Şampiy10
Magazin
Gündem

Can Dündar ve Erdem Gül olayının hatırlattıkları...

Genç kadın tuttuğunu koparan çok başarılı bir avukattı...

Çok ünlü bir sanatçı arkadaşım tavsiye etmişti onu bana;

-“Ele aldığı hiçbir davayı yarım bırakmaz... Sonuna kadar gider ve kazanır...” demişti...

Beyaz TV’deki, Derin Futbol programında bana sövüp sayıldığı; bir yorumcu tarafından; “dikkatli olsun, akıllı davransın...” gibi tehditlerin gırla gittiği günlerdi...

***

Genç kadın avukat, programdaki konuşmaların teker teker deşifresini çıkartmış karşıma öyle gelmişti...

-“Üç yorumcuya, kesinkes hapis cezası aldırırız...” diyor;

-“Her birinden ağır tazminat da cabası... Davayı ne zaman açalım?..” diye soruyordu...

***

Bir öğle vaktiydi...

Hayatımın önemli kararlarının verildiği, en önemli virajlarının geçtiği İtalyan lokantasında; genç avukat kadını dinliyordum...

İşinde çok cerbezeli olduğu belliydi...

Vücut dili ve tehditlerin deşifre metni, davayı rahat kazanacağımızı belli ediyordu...

***

Bulunmadığım ortamda, “arkadaş ve dost olduğunu sandığım kişiler tarafından” ağır hakaretlere maruz kalmış, gecenin o saati uykumdan uyandırılmış, hiçbir dahlim olmadığı bir konuda bir ton lafı gece gece canlı yayında yemiştim...

Genç kadın avukat;

-“Sizi, tehdit ediyorlar... Aşağılıyorlar... İtibarınızı beş paralık ediyorlar... Markanızı yok ediyorlar...” diyordu...

***

Egomun yeterince kalınlaştığına inandığı kabuğuna yönelik sözlerdi bunlar ve benim;

-“Hesabı soralım bunlardan... Ne gerekiyorsa yapalım... Görsünler günlerini... El mi yaman bey mi yaman anlasınlar... Görsünler dünyanın kaç bucak olduğunu...” dememi bekliyordu...

***

-“Hapis cezası mı?.. Bizim davamızdan hapis cezası mı alacaklar?..” diye sordum...

-“Evet...” dedi...

-“Bu cezayı alıp almamaları dava sonunda, bize mi bağlı olacak, yoksa davayı açtıktan sonra, konu kamu davası niteliğine bürünüp davanın seyri kontrolümüzden çıkacak mı?..”

-“Davanın tehdit kısmı; kamu davası halini alacak ve her halukarda ceza alacaklar...” dedi...

***

Bir süre durakladım, bekledim ve sonra sakin bir ifadeyle;

-“Biz bunu yapamayız avukat hanım...” dedim...

Yüzüme hayret nidasıyla baktı...

-“Size bir saatten fazla nasıl hakaretler yaptıklarını ve ne tehditlerde bulunduklarını görmüyor musunuz?.. Bu deşifreleri alın bir okuyun...” dedi...

-“Hayır okumayacağım...” dedim...

-“Onları okursam sinirlenirim ve bu davayı açmaya tetiklenirim... Bense onlara bir ceza davası açmak istemiyorum...”

-“RTÜK’e başvurursak, televizyon kanalıyla ilgili ağır ceza getirtiriz... Bir ay içinde bunu yapmamız gerekiyor...” dedi...

-“Ben bu konuları bir düşüneyim...” diye geçiştirdim...

***

Tuttuğunu koparan genç avukat kadın; durumu anlamıştı...

-“Siz dava açmayacaksınız” dedi...

-“Hayır açmayacağım... Onlara bir programda ettikleri bu ağır hakaretlerden dolayı ceza davası açmayacağım... Bu tedirginlikle yaşamalarını istemiyorum... Hayat adaletini gün gelir kendi gösterir...” dedim...

Genç kadın avukat;

-“Eğer insanlar sizin gibi davranırlarsa, biz avukatlık bürolarının kepenklerini indiririz...” dedi... Kalktı yemekten, ayrıldık...

***

Olayın üzerinden birkaç yıl geçti...

Bir ay önce, Medya Faresi’nin Kristal Fare Ödül törenine davetliydim...

Tören salonuna girer girmez, bir mikrofon uzattılar bana...

-“Hangi kanal, hangi program adına soru soracaksınız?..” dedim...

-“Beyaz TV... Derin Futbol programı” dedi sunucu...

Aynı anda, programın iki yorumcusu iki yanımda belirdi...

-“Derin Futbol’u nasıl buluyorsunuz...” diye soruyordu sunucu...

-“Bazı yaramazlıklar yapıyor... Ama yine de profesyonel bir program...” dedim... Yorumcuların orta yaşlı olanı; eski ve yakın bir dostumdu...

Evine gitmişliğim, eşiyle çocuklarıyla oturmuşluğum, evime gelmişliği, annemi babamı tanımışlığı vardı...

Mikrofona

-“Ben bu adama çok büyük yanlışlar yaptım...” diyordu...

***

Aklıma, birkaç yıl önce görüştüğüm genç kadın avukat geldi...

-“Dava açarsak üç yorumcuya da hapis cezası aldırırız...” demişti...

O gün aldığım karardan ne kadar huzurlu ve mutlu olduğumu hissettim o anda; Eski dostumun “dolaylı özrünü geçiştirdim...”

Çok iyi ettiğimi hissediyordum; onları zamanında cezaevi tehditleri ve cenderesinin içine sokmamakla...

*****

CAN DÜNDAR; ERDEM GÜL OLAYININ HATIRLATTIKLARI (2)

Babam yanıbaşımda beyin kanaması geçiriyordu...

Arabada, Maçka’nın trafiğinde hastaneye götürüyordum onu...

-“Kolum uyuştu oğlum...” diyordu...

Konuşamıyordu...

Dili peltekleşmişti...

Hastaneye götürdüğümde, babama ne olacağını bilmiyordum...

Ama babamın beyin kanamasının neden kaynaklandığını biliyordum...

***

Kirli ve derin bir operasyonun sonucu, birkaç hafta önce çocuklarımdan ayrı kalırken, her gün gazetelerde ve onların kaynak aldığı bazı internet sitelerinde derin bir iftira kampanyasıyla karşı karşıya kalmıştım...

Yan yana iki evde birlikte yaşadığım babam, olanların gerçek yüzünü biliyor; bu iftira kampanyası karşısında 80 yıllık hayatı boyunca olmadığı kadar bunalıyor, sıkılıyor ve üzülüyordu...

***

Bir öğle yemeği esnasında telefon gelmişti...Babam o yazılardan birini görmüş ve fenalaşmıştı...

-“Babanın sol tarafı tutmuyor, konuşamıyor...” diyorlardı telefonda...

Apar topar eve gitmiş, babamı hastaneye yetiştirmek için, direksiyonun başına geçmiştim...

O gün hastaneye zor bela yetiştirdim onu...

Üç gün yoğun bakımdan çıkamadı...

Beyin kanaması geçirmişti...

Sol bacağı bir daha hiç eskisi gibi olmayacaktı...

Koltuk değneğiyle yürüyecekti...

***

Oda TV o günlerde bana yapılan saldırıların başını çekiyordu...

Onun sorumluları ve editörleri ile o siteye çalışan bir köşe yazarı hakkında, çocuklarımdan ayrı kalmanın, hakkımda açılan iftira kampanyasının ve babamın beyin kanaması geçirmesinin öfkesiyle dava açmıştım...

***

Davalar devam ediyordu...

O sırada, bizim olayla hiç ilgisi olmayan bir davada; Oda TV’nin benim de dava açtığım yöneticilerini tutukladılar...

Üç yöneticisi cezaevindeydi...

Ben kendi olaylarımdan çok acı çekmiştim... Çektiğim acıya, babamın beyin kanaması eklenmiş, olay bir aile trajedisi halini almıştı...

Durup durup; “Onları hiç affetmeyeceğim...” diyordum...

***

Oysa şimdi onlar, başka bir olaydan cezaevine girmişlerdi...

Onlarca davayla, haklarında istenen hapis cezalarıyla uğraşıyorlardı...

“Bu insanlar, haklarında açılan onca davayla ve iddialarla uğraşırken, benim davalarımın ağırlık yapmasına izin veremem...” dedim ve bütün davaları aniden geri çektim...

Adliye Sarayı’nda sitenin iki sorumlu müdürüyle olan bir duruşmaya giderken,yine sakin yine verdiğim karardan huzurluydum...

Hakim’e;

-“Muhataplarımın halihızardaki ağır şartları altında davamdan feragat ediyorum...” dedim... Çıkarken iki muhatabıma “geçmiş olsun” dedim ve salondan ayrıldım... Bana ağır iftira yazan köşe yazarı da dahil, herkes için açtığım davalardan vazgeçtim...

***

Bir süre sonra onların avukatları;

-“Siz davadan vazgeçtiniz... Ama bizim paramızı yine de ödemek zorundasınız...” dediler... Onların avukatlarının paralarını da ödedim...

Üç tanesi bir yıl hapiste kalmıştı ve “benim davamın ağırlığını onlara yaşatma hakkına sahip değildim...”

*****

CAN DÜNDAR VE ERDEM GÜL’ÜN TUTUKLANMALARI...

Tüm bu olayları; dün Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanması üzerine yeniden yaşadım...Aileme ve bana çok ağır maliyetler yaşatmış insanlara, konu cezaevi ve tutuklama noktasına geldiğinde nasıl karşı çıktığımı hatırladım...

***

Can Dündar ve Erdem Gül’ün o yayından dolayı yargılanıp yargılanmaması tartışılabilirdi...

Bunu anlardım...

Ama tutuklu yargılama... Cezaevine göndererek bütün bir süreci cezaevinde yaşatma...

Kendi hayatımda ödediğim ağır maliyetlere karşın, bu yöntemi hiç benimseyemiyordum...

Hayatı öyle okuyamıyor, öyle yaşayamıyordum...

Yaşamadığım için sırtımda bir ağırlık taşımıyordum...

Hayatın adaletini, yargılarken tutuklamada değil, kendi doğal seyrinde arıyordum...

Yazının devamı...

Benim imkansız aşk hikayelerim...

“Leyla ile Mecnun”; “Ferhat ile Şirin”; “Kerem ile Aslı...”

Dün hayatın Türkiye ismini taşıyan bu coğrafyaya layık gördüğü “yoğun sisle kaplı ağır ve kesif gündeminde”, Cengiz Güleç’in “Aşkın Son Sözü” kitabından imkansız aşk öykülerini okumayı istiyorum...

***

İlk gençlik yıllarımda, ders kitaplarından okuduğum öykülerin içindeki “delicesine sevgiyle dolu imkansız aşklar”la, bu coğrafyanın sevgiye aç halet-i ruhiyesinin arasındaki dağların yıllar içinde nasıl oluştuğunu anlamaya çalışıyorum...

Belki Ferhat gelse; bu dağları yararak içinden sevgiyi ve aşkı akıtır bu ülkeye...

***

Bir umut niyetine “imkansız hale getirilen büyük aşkların içindeki, deli sevgiyi” bir kez daha okuyorum...

Efsanelerin hayatından kendime teselliler çıkarıyorum...

Tesellilerden ise buket buket sevgiler...

Benim gündemim; “Türkiye’nin içinde bulunduğu imkansız iletişim ortamı değil”, delicesine aşklar ve asla bitmeyen tutkular bugün...

Öteki ne kadar çatışmacıysa, bu o kadar aşkla yüklü...

*****

LEYLA İLE MECNUN...

Mecnun bir Arap kabile reisinin dualar ve adaklarla dünyaya gelen Kays adındaki oğludur...

Okulda; bir başka kabile reisinin dillere destan güzel kızı Leyla ile tanışır...

İki genç birbirlerine aşık olurlar...

***

Durumu öğrenen Leyla’nın annesi, kızını artık okula göndermez...

Kays okulda Leyla’yı göremeyince çılgına döner... Alıp başını çöllere gider...

“Mecnun” diye anılmaya başlar...

***

Mecnun’un babası Leyla’yı babasından ister...

Adı; “divane, deli derviş” anlamında Mecnun’a çıkan oğluna Leyla’yı vermezler...

***

Leyla evden kaçarak çöllerde Mecnun’u aramaya başlar...

Mecnun ise çöllerde ceylanlar ve kuşlarla muhabbet içinde dolaşmaktadır...

***

Meczi aşktan ilahi aşka yükselen Mecnun, çölde karşılaştıklarında Leyla’yı tanımaz...

Daha sonra Leyla’nın evlendirildiğini duyunca ona sitem dolu bir mektup yollar...

Leyla ise; çölde kendisini tanımadığından ötürü ona sitem dolu bir mektupla cevap verir...

***

Bir süre sonra Mecnun’un ahı tutar ve Leyla’nın kocası ölür...

Leyla baba evine döner...

Aşk ateşinden kurtulamayan Leyla bir daha çöllere düşer...

Mecnun’u arar...

***

İlahi aşka gark olmuş ve vecd içinde şiirler söyleyen Mecnun, bir kez daha Leyla’yı tanımaz...

Sonunda Leyla kahrından ölür...

Haberi alan Mecnun, gelip maşukunun mezarını kucaklar ve orada can verir...

***

Mecnun’un sadık dostu Zeyd bir gece rüyasında cennet bahçelerinde birbirleriyle buluşmuş mutlu sevgilileri görür...

-“Bunlar kim?..” diye sorunca melekler;

-“Bunlar Mecnun ile onun vefalı sevgilisi Leyla...” cevabını verirler...

***

-“Aşk yoluna girip temiz öldükleri ve aşklarını dünya hevesiyle kirletmedikleri için burada buluşurlar...” derler...

Bu efsanenin manzum şeklini Fuzuli; Leyla İle Mecnun (1535) adlı ünlü mesnevisinde kaleme almıştır...

*****

FERHAT İLE ŞİRİN...

Sultan Mehmene Banu’nun Şirin adında tek bir kızı vardır...

Sultan; güzel kızına bir köşk yaptırmak ister...

Şehrin en ünlü mimarları ile, en mahir nakkaşlarını davet eder...

***

Nakkaş Ferhat ile babası dillere destan bir saray yaparlar...

Saraya su getirmek için aradaki dağı delmek gerekir...

Sultan; bunu başaran kişiye ne dilerse vereceğini vaat eder...

***

Ferhat işe koyulur...

Sultan ile kızı Şirin bir tahtırevanda Ferhat’ın üstün bir gayretle dağı delmesini seyre dalarlar...

Şirin’i gören Ferhat coşar...

Bir vuruşta hamam kubbesi büyüklüğünde taşlar koparır...

Kırk günde dağı delip, suyu saraya akıtır...

***

Saray’a kabul edilen Ferhat’la, Şirin dadısı aracılığıyla küçük Köşk’te buluşur...

Bir cariye bu durumu Sultan’a gammazlar...

Sultan, Ferhat’ı önce zindana attırır...

Sonra pişman olur ve bin altın vererek ülkeden gitmesini emreder...

***

Ferhat dağda kendine bir mağara açar...

Orada aslanlar ve kaplanlarla yaşamaya başlar...

Ferhat’ın deli divane vaziyette çıplak bir halde hayvanlarla yaşadığını öğrenen Acem Şahı Hüsrev; Sultan Mehmene Banu’ya savaş açar...

Savaşa katılan Ferhat; Sultan’ın askerlerini yenilgiye uğratır...

***

Durumu gören Sultan kızı Şirin’i kaçırır ve Ferhat’ın savaş esnasında öldüğünü söyler...

Şirin’e kavuşamayan Ferhat kafasına demir külüngünü vurarak intihar eder...

Ferhat’ın öldüğüne inanmayan Şirin; babasının elinden kurtulur...

Savaş alanında cansız yatan Ferhatını görünce belinden hançerini çıkarır, sapını Ferhat’ın göğsüne koyar ve kendini bıçaklayarak öldürür...

Bu aşkın anısına Hürmüz Şah iki sevgiliyi aynı yere gömdürür...

Anılarına bir türbe yaptırır...

*****

KEREM İLE ASLI...

Yaşlı İsfahan şahı, mirasını bırakacak bir evladı olmadığı için üzgündür...

Şah’ın yardımcısı Keşiş lakaplı vezirin de çocuğu olmamaktadır...

***

Hanımlarının rastladıkları bir evliyanın gösterdiği keramet sonucu; Şah’ın herkesi kıskandıracak kadar yakışıklı bir oğlu olur...

Adını Kerem koyarlar...

Keşiş’in de dünyalar güzeli bir kızı olur...

Onun adını da Aslı koyarlar...

***

Ergenlik çağında iki genç birbirlerine aşık olurlar...

Evlilik hazırlıkları yapılırken, Keşiş daha iyi bir kısmet bulmak amacıyla kızını kaçırır...

Deli divane olan Kerem; Aslı’yı bulmak için yollara düşer...

***

Uzun maceralardan sonra Aslı’yı bulur ve evlenirler...

Ancak Keşiş; Kerem’e büyü yaptırır...

Gerdek gecesi Kerem, mintanını çıkarmak için düğmelerini açar, fakat düğmeler tekrar iliklenir...

Birkaç kez denemede yine aynı şeyler olunca daralan Kerem; çok derinden bir “Ah” çeker ve ağzından çıkan alevlerle yanmaya başlar...

***

Aslı; Kerem’i söndürmek için ona su verir...

Fakat ateş daha da güçlenir...

Kerem yana yana kül olur...

Aslı da kahrından haykırırken, saçları Kerem’in külüne değerek tutuşur ve o da yanarak can verir...

Yazının devamı...

Hayat arkadaşımın doğum günü partisi...

Elli yaşımı kutladığım doğum günümde, o günlerdeki hayat arkadaşım; bana çok özel bir doğum günü partisi yapmıştı...

35-40 arkadaşımı, dostumu çağırmış, onlarla kapalı bir mekanda saatlerce dans ederek dilediğimiz gibi birkaç saat geçirmiş, hayatı, çocukları ve mutluluğu lezzetle tatmaya çalışmıştık...

O gün bana sorsalardı; "hayatın sırlarının çok önemli bir kısmını çözdüğümü" söylerdim...

Tanrı'nın 50 yaşını kutladığım o doğum gününden hemen sonra; bana hayatın o güne kadar hiç tanımadığım kodlarını açacağını, o kodları çözmeye çalışırken, bambaşka bir hayatın kapılarını aralayacağımı söyleseler; hemen hiç inanmazdım...

***

Oysa o günlerden kısa bir süre sonra hayatımda karşıma çıkan olaylar, beni bambaşka sorular ve cevaplarla karşı karşıya bıraktılar...

Aşağıda bir özetini vereceğim "Başarının 7 Kuralı" isimli kitabın, bilgelik yolunda bu derece önemli bilgiler içerdiğini bilmiyordum...

Deepak Chopra'nın bu çok önemli çalışmasını kapsayan kitabın özetini; hayatı ve evrenin sırlarını öğrenmek isteyenler için yayınlıyorum...

*****

BAŞARININ YEDİ KANUNU...

Başarı, hedeflere adım adım ulaşmak olarak tanımlanabilir...

Başarı denince akla ilk olarak maddi başarı gelse de, bu başarının bir tek yönüdür...

Başarı aynı zamanda, kendini ve yaşamı da başarmaktır:

İyi ilişkiler, özgüven, özgürlük, duygusal ve psikolojik denge, mutluluk duygusu, iç huzur, v.s. Başarılı olmayı hemen herkes ister ama gene aynı çoğunluk başarının, çok çalışma ve gerektiğinde birilerine zarar verme pahasına elde edilebileceğini düşünür...

Bedeli herkes için yüksektir kısacası...

Oysa Deepak Chopra’nın anlattığı, mutluluğa götüren yedi anahtar çok farklı bir içerik taşır:

*****

SALT MÜMKÜNLÜK KURALI VE YARGILAMAMAK...

Bu kurala göre, gerçek doğanızı, özünüzü ne kadar çok anlarsanız, salt mümkünlük alanına o kadar çok yaklaşırsınız...

***

Chopra’nın özellikle altını çizdiği noktalardan birisi, yargılamamak ve yargıda bulunmaktan kaçınma çalışması...

Bugün olup biten hiçbir şeyi yargılamayacağım’ diyerek güne başlayın ve gün boyunca yargıda bulunmaktan kaçının...

***

Her gün, en azından bir çiçeği koklayarak, mümkünse denizin, ya da bir akarsuyun sesini dinleyerek, günbatımını izleyerek doğayı, her canlıyı merakla gözlemlemek için zaman ayırın....

***

Her gün sessiz kalmak ve yalnızca var olmak için zaman ayırın.

*****

VERME KANUNU...

Evrenin işleyişi, sürekli alışverişle olur...

Vermek ve almak...

Ne kadar çok verirseniz o kadar çok alırsınız...

Çünkü evrendeki bolluğun yaşamınızdaki dolaşımını korumuş olursunuz...

Aslında, yaşamda değerli olan her şey vermekle çoğalır... Vermekle çoğalmayan şey ise ne vermeye, ne de almaya değerdir...

Vermenin ve almanın ardındaki en önemli şey niyettir...

Niyet, daima veren ve alan için mutluluk yaratmak olmalıdır...

***

"Nereye gitsem ve kiminle karşılaşsam, ona bir armağan götüreceğim: Bu armağan bir iltifat, bir çiçek ya da bir dua olabilir..."

***

"Bugün yaşamın bana sunduğu bütün armağanları minnet duygusuyla alacağım..."

***

"Birileriyle her karşılaştığımda, sessizce onlara mutluluk, sevinç ve kahkahalarla dolu bir hayat dileyeceğim..."

*****

NEDEN SONUÇ KANUNU...

Her eylem bize aynı türde geri dönen bir enerji üretir, ne ekersek onu biçeriz... Düşüncelerimiz, sözcüklerimiz ve yaptıklarımız, etrafımıza ördüğümüz ağın iplikleridir... Başkalarına mutluluk getiren eylemleri seçtiğimizde, neden sonuç kuralının meyvesi mutluluk ve başarı olur...

***

Bugün, her an yaptığım seçimleri gözleyeceğim...

Bu seçimleri yalnızca gözlemekle, onları bilinçli algılama alanıma getireceğim...

***

Ne zaman bir seçim yapsam, kendime iki soru soracağım: ‘Yapmakta olduğum bu seçimin sonuçları ne olabilir?’ ve ‘Bu seçim bana ve bu seçimden etkilenenlere başarı ve mutluluk getirecek mi?..’

***

Bana rehberlik etmesi için yüreğime danışacağım ve onun rahat ya da rahatsız olma mesajına göre yönümü tayin edeceğim...

Eğer seçimim rahatsızlık duygusu veriyorsa duracak ve yüreğimin gözüyle eylemlerimin sonuçlarını izleyeceğim...

*****

ASGARİ ÇABA KANUNU...

Doğadaki her şey, çaba gerektirmeyen bir kolaylıkla ve sınırsız bir kaygısızlıkla işler...

Kuşlar uçmaya çalışmaz, uçar; Çiçekler açma çabası göstermez, sadece açarlar...

Bu asgari çabanın, direnç göstermemenin ilkesidir...

İşte bu nedenle de, uyum ve sevgi ilkesidir.

***

"Bugün kişileri, olayları, durumları oldukları gibi kabul edeceğim..."

***

"Her şeyi olduğu gibi kabullenerek, içinde bulunduğum durumun ve sorun olarak gördüğüm bütün olayların sorumluluğunu üstleneceğim... Sorumluluğun, içinde bulunduğum durum için hiç kimseyi (kendim dahil) suçlamamak durumunda olduğumu biliyorum..."

*****

NİYET VE ARZU KANUNU...

Her niyet ve arzunun yapısında gerçekleşmesini sağlayan mekaniği mevcuttur...

Bir niyeti salt mümkünlüğün bereketli zeminine attığımız zaman bu sonsuz düzenleme gücünün lehimize çalışmasını sağlarız...

***

"Bütün arzularımın bir listesini yapacağım. Nereye gitsem bu listeyi de yanımda götüreceğim...

Gece yatmadan önce, sabah uyandığımda bu listeye bakacağım..."

***

"Arzularımın bu listesini salıverip yaradılışa teslim edeceğim... Bunu yaparken işler istediğim gibi gitmediğinde bunun bir nedeni olduğuna ve evrensel planın benim için kendi tasarladıklarımdan çok daha büyük projeleri olduğuna inanacağım..."

*****

BAĞLANMAMA KANUNU...

Hiçbir şeye bağlanmamak belirsizliğin bilgeliğini barındırır...

Belirsizliğin bilgeliğindeyse geçmişteki şartlanmaların hapishanesi olan bilinenden bağımsız olma vardır...

Her şeyin mümkün olduğu bu alana, yani bilinmeyene geçmeyi istediğimiz zaman, kendimizi tüm evrenin dansını düzenleyen yaratıcı zekâya teslim etmiş oluruz...

***

"Bugün kendime ve çevremdekilere oldukları gibi olma özgürlüğünü tanıyacağım... Sorunlara zorla çözüm bulmaya çalışarak, yeni sorunlar yaratmayacağım..."

***

"Bugün belirsizliği yaşantımın temel bir öğesi olarak kabul edeceğim...

Belirsizliği gönülden kabul etmemle birlikte tüm karmaşanın içinde çözümler belirmeye başlayacaktır..."

***

"Tüm imkânlar alanına adım atacağım ve kendimi sonsuz seçeneklere açık tuttuğum zaman ortaya çıkacak mükemmel heyecanı bekleyeceğim..."

*****

YAŞAMIN AMACI KANUNU...

Yaşamın amacı (Dharma) kuralı, bir amaca ulaşmak için maddi şekle büründüğümüzü söylüyor... Herkesin yaşamda bir amacı vardır...

Başkalarına vereceği benzersiz bir armağan ya da özel bir yetenek...

Biz bu benzersiz yeteneği başkalarına hizmetle birleştirdiğimiz zaman, bütün amaçların nihai amacı olan kendi ruhumuzun coşkusunu ve mutluluğunu yaşarız...

***

Nasıl hizmet edebilirim?’ ve ‘Nasıl yardımcı olabilirim?’ sorularını kendime her gün soracağım...

***

"Benzersiz yeteneklerimin ve onları ortaya koyarken yapmayı sevdiğim şeylerin tümünün bir listesini yapacağım..."

Benzersiz yeteneklerimi dışa vurup bunları insanlığın hizmetinde kullandığımda, zamanı unutur ve başkalarının yaşamına olduğu kadar kendi yaşamıma da zenginlik oluştururum...


*****

SON SÖZ...

Hayatı değişik okuma yönündeki bu kanunları teker teker yaptığınızda hayatınızın mucizevi bir şekilde değiştiğini göreceksiniz...

Hayatımın son 5 yılını; çok yoğun bir biçimde bu bilge düşüncelerin okumalarıyla geçiriyorum...

Bugünden 5 yıl önceki halime baktığımda, çok şey bildiğim halde, aslında hiçbir şey bilmediğimi fark ediyorum...

Yaşam tecrübemdeki bu zenginliği, sizlerle paylaşma arzusu, yukarıdaki yasalardan birini tetikleme arzusu...

"Kendimden ve deneyimlerimden ne kadar 'verirsem', dolaşımın o kadar hızlı olacağını ve bana yeniden döneceğini biliyorum..."

Ama esas bildiğim, daha doğrusu hissettiğim şey şu...

Hayata ne kadar katkı verirsem o kadar mutlu hissediyorum kendimi...

Yazının devamı...

Süheyla Öğretmen; sıkı sıkıya sarıldığımız an...

“Kolej’in sınavları var...” diyordu annem ilkokul ikinci sınıfın sonlarında;

-“İlkokul bitince Kolej sınavları daha zor oluyor... Hem fazladan bir yıl hazırlık okumak zorunda kalacak çocuk... İlkokul üçüncü sınıftan kazanıp gider Kolej’e... İngilizce’yi çocuk yaşta öğrenmesi daha doğru...”

***

Kolej kelimesinin “havalı” okunuşu dışında; söylediği hiçbir şey hiçbir anlam ifade etmiyordu bana...

Niye gidecektim ki Kolej’e?..

Çankaya İlkokulu’nda mutluydum...

Anne gibi gördüğüm, hatta annemden daha anlayışlı bulduğum bir öğretmenim vardı...

Süheyla Ün...

Onu bırakıp da, başka bir öğretmenden, başka okuldan, başka sınıflardan, başka arkadaşlardan ne öğrenecektim ki?..

***

Benim Kolej’e gitme meselem aile ve okul içinde gittikçe büyüyen bir olay haline geldi bir süre sonra...

Süheyla Hanım “en iyi öğrencisini” bırakmak istemiyordu...

Bunu da sınıfta bana hissettiriyor; annemle konuşurken açık açık söylüyordu...

-“En iyi öğrencim... Onu almayın elimizden...”

Aralarındaki konuşmaları duyuyor;

Duydukça cesaretleniyor;

-“Kolej’e gitmeyeceğim işte...” diye tutturuyordum...

***

Babam da Çankaya İlkokulu’ndan yana tavır koymuştu...

-“Kolej’e gidecek şımaracak... Devlet okulunda okusun... Hayatı daha iyi anlar...” diyordu...

Okulun müdürü devreye girmişti;

-“Hanımefendi almayın çocuğu okuldan, alıştı çok iyi gidiyor... Kolej’de bu havayı yakalayamaz...”

Bu konuşmaların hepsi önümde oluyordu...

Duydukça ben de iyice “fitili ateşliyordum...”

***

Süheyla Hanım istedi diye, bütün bir ailenin rızası hilafına; (isteğinin aksine), Beşiktaş’lı olmuştum...

Süheyla Öğretmen’ime sevgimi göstermek için...

Okulu bırakmak istemiyordum...

Öğretmenimin bir dediğini iki etmiyor gözüksem de, esasen farkındaydım ki, “Sevgili Öğretmen’im de benim bir dediğimi iki etmiyordu...”

Bana başka türlü bir düşkünlüğü vardı...

***

Annem ise; “Bu çocuğun İngilizce öğrenmesi gerek... Onu da Kolej’de öğrenecek...” diyordu...

Sonunda beni sınava soktular...

Yanlış hatırlamıyorsam iki dereceliydi sınav...

İlkini çok rahat geçtik...

İkincisi de bence iyi geçmişti...

Ama Süheyla öğretmenim üzülür diye “pek iyi geçmedi” diyordum...

Annemin yüzü tedirginleşiyor; babam “önemli değil” gibisinden bir tavır takınıyordu...

***

Bir yaz günü babam sonuçları öğrenip arabasıyla evin önünde park etti...

Ben her zaman olduğu gibi, boş arsada, futbol oynuyordum...

Beni çağırdı...

Arkadaşlarım da bir anormallik olduğunu sezmiş, arabaya doğru koşmuşlardı...

Orada “müjdeyi! verdi...”

Kolej’i kazanmıştım...

Sınavı kazanmak “havalı” bir şeydi...

Arkadaşlarım; beni tebrik etmeye başlamışlardı...

Bir şeyi başarmış olmanın verdiği “gurur, tatmin ve alkış” beni o an için kendimden geçirmişti...

Sevinmiştim Kolej’i kazandığıma...

***

O sevincin iteklemesiyle Kolej’e yazıldım...

Bir daha da “Çankaya İlkokulu’ndan pek bahsedemez oldum...”

Başka bir çevre, başka bir alem, başka ilişkiler ağıydı Kolej ve oradaki öğretmenler...

Derslerde başarılı olmasına yine başarılıydım...

Okula da adapte olmuştum...

Ne ki;

Süheyla Öğretmen’in eksikliğini yüreğimin bir tarafında “ince bir sızı halinde derin derin” hissetmeye devam ediyordum...

***

Hiçbir şey onun eksikliğini doldurmuyordu...

Üzerinden 35 yıl geçti...

Show Haber Bülteni’ni yapıyordum...

Öğretmenler Günü’nden önce, mucize yaratmakla ünlü Show Haber Merkezi’ndeki arkadaşlara talimat verdim...

-“Üzerinden otuzbeş yıl geçti... İlkokul öğretmenimi Çankaya İlkokulu’nu arayıp bulun... Ona gideceğim... Siz de ziyaretin haberini görüntüleyip yaparsınız...”

Süheyla öğretmeni buldular...

Çiçek yaptırıp öğretmenimi evinde ziyarete gittim...

Sarıldım, sarıldık ve uzun bir süre birbirimizden ayrılmadık...

Gözünden yaşlar akıyordu...

*****

TÜRKAN ÖĞRETMEN; “SEN AĞLAMA...”

Süheyla Öğretmen’den sonra ortaokul birinci sınıfta Kolej’de bir hanım öğretmeni bize “Türkçe ve Türkçe Kompozisyon” derslerine gönderdiler...

***

Türkan öğretmen okulda notunun kıtlığıyla bilinen bir öğretmendi...

Derslerde çok nadir, sekiz veya dokuz verir...

Yedi’den yukarı mümkün değil çıkmazdı...

On verdiği ise hiç görülmemişti...

***

Annemin edebiyat öğretmeni olduğunu biliyordu...

Aralarında konuşurlardı...

Önceleri onun edebiyatçı olmasından mütevellit bana ilgi göstermişti...

Sonra durumu fark etti; Edebiyata “esas ilgi duyanın ben olduğuma” hükmetti...

***

O da tıpkı Süheyla Öğretmen gibi beni özel koruması altına aldı... Kanatlarının altında dersleri yapmaktan mutluydum...

Sınıfın büyük çoğunluğu Türkan Hoca’dan beş alabilmek için “özel hoca”lar tuttu...

Ben ise “özel koruma altındaydım Süheyla Öğretmen’de olduğu gibi...”

***

Sınavlarda ne not alırsam alayım her dönem karnemde sekiz notunu verirdi Türkan Hoca...

Bir defasında değiştirdi; dokuz verdi...

Bir sınavdan ise “on” verdi...

Hayatımın günüydü Türkan Hoca’dan on aldığım gün...

Güle oynaya edebiyat dersini yaptık üç yıl boyunca...

Derslere ilgimi kaybettiğim, başka alanlara ilgi duyduğum günlere geliyorduk...

Bir tek “Türkçe ve kompozisyon dersi” bundan muaftı...

Annem ne zaman “çalış” dese, kalın Türkçe kitabını alıyor, “oradan okumalar” yapıyordum...

***

Bu olayın üzerinden 40 yıl geçti...

Gazetecilikte parlamış, televizyonculukta patlamış ünlü olmuş bir profesyoneldim...

Meslekte idol olarak aldığım kişinin ve çevresinin; gazetecilik dışı oyun ve tezgahlarıyla meslekten azledilmeye çalışılıyordu...

Sığınabileceğim hiçbir sığınak kalmamış görünüyordu...

O sırada Türkan Hoca; geçmişten ve anılardan koptu geldi ruhumun derinliklerine...

Yeniden edebiyata sardı kalbimi ve ruhumu...

***

11 yaşında sığınak olduğu yavrusuna, 40 yıl sonra yine duygusal bir sığınak oldu...

Beni hayallerden yaptığı çağrılarla, “yeniden yazıya ve edebiyata yöneltti...”

Türkan Öğretmen; “11 yaşında edebiyata aşık ettiği öğrencisini 40 yıl sonra yeniden hayata döndürmüştü...”

Cinayet işlemek için uğraşanlar avuçlarını yalarken, Türkan Öğretmen avuçlarının içiyle öğrencisinin yanaklarını okşuyordu...

Meleklerin diyarından “Sen ağlama dayanamam” diye seslenerek...

Yazının devamı...

Yanıltan algı projesi

Meslek hayatımda yıllarca meslek idolü olarak aldığım "gazeteci-televizyoncu"nun bambaşka görevleri olan "özel bir algı projesi" olduğunu anladığımdan beri; yoğurdu üfleyerek yiyorum...

***

Metin Solmaz; "Türkiye'ye ait 100 büyük yanılgı" isimli bir kitap çıkartıyor...

Doğru bildiğimiz şeylerin gerçekte öyle olmadığını anlatan yüz başlıktan oluşuyor kitap...

Doğru bildiğimiz yanlışlar içinde ilgimi çekenleri sizin için derledim...

*****

"KELEBEĞİN ÖMRÜ BİR GÜN DEĞİL..."

Yaklaşık 150 bir çeşit kelebek bulunuyor...

Kanatsızı, gece gezeni, hızlı açanı, zehirlisi, göç edeni, beş kilometre uzaklıktaki dişinin kokusunu alabileni bile mevcut...

***

Bu kadar çok çeşitli türü var kelebeğin...

Ancak bu kadar çeşidin içinde ömrü bir gün olan kelebek yok...

Ömürleri bir haftayla, bir yıl arasında değişiyor...

***

Kelebek olmalarında yani güzelleşmelerindeki amaç cinsellik...

Hayatlarının bu bölümünü eş aramak, çiftleşmek, yumurtlamak gibi devamlılıklarını sağlayan kritik işlerle geçiriyorlar...

Bazı kelebeklerin dişilerinde kanat bulunmuyor...

*****

"KIŞIN DONDURMA YENİR..."

Dondurma her daim yenir...

Yenmemesi gereken dondurma "dondurulmuş yağlarla yapılmış olanı; endüstriyel olanı; TV'de reklamı çıkanıdır..." Bakkallarda ve fast-food dükkanlarda satılanlarıdır...

Dondurmanın tek zararı şeker içermesidir...

Sadece bu yüzden fazla tüketilmemelidir...

*****

"CEREYANDA KALIRSAN ÇARPMAZ..."

Bu ülkenin sağlık inanışlarında hep bir temiz hava, hep bir açık hava düşmanlığı vardır...

Kapalı yer derken, sıkı sıkıya kapalı yerden bahsediyorum... Açık olan cam sevilmez...

Her iki yerde birden açık olan cam mazallah, "cereyan yapar..."

"Cereyanda kaldım, hastalandım..." denir...

***

İki pencere arasında esen rüzgarla, dışarıda esen rüzgar aynı işi yapar...

Hava yer değiştirir...

Dışarıda bir koku varsa onu içeri alır...

İçerde bir koku varsa, dışarı çıkartır...

Temel olarak odadaki hava dışarıdaki havayla yer değiştirir...

1980'ler Ankara'sında yaşamıyorsanız, yani dışarıdaki hava pis değilse, size ancak iyi gelebilir...

Boynunuz falan tutulmamışsa; cereyan ancak cereyan eder...

Asla aksırık, tıksırık ve sümüklü bir şeye neden olmaz...

Hatta temiz hava, öksürük nöbetlerine iyi gelir...

*****

YUVAYI ERKEK KUŞ YAPAR...

"Yuvayı dişi kuş yapar" fikrinin çok romantik bir fikir olduğunun farkındayım...

Ama maalesef hayır!..

Hatta tersine "yuvayı genellikle erkek kuş yapar..."

***

Her şeyden önce kuşlardaki yuva ile insanlardaki yuva arasında derin bir fark vardır...

Kuşlar; geçici ihtiyaçlarını görmek için, en başta yumurtlamak ve yavrularını belirli bir büyüklüğe getirmek için yuva yaparlar...

Yani yuva sahibi olmak, bir kuş için geçici bir durumdur...

Ve yuvada mümkün olduğunca az vakit geçirirler...

Açık hedeftir çünkü yuvalar...

***

Yuvayı kimin yaptığına gelince;

Doğada erkek cinsinin ömrü; bir oranda kendini dişiye beğendirmeye çalışmakla geçer...

Kuşların neredeyse tamamında yuvayı erkekler yapar ve dişilerine beğendirmeye çalışırlar...

Dişiler de yuvayı beğenirlerse gelir erkekle çiftleşir ve çoluğa çocuğa karışırlar...

*****

DEPREM YANILGILARI... EŞYALARIN ALTINA SAKLANALIM;

Masanın, yatağın, vesair şeylerin altı kesin olarak güvensizdir...

En doğrusu yanında cenin pozisyonunda durmaktır...

Böylece hayatta kalmanızı sağlayacak bir üçgeni oluşturmuş olursunuz...

***

NE OLURSA OLSUN DIŞARI ÇIKALIM;

Pek çok insan deprem sırasında panikle dışarı çıkarken, yahut balkondan atlarken yaralanıyor...

Dışarı kaçmalar, depremin vereceği zarardan daha fazla zarar verebiliyor... Hele kaçış rotasında kullanılan merdivenler ve asansörler hepten güvensiz yerler... Önemli olan dışarı çıkmak değil, güvende olmak...

Bu da önceden planlayarak olur...

***

KAPI KİRİŞİNE SIĞINALIM;

Bütünüyle anlamsız... Altına sığındığınız şey; her ne olursa olsun, altında ezilebilirsiniz...

Kapı kirişleri özellikle güvensiz yerlerdir...

***

DEPREMDE ARACIMIZDA KALALIM;

Depremde araçların içi de, ölümcül yerlerdir...

Bu birçok örnekle kanıtlanmıştır... Depreme; araç içinde yakalanırsanız, yapmangereken basitçe aracınızı durdurup yanına oturmak, yahut "cenin pozisyonunda" durmaktır...

*****

ERKEKLERİN BİR GÜN İÇİNDE SEKSİ DÜŞÜNME SAYISI...

Erkeklerin büyük bir hatayla; her 7 saniyede bir seksi düşündükleri rivayet edilirdi...

Oysa bu bir erkeğin günde 7000 kere seksi düşündüğü iddiasına yol açıyor ki, tamamen saçma...

Terri Fisher ve ekibi, Ohio State University'de 283 öğrenciyi kapsayan bir araştırma yaptılar...

***

Öğrenciler üç gruba ayrıldılar...

Gruplara; seks, yemek, yahut uyku düşündüğünüzde butona basın dendi...

Araştırma sonucuna göre, bir erkek günde ortalama 19 kez seksi düşünüyordu...

Kadınlar ise 10 kez düşünüyorlardı...

Erkeklerin; yemek ve uykuyu da kadınlara göre çok daha fazla düşündükleri, aynı araştırmada ortaya çıktı...

*****

BİRÇOK BALIK, FARELER VE KUŞLAR KADAR AKILLI...

Birçok balığın, değil üç saniye, aylar sonra hatırladığı muhtelif deneylerle kanıtlanmış durumda...

Birçok balık, fareler ya da kuşlar kadar akıllı...

***

Balıklar için bir çeşit suçsuzlar hapishanesi gibi olan "akvaryum" sahibi herkes bilir ki, balıklar yem verme saatinde yukarı çıkarlar...

Akıllarında 24 saat boyunca tutmasalar, nereden bilebilecekler yem saatini?..

Ayrıca yem kabını tanımaları da, hafızalarının süresine dair yeterli işaret verir...

Yazının devamı...

"Sessiz Gemi"; Nazım Hikmet'in annesine yazılmış bir aşk şiiridir...

İlk gençlik yıllarımda; çok sevdiğim üç ders vardı...

Edebiyat; Matematik; ve Psikoloji...

Bu derslere girdiğimde Hocaları da iyiyse; hiç dersten çıkmak istemezdim...

Edebiyat ve psikoloji hayatımda dersten ibaret kalmaz, çok ötelere taşınan kişisel rehabilitasyon seanslarına dönüşürdü...

***

Yıllar yılları kovaladı...

Gazetecilik hayatımda “yazı yazmamı engelleyip”, önümü mesafe katedemez şekilde kestiklerinde televizyonculuğa sığındım...

Sığındığım televizyonculuk beni; gazeteciliğin çok ötesinde bir popülariteye ve kariyere ulaştırdı...

***

Televizyonculuk yaparken, kendimle ilgili bir gerçeğin farkındaydım...

Psikoloji; hayatımı etkileyen çok sevdiğim, ilgi duyduğum, üzerinde kitaplar ve kafalar yorduğum bir alandı...

Psikoloji bilgimi televizyonculukta kullandım...

İnsanlarla empati yapabilme gücünü; psikolojiye duyduğum yoğun ilgiden alıyordum...

***

Sonra bir gün televizyonculuğu da elimden aldılar...

Yüksünmedim... Yarım kalmış, önü kesilmiş edebiyat ve yazarlık yapılmamış bir şekilde duruyordu...

Edebiyat aşkımın yeniden nüksetmesine izin verdim ve “arkama bile bakmadan televizyonu bırakıp” yazılara başladım...

***

2010 yılında CNN Türk’te Çok Farklı programını yaparken, beni derin bir operasyonla, televizyonculuktan bir kez daha kopardılar...

O günlerde, iki çocuğum dünyaya gelmişti...

***

Yazın güneşini, iliklerime kadar içimde hissediyordum...

“Edebiyat”a dönmüş, okuyor, yazıyor, araştırıyordum...

“Yahya Kemal’in ünlü ölüm şiiri Sessiz Gemi’yi gerçekte, aşık olduğu Nazım Hikmet’in güzel annesi Celile Hanım için yazdığını o günlerde ortaya çıkardım...”

Yahya Kemal bu şiiri, ada vapuruyla gidişini hüzünle izlediği Celile Hanım’a yazmıştı...

Besteleri yapılan ve hit olan şiir aslında Yahya Kemal’in Nazım Hikmet’in annesine duyduğu inanılmaz ve güvenilmez aşkın acıklı bir projeksiyonuydu...

31 Temmuz 2010 yılında büyük bir manevi hazla yayınladığım o yazıyı biraz kısaltarak yayınlamanın zamanı sanırım...

*****

NAZIM HİKMET’İN; ANNESİNİN AŞKINI FARKETTİĞİ AN...

Celile Hikmet resimleri ile olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul’un diline destan bir kadındı... İstanbul sosyetesinin en çok konuşulan kadınları arasındaydı...

1900 yılında bu dillere destan güzel kadın, Osmanlı’nın meşhur valilerinden Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey ile evlendi...

***

Türk şiirinin dünya çapındaki en önemli ismi olan Nazım Hikmet de bu beraberlikten doğacaktı...

1916’ya gelindiğinde Celile Hanım‘la eşi Hikmet Bey arasında şiddetli bir geçimsizlik başladı...

***

O günlerde Yahya Kemal, Bahriye’de okuyan genç Nazım Hikmet’in şiir hocası olarak eve gelip gitmeye başlamıştı...

Nazım Hikmet’in annesi Celile Hanım’la, Yahya Kemal arasında filizlenen aşk kısa bir süre sonra Celile Hanım’ın anlaşamadığı eşinden boşanmasıyla sonuçlandı...

***

Tutkuyla, ateşle, kıskançlıklarla dolu ve tarihin sayfalarının arasına gizlenen aşk şimdi başlıyordu... Aşkın aktörleri sadece Celile Hanım ve ünlü şair Yahya Kemal değildi... Nazım Hikmet, Necip Fazıl hatta Celile’nin yeğeni Oktay Rıfat; yani Türk şiir dünyasının bütün ustaları bir tarafından dahil oldular o aşka...

***

Heybeliada’da okuyan genç Bahriyeli Nazım, hafta sonları okuldan çıkar annesinin yanına gelirdi...

Yahya Kemal o günlerde genç Bahriyeli olan Nazım Hikmet ile Necip Fazıl’ın bulunduğu öğrenci grubuna şiir dersleri verirdi...

***

Yahya Kemal hafta sonları “Genç Nazım Hikmet’e Türkçe ile şiir dersleri” verirken, İstanbul’un en güzel kadınlarından olan, ressam Celile Hanım’la yakınlaştı...

Nazım’a verdiği derslerden arta kalan zamanlarda Celile Hanım ile Yahya Kemal sanat ve edebiyatla başlayan uzun sohbetlere başlamışlardı...

***

Bir süre sonra bu ilişkinin kokusu Nazım’ın ve Necip Fazıl’ın öğrencisi olduğu Bahriye mektebinde duyuldu...

Dedikoduların ayyuka çıkması üzerine Yahya Kemal bir süre okula gelmedi...

***

Geldiği gün karşısına öğrencisi Necip Fazıl çıktı...

Hocası olan Yahya Kemal’e şöyle dedi: “Hocam, kibrit suyu içerek intihara kalkıştığınızı duyduk... Sınıfın bu durumdan duyduğu derin üzüntüyü size söylemek isterim...”

***

Hocasına yönelik bu alaycı, ironik, dalga geçen tutum bir Deniz Harp Okulu öğrencisi Bahriyeli için kabul edilmez bir davranıştı...

Necip Fazıl “Bu aşk ilişkisini alaycı bir şekilde ima eden” sözleri nedeniyle “Kodes” adı verilen tahta dolabın içinde cezaya gönderildi okulda...

***

Ne ki bu Fransızca’yı ana dili gibi konuşan, piyano çalan, natürmort resimler yapan dünyalar güzeli, sanatçı kadın Celile ile Yahya Kemal’in aşkları alevinden bir şey kaybetmiyordu...

*****

“HOCAM OLARAK GİRDİĞİNİZ BU EVE BABAM OLARAK...”

Olayı genç Nazım Hikmet de fark etmişti...

Necip Fazıl’dan sonra bir gün Yahya Kemal’in siyah pardösüsünün cebine bir not bıraktı...

Kâğıtta Yahya Kemal’e hitaben şöyle yazıyordu:

-“Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz...”

***

Bu not üzerine ünlü şair, tedirgin oldu... Bir süre Celile Hanım’ın evine gelmedi... Genç Nazım’la karşılaşmaktan çekindi... Celile Hanım ise Yahya Kemal yüzünden kocasından boşanmış, bütün İstanbul’un kulaktan kulağa dedikodusunu yaptığı bir aşka “evet” demişti...

***

Artık evlenmek istiyordu...

Yahya Kemal bir taraftan kadını deliler gibi kıskanıyor, diğer yandan bu evliliğe yanaşmıyordu...

***

Celile’ye aşkını anlattığı olay inanılmazdı:

-”Vapur giderken iskeleden mendil sallamalar, ağlamalar...

Celile gidinceye kadar Ada dopdolu olurdu... Gider gitmez benim için boşalıverirdi...

Bir gece Ada Oteli’nde otururken, yandaki iki kişinin ‘Berlin Büyükelçisi bu gece davet veriyor... İstanbul’daki bütün güzel kadınlar davetli’ lafını ettiklerini duydum...

***

Müthiş bir acıyla yerimden kalktım...

İskeleye gittim... Son vapur çoktan kalkmıştı...

Sert bir lodos esiyordu... Deniz karmakarışıktı, ancak ne olursa olsun, sandalla Maltepe’ye geçmeye karar verdim...

Sandalcılara gittim, yanaşmıyorlardı.

Çok para verince biri ikna oldu...

Açıldık, bir süre sonra lodos büsbütün arttı...

Denizde çalkalanıp duruyorduk... Sandalcı bana küfretmeye başlamıştı...

Ölmek üzereydik, ama ben sadece sevgilimin katıldığı geceyi düşünerek müthiş bir kıskançlık duyuyor ve bir an önce orada olmak istiyordum...

***

Sırılsıklam Maltepe’ye gelebildik...

Hemen araba bulmaya çalıştım...

Yoktu...

Bunun üzerine Maltepe’den Bostancı’ya yürümeye karar verdim...

Tren yoluna çıkarak koşmaya başladım...

Maltepe-Bostancı arasının bu kadar uzun olduğunu o zamana kadar fark etmemiştim...”

“Kan ter içinde Bostancı’ya geldim...

Vakit hayli geçti...

Karakola gittim. ‘Bana bir araba bulunuz hastam var’ dedim...

Yine bir sürü para verdim...

Arabayla yola koyuldum...

Kadıköy, oradan Üsküdar... Karşıya geçtim. Doğru Nişantaşı!.. Sevgilimin oturduğu apartmanın kapıcısı ahbabımdı... Penceresini vurarak onu uyandırdım. ‘Benimki evde mi’ diye sordum?

***

Adam halime bakıp şaşırdı: ‘Evde, bu akşam çıkmadı!’ dedi. Sanki dünyalar benim oldu...

Apartmanın karşısında bir arabacı meyhanesi vardı... Orada sabaha kadar içtim...

Sabahleyin, doğru eve çıktım... Benim halim berbat... Toz toprak içinde olduğumu görünce şaşırdı ve hemen anladı... Sarmaşdolaş olduk...”

***

Yahya Kemal deli gibi aşıktı, ama evlenmekten hayatı boyunca korkmuştu...

Belki, böylesi bir kadına hiçbir zaman sahip olamayacağını bilmekten, belki o beraberlikte ters bir olaydan ürkmekten, belki de genç Nazım Hikmet’ten ve etraf ne der diye ürkmekten?..

O evlilik hiç gerçekleşmedi...

Yahya Kemal hep kaçtı o evlilikten...

*****

NAZIM HİKMET’E YARDIM ETMEDİ...

Uzun yıllar geçti bu olayın üzerinden...

Nazım Hikmet büyük bir şair olmuştu...

Sosyalistti...

Dönemin iktidarı tarafından hapislerde süründürülüyordu...

Celile artık yaşlanmıştı...

Güzelliğinden eser kalmamış üstüne üstlük kör olmuştu...

***

Oğlunun hapislerden kurtulması için Galata Köprüsü’nde açlık grevine başlamıştı; görmeyen gözleriyle anne yüreği...

Tuhaf bir rastlantı sonucu, Celile açlık grevi yaparken, Yahya Kemal Galata Köprüsü’nden geçiyordu...

Büyük aşkını gördü...

Ama yanına gitmedi...

Bir zamanlar “Hocam olarak girdiğin eve babam olarak girmeni istemiyorum” diyen Nazım Hikmet’in kurtulması için kör gözlerle açlık grevi yapan Celile’ye destek imzasını vermedi...

Hızla uzaklaştı oradan...

***

Öldüğünde evraklarının arasından içinde kurumuş iki yaprak bulunan bir zarf çıktı Yahya Kemal’in...

Şöyle yazıyordu:

“Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930’da Sirkeci garında gece saat 10’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir... Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim...”

Celile muhtemelen bu aşkın devam etmeyeceğini anladığı gece Paris’e giderken, Sirkeci Garı’nda vermişti Yahya Kemal’e göğsünde duran o iki yapraklı çiçeği...

*****

SESSİZ GEMİ...

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan...

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan...

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol...

Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol...

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli...

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli...

Biçare gönüller!.. Ne giden son gemidir bu...

Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu...

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler...

Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler...

Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden...

Birçok seneler geçti dönen yok seferinden...”

Yazının devamı...

Don Juan ve üçler kuralı...

“Önemli olan üç’ler kuralını izlemek” diyordu Tomash “Bir kadını ya arka arkaya üç kere görür sonra hiç görmezsin, ya da ilişkini yıllar boyu sürdürürsün, ama her randevunun arasına en az 3 hafta bırakmaya dikkat edersin...”

***

Murat Belge’ye göre Tomash çağımızın Don Juan’ıydı...

“Üç”ler kuralı sayesinde Tomash birçok kadınla cinsel ilişkilere girerken, bazı kadınlarla olan ilişkilerini de bozmamayı başarmıştı...

Onu en iyi anlayan kadın Sabina’ydı...

Sabina ressamdı...”

*****

DON JUAN’IN AŞKI...

Çağın Don Juan’ı olan bu adam iş için bir günlüğüne gittiği kasabada genç bir kadınla ilgilendi...

Kadın bir süre sonra adamın Prag’daki evine geldi...

Geldiği gün seviştiler...

***

Genç kadın Don Juan’ın o gün girdiği hayatından bir daha çıkmadı...

Tomash taşralı o genç, güzel ve nahif kadın hayatına girdiği andan itibaren ne ondan ne de öteki kadınlarından vazgeçebildi...

Genç kadının ismi Teressa’ydı...

***

Teressa, Tomash’ı öteki kadınlardan deli gibi kıskanıyordu...

Geceleri kabuslar görüyor, kabuslardan hıçkırarak uyanıyordu...

Tomash’ın hayatı alt üst olmuştu;

***

Çünkü Tomash’a göre, “Kadınlarla erotik dostluklarının temel kuralı, aşk adına ne varsa, yaşamdan uzak tutmasını sağlamaktı...

***

Anlaşmanın bu noktasına karşı geldiği an, Don Juan’ın hayatındaki öteki kadınların konumları alçalacak ve onlar başkaldırmaya hazır hale geleceklerdi...”

***

Ancak hayat Don Juan’ların bile teorize edebildiği ölçüde gerçekleşmiyordu...

Milan Kundera’nın romanından çıkma Prag’lı playboy doktor Tomash için de bu kural değişmeyecekti...

Çağın Don Juan’ına aşk oyunu çok pahalıya mal olacaktı...

*****

KADINLAR İÇİNDEKİ ÖZEL KADIN; SABİNA...

Kadınları içinde onu en fazla anlayanı Sabina’ydı...

O bile, genç Teressa’nın sevgilisinin hayatına girmesinden sonra değişmişti...

***

Sevişirlerken Tomash’ın saatine baktığını farkettiğinde, çorabının tekini saklayacak, onu rezil etmeye çalışacaktı...

Sabina Prag’lı Don Juan’ı seviştikleri o gün ayazda delikli kadın çorabıyla genç sevgilisinin yanına gönderdi...

***

Ne ki Sabina’ya rağmen, Tomash’ın Teressa’ya olan aşkı bitmek bilmedi...

O istiyor diye “memleketinden uzaklara gönüllü sürgüne” gitti...

Bir gün genç kadın sürgündeki evden, arabasına atlayıp memleketine döndü...

Tomash genç kadının arkasından, kendisi için cehennemi andıran bir cezaevi halini alacak olan Prag’a geri döndü...

Genç kadına karşı aşk ve sevgiyle karışık bir şevkat besliyordu...

*****

NAZIM HİKMET, MİLAN KUNDERA; ÇOK KADINLI TEK ERKEKLER...

Bir erkek “Sevdiği kadının arkasından, gönüllü sürgüne gidiyor, gönüllü sürgünden kendisine cehennemi yaşatacakları coğrafyaya; Çekoslovakya’ya geri dönmekten imtina etmiyordu...

***

Hayatını bir kadın için allak bullak ediyor; ama aynı genç kadını sayısız kadınla aldatmaktan vazgeçemiyordu...”

Korkunç bir dilemmaydı bu...

***

Hayatı bunca allak bullak eden erkeğin, o genç kadını sevmediği söylenemezdi...

O zaman soru şuydu;

Bu kadar çok seviyorsa genç kadını, neden beraber olduğu diğer kadınlardan vazgeçemiyordu?..

***

Halil Berktay Taraf’taki köşesinde şöyle yazar;

“Aslında Nazım Hikmet de Milan Kundera’nın Tomash’ı gibi; “çok kadınlı tek erkeklerden”di...

***

Nazım’ın da başka başka aşık olduğu, fakat ondan başkasına aşık olmasını istemediği kadınları yok muydu?..

Piraye, Münevver Hanım, Vera hep bir şekilde genç Teressa’nın kaderini yaşamamışlar mıydı?..

*****

SONBAHAR ŞEHİRLERİM VE PRAG

Bugünlerde hava soğuktur Prag’da...

Eksilerde dolaşır... Tomash’ın küçük pejmurde arabasıyla çapkınlığa gittiği sokaklarda yürümenin zamanıdır şimdi Prag’da.

***

Sonra Teressa’nın Rus askerlerinin 68 Baharı’nda işgal ettiği Prag’da korkusuzca resmini çektiği meydanlarda dolaşmanın zamanı.

Sabina’nın yaptığı resimlerini verdiği galerilerde oyalanmanın...

Milan Kundera’yı anmanın...

***

Tomash’a selam göndermenin...

Nahif bir taşra kızı olarak; Prag’lı Don Juan’ın hayatına girip, bir daha çıkmayan onu ölüme götüren Teressa’yı sevmenin...

Sabina’ya gıpta etmenin...

‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni hissettim...

*****

HÜZÜN SİZİ GÜLÜMSETİR PRAG’DA...

Bir Sonbahar şehridir Prag...

Tıpkı Paris gibi...

Hüzünlüdür...

Tüm Sonbahar şehirleri gibi...

Hüzün sizi gülümsetir Prag’da...

***

Prag’ın üstüne sinen hüzün “dört mevsim”dir...

Aslında “Dört Mevsim Sonbahar’dır Prag...” Bahardayken hüzünlüdür...

Kar yağarken hüzünlü...

Yazın güneşte yine hüzünlü...

***

68 Bahar’ında yaşanan Rus işgali midir hüzünlü yapar şehri?..

Dubçek’in güleryüzlü sosyalizminin, yürümemesi mi?..

Bir İlkbahar mevsiminde çiçekler açmış, hayat filizlenmişken; işgal edilmesi midir şehri; “hep Sonbahar yapan?..”

Yoksa Kafka’nın içindeki bitmek bilmeyen Sonbahar mı?..

***

Vitava nehrinin üzerine düşen ve nehri boğan sarı yapraklar mıdır şehri hep Sonbahar hissettiren?..

“Kudretli Sovyet işgali otoritesine“, tek başına cesurca karşı çıkan, Don Juan karakterli bir doktorun “siyasi cesaretinin ölüme giden hayat çizgisi midir” Sonbahar’ı hüzünlü yapan?..

***

Yoksa Teressa’nın aşkına kavuşamadığı dramatik kader midir Prag’ı hüzünlü yapan?..

Sabina’nın erkeğine bir türlü sahip olamayan egosantrik trajedisi midir yoksa?..

***

Sanırım hepsi;

Hatta daha fazlası...

Prag bütün bu kişisel ve siyasi öykülerin hüzünlü dekorasyonuna; misafir eder konuklarını...

Prag’a gelen her konuk, şehrin gizemli, büyülü, kederli atmosferinde, kendi hüzünlü öyküsünü fark eder ve hikayeleştirir...

***

Hüzünlere; hüzünler eklenir Prag’da...

İnsanlardan ve şehirden toplanan hüzünlü öyküler, demetler halinde Prag’ın tatlı esintisinde rüzgarlaşırlar...

***

Vitava nehrinin gece akıntısında yakamozlaşırlar...

Arnavut taşlı sokakların ıslaklığında saydamlaşır; Kilisenin bulunduğu meydanda hepsi birden bohemleşirler...

Prag’da esasen şarap içilse de...

Biranın güzelleşebildiği nadir kentlerden biridir Prag...

Biralı, birasız, şaraplı, şarapsız...

Prag Sonbahar’ı; kendisine çok uzak şehirlerde bile hissedilir; öykülenerek hep yaşanır...

Paris; İstanbul; Londra, Milano, Venedik, Roma...

Prag’lı Don Juan doktor Tomash ölümlü öyküsüyle hep ölümsüzleşecektir...

Yazının devamı...

Babayla kızı...

Kızıyla birlikte köprüyü geçecek olan baba tedirgindi...

Kızına;

-“Elimi tut ki nehre düşmeyesin tatlım...” dedi...

Küçük kız şaşırtıcı bir cevap verdi babasına;

-“Hayır baba; sen benim elimi tut lütfen...”

Adam şaşırmıştı...

-“Ne farkı var ki kızım?..”

Kız cevap verdi;

- “Çok fark var baba... Eğer ben senin elini tutarsam; Bana bir şey olursa senin elini bırakabilirim...

Ama sen benim elimi tutarsan eğer...

Biliyorum ki her ne olursa olsun, sen benim elimi asla bırakmazsın...”

*****

KAR TANELERİ

Kar taneleri ne kadar güzel anlatıyor, birbirine zarar vermeden de yol almanın mümkün olduğunu...

Hz. Mevlana

*****

İNSAN NE İLE YAŞAR...

Yüce yaratıcı; insanları birbirinden ayrı ayrı değil, tek vücut halinde yaşamalarını istediğinden, birey olarak kendi ihtiyaçlarını değil, kendi dışındakilerin ihtiyaçlarını görebilecek şekilde güçler bahşeder...

***

Tanrı yeni doğum yapmış bir annenin ruhunu; acıma duygusuna yenik düştüğü için alamadan dönen ölüm meleğini üç şeyi öğrenmesi için insan suretine büründürerek dünyaya gönderir...

Ona;

-“İnsanın içinde ne barındırdığını öğren... İnsana neyin verilmediğini öğren... İnsanın ne ile yaşadığını öğren...” der...

***

Simon adlı tüccar ailesiyle küçük bir kasabada yaşar...

Durumları pek iyi değildir...

Kış gelmiştir ve ısınacak bir kürke ihtiyaçları vardır...

Simon ayakkabı tamircisidir...

Kürkü alacak parası yoktur...

Borç verdiği köylülere gider;

-“Kış geldi kürk almam lazım... Paraya ihtiyacım var... Borçlarınızı ödeyebilir misiniz?..” der...

Köylüler;

-“Şu anda maalesef bizim de paramız yok...” derler...

Simon üzüntü içinde bir meyhaneye gider...

Kendisine şarap ısmarlar...

***

Meyhanenin çıkışında, kilisenin önünden geçerken çıplak bir adam görür...

Çıplak adam; Tanrı’nın “üç şeyi öğrenmek için insan kılığında dünyaya gönderdiği melektir...”

Simon “çıplak adamın gerçek kimliğinden habersiz”, üzerine bir şeyler giydirip onu eve götürür...

***

Başlarda karısı, adama pek yakınlık göstermez...

Ancak daha sonra adama alışır...

Kadının, tavırlarındaki değişiklik ve yakınlık üzerine, adam ilk kez gülümser...

Simon buna çok şaşırır...

Adı Micheal olan adam, Simon’la birlikte ayakkabıcıda çalışmaya başlar...

***

Çok çalışkandır...

Ve ustasını geçmeye başlamıştır...

Bir gün dükkana zengin bir adam gelir...

Ayakkabı diktirmek ister...

Micheal adama bakarak ikinci kez gülümser...

Zengin adama, ayakkabı yerine terlik dikmeye başlar...

Simon; Micheal’ın ayakkabı yerine terlik dikmeye başladığını görünce çok sinirlenir...

Ona kızar ve bağırır...

Ancak bir süre sonra zengin adamın yardımcısı dükkana gelir...

Zengin adamın öldüğünü, ayakkabı yerine terlik dikilmesini istediklerini söyler...

Micheal zaten ayakkabı değil, terlik dikmeye başlamıştır...

Simon ve eşi bu durum karşısında şok olurlar...

***

Bir süre sonra, Simon’un evine ikiz kızları olan bir dadı gelir...

Micheal kadını görünce üçüncü kez gülümser...

Dadı; Simon’un karısına, bu kızların kendi öz kızları olmadığını söyler...

Kızları için ayakkabı diktirmek ister...

Kadın gidince Micheal birden “melek” şekline döner...

Simon ve eşi büyük şok yaşarlar...

***

Micheal o esnada gerçekleri söylemeye başlar...

-“Ben bir melektim...” der...

-“Tanrı’ya karşı geldiğim için cezalandırıldım...

Tanrı gerçekleri görmem ve bazı soruların cevabını bulmam için beni dünyaya gönderdi...

Ve ne mutlu bana ki, soruların aradığım cevaplarını bulmuş durumdayım...”

***

-“Eşiniz buraya geldikten bir süre sonra bana merhamet gösterdiğinde, insanın içinde sevgi barındığını anladım...

Onun için gülümsedim...

Zengin adam dükkana geldiğinde arkadaşım olan ölüm meleğini yanında gördüm ve gülümsedim...

Ölecekti; ona artık ihtiyacı olmayacak şeyi değil, ihtiyacı olacak şeyi verdim...

İnsanlara ihtiyaçları olmayan şey verilmemeliydi...

Dadının yanında onun öz kızı olmayan ikiz kızları gördüğümde ise yine gülümsedim...

Çünkü insanın, tek başına yaşayamadığını, birbirine ihtiyaç duyduğunu gördüm...

Artık cevapları buldum...

Şimdi buralardan gitmem gerekiyor...”

*****

TOLSTOY’UN ANISINA...

Bugün dünya edebiyatının büyük ustalarından Tolstoy’un 105. ölüm yıldönümü...

***

Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Tolstoy, dünya çapında bir sanatçı ve fikir adamıydı...

Romanlarında hayatı boyunca yaşamın nasıl olduğunu anlamaya çalıştı...

Marksizmden etkilendiğinde, mülkiyet konusunda radikal fikirleri benimsedi ve bütün servetini köylülere dağıttı...

Her haliyle onlar gibi yaşadı...

Karısıyla bu nedenle arası açıldı...

***

82 yaşında kış ortasında, karısıyla tartıştıktan sonra evini terk edip gitti...

Bir süre sonra Astapovo tren istasyonunda zatürreeden öldü...

Polis cenazesine katılmak isteyen binlerce köylüyü engellemek istedi...

Ancak köylüler tüm sınırlamaları aşarak cenazesinde sokakları doldurdular...

***

Marksizm’in yanı sıra Hristiyan anarşizmini geliştirmeye çalıştı...

“Tanrı’nın Egemenliği İçinizdedir” kitabıyla yeni bir Hristiyanlık akımı tanımlaması; Ortodoks Kilisesi tarafından aforoz edilmesine neden oldu...

***

Tolstoy’un Anna Karenina romanı ise bu edebiyat şaheseridir...

*****

ANNA KARENİNA

Mutlu aileler hep birbirine benzer ama mutsuz ailelerin hepsinin farklı mutsuzluğu vardır...”

Böyle başlar Lev Tolstoy’un ünlü romanındaki karakter Anna Karenina’nın öyküsü...

***

Evli, bir erkek çocuk annesi, çok güzel ve genç bir kadındı Anna Karenina...

Kocasıyla aşk evliliği yapmamıştı...

Esasen onu çok sevdiği söylenemezdi...

Sevdiği tek şey küçük oğlu Seryosa’ydı, öyle düşünürdü...

***

Trenle bir gün Moskova’ya giderken istasyonda yakışıklı Kont Aleksei Vronsky ile tanıştı...

Tanışır tanışmaz birbirlerine yıldırım aşkıyla vuruldular...

Anna evliydi...

Bir çocuğu vardı...

Anna ve Kont Vronsky bu yıldırım aşkı başlatan karşılaşmadan sonra kalplerine ve alev alev yanan vücutlarına söz geçiremeyeceklerdi...

***

Buluşmaya başladıklarında Anna her seferinde içinden “Hayır buna bir son vereceğim...” diyordu...

Sonra o yakıcı duygu egemen oluyordu...

Vronsky’i görünce her şeyi unutuyordu...

Sırılsıklam aşıktı Kont’a ve hayatında ilk kez gerçekten sevdiğini hissediyordu...

***

Anna kocası Karenin’e ve küçük oğluna aldırmadan Vronsky’den hamile kaldı...

Artık Vronsky’nin bebeğini karnında taşıyordu...

Evli ve çocuklu bir kadın, 1800’lerin Rusyası’nda yazılan romanda, “kendisine bir âşık ediniyor ve inanılmaz bir cüretle ondan hamile kalıyordu...”

***

Bir gün at yarışlarını izlerken, kont attan düştü...

Anna herkesin ortasında korkudan ve üzüntüden düştü, bayıldı...

Dedikoduları ayyuka çıktı, yasak aşk deşifre oldu...

Herkes onun Kont’a âşık olduğunu iyice anladı...

Anna da kocasına Kont’a âşık olduğunu itiraf etti...

***

Anna sevgilisinden bir kız çocuğu dünyaya getirdi ancak kocasından boşanmadı...

Sevgilisinden kızı olan Vronsky, onun boşanamadığını görünce, intihara kalkıştı, ancak tetiği kurşunun karnını sıyıracak şekilde çektiği için ölmedi...

Anna Karenina bunun üzerine boşanmayı boş verip, sevgilisi Kont Vronsky ve bebeğini alıp İtalya’ya gitti...

Kocasından olan oğlunu geride bırakmak zorunda kaldı...

***

Bir süre sonra Anna ile sevgilisi Vronsky arasında sorunlar baş gösterdi...

Anna Karenina, sevgilisinin onu “artık sevmediğini” düşünmeye başladı...

Oğlu aklına düştü...

Ona haksızlık yaptığını hissediyordu...

İtalya’dan Petersburg’a geri döndü...

***

Ancak kocası ona oğlunu göstermiyordu...

Anna oğlunu görmek istiyordu...

6 ay boyunca kocasının boşanmaya razı olması için bekledi...

Üstüne üstlük Vronsky’yi de kıskanmaya başlamıştı...

Sevgilisiyle kıskançlık tartışmaları ise çekilmez haldeydi...

***

Genç ve çok güzel bir kadınken, oğlu ve âşık olmadığı bir kocası varken, çevresinde kabul görür, takdir edilir ve el üstünde tutulurken...

Bir tren garında âşık olmuştu Anna Karenina...

O aşk onun bütün hayatını değiştirmiş, o yakıcı tutku, onu maceradan maceraya sürüklemiş, kocasından ayrılmış boşanamamış, çocuğunu terk etmiş, yeni çocuk yapmış, âşık olduğu uğruna her şeyi göze aldığı sevgilisini kıskanmış, onun kendisini sevmediğini düşünmüş ve geri dönmüş ancak oğlunu görememişti...

Kendisini tren raylarına atarak hayatına son verdi...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.