kiralık aşklar değil...

Kirasız gerçek; sahici sevgililer edinmeniz beklenir...

***

Cite-Universitaire’de, bohem bir öğrenci odasında kalmayan bir erkek; Paris’li bir kadını tanımış olmaz...

***

Ambelokipi’nin arka sokaklarında gecenin bir yarısından sonra adres aramayan bir adem; kendisini Atina’yı yaşamış da sayamaz...

***

Balat’ta otantik bir dükkanda, İstanbul’lu iki kadın tarafından intim bir akşama davet edilmeyen bir erkek, kendini İstanbul’lu addedemez...

***

Bir şehri bir erkeğe içselleştiren...

Şehri kendi şehri yapıp sevdiren;

O şehirde rastlayacağı, onunla kendi şehrini paylaşacak; o kadındır...

***

O ‘kadın’ı tanımadan; şehri tanıyamaz erkek...

Hayatında; “şehirden gelen o kadın olmamışsa“ o şehir erkeğin şehri mertebesine erişemez...

***

Islak bir Londra akşamında; muşambalarla kaplı soğuk bir evde ısınmamışsa bir erkek; Londra’yı kendi şehri olarak addedemez...

***

Kimona’nın katlarını sevgilisinin üzerinde görmemiş, sevgilisinin üzerinden çıkartmamış bir erkeğin; Tokyo’su sanaldır...

***

Tokyo’da randevu evlerine Türk Hamamı denir...

Japon sevgili yerine Türk Hamamı’na giden bir erkek; Japon sevgiliyi değil randevu evini görür...

***

Londra’da telefonla telekız çağırmak “sosyete tarafından revaçta bir trenttir...”

Bunu yapan erkek; İngiltere’den çok, kapitalizmin vardığı son noktayı deneyimler...

O nokta Londra değildir...

O nokta uluslararası kadın borsasıdır...

***

Likavitos tepesinde “sevgilinin sıcak evi ve kokusu yerine“, Voukurestiou’da Mavi Pansiyon’un kadınlarını; dolar karşılığı kiralayan erkek; Yunanistan’ı değil, kadın pazarlayan; randevu evi borsasını tanır...

***

Bois De Boulogne’de; arabayla seyir halinde talep edilen “vizite”li kadın; Pont Neuf üzerinde Paris’li sevgiliyle yapılan öpüşmenin sıcaklığından uzaktır...

Bois De Boulogne caddelerindeki şişme bebekler “şişirilmiş güzellikleri“ sunsa da, “sevişmenin sahici ruhsal doyumunu“ veremezler...

***

Berlin; Kurfürstendamm ya da kısa adıyla Ku’damm’da; yol boyu müşteri arayan randevu evi kadınlarıyla “cazibeli bir turistik resim” verebilir...

Ama Platz Der Luftbrücke’deki bira festivalinde bulunur sahici ve gerçek Berlin’li kadınlar...

Uzun zaman sonra yakınlaştığınız; o kadınlardan birinin anısı sizde saklı kalır; Berlin’i sizin şehriniz haline getirir...

***

Şehirler gerçektirler...

Gerçek insanlarla; sahici ilişkilerle; hakikat haline gelirler insan ruhunda...

Hayatı ve şehirleri randevu evi kadınlarıyla görmeye çalışanlar;

Hakikati ıskalar...

Gerçeği yaşamaz...

Kenti özümsemez...

Ülkeyi fark etmez...

Kültürü görmez...

“Kadın”ı, “ruh“unu ve hayatın mozaiğini çözemezler...

Sahici yaşayanlar “sahi” olanı bulurlar...

*****

VİVA BARCELONA...

“Şehirleri gezmek güzeldir...

Şehirleri gezerken şehirlerdeki kadınların içinde gezmeniz gerekir...

Kiralık aşklar kabîlinden değil...

Kirasız sevgiler baabında...”

Paris’te Cite-Universitaire’de bohem bir öğrenci odasında kalmazsanız, esasen Parisli olamazsınız...

***

Atina’da Ambelokipi’nin arka sokaklarında gece vakti bir adres aramamışsanız, kendinizi Atinalı da sayamazsınız...

***

Ve...

İstanbul’da Balat’ta otantik bir dükkânda, İstanbullu bir kadın tarafından intim bir akşama davet edilmemişseniz, İstanbullu da sayılmazsınız...”

***

Böyle diyorum ve devam ediyorum “Sevdiğim Şehirlerin Kadınları” yazısına...

Bir şehri bir erkeğe sevdiren o şehirde rastlayacağınız, sizinle kendi şehrini paylaşacak olan o şehrin kadınıdır...

Yoksa şehir sizin değildir...

Siz de şehrin insanı değilsinizdir...

***

Çaresiz, fantazyalarımla ve sinematografik şizofrenime sığınacağım yine...

Woody Allen’ın Vicky Christina Barcelona’sına...

Ancak dünya güzeli ve seksisi iki çıtır Scarlett Johansson ve Rebecca Hall muhteşem Barcelona dekorunu tamamlasa da, ben yine de ki için için, Penelope Cruz’a içim yanacak...

Onun o deli dolu, feminen ve Akdenizli güzelliği Barcelona’da hayallerimi baştan çıkartacak...

Barcelona...

Messi’nin futbol topuyla vals yaptığı kent...

99 bin kişilik Nou Camp Stadyumu’nun bulunduğu şehir...

Flamenko’nun, Tapas’ın, Paella’nın, patatesli omlet Tortilla’nın kenti... Kadınlar için yaşayan, kadınları da onun için yaşayan Pablo Picasso’nun kenti...

Kertenkele görünümlü mozaik süsleri olan binaların bulunduğu, fakülte dekanının, diplomayı verirken “Bir dahiye mi yoksa bir deliye mi verdiğimi açıkçası kestiremiyorum” dediği Gaudi’nin tasarımlarının olduğu kent...

***

Elbette delicesine bir Akdeniz, sınırsız bir mavilik liman ve tekneler...

Bunların hepsi Barcelona...

Benim hayatımda Barcelona’da bana Barcelona’yı gezdirecek bir sevgilim olmadı...

Muhtemelen bundan sonra da bir Barcelona’lı sevgiliyle gezerek içine girmeyeceğim bu şehrin...

Önemi yok...

Futbol starı İbrahimoviç’in “Burası Barcelona... Burada her şey farklı...” dediği şehrin adı Barcelona...

Viva Barcelona..

Yazının devamı...

Mutluluğun sırrı...

Mutluluğun sırrı basittir...

Yapmayı sevdiğin bir şeyi bul, tüm zihin gücünü, tüm enerjini bu sevgine yönelt...

Bolluk yaşamına adeta akacak ve tüm arzuların kolayca yerine gelecek...

*****

GÜZEL ŞEYLERİN TUTSAĞI...

Güzel şeylerin olsun...

Ama onların tutsağı olma... Onlara sahip ol...

Ama onların sana sahip olmasına izin verme...

Yaşamının en temel hedefini, potansiyelinin zirvesine erişmek, başkalarına hizmet etmek, başkalarının yaşamında fark yaratmak, kendinden daha önemli şeyler için yaşamak olarak belirle...

Başarı güzel; ama bu oyunun asıl adı “anlam”dır...

***

Ne kadar büyük bir eve sahip olduğun, ya da sürdüğün otomobilin ne kadar gösterişli olduğu önemli değil...

Yaşamın sonunda yanına alacağın tek şey vicdanın olacak...

Vicdanını dinle...

Sana rehberlik etmesine izin ver...

Neyin doğru olduğunu o bilir...

Vicdan sana; yaşamın; karşılık beklemeden başkalarına hizmet etmek olduğunu söyleyecek...

***

Unutma servet sahibi olmanın birçok çeşidi var...

Maddi servete sahip olmak onlardan sadece biri...

Zengin ilişkilere ve çevrende seni seven bir topluluğa sahipsen, servet sahibisin...

Yaşama derinden bağlıysan, her sabah yoğun bir huzur ve gerçeğin farkındalığıyla kalkıyorsan, bütün zenginliklere sahipsin demektir...

İçinde yaşadığın kabile biçimindeki kalabalık, sana maddi servetin peşine düşeceğin tek servet türü olduğunu iddia eder...

Bu gerçek değildir...

***

Sadece yanlış zirveye ulaştığını görmek için, yaşamını bir dağa tırmanarak harcamanın ne anlamı var ki?..

*****

PARA...

Para sadece başkalarına değer katmanın ve onlar için iyi işler yapmanın yan ürünüdür...

Yaptığın işte en iyi olmaya odaklan...

Kendini, başkalarının yaşamlarını daha iyi hale getirmek için elinden gelen her şeyi sunmaya ada...

Meslek ve özel yaşamının her bir noktasında muhteşem ol...

Başkaları için olağanüstü değerler oluştur...

Para kendiliğinden gelir...

*****

REHBERİN KALBİN...

Doğru işler yap...

Karakterine uygun hareketlerde bulun...

Dürüstlükle hareket et... Rehberin kalbin olsun... Her şey kendiliğinden hallolacak...

***

Kendini mükemmelliğe adamadığın bir hayatı sürmek, sana bahşedilen paha biçilmez armağanı ve yetenekleri lekeler...

*****

TUTAMADIĞIN SÖZLER...

Ne kadar ufak ya da önemsiz görünürse görünsün, tutamadığın her söz karakterinden bir parçayı söküp atar...

Yerine getiremediğin her vaat, sana ve yaşamındaki insanlarla bağlarında kopukluk yaratır...

***

Sözlerini hafife alma...

Sözler oldukça güçlüdür...

Önemli sonuçlara neden olabilir...

Bir şey söylediğinde, söylemek istediğin şeyin o olduğuna emin ol...

Söylediğin şeyde samimi ol...

Samimi olduğun şeyi söyle...

Sahici bir konuşmanın etkisi büyüktür...

Ve nadir bulunur...

*****

KALICI MUTLULUK...

Kalıcı mutluluk amaçlarını gerçekleştirmek için, düzenli çalışarak, amacına giden yolda güven duygusuyla ilerleyerek gelir...

İçindeki ateşi yakmanın sırrı budur...

***

Aradığın mutluluk, kendini başarmaya adadığın değerli amaçlar üzerinde kafa yorarak, her gün başarıya ulaşmak için gerekli eylemlerde bulunarak elde edilir...

Bu önemli şeylerin, daha az önemli şeyler uğruna feda edilmemesi sonsuzluk felsefesinin uygulanması anlamına gelir...

***

Genellikle büyük bir başarı elde edebilmek ve yaşamını geçerli hale getirmek için, kahramanlık gerektiren eylemlerde bulunman gerektiği yanılgısına düşersin...

Günün sonunda doyuma ulaşmak için, pahalı oyuncaklar biriktirmek, abartılı şeylere sahip olman gerekmez...

Gerçek mutluluğa giden yol bu değil...

Gerçek ve kalıcı mutluluğu, düzenli olarak biriktirdiğin, unutulmayacak özel anların toplamında bulursun...

*****

KORKULARIN...

Gerçek ve yüce bir benlik aramak için yola düşüyorsan, var olduğunu bile bilmediğin korkularınla yüzleşmek zorunda kalırsın...

Bilinçsiz bir yaşam sürerken, bir çok korkun bilinçaltının egemenliğinde yaşamaya devam eder...

Onların orada olduğundan haberin bile olmaz...

Korkular içinde uyku halindedir...

Ama vardırlar ve her bir tercihini etkileyip yaşamını görünmeyen bir boyuttan yönetirler...

***

Biraz uyanıp, yaşamının gerçek çerçevesinden olayları görmeye başladığında, korkuların gün ışığına çıkmaya başlar...

Eğer üslerinden gelmek istiyorsan, onlarla yüzleşmen gerekir...

*****

ANI DEFTERİ...

Sanat eseri olarak addedilebilecek bir yaşam yarat...

Bu potansiyele sahipsin...

Aslına bakarsan herkes sahip...

Böyle bir hayata sahip olmak; o potansiyele erişmek için yerine getirmen gereken içsel çalışmayı yapıp yapmamanla ilgili...

Benliğine hakim olmak,

yaşamına hakim olmakla başlar...

Dışındaki dünya senden daha büyük olamaz...

***

Düzenli olarak anı defteri tutman oldukça güçlü bir etkinliktir...

Kendini daha iyi tanımanı, benliğinle olan ilişkini güçlendirmeni sağlar...

Anı defterin, kendini zaman zaman ziyaret ettiğin ve incelemeler yaptığın bir yer olmalı...

Onun sağladığı farkındalıkla, daha iyi seçimler yaparsın...

Daha iyi seçimler ise, daha iyi sonuçlar doğurur...

***

Yaşamındaki küçük şeyler, aslında büyük şeyler...

Yaşayacağın her başarının kalitesi, gün içinde bir dakika içinde alacağın kararlara bağlı...

(Robin Sharma)

Yazının devamı...

Nobel Kimya Ödülü’nü alırken farklı davranan Aziz Sancar...

Dün akşam 18 sularında, 115 yıllık Nobel tarihinde ikinci kez ödül alan bir Türk vatandaşını izliyorum...

Profesör Doktor Aziz Sancar; İsveç Kralı’nın elinden ödülü alırken, diğer ödül alanlardan farklı bir tavır sergiliyor...

***

Dikkat ediyorum; Ödülü kendisinden önce alan iki meslektaşı ve diğer ödüllerin sahipleri, ödülü alırken protokoler olarak vermeleri gereken saygı selamını mümkün olduğunca vücutlarını öne doğru eğerek veriyorlar...

Kraliyet ailesine, ödül komitesine ve salondaki izleyicilere yönelik yapılan saygı selamında, bazı Nobel’liler haddinden fazla öne eğilerek selamlıyorlar muhataplarını...

***

Oysa Aziz Sancar, sadece başını hafifçe öne eğerek, vücudunu zerrece öne doğru eğmemeye özen göstererek veriyor protokol selamını...

Saygılı ve fakat vakur...

Mardin Savur’dan çıkan çiftçi ailesinin sekiz çocuğundan birinin, onuru ve şerefiyle kazandığı Nobel Ödülü’nü alırken gösterdiği sulandırılmamış metaneti kendisine olan hayranlığımı doruğa çıkartıyor...

17 yıl önce aynı Stockholm’de gencecik bir muhabir gazetecinin, vakur ve onurlu meslek mücadelesi gözümün önüne geliyor...

*****

GENÇ BİR MUHABİRİN STOCKHOLM’DEKİ GAZETECİLİK HATIRASI...

Akşamın bir saatinde evimin bir bölmesi olan büromda çalışırken;

-“Arkadaş ben Stockholm’e gidiyorum...” diyorum...

Kendi kendime söylüyorum bu sözü...

Bir hafta sonra; savaşa ramak kalan kriz günlerinin ertesinde İsviçre’nin Davos kentinde; Dünya Ekonomi Forumu toplantısı sırasında Türk ve Yunan Başbakanları Turgut Özal’la, Andreas Papandreu buluşuyorlar...

***

Tarihi bir zirve olacak ve genç muhabirin zirve öncesi kafasına taktığı imkansız gibi görünen çok önemli bir gazetecilik olayını yapması gerekiyor...

***

Andreas Papandreu o güne kadar bir Türk gazeteciyi yanına bile yaklaştırmıyan bir Yunan Başbakanı...

Bir Amerikan ya da yabancı gazeteciye bile hemen hemen hiç demeç vermiyor...

Genç gazeteci ise;

Ne yapıp edip; tarihi Türk-Yunan zirvesi öncesi, Andreas Papandreu’dan demeç almayı kafasına koyuyor...

***

Bunu söylediği ve yardımlarını talep ettiği, Yunan ve yabancı meslektaşlar; yüzüne garip garip bakıyorlar...

-“Bu konuda yapacak hiç bir şey yok...” diye...

***

Yunan Başbakanı’nın Rodusakis isminde bir dış politika danışmanı var...

Rodusakis kariyerden diplomat, ancak o günlerde Yunan dışişleri bakanlığına hakim olan Türkiye ile uzlaşmaz politikalardan yana değil...

Uzlaşma ve diyalog istiyor...

Papandreu’yu da o yönde yönlendiriyor...

Tarihi zirvede yanlış bir şey olmasın diye; “Türk tarafının diyaloga ne kadar yakın olduğunu” anlamaya çalışıyor sürekli...

Konuyu zaman zaman rastladığı genç Türk gazeteciye de soruyor...

***

Son görüşmede genç gazeteci, imkansız görünen röportajı yapmanın tek yolunun, bu konu olduğuna karar veriyor ve Yunan diplomata rest vuruyor;

-“Milliyet gazetesi Abdi İpekçi Türk-Yunan barış ve dostluk ödülleri veren bir gazete... Papandreu’nun zirveden hemen önce bir Milliyet’e bir demeç vermesini sağlatırsanız, size ve zirveye çok katkı sağlar...

Siz de beklentinizi ilk ağızdan zirve başlamadan Türk kamuoyuna duyurmuş olursunuz... Yanlış anlamaların önüne geçersiniz...”

-“Çok isterim Bay Muhtar...” diyor Rodusakis;

-“Ancak bu mesele sadece benim elimde değil... Başbakan, tek tek gazetecilere özel röportaj vermiyor... Böyle bir görüşmeyi Atina’da ayarlamamız imkansız... Ama belki şöyle bir formül bulabiliriz... Zirveden hemen önce Başbakan Stockholm’e 6’lar zirvesine gidecek... Siz Stockholm’e gelirseniz, orada karşılaştığınızda bir miktar sohbet etme imkanınız olabilir... Görüşme Atina’da olmadığından sorun çıkmaz... Siz de görüşme imkanı yakalayabilirsiniz...”

***

- Mr. Rodusakis...” diyor genç gazeteci...

-“Stockholm’de bu görüşmenin olacağı sözünü veriyorsanız bana; hemen uçağımı ayarlayıp geliyorum...”

-“Hayır; veremem...” diyor...

-“Siz bir gelin oraya bakalım... Ne yapabileceğimizi orada görürüz...”

Sanki Atina’da bir mahalleden bir başka mahalleye çağırıyor gazeteciyi Yunanlı diplomat... Ne olacağını bilmeden kalkıp; Atina’dan Stockholm’e gitme... Deli olması lazım bir gazetecinin... Ona da “deli gazeteci” zaten...

*****

NOBEL’DE “NİYE GAZETECİLİK ÖDÜLÜ VERMİYORLAR” DEDİĞİM STOCKHOLM GECESİ...

Akşamın o saatinde kendi kendisine konuşmasına neden olan olay bu genç gazetecinin...

-”Arkadaş, sen yarın Stockholm’e gidiyorsun...” diyerek kendi kendini dolduruyor...

Karar veriyor...

Çalıştığı Milliyet gazetesini bile bu gidişinden haberdar etmeyecek...

Gazetenin içinde; gazetecinin iş yapmasını kesmeye çalışan rakiplerin olaya dahil olup, işi bozmalarından korkuyor...

***

Gazetecilik böyle bir şey...

Dünya basınını atlatmaya çalışırken, kendi gazetendeki rakiplerin de belaltı vuruşlarını bertaraf etmen gerekiyor...

Gazeteci; sırf onlar haber almasın diye, genel yayın yönetmenine bile söylemeden Stockholm’e uçmaya karar veriyor...

***

Stockholm’e; Atina’dan gidiş dönüş ve orada kalış ücretini hesaplıyor...

Yaklaşık iki bin dolar tutuyor...

Genç bir muhabir o...

O yaşta bir muhabir, sonradan alamayacağı iki bin doları cebinden harcayıp, Stockholm’lere gitmez...

Ama o gazetecilik için her deliliği yapacak bir karakterde...

Demeç almayı başarırsa, gazeteden parayı zaten alacak... Röportaj yapamazsa, o zaman parayı cebinden ödeyecek, bir Stockholm gezisi yapmış olacak...”

bu duygularla basıyor Stockholm’e gidiyor...

***

6’lar zirvesine akreditasyon yaptırıyor...

Zirveyi izlemeye başlıyor...

Saatler sonra, Papandreu’yu; Hindistan lideriyle ortak yaptığı basın toplantısının hemen sonrasında yakalıyor...

Rodusakis de orada...

15 dakika içinde nokta atışı bütün soruları bulundukları sahnede soruyor...

Cevapları alıyor...

Cevaplar gazetenin 9 sütuna manşetini kurtaracak nitelikte...

Zirveden ayrılıyor...

***

Stockholm’de kaldığı otele geçiyor...

Odadan genel yayın müdürü Doğan Heper’i arıyor...

-“Papandreu’dan tarihi zirve öncesi özel demeç aldım... Milliyet’e özel...” diyor...

Doğan Heper’in aklı karışıyor, haberi kaptırmamak için hemen önlem alma ihtiyacı hissediyor...

-“Başka gazeteci var mı etrafında?..” diye soruyor...

-“Yok, Stockholm’deyim ben...” diyor gazeteci...

-“Stockholm mu?.. Ne işin var oğlum Stockholm’de?..”

-“Uzun hikaye... Buraya adamdan özel demeç almaya geldim... Size de söylemedim... Alamazsam diye...” diyor gazeteci...

Genel Yayın Yönetmeni talimat veriyor:

-“Hemen geç haberi İstanbul’a manşet yapalım...”

***

Genel yayın yönetmeni olarak, haberin hemen elinde olmasını istiyor...

Haber genel yayın yönetmeninin elinde olunca, yönetici güvende hissediyor...

Gelmediyse, “bir aksilik çıkar, gelmez haber” hissi kaplıyor yöneticiyi...

Oysa o anda “gazeteci” tam tersini düşünüyor... Gazetenin içinde, bu haberi “etkisizleştirecek bel altı çalışan rakipler olabilir...”

Onlar; haberi kimin yaptığı belli olmaz hale getirip etkisizleştirebilirler...

***

Gazeteci; onlara hiç güvenmiyor...

-“Ben İstanbul’a kendim getiriyorum haberi...” diyor...

-“Orada yazarım, sayfaya konurken başında olurum... Çok önemli ve hassas bir haber... Bir hafta içinde zirve başlayacak... Hata olmaması lazım haberin anonsunda...”

Gönülsüzce bir “Peki” çıkıyor yöneticinin ağzından... Çünkü haberin hemen geçilmesini istiyor... Gazeteci ise; onca kilometreyi katedip haberi kendi elleriyle götürüp, kendi elleriyle gazetenin birinci sayfasına koymak istiyor...

Haberinin güvenliği ve bekaası için...

***

Öyle de oluyor...

1988 Ocak’ında özel röportaj için gittiği Stockholm; sabah kalktığında karanlık, öğleden sonra yine karanlık oluyor...

Gece ise sis basıyor...

Göz gözü görmüyor...

Gazetecinin içinde ise güneş açıyor Stockholm’de...

İsli ve puslu havasının ortasında...

Bir zamanlar Stockholm’de sürgün yaşayan Zülfü Livaneli’nin parçasını söylüyor içinden genç gazeteci...

-“Güneş topla benim için...”

Nobel Ödüllerinin verildiği şehirde; “Keşke Nobel ödülleri arasında gazetecilik ödülü de olsaydı...” diye hayıflanarak söylüyor şarkıyı gazeteci...

“Güneş Topla Benim İçin...”

Yazının devamı...

Öldürülen barış sevdalısı, siyasi lider Martin Luther King...

Bugün Martin Luther King'in Nobel Barış Ödülü'nü alışının 51. yıldönümü...

Onun öldürüldüğü 4 Nisan 1968 gününü hayal meyal hatırlıyorum...

Babam; "Martin Luther King'i de öldürdüler... Hiç merhameti yok bu dünyanın..." diye konuşuyordu...

Sekiz yaşındaydım...

***

Siyahi olduğu ve siyahilerin beyazlarla kardeşçe yaşayabilmeleri için verdiği barışçıl mücadelenin sonunda bir suikastle öldürüldü Martin Luther King; Amerika Birleşik Devletleri'nde...

Aldığı Nobel Barış Ödülü bile kurtaramamıştı, barış sevdalısı siyahi adamı, suikastten...

Kurşunlar barışa sıkılmıştı çünkü...

***

Bugün onun Nobel Barış Ödülü'nü alışının yıldönümü...

39 yıllık kısacık ömründe dünyaya ve insanlığa yaptığı unutulmaz katkıları, söylediği sözlerle vecizeleştiren bir fikir adamı ve önderdi Martin Luther King...

Sözlerini; bugün yayınlamamın nedeni; Barış Ödülü aldığı günün anısına, 51 yıl sonra bugün de dünyanın dört bir yanında barışın sağlanmasına yönelik umudumdur...

*****

BENİ KORKUTAN...

Adına ister demokrasi deyin, ister demokratik sosyalizm; bolluğun paylaşımında Tanrı’nın tüm çocukları için daha iyi bir dağıtım olmalı...

***

Asla unutmamalıyız ki Adolf Hitler'in Almanya'da yaptığı her şey yasalara uygundu...

***

Bazı şeyler doğrudur ve bazı şeyler yanlıştır...

Ezelden beri öyle, kesinlikle öyle...

Nefret kötüdür...

Her zaman yanlıştı ve her zaman yanlış olacaktır...

***

Beni korkutan kötülerin baskısı değil iyilerin kayıtsızlığı...

***

Bir insanın uğruna öleceği bir şeyi yoksa, yaşamaya da hakkı yoktur...

***

Bir sorunu çözmenin en iyi yolu nedenini yok etmektir...

***

Dünyada yapılmış olan her şey umutla yapılmıştır...

***

Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse Michelangelo'nun resim yaptığı, Beethoven'ın beste yaptığı veya Shakespeare'in şiir yazdığı gibi süpürün... O kadar güzel süpürülsün ki gökteki ve yerdeki herkes durup 'burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş' desin...

***

Enine boyuna düşünecek olursak aslında her yeşil ağaç, altın ya da gümüşken olabileceğinden daha çok muhteşemdir...

*****

BAŞKALARI İÇİN NE YAPIYORSUN?..

Hayatın en ısrarcı ve acil sorusu şudur: Başkaları için ne yapıyorsunuz?..

***

Hepimiz ya kardeş gibi yaşamayı öğreneceğiz ya da aptallar gibi çürümeyi...

***

Her şeyin bittiğinde; düşmanlarımızın sözlerini değil, dostlarımızın sessizliğini hatırlayacağız...

***

Herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerde adalete yönelik bir tehdittir...

***

Bir kişiyi doğrudan etkileyen her ne olursa olsun herkesi dolaylı yoldan etkiler...

***

İnsanlar genellikle birbirlerinden nefret ederler...

Çünkü birbirlerinden korkarlar;

Birbirlerinden korkarlar çünkü birbirlerini tanımazlar;

Birbirlerini tanımazlar çünkü iletişim kurmazlar;

İletişim kurmazlar çünkü sınıflara ayrılmışlardır...

***

İnsanlığı yücelten her iş, onurlu ve önemlidir; dört dörtlük yapılmalıdır...

*****

NEFRET NEFRETİ UZAKLAŞTIRAMAZ...

Karanlık; karanlığı uzaklaştıramaz; bunu ancak ışık yapabilir...

Nefret nefreti uzaklaştıramaz; bunu ancak sevgi yapabilir...

***

Kardeşiniz ile ilgilenin... Birlikte hareket etmeyebilirsiniz...

Ancak ya birlikte yükselir ya da birlikte düşersiniz...

****

KORKAKLAR VE ÇIKARCILAR...

Korkaklar; “bunu yapmak güvenilir mi?” diye sorarlar...

Menfaatçiler; “böyle davranmak politik mi?” diye sorarlar...

Sadece vicdan “doğru mu?” diye sorar...

Ve öyle bir an gelir ki insan güvenilir olmayan, politik bulunmayan, popülaritesi olmayan bir tavrı almak zorunda kalır;

Çünkü vicdanı ona bunu yapmanın doğru olduğunu söylemektedir...

*****

KUŞLAR GİBİ UÇMAYI ÖĞRENDİK, KARDEŞÇE YAŞAMAYI UNUTTUK...

Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, ancak kardeşçe yaşamayı unutuverdik...

***

Nerede durduğunuz fark etmez, ne kadar popüler olduğunuz fark etmez, ne kadar eğitimli olduğunuz fark etmez, ne kadar paranız olduğu fark etmez, onlara sahipsiniz çünkü bu evrende bazıları onları edinmeniz için size yardım etti...

Bunu gördüğünüzde, kibirli olamazsınız, mağrur olamazsınız...

Bulunduğunuz yeri tarihsel olaylar nedeniyle ve arka planda bulunan bireylerin sizin orada oluşunuzu mümkün kılmaları nedeniyle sağladığınızı fark edin...

***

Sevgi bu dünyadaki en kalıcı güçtür...

Sevgi, insanlığın barış ve güvenlik isteminde en kudretli vasıtadır.

Sevginin kurtarıcı gücünü keşfetmeliyiz...

Biz onu keşfettiğimizde bu yaşlı dünyayı yeni bir dünya haline getirebileceğiz...

***

Sevgiye saplanıp kalmaya karar verdim...

Nefret, taşımak için çok ağır bir yük benim için...

***

Şiddet, ahlak dışıdır...

Çünkü sevgi yerine nefret üzerinde yol alır, toplumu yıkar ve kardeşliği imkansızlaştırır...

***

Tıpkı kontrol dışına çıkmış bir kanser gibi, nefret kişiliği çürütür ve onun yaşamsal bütünlüğünü yiyip bitirir...

***

Yaşamımız önem verdiğimiz olaylara karşı sessiz kaldığımız gün son bulmaya başlar...

***

Zaman, doğru olanı yapmak için daima doğrudur...

*****

BİR HAYALİM VAR...

Bugün diyorum ki; dostlarım, şu anın ve yarının getireceği güçlüklere ve engellemelere rağmen hala bir hayalim var benim...

Amerikan Rüyası içinde derinden yer edinmiş bir hayal...

***

Bir hayalim var: Gün gelecek bu ulus, ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla yaşayacak; Bütün insanlar eşit yaratılmıştır...

***

Bir hayalim var: Gün gelecek eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar...

***

Bir hayalim var: Gün gelecek, adaletsizliğin ve eziyetin sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan Missisippi Eyaleti bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek...

***

Bir hayalim var: Gün gelecek dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar...

***

Bugün bir hayalim var!..

Bir rüyam var: Gün gelecek ahlaksız ırkçılarıyla, "müdahale etme" ve "etkisiz hale getirme" kelimelerini dilinden düşürmeyen valisiyle Alabama'da, küçük siyah oğlanlar ve kızlar; küçük beyaz oğlanlar ve beyaz kızlarla el ele tutuşma şansına sahip olacaklar...

***

Bir hayalim var: Gün gelecek her vadi yüceltilecek, her tepe ve her dağ alçaltılacak, engebeli alanlar engebesiz hale getirilecek ve eğri büğrü bölümler dümdüz olacak; Tanrı'nın zaferi ortaya çıkacak ve bütün bedenler bunu birlikte izleyecek...

Martin Luther King

Yazının devamı...

Putin’in ilginç hayatı...

Vladimir Putin’in 2000 yılında Rusya’da devletin başına geçmesiyle (2008-2012 arasında başbakanlığını da sayarsak) 15 yıldır iktidarda...

İngiliz gazeteci Ben Judah, defalarca Rusya’ya seyahat edip, Putin’in en yakınlarıyla görüşerek 2014’te bir kitap çıkartıyor... Kitabın adı; “Fragile Empire. How Russia Fell In and Out of Love with Vladimir Putin- Kırılgan İmparatorluk... Rusya Putin’e Nasıl Âşık Oldu ve Ondan Nasıl Soğudu?..”

***

Rus devlet başkanının perde arkasındaki hayatı hakkında bugüne dek pek duyulmamış bilgilere yer veriyor kitap...

Ben hayatı psikoloji üzerinden okuyan bir insanım...

Böyle günlerde; Putin’in Türkiye ile ilgili hangi kararı aldığı kadar, Putin’in nasıl bir kişilik olduğu da benim o kadar ilgimi çekiyor... İşte dün Hürriyet’in Kelebek internet ekinde yayınlanan, o kitaptan Putin’le ilgili ilginç ayrıntılar:

*****

PUTİN SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN ÇÖKTÜĞÜNÜ NE ZAMAN ANLIYOR?..

Putin, Sovyetler Birliği zamanında insanlarla sağlıklı iletişim kurmakta zorlanıyordu....

Ne işinde ne de özel hayatında işleri yolunda gidiyordu... Bir defa evliliğin eşiğinden döndü.... Yarbaylıktan öteye ilerleyemediği KGB’de onu parlak bir gelecek beklemiyor gibiydi...

Derken Sovyetler Birliği çöktü...

Dresden’de görevli genç ajan Putin de çöken sistemden umudunu kesti...

O sallantılı günlerde başından geçen bir olay hayatına ve tercihlerine yön verecekti...

Antikomünist bir grup Dresden’de KGB ofisinin önünde eylem yaparken Putin ne yapması gerektiğini Moskova’ya sordu ancak Moskova’dan bir cevap alamadı...

***

O günü daha sonra şöyle anlatacaktı:

-“Bana ‘Moskova’dan emir gelmeden bir şey yapamayız ve Moskova şu an sessiz” dediler...

“Moskova sessiz” denince ülkenin ortadan kalktığını anladım...

Belli ki ülke tedavisi olmayan bir hastalığa yakalanmıştı.”

*****

PUTİN’İ YÖNLENDİREN ADAM...

Vladimir Putin, bugün geldiği yeri büyük ölçüde Anatoly Sobchak isimli bir hukuk profesörüne borçlu... Sobchak, Leningrad (St.Petersburg)

Üniversitesi’nde Putin’in hocasıydı...

Sovyetler dağıldıktan sonra onu önce üniversiteye geri çağırdı; ardından da St. Petersburg’un ilk seçilmiş belediye başkanı olduğunda yanına aldı...

Hayatı boyunca da Putin’e akıl hocalığı yapmaya devam etti...

*****

YÜZERKEN KARAR ALIYOR...

Kahvaltıdan sonraki ilk işi spor yapmak...

En yakınlarının anlattığına göre Rus lider, Rusya’nın gidişatını en çok yüzerken düşünüyor...

Sıradan bir günde, başkan havuzdan çıkınca soluğu spor salonunda alıyor...

Bisikletle, koşu bandıyla ilgilenmiyor; hobisi ağırlık kaldırmak...

Bu arada haber kanallarını seyrederek günün meselelerine de vâkıf oluyor...

Görüşmek isteyen bakanlar, bürokratlar kapısında kuyruk oluyor...

2-3 saat beklemek vaka-i adiyeden...

*****

BAŞBAKAN’LA BUZ PİSTİNDE; BUZ HOKEYİ...

Putin’in en sevdiği uğraşı buz hokeyi...

Kaskını takıp piste çıktığında çevresinde ona en yakın insanları buluyor...

Birkaç haftada bir organize edilen bu çok özel buz hokeyi maçlarına davet edilmek bugünün Rusya’sının en itibarlı olayı...

Rusya’da gücü elinde tutanlar, oligarklar, bürokratik elit, yani en seçkinler orada...

Hepsinden öte St. Petersburg kökenliler, yani eski arkadaşları, en güvendiği insanlar tribünlerde...

Arkady ve Boris Rotenberg, Gennady Timchenko gibi işadamları bunlar...

Eski günlerde, her şeyin başlarında, Putin henüz belediye başkan yardımcısıyken yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen arkadaşları onlar... Zamanında Putin’e ‘Patron’ diye seslenen yakın dostlar (Şimdi de ‘Çar’ diyorlar)...

***

Oyuncularsa korumalardan ibaret...

Bir tarafta Putin’in, diğer tarafta Başbakan Dimitri Medvedev’in korumaları yer alıyor...

Çok seyrek de olsa Medvedev’in kendisi de maçlara katılıyor...

*****

MASASINDA BİLGİSAYAR YOK...

Putin’in çalışma odasını bilenler, ortama hâkim, ağır, ahşap bir masanın olduğunu söylüyorlar odada...

Masanın üzerinde ne bir ekran var ne de bir bilgisayar... Öğleden sonraları, danışmanlar masanın etrafına toplanıp, devlet başkanını bilgilendiriyorlar...

***

Bu toplantı sırasında, ileri teknoloji değil, Sovyet Rusya’dan miras eski usül yöntemler kullanılıyor...

Yani sabit telefonlar ve büyük kırmızı dosyalar... Putin’in her gün özel önem atfettiği, mesai ayırdığı üç ayrı dosya var...

Birincisi yerel istihbaratın (FSB) hazırladığı, Rusya’nın içişleri dosyası... İkinci dosya dış istihbarat (SVR) kaynaklı...

Sonuncusu Putin’in yakın koruma ağının çabalarıyla hazırlanıyor...

Bu dosyada kişiler hakkında bilgiler mevcut olduğu sanılıyor...

*****

PUTİN’İN KORKUSU...

Putin, yabancı bir ülkeyi ziyaret ettiğinde, bir otelde yaklaşık 200 oda tutuluyor ve o otel neredeyse Kremlin’e dönüştürülüyor...

İstihbarat servisi, gerekli kontrolleri bir ay öncesinden yapıyor...Çarşaflar ve banyo takımları Rusya’dan özel ve yine mühürlü bir şekilde getirilen ürünlerle değiştiriliyor...

***

Odaya sadece bizzat devlet başkanı girebiliyor... Ziyaretler esnasında Putin, maiyetinde sadece Rus aşçılar değil, garsonlar ve temizlik görevlileri de bulunduruyor... En büyük korkusu zehirlenmek... Kimse bu yüzden Putin’e bilgisi dışında yemek sunamıyor...

*****

MOSKOVA TRAFİĞİNİ SEVMİYOR EVİNDEN ÇALIŞIYOR...

Moskova trafiğinden hazzetmiyor...

Trafikte vakit kaybetmeye tahammülü olmadığından ve St.Petersburg’dan geldiğinden başkentle başı çok hoş değil...

Evden çalışıyor...

Şehrin batısında, Novo-Ogaryovo’daki bir villayı daimi rezidansı seçtiğinden beri ülkesini genellikle buradan yönetiyor.

*****

GEÇ UYANIYOR...

Putin gün ağarmadan kalkıp işe koyulan devlet adamlarından değil...

Geç uyanıyor...

Güneş iyice yükseldiğinde, son derece sade kahvaltısını yapmaya başlıyor...

Favorisi yumuşak beyaz peynir...

Bazen omlet bazen yulaf lapası yiyor... Keyfi yerindeyse de bıldırcın yumurtası...

Her şeyin çok taze olması şart; tüm yiyecekler Rusya’nın dört bir yanındaki köylerinden gönderiliyor...

*****

HAVA SOĞUKKEN ÇALIŞIYOR...

Putin’in sabit, önceden kestirilebilir bir çalışma programı yok...

Danışmanları hep tetikte ve hazır olmak zorunda...

Üstelik internet ve bilgisayar ortamındaki bilgilere pek güvenmeyen başkanları yüzünden her şeyi eski usul, muntazaman dosyalamaları gerekiyor...

Hava soğumuşken çalışmayı seviyor Putin...

Zihin o zaman daha berrak oluyor

diye düşünüyor...

Danışmanlar da bu tempoya uymak zorunda...

*****

KENDİSİYLE DALGA GEÇEN VİDEOLARI İZLİYOR...

En büyük eğlencesi danışmanlarının ona gösterdiği komik videolar... Kendisiyle dalga geçilen bu videoları ilgiyle izlediği söyleniyor...

*****

GAZETECİLERLE İLİŞKİSİ

Yıpratıcı...

Bazen de hoyrat...

Açıktan dalga geçtiği, onunla röportaj yapan kişilerin sorularını saçma bulup yüzüne güldüğü zamanlar da var...

Açıktan kabaca azarladığı zamanlar da...

*****

GÖRÜŞME SÜRESİ 15 DAKİKA

Görüşme süresi 15 dakika... Ajandası dolu... Bazı görüşmeler için sonraki yıla randevu veriliyor...

*****

CUMARTESİ PAZAR ÇALIŞIYOR

Cumartesi-pazar da işbaşında. Stalin’den bu yana en çok çalışan lider olduğu söyleniyor... Bir başka özelliği, Rusya’nın devasa coğrafyasında en çok yeri görmüş devlet başkanı olması...

*****

EN YAKININDA KONİ İSİMLİ KÖPEĞİ VAR...

En yakınında Koni isimli siyah Labrador köpeği var...

Ama ilişkileri Putin standardına göre biraz karmaşık...

Devlet başkanına karşı keyfi davranan, ona isyan eden, yüzüne ‘bağıran’ tek canlı o...

*****

KİTAPLARLA ARASI YOK...

Kitaplarla arası yok... Danışmanlarına göre, görevi sırasında iki roman bitirdi...

Bunlardan biri Latin Amerikalı hayali bir tarihçinin 2054’te geçen bir hikâyesi...

Tarihçi ‘The Third Empire - Üçüncü İmparatorluk’ isimli bu macerada, bütün Rusya’yı bir araya getiren ‘Çar 2. Vladimir’in hayatını anlatıyor...

*****

DELİ PETRO’YU SEVİYOR...

En çok, bizde ‘Deli’, Batı’da ‘Muhteşem’ diye bilinen Çar Petro’nun hayatına meraklı...

*****

ESKİ KARISI VE KIZLARI...

Eşi Lyudmilla’yla önceki yıl boşandı...

İki kızı var...

30 yaşındaki Maria’yla (lakabı Maşa), 29 yaşındaki Ekaterina (Katya diye çağrılıyor)...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.