Şampiy10
Magazin
Gündem

Atatürk'ün çocuklarının buluşması

Aylar öncesinden kararlaştırılıyor...

TED Ankara Koleji 1976 mezunu; lise 3-H sınıfı; 7 Kasım Cumartesi gecesi İstanbul’da “özel yemekli bir gecede”, buluşacak...

Pazar sabahı sınıf, ayrıca kahvaltıda biraraya gelecek...

Bütün bir hafta sonunu beraber geçirdikten sonra; Pazar akşam Ankara’lılar şehirlerine dönecekler...

Viyana’da yaşayan arkadaşlarımız var...

Boston’da, California’da yaşayanlar var...

İzmir’de, Antalya’da yaşayanlar var...




***

Amerika’dakiler gelemiyorlar...

Viyana’daki arkadaşımız geliyor...

20-25 kişi olacağız...

Sınıf 42 kişi...

Rana, Serdar ve Erhan aramızdan ayrılıyorlar, bu 39 yıl içinde;

39 kişi kalıyoruz...

Yarıdan fazlamız 39 yıl sonra İstanbul’da hep birlikte bir hafta sonu geçireceğiz...

Gece, gündüz, birarada olacağız...

***

Pazar akşamı da herkes evine, şehrine dönecek...

Haftalar öncesinden yazışmalar başlıyor...

Ankara’lılar İstanbul’a geliyor...

İstanbul’da nereye gidilecek; hangi mekanlarda, 39 yıl sonra Kolej 3-H sınıfının kutlaması gerçekleşecek?..

Şule; Kolej’i bitirip; Boğaziçi İşletme’ye girdiğinden beri İstanbul’da...

Aramızda doğal bir görev bölümü yapıyoruz...

O; bütün arkadaşlara İstanbul’da ev sahibeliği yapacak...

Ben de gece ve ertesi sabahki brunch için iki mekanla görüşüp, mekanlarla ilgili sorumlulukları üstleneceğim...

*****

BEYİN CERRAHLAR, HER TÜRLÜ DOKTOR, MAKİNE; ENDÜSTRİ MÜHENDİSLERİNDEN OLUŞAN BİR KOLEJ SINIFI...

Arkadaşlarla konuşarak mekanı belirlemeye çalışıyorum...

Yazışırken “15 yıldır İstanbul’da yaşıyorum... Merak etmeyin...” gibi laflar ediyorum...

Sonra İstanbul’daki son dönem yaşam süremi yanlış hesapladığımı fark ediyorum...

-“Pardon 15 değil; 25 yıldır İstanbul’da yaşıyormuşum...” diye düzeltiyorum...

-Çok fazla sosyete yeri olmasın gideceğimiz yerler...” diyorlar...

-“Bizden ala sosyete mi olur?.. Olursa olsun... Ankara Koleji’nden ötesi olmaz... İstanbul sosyetesini magazin basınındaki gibi sanmayın...” diyorum...

***

Spor yaparken, vücudun salgıladığı enerji, onlara uygun bir mekan bulma konusunda yaratıcılığımı tetikliyor...

-“Şu İzzet Çapa’yı arayayım da... Cahide’ye gidelim...” diyorum...

-“Eğlencenin en çılgını olsun... Pazar sabahı da Lucca’ya gideriz... Madem ‘sosyete olmasın’ dediler... ‘sosyetenin en sosyetesi’ olsun o zaman...”

***

Kolej’deyken de böyleydim... Sakınılacak her şeyin üstüne üstüne giderdim...

Neyi yapmayın diyorlarsa inadına onu yapardım...

Oysa bizim sınıf öyle değil...

İstanbul’dan, Ankara’dan, Viyana’dan gelen arkadaşlar ya profesör olmuş tıp doktoru, ya klinik şefi, ya beyin cerrahı, ya makine, ya da endüstri mühendisi...

Ben o yıllarda dersleri takip etmek yerine briç oynadığımdan; birkaç yıl sonra “Yunanistan’da briç şampiyonu oluyorum...”

Hayat işte...

*****

CAHİDE’DEKİ GECE...

Cumartesi gecesi, Cahide’ye giderken, direksiyon başında gözümün önünden, Kolej’den mezun olduktan sonraki 39 yıl geçiyor...

Gecenin bu saatinde Cahide’de, 39 yıl sonra sınıf arkadaşlarımı göreceğim...

Oraya gittiğimde sınıfın iki üç erkeğinin gelmiş beklemekte olduğunu görüyorum...

Hani insan 39 yıl önce değil de, 39 dakika önce sınıftan çıkar, yine sınıfa gelir ya; durum aynen öyle...

Hepsi hepsi beş saniye içinde, “bıraktığımız yerden, bıraktığımız saatten bıraktığımız ilişki düzeyinden, bıraktığımız sıfatlarla, bıraktığımız kimliklerle” hayatımda hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya başlıyoruz...

***

İnanılmaz bir gece geçiyoruz...

“Kırk yılda bir olur...” derler ya...

Ancak kırk yılda bir olacak bir gece geçiriyoruz...

Adı üstünde 40 yıldır görüşmüyoruz...

Saatlerce dans ediyoruz...

En son bu şekilde dansı, 50 yaşında çocuklarımın doğduğu yıl doğum günü partisinde ettiğimi hatırlıyorum...

Hiç durmamacasına dans ediyor, sohbetler ediyor, eğleniyoruz...


*****

LALE DEVRİ ÇOCUKLARININ İÇİNDEKİ ATATÜRK

Kolej mezuniyeti sonrası yaşadığımız 39 yılın, üzerimizde biriktirdiği gerginlikleri, stresleri, toksinleri, üzüntüleri, kırıklıkları üzerimizden atarcasına, boşaltırcasına, rahatlarcasına, hafiflercesine saatlerce durmaksızın dans ediyoruz...

Dans ederken hafifliyoruz...

Bir arada müzik dinler, söylerken, kendi figürlerimiz ve koreografimiz hayatta ve bu toplumda yalnız olmadığımıza şahit oluyor, kimsesizliğin girdabındaki tüm endişelerimizden sıyrılıyoruz...

***

O gece bir kez daha fark ediyoruz ki; bizleri; birlikte okuduğumuz Kolej’de “Atatürk çocukları” olarak yetiştiriyorlar...

Mayamız bu bizim...

Arkadaşlarıma; “Sovyetler Birliği’nde Bolşevik ihtilali sırasında, kendini yalnız kalmış hisseden ‘Beyaz Rus’lara” benzemekte olduğumuzu söylüyorum...

Bariz şekilde yalnız, kendi toplumlarında fazla değerli görülmedikleri için biraz buruk, hayata asılmayı bırakmayacak kadar “yaşam ve enerji dolu; mesleklerinin zirvesindeki insanlar onlar...”

***

Çoğunlukla; hakim, subay, öğretim üyesi, avukat, doktor, mimar, mühendis, dişçi, milletvekili çocukları onlar...

Atatürk’ün Türkiye’sinde büyüyorlar...

Batı’lı dünyalarla entegre oluyorlar...

Ancak Batı’dan önce, “Türkiye önemli geliyor” onlara...

Öyle bir kimya veriliyor; Ankara’da “Bozkır’da yeşil bir yuvada öyle büyütülüyorlar...”

Önce Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk...

Sonra Batı ve medeniyetleri...

***

Dans etmesini biliyorlar...

Türkçe ve yabancı pop dinlemesini seviyorlar...

Amerika’da, İngiltere’de eğitim görüyorlar ya da mesleklerini icra ediyorlar ara ara...

Atatürk’ü seviyorlar...

Kolej’i çok seviyorlar...

Batı’lılar...

Ancak “Türkiye’li ve Cumhuriyet’in Ankara’sında var olmaktan gurur duyan bir Batı’lı profil çiziyorlar...”

Çocuklarını da bildikleri, gördükleri gibi, ailelerinin bir gıdım ötesinde yetiştiriyorlar...

Türkiye’nin, Amerika’nın, İngiltere’nin iyi okullarında...

Onların da kendileri gibi “iyi bir meslek sahibi olmalarını” sağlıyorlar...

Onlar TED Kolej’liler...

Şimdi bir nebze buruk hissediyorlar kendilerini...

Ancak yine de yaşıyorlar, gülüyorlar, eğleniyorlar ve hiçbir şeyi takıntı yapmıyorlar...

*****

“GAZİ’YE İKİ BUKET ÇİÇEK...”

Cahide’de sahnenin yıldızları ara ara bizim bulunduğumuz kısma geliyorlar...

Bizim için daha önce düşündükleri ve “özel olarak planladıkları” bir şarkıyı seslendirmeye başlıyorlar;

Lale Devri Çocukları o şarkının ismi...

“Çok geç kalmışız canım, vakit bu vakit değil...

Eski radyolar gibi, çatıya saklanmış aşk...

Öyle sanmışız canım, artık ölümsüz değil.

Leyla ile Mecnun gibi, çoktan masal olmuş aşk...

***

Lale devri çocuklarıyız biz, zamanımız geçmiş...

Aşk şarabından kim bilir en son hangi şanslı içmiş...

Ben derim utanma iftihar et, sevmeyenler utansın...

Aşksızlığa mahkum edildiyse; bu dünya yansın...”

***

Şarkı damardan vuruyor bütün sınıfı masada...

“Lale Devri Çocukları” mıyız bilmiyoruz, ama biliyoruz ki “Atatürk çocuklarıyız” hepimiz...

Söylerken bir duygu patlaması yaratıyor şarkı içimizde...

“Çok geç kalmışız canım, vakit bu vakit değil...

Eski radyolar gibi, çatıya saklanmış aşk...

Öyle sanmışız canım, artık ölümsüz değil...

Leyla ile Mecnun gibi, çoktan masal olmuş aşk...”

***

Bugün 10 Kasım...

Dün akşam çocuklar; ilkokulda Atatürk’ün büstüne “çiçek koyacaklarını” söylüyorlar...

-“Baba bize çiçek alman lazım...” diyorlar...

Tebessüm ediyorum...

Onlar da aynı Kolej’de okuyorlar çünkü...

Dışarı çıkıyoruz...

İki demet çiçek yaptırıyorum, büste koymaları için...

Ellerinde çiçeklerle mutlu mutlu yollarda yürüyorlar... Lale Devri çocukları mı bilmiyorum; ama Atatürk çocukları onlar...Söyledikleri şarkılardan fark ediyorum bu gerçeği...

Yazının devamı...

Perlman’ın Newyork Lincoln Center’daki konseri...

Yirmi yıl önce; 18 Kasım 1995 günü keman sanatçısı Itzhak Perlman; Newyork’ta Lincoln Center’daki Avery Fisher Solonu’nda bir konser vermek üzere sahneye çıkıyordu...

Herhangi bir Perlman konserinde bulunduysanız, bilirsiniz ki onun için sahneye çıkmak “hiç de küçümsenmeyecek bir başarıydı...”

***

Çocukluk yıllarında çocuk felcine yakalanmıştı Perlman...

İki bacağında da destekleyici ateller vardı...

Ancak koltuk değneğinin yardımıyla yürüyebiliyordu...

***

Onu sahnede, her defasında sadece bir adımı, zorlanarak ve kıvranarak atabildiğini görmek, hafızalarda unutulmayan hüzün veren bir görüntüydü...

Ağrılar içinde ama ihtişamla yürürdü sandalyesine erişinceye kadar Perlman...

***

Sonra yerine oturur, yavaşça koltuk değneklerini yere koyar, bacaklarındaki atellerin klipslerini açar, bir ayağını geriye iter, ötekini öne uzatırdı...

Daha sonra eğilerek kemanını alır, çenesinin altına koyar, orkestra şefine başıyla işaret eder ve çalmaya başlardı...

***

O zamana kadar izleyiciler Perlman’ın bu değişmez ritüeline alışmışlardı...

Sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken, sessizce oturur beklerdiler...

Bacaklarındaki klipsleri açarken, salonda inanılmaz bir sessizlik olurdu...

Seyirciler Perlman çalmaya hazır olana kadar çıt çıkarmadan saygıyla beklerlerdi...

*****

SALONDA PATLAYAN KURŞUN SESİNE BENZER SES...

Ancak o konserde daha baştan bir şeyler ters gitmeye başladı...

Perlman ilk birkaç satırı çalmıştı ki; kemanının tellerinden bir tanesi koptu...

Telin kopma sesini duymak mümkündü...

Salonun bir uçtan bir ucunu tabancadan fırlayan kurşun sesi gibi sarıvermişti ses...

***

Sesin ne anlama geldiğini anlamamak imkansızdı...

Akabinde ne yapmak gerektiğini bilmemenin imkansız olduğu gibi...

O gece konserde bulunan seyirciler kendi kendilerine şöyle düşündüler;

-“Anlamıştık ki Perlman’ın yeniden ayağa kalkması, bacaklarındaki atelleri bir daha takması, koltuk değneklerini alması, zorlana zorlana sahne arkasına gitmesi veya yeni bir keman bulması ya da yeni bir tel takması zorunludur...”

***

Ancak Perlman öyle yapmadı...

Onun yerine bir dakika kadar bekledi...

Gözlerini kapadı ve sonra şefe yeniden başlaması için işaret verdi...

*****

ÜÇ TELLİ KEMANI ÇALMAYA KALKMAK...

Orkestra başladı ve o kaldığı yerden bir teli kopmuş kemanıyla devam etti...

Kemanında sadece üç tel vardı...

Bu kez daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç ve saflıkla çalıyordu!..

Elbette herkes biliyordu ki, senfonik bir eseri sadece üç telle çalmak imkansızdır...

Bunu ben bilirdim, sen bilirdin, herkes bilirdi...

Ama o gece Itzhak Perlman bu gerçeği bilmeyi reddedecekti...

***

Onu; üç telli kemanıyla; parçayı kafasında modüle ederken, değiştirirken ve yeniden bestelerken görebiliyordunuz...

Bir noktada, neredeyse yeniden tonlamışcasına sesler çıkartıyordu kemanın üç teli...

Daha önce hiç vermedikleri sesleri vermelerini sağlamaya çalışıyordu...

*****

KONSERİN SONU...

Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı...

Akabinde seyirciler ayağa kalktılar ve tezahürata başladılar...

Oditoryumun her yanından inanılmaz bir alkış patlıyordu...

Herkes ayaktaydı ve bağırıyor, ıslık çalıyor, alkışlıyor ve yaptığını ne kadar takdir ettiğini, beğendiğini anlatacak her hareketi yapmaya çalışıyordu...

***

Perlman gülümsedi; yüzünden akan terleri sildi...

Kemanını kaldırarak bizi susturdu...

Böbürlenerek değil, ancak sessiz, güçlü, dingin bir tonla şöyle dedi;

*****

“BAZEN SANATÇININ MİSYONU...”

-“Bilirsiniz bazen sanatçının misyonudur, elinde kalan aletlerle ne kadar daha müzik yapabileceğini keşfetmek...”

***

Tüm yaşamını bir kemanın dört teli ile müzik yapmak üzerine kuran Perlman, o gece yaşadığı bir talihsizliği, alışkanlığını bir kenara atacak bir cesarete çevirmiş; kemanın sadece üç teliyle müzik yapmaya o anda karar vererek, herkese unutulmaz bir gece yaşatmıştı...

***

Belki bizlerin de görevi yaşadığımız sallantılı, hızı değişen, ürkütücü dünyada, kendi müziğimizi yapabilecek cesarete kavuşabilmektir...

Tıpkı Perlman gibi...

Önce elimizde olan her şeyle...

Daha sonra bu imkansız olduğunda elimizde kalanlarla...

(Rabbi Wayne Dosick)

*****

STÜDYODA ALLAH’LA BAŞBAŞA KALDIĞIMDA...

Show TV’nin icra kurulunda, haber merkezini övmeyi “Harvard’da öğrendiği yönetim psikolojisi açısından” doğru bulmayan Erol Aksoy; nadir okazyonlarda dayanamayıp televizyon başarısı için;

-“Başardılar; Çünkü imkansız olduğunu bilmiyorlardı...” derdi...

***

Üzerinden on yıl geçmişti bu olayın...

“Türkiye’nin siyasi yapısının değişmesinin önünde engel olduğumuzu düşünenler” üzerimize operasyonlar yapmış, haber merkezinde herkes bir tarafa dağılmıştı...

CNN’den her gece bir televizyon programı yapmam için teklif geldi...

***

Eşim hamileydi...

Uzun zaman geçmişti ve artık ana haber bülteni yapmayı istemiyordum...

Onlarsa istiyorlardı...

-“Ben haber yapmak istemiyorum” dedim...

-“Televizyon programcılığına ilk başladığım yıllarda olduğu gibi, her gece 23.00’te bir program yapayım...” diye direttim...

Biraz da isteksiz kabul ettiler...

***

Eski ekipten o sırada çalışmayan, yapacağım yeni televizyon formatına uygun iyi olduğuna inandığım birkaç kişiyle görüştüm ve çalışmalara başladık...

Eşim 7 aylık hamileydi; iki ay sonra çocuklarım olacaktı...

Ekipten 4-5 kişi eski haber merkezimden olduğundan, rahat hareket ediyor, hamile eşimle ilgileniyordum...

Nasıl olsa, programın çatısını çakarlardı...

***

Televizyon programının başlayacağı gün, öğleden sonra 16.00 sularında; o sırada televizyonda yayın yapan bir başka programcının “daha yüksek paralar vererek, bende çalışan programcıları transfer ettiğini” duydum...

İlk programın yayınına birkaç saat vardı ve elimdeki bütün ekip “bir başka programa çalışmaya başlamıştı...”

***

İnanılır gibi değildi...

Programa saatler kala; ortada ne konu, ne konuk, ne bant ne de okunacak cam spiker metin vardı...

Tek kelimeyle sıfıra sıfır elde var sıfır bir durumla karşı karşıyaydım...

Yayına bu kadar az kala “ilk güne uygun iyi konu ve konuk” bulabilmek bile imkansızdı...

Durum her şeyiyle “felaket” görünüyordu...

***

On yıl önce eski patronun sözlerini hatırladım o sırada...

-“Başardılar... Çünkü imkansız olduğunu bilmiyorlardı...”

Konukları buldum...

Ancak ortada yine de ne okunacak bir cam spiker metin, ne hazırlanmış bir bant, ne de programın başında bana nefes aldıracak bir cıngıl vardı...

***

Dakikalar hızla geçti ve beni çeken kamera;

-“Abi yayına giriyoruz...” dedi...

“-Beş, dört, üç, iki, bir yayındayız...”

“Bir Allah vardı yukarıda... Bir de tek başına ben vardım stüdyoda...”

Öyle hissediyordum...

-“Merak etme sen...” dedim kendi kendime...

-“Onbeş yıl önce de öyle girmiştin Kanal D’de gecenin 02.00’sinde stüdyoya...

Allah’la başbaşa...”

Yürüdü gitti yayın; her zamanki gibi alnımın akıyla...

Çocuklarım o programın sinerjisinde açtılar gözlerini dünyaya...

Yazının devamı...

İftira; gammazlama; büyük günah ve hanımefendi!..

Bir insan hangi halet-i ruhiye sonucu gammazcı olur bilmiyorum...

Hayatını gammazlamak üzerine kuranların başlarına neler geldiğini, geleceğini ise az çok bilebiliyorum...

Zaman zaman bu köşede, isim vermeden kendisine “Hanımefendi” diye hitap ettiğim, insanların hayatlarını “iftirayla hayat karartma” üzerine uzmanlaşmış bir, “gizli ajan” var...

***

Hanımefendi; son günlerde yine boş durmuyor...

Hayatı boyunca çevresine topladığı etki ajanı tetikçilerle; gizlice yaptığı iftira yoluyla gammazlama yöntemine yeniden sarılıyor...

Yeni Akit gazetesinin internet sitesine yerleştirdiği bir tetikçinin üzerinden, “yıllardır, aileme, çocuklarıma, televizyonculuk kariyerime, gazeteciliğime iftira attığı, hayatıma ve özgürlüğüme kast ettiği yetmiyormuş gibi; yine kirli tezgahlarla beni hedefe oturtmaya” çalışıyor...

***

Kendi; deşifre olduktan sonra; bunu artık o kadar zavallı yöntemlerle yapıyor ki; arkasında pabuç gibi izler görenlerin ağzını açık bırakıyor...

Hanımefendi’nin anlamak istemediği konu; “bu davranışların, her geçen gün kendisini düştüğü bataklığın içine iyice çekmekte olduğu...”

Her yaptığı davranış “ağır suç” ve “kirli bir tezgahı” deşifre olduğundan; yakında yıllarca çalıştığı kurumun bütün birimleri; Hanımefendi’nin kirli işlerinin mazideki bütün sonuçlarından ister istemez haberdar oluyor...

***

Bu gerçek; Hanımefendi’yi daha derin bataklığa sürüklüyor...

Kimse artık bu devirde soğuk savaş yıllarındaki gibi; insanların iftira ve gammazlama yoluyla hayatlarını karartmaya yönelik davranışları yemiyor...

Çünkü devir değişiyor...

Her şey ortaya ve açığa çıkıyor...

***

Bütün sırlar ortaya dökülüyor...

Hanımefendi; devrin değiştiğini; artık insanları “yanlış algılar yoluyla manipüle edemeyeceğini” insanların duruma uyandığını fark edemiyor...

*****

HANIMEFENDİ’YE YAKIN GEÇMİŞTEN ÇARPICI NOTLAR!..

Hanımefendi’ye “hafızasını tazelemek için” birkaç soru sormam bu durumda elzem hale geliyor...

***

Hatırlıyorsa eğer; 2011 yılında başlatılan önemli bir davayı ve soruşturmayı yanlış tarafa yönlendirici, yayınları, belgeselleri bulunuyor çok yakın çevresinin...

Bu davranışı “ağır bir suç...”

İnsanlara iftira atarak hedefe oturttuğu suçsuz insanlar, yıllarca çoluklarıyla çocuklarıyla, ağır mağduriyetler yaşıyorlar...

***

Yargıyı yanlış yönlendirmeye, suçluları örtmeye, suçsuzları hedefe koymaya çalışan Hanımefendi ve yakın çevresi kişisel ve mesleki nedenlerle “linç etmek istediklerini” yargıyı yanıltarak yok etmeye, uğraşıyorlar...

***

Yalan ve iftira dolu belgeseller yayınlayarak, suçsuz insanları “suçlu” gibi gösteriyor;

Bu insanlar haklı olarak itiraz edince de, bu itiraza;

-“Doğru haklısınız... Biz yanılmışız... Belgeselin bundan sonraki kopyalarında o bölümleri çıkartırız...” yollu cevaplar göndererek durumu kurtarmaya çalışıyorlar...

Sonra, o görüntüleri, iftira dolu metinlerle montajladıkları kopyalardan çıkarmak şöyle dursun; yanlarındaki etki ajanlarını, “aynı iftiralar üzerinden, suçsuz insanları mesleki olarak imha etmek için teker teker görevlendiriyor ve ağır bir linç kampanyası başlatıyorlar...

*****

”YARATILAN YANLIŞ ALGILARIN DOĞRU VERSİYONLARI...

35 yıllık bir gazeteci ve televizyoncuyu defalarca, “linç etmek” isterken...

Bir yandan da; uzaktan kumandayla yönlendirdikleri; program çalışanlarının oluşturduğu bir site üzerinden; o gazeteci ve televizyoncunun “eşi ve çocuklarıyla ilgili açıktan yalan ve iftira dolu” haberler yazdırmaya başlıyorlar...

Gazeteci ve televizyoncu bu haberlerin ertesinde aylarca çocuklarından uzak kalıyor, bir yandan linç ve soruşturmalarla uğraşırken, diğer yandan ayrı kaldığı 1 yaşındaki çocuklarına kavuşabilmenin ağır mücadelesini vermek zorunda kalıyor...

***

Aynı Hanımefendi ve çevresi; geçmişten garez duyduğu gazetecileri, son 5 yıl içinde defalarca hedefe koydurup, onları senelerce “cezaevine gönderilme süreçlerinin içerisine sokmakta” tereddüt etmiyorlar...

***

Kendileriyle ilgili yazdırdıkları kitap ve belgeseller tıpkı kendi yaptıkları belgeseller gibi, yalanlarla dolu...

Çok iyi biliyorlar ki, başka gazetecileri hedefe koyarak açtırtmaya çalıştıkları soruşturma ve dava bütün detaylarıyla ortaya çıktığında; kendilerinin “nasıl bir başrol oyuncusu” olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkacak...

***

Davaya konu o ağır dönemde, kimlerin hangi kanalda hangi görevlere geldikleri...

Hangi generalleri yeni Cumhurbaşkanı adayı diye lanse edip; ‘Türkiye’de yeni bir dönem açılıyor’ diye pohpohladıkları...

Görüntüleri kimselerin kopyalamayacağını zannedip, nasıl sildirdikleri...

***

Generallerle ve Amerika’lı çok üst düzey yetkililerle yapılan bir toplantının arasında; tuvalette, muktedir generalle ne konuştukları?..

Üst düzey gazetecilerin katıldığı bir diğer önemli toplantıda aynı general ve yardımcısından neler talep edildiği?..

Onlara “ne dendiği?..”

***

Yıkılması arzulanan hükümetin zorunlu istifasının ardından, göreve getirilen Başbakan’ı; vakt-i zamanında kendisini hapis yatmaktan kurtardığı için nasıl karşıladığı ve neler yazdığı; söylediği, pohpohladığı yalan ve iftira dolu bu belgesellerde yer almıyor...

Ancak tarih bu belgeleri, kaybetmedi, saklıyor...

*****

KUŞAKLARIN İŞLEDİĞİ GÜNAHLAR; ÇOCUKLAR VE TORUNLAR...

Hanımefendi’nin iki gün önce tesadüfen oğlunu ve torununu görüyorum yolda;

Sevimli, masum ve minik bir torunu var...

Nasıl masum çocuk; iki kuşak öncesinden kendisine nasıl bir bir “karmik bedel” yaratıldığının farkında bile değil...

Masum masum babasının arkasından yürüyor... Zavallı yavrucağın masum ve minik bedenine, zihnine ve ruhuna miras olarak neyi bıraktığının bile farkında değil Hanımefendi?..

***

O yavrucağa, nasıl bir karmik bedel aktardığını bile görmüyor...

Günahın farkında bile değil;

Hanımefendi yüzünden, bütün dinlerde yazan, kuantumdan Buda felsefesine kadar tüm bilge kişiler tarafından ifade edilen, ‘yaptıklarınızın çocuklarınız, torunlarınız tarafından ödenecek olan ağır karmik psikolojik bedelleri’ miras bıraktığının farkında değil...

***

Hanımefendi’ye değil...

Torunu olan o masum yavrucağa üzülüyorum...

Geçmiş kuşakların işledikleri ağır günahların, masum yavrulara yüklediği karmik maliyetten hicap duyuyorum...

Yazının devamı...

Söyledim ya berbat haldeyim...

Gece yazmaya oturduğumda, metinleri kaleme alırken, yazdığım bölümleri hayalimde görselleştirirdim...

Gözümün önünden görüntüler akarken, televizyon metinlerini yazardım...

***

Ankara’nın soğuk kış günlerinde TRT’nin Kavaklıdere’deki binasının dördüncü katında eski yönetim kurulu odasında gecenin ikisi, üçü olur, sisten göz gözü görmeyen Başkent’in puslu havasında; hala ertesi günkü programın metinlerini hayali görüntüler gözümün önünden akarken, yazmaya devam ederdim...

***

Birisi o sırada gelip bana “televizyonculuk nedir” diye sorsa “işte budur...” derdim...

-“Metni yazarken, metnin sonrasında montajlanacak görüntülerin, müziğin ve efektlerin gözünün önünden birer birer akmasıdır... Yayınlanacak programın tüm görsel ve işitsel efektlerinin, metin yazılırken hayalinde canlandırabilme yeteneğidir; televizyonculuk...”

***

Kendimi televizyonla ifade ederdim o yıllarda...Sonra; televizyonculuğu ekrana çıkıp ahkam kesmek olarak gören yüzlerce yayıncıyla karşılaştım...

***

Hiçbirini gerçekten televizyoncu olarak görmedim... Hangi yayıncı bana “sizinle çalışmak istiyorum” diye gelse, inceden inceye “metin yazarken, yazdığı metnin görselliğini gönünde canlandırıp canlandıramadığına” bakardım...

***

Gelenlerin büyük çoğunluğu sorumun püf noktasını anlamaz; “kendisinin hangi spikerlik kursunu bitirdiğini, dile olan hakimiyetine dem vurmaya çalışırdı...”

Oysa televizyonculuk Türkçeyi iyi konuşmaktan daha fazla; “metinleri bir kuyumcu ustalığıyla, görsellikle bütünleştirebilme işiydi...”

Bu ise günler geceler boyu sürecek zahmetli ve sabır isteyen ve ancak çok sevilerek yapılabilecek bir işti...

***

Televizyon şöhreti değildi “televizyoncuyu yapan...”

Televizyonun montajıydı, ses ve görüntü efektlerinin döşenmesiydi, duygusal etkiler bırakabilme prodüksiyonundaki ustalıktı televizyonculuk sanatı...

Televizyonculuk esasen, spikerlik değil kendini ifade edebilme sanatıydı...

***

Hayatım boyunca, yapılan bütün yayınların görüntülerinin nasıl montajlanması gerektiğini ince ince, her muhabire ve kameramana anlatırdım...

Bir haberin ya da metnin başarısızlığı “iyi montajlanmamış olmasından kaynaklanırdı... Prodüksiyonu iyi değilse başarısız olurdu... Beğenmediğim kasetleri, canlı yayın sırasında stüdyoda fırlatır atardım... Duyguları iyi ifade etmiyor...” diye...

***

Yıllar sonra, benim gibi ekranda görünen televizyoncuların, akşam yayınlarına bir iki saat kala gelip, stüdyoya girip canlı yayında cam-spiker’leri okuyup gittiklerini öğrendiğimde ağzım bir karış açık kalmıştı...

Bu televizyonculuk yani; kendini ifade etmek değildi ki... Bu artistiklikti...

“SÖYLEDİM YA BERBAT HALDEYİM...”

“Kendimi kandırmışım... (I cheated myself) Olmayacağını bildiğim halde (Like ı knew ı would)

Söyledim ya berbat haldeyim diye

(I told ya, ı was trouble)

Biliyorsun iyi olmadığımı...

(You know that ı’m no good)”

***

11 Temmuz 2011’de, henüz 27 yaşındayken “kocasının etkisiyle alıştığı” uyuşturucu ve alkol bağımlılığı sonucu girdiği komadan Londra’daki evinde sağ çıkamayan, dünyanın gelmiş geçmiş en yetenekli şarkıcılarından Amy Winehouse’un belgeselini izliyordum geçen hafta...

Ekim’in ikinci yarısı vizyona giren filmde Amy Winehouse’un, tıpkı televizyonculukta yıllar önce hissettiğim gibi; onun da sanatında artistlik peşinde koşan şarkıcılardan olmadığını, şarkıyı kendi bestelediği, sözlerini kendi yazdığı, parçanın her şeyini kendi ürettiği ve bunu yaparken aslında kendini ifade ettiğini fark ediyordum...

***

Amy; en acı günlerinde en iyi parçaları çıkartabiliyordu bu sayede...

Çünkü kendini söz yazarak beste yaparak ifade edebiliyor ve bu yolla rahatlıyordu...

Ancak gerçek bir sanatçının yapabileceği gibi...

REHAB... AMY’NİN EN ‘HİT’ PARÇASI, ONUN ÖLÜM PARÇASIYDI

Amy’yi izlerken Grammy ödüllerinin verildiği geceye gidiyordum...

Altı ödülün beşini birden topladığı, o muhteşem geceye...

Çocukluk idolü Tony Benett’in elinde alıyordu Amy; Grammy ödülünü...

Hayatında en fazla imrendiği sanatçının elinden o ödülü aldığına inanamıyordu...

***

Oysa ben o sırada hayatın bir sanatçı için en acıklı “ironisini” yaşamaktaydım...

Amy hayatının ödülünü; müzik piyasasının en büyük ödülü olan Grammy’yi dünyada best seller olan “Rehab” parçasıyla alıyordu...

Rehab; Rehabilitasyonun kısaltılmışı olarak kullanılırdı İngilizce’de...

***

Rehab parçasında Amy, “hayatının dönüm noktalarından birinde uyuşturucu kullanan eşiyle rehabilitasyon merkezine giderek tedavi görmek istemediğini” anlatıyor ve bu duygularını şarkı sözü haline getiriyordu...

***

Amy; rehabilitasyon merkezine gitmek istememesini, yazıyor, besteliyor ve dünyanın bir numaralı hiti haline getiriyordu...

Şarkı dünyada best seller olurken, Grammy ödülünü alıyor;

Rehabilitasyon merkezine gidip TEDAVİ OLMAMA kararı ise, şarkıcının ölümüne yol açıyordu...

***

Amy’nin tedavi görmeye karşı çıktığı “Rehab”ı anlattığı müzik onu zirveye ve en büyük ödüle...

Gitmemesiyle oluşan trajedi ise onu ölüme sürüklüyordu...

En değerli eseriyle, o eserdeki fikrin vücut bulmasıyla oluşan “ölüm” arasındaki korelasyon insanı ağlatacak cinstendi...

Rehab ve sözleri “Amy’nin ölüm anında” insanı altüst ediyordu...

“REHABİLİTASYONA GİTMEK İSTEMİYORUM...”

“They tried to make me go to rehab, I said, “No, no, no”

-Beni rehabilitasyona göndermeye çalıştılar, ben ‘hayır, hayır, hayır’ dedim

Yes, I’ve been black but when I come back you’ll know, know, know

-Evet kötüydüm ve döndüğümde, bilecek, bilecek, bileceksin

I ain’t got the time and if my daddy thinks I’m fine

-Zamanım yok ve babam iyi olduğumu düşünüyorsa

He’s tried to make me go to rehab, I won’t go, go, go

-Beni rehabilitasyona göndermeye çalıştılar, gitmeyeceğim

***

I’d rather be at home with Ray

-Ray’le evde olmayı tercih ederim

I ain’t got seventy days

-Yetmiş günüm yok

‘Cause there’s nothing, there’s nothing you can teach me

-Çünkü bana öğretebileceğin hiçbir şey yok

That I can’t learn from Mr. Hathaway

-Mr. Hathaway’den öğrenebileceğim hiçbir şey yok...

***

I didn’t get a lot in class

-Sınıfta pek bir şey anlamadım

But I know we don’t come in a shot glass

-Ama biliyorum şut bardağında gelmiyoruz...

***

They tried to make me go to rehab, I said, “No, no, no”

-Beni rehabilitasyona göndermeye çalıştılar, ben ‘hayır, hayır, hayır’ dedim

Yes, I’ve been black but when I come back you’ll know, know, know

-Evet kötüydüm ve döndüğümde, bilecek, bilecek, bileceksin

I ain’t got the time and if my daddy thinks I’m fine

-Zamanım yok, ve babam iyi olduğumu düşünüyorsa

He’s tried to make me go to rehab, I won’t go, go, go

-Beni rehabilitasyona göndermeye çalıştılar, gitmeyeceğim

***

The man said, “Why do you think you here?”

-Adam “neden burada olduğunu düşünüyorsun” dedi

I said, “I got no idea”

-“Hiçbir fikrim yok” dedim

I’m gonna, I’m gonna lose my baby

-Bebeğimi kaybedeceğim

So I always keep a bottle near

-Bu nedenle daima yanımda bir şişe tutuyorum...

***

He said, “I just think you’re depressed”

-“Bence keyifsiz görünüyorsun” dedi

Kiss me, yeah baby and go rest

-Beni öp burada bebek; ve git dinlen

***

They tried to make me go to rehab, I said, “No, no, no”

-Beni rehabilitasyona göndermeye çalıştılar, Ben ‘hayır, hayır, hayır’ dedim

Yes, I’ve been black but when I come back you’ll know, know, know

-Evet kötüydüm ve döndüğümde, bilecek, bilecek, bileceksin

I ain’t got the time and if my daddy thinks I’m fine

-Zamanım yok ve babam iyi olduğumu düşünüyorsa

He’s tried to make me go to rehab, I won’t go, go, go

-Beni rehabilitasyona göndermeye çalıştılar, gitmeyeceğim

***

I don’t ever wanna drink again

-Bir daha asla içmek istemiyorum

I just, ooh, I just need a friend

-Yalnızca, yalnızca bir arkadaşa ihtiyacım var

I’m not gonna spend ten weeks

-On hafta harcamayacağım

Have everyone think I’m on the mend

-Herkese iyileştiğimi düşündüreceğim

***

And it’s not just my pride

-Bu yalnızca benim gururum değil

It’s just ’til these tears have dried

-Sadece bu yaşlar kuruyana kadar”

(Amy Winehouse Rehab)

Yazının devamı...

Ümit Yaşar Oğuzcan’ın ölüm yıldönümü anısına... İspanyol meyhanesi

Kararmış tahta masamızda bir şişe şarap, Gecelerden bir gece bezginiz...

Üstelik adamakıllı sarhoşuz...

Ellerin, ellerimde...

***

İspanyol meyhanesinde bir kadın

Çığlık çığlığa şarkı söylüyor...

Belli yıkılmış bir kadın...

Hayli çirkin, hayli geçkin, ağlamaklı...

Zayıf, incecik elli, kalın dudaklı...

Sesi bir tokat gibi patlıyor kulaklarımızda;

Yüzümüz al al oluyor...

İçimiz hüzün dolu, kahır dolu,

Gözlerimiz kanlı...

***

İspanyol meyhanesinde bir gece

Seninle başbaşayız

Üstelik sarhoşuz adamakıllı...

Daha içelim, daha içelim...

***

Başını dizlerime daya gözlerin kapalı

Ağla biraz,

Bak ben de ağlıyorum.

Ocakta odunlar sönüyor,

Görüyor musun?

Çığlık çığlığa bir kadın,

Duyuyor musun?

***

Ah ölelim artık;

Bitsin bu delicesine koşu,

İspanyol meyhanesi yerin dibine batsın.

Yeter! yeter!..

Öleceksek ölelim.

Hadi vur kendini şaraba,

Kedere ve aşka vur...

Daha içelim, daha içelim..

***

Alkol duvarını geçelim artık;

Damarlarımızdan ispirto akmalı...

Hey garson!..

Sustur şu çığlık sesli kadını.

Söyle masamıza gelsin, içelim...

Hey garson!..

Bütün hesaplar benden bu gece sen de iç...

Kapat kapıları;

Yabancı gelmesin...

İspanyol meyhanesinde öldüğümüzü

Kimse bilmesin...

Daha içelim, daha içelim...

Ümit Yaşar Oğuzcan

(1926 - 1984 )

*****

SENİNLE BİR ÇİFT GÜVERCİN OLMAK VARMIŞ... (BEYAZ GÜVERCİN)

Süzülüp mavi göklerden yere doğru

Omuzuma bir beyaz güvercin kondu

***

Aldım elime, usul usul okşadım

Sevdim gençliğimi yeniden yaşadım...

***

Bembeyazdı tüyleri, öyle parlaktı

Açsam ellerimi birden uçacaktı

***

Eğildim kulağına; dur gitme dedim

Hareli gözlerinden öpmek istedim

***

Duydum; avuçlarımda sıcaklığını

Duydum; benden yıllarca uzaklığını

***

Çırpınan kalbini dinledim bir süre

Ve uçmak istedim onunla göklere

***

Ak güvercinin iri gözleri vardı Güzelliğinden fışkıran bir pınardı...

***

Soğuk sularından içtim serinledim

Çağlayan bir nehrin sesini dinledim...

***

Belki buydu sevmek, hayat belki buydu... Işıl ışıldım, gözlerim dopdoluydu...

***

Bir name yükseldi sevinçten ve hazdan...

Bir name yükseldi güzelden beyazdan...

***

Uzattı sevgiyle pembe gagasını

Birden öğrendim hayatın manasını...

***

Kaderde sevgiyi sende bulmak varmış; Seninle bir çift güvercin olmak varmış...

Ümit Yaşar Oğuzcan

***

Dün öğlen Ümit Yaşar’ın ölüm yıldönümü olduğunu fark ediyorum...

Akşam saatlerinde; Ümit Yaşar’ın unutamadığım “İspanyol Meyhanesi” ile “Beyaz Güvercin” şiirleri aklıma düşüyor...

Bana o şiirleri bir kez daha sevdiren adam; Timur Selçuk...

Açıyorum onun sesinden ve yorumundan Beyaz Güvercin’le; İspanyol Meyhanesi’ni dinliyorum...

***

Paris’te konservatuvarın karşısında kiraladığı bir öğrenci evinde; Pencereden sokağa bakarken, babası Münir Nurettin’in sanatçı arkadaşlarının şiirlerini, birer birer bestelediği aklıma geliyor Timur Selçuk’un...

***

Ünlü müzisyenin yaşamının en verimli bestelerini; Paris’te bu evde yaptığını hatırlıyorum...

İspanyol Meyhanesi gibi, dünya durdukça söylenecek bir bestenin, Paris’teki öğrenci evinin mütevazı boheminde bestelendiğini gözümün önüne getiriyorum... Unutulmaz gençlik parçalarımın, yüzü suyu hürmetine; Yaşadığım ve ilhamlarında yıkandığım Paris’i...

Çocuklarıma yaşatmanın mucizesini arıyorum... Dingin ve barışık bir huzurun sessizliğinde...

*****

PARİS’İ YAŞAMAK VE ÜMİT YAŞAR;

Paris’in yaşaması için; dünyanın farklı coğrafyalarında yaşarken; mezalimler sonucu milyonlarca insana; aynı duyarlılığın gösterilmesinin elzem olduğunun farkındayım...

***

Paris’i ve komşu şehirleri “kurtarılmış bölge”, diğerlerini ise “savaş zonu” olarak adlandıramayacağımızın bilincindeyim...

***

İnsanlığın “BİR VE TEK” bir bütünün parçaları olduğunu görüyorum...

***

İçimizdeki milyarlarca hücrenin “Matruşka benzeri olan insan denilen büyük hücrenin de...”

***

Kendi içindeki hücreler gibi;

“Daha devasa bir bünyenin içinde yaşayan küçük bir hücre biçiminde olduğunun” farkındayım...

***

Böyle bir evrensel sistemde, yaşayan canlıların Paris’te, Londra’da, Berlin’de, Madrid’de, Roma’da olanlarının imtiyazlı, diğer coğrafyalarda yaşayanlarının ‘zavallı‘ olarak ilelebet hayatını sürdüremeyeceğinin ayıracındayım...

***

“Kaderde sevgiyi sende bulmak varmış... Seninle bir çift güvercin olmak varmış...” diyor Ümit Yaşar...

***

Muhteşem şiirine; hayatiyet veren beste; Paris’in mütevazı bir öğrenci evinde yapılıyor...

Beste hayata katkı...

Yaşama estetik sunuyor...

Kırk yıldır duygularıma katık ve ilham oluyor...

***

Paris’e ilk gittiğim günü düşünüyorum...

Şehrin; 35 yıl sürdüreceğim bir gazetecilik ilhamını bana o gün verdiğini anımsıyorum...

Indila geliyor aklıma; Paris’te kendini anlattığı Derniere Danse (Son Dans) şarkısını mırıldanıyorum içimden...

***

“Gökyüzünü, günü ve geceyi karıştırıyorum... Rüzgarla ve yağmurla dans ediyorum... Birazcık sevgi ve baldan bir damlayla; Dans ediyorum...

***

Gürültüde koşuyorum ve korkuyorum

Bu benim sıram mı?..

İşte acı geliyor

Bütün Paris’te kendimi terk ediyorum

Ve uzağa uçuyorum...

***

Bu tatlı ızdırabımda

Kimi kırdıysam bedelini ödedim

Büyük kalbimin nasıl olduğunu dinle

Ben dünyanın çocuğuyum...”

***

Indila parçasını bitiriyor; Timur Selçuk Paris öğrenci evinde bestelediği İspanyol Meyhanesi’ni söylemeye başlıyor...

Romantikanın esintisinde, şiirin duygusallığında, bestenin haz veren kraşendosunda; Ümit Yaşar’ı anıyorum; Timur Selçuk’la beraber bana verdiği duygulara şükranlar sunuyorum...

Ümit Yaşar, Timur Selçuk, Beyaz Güvercin, İspanyol Meyhanesi, Paris ve ben birbirimize karışıyoruz... Gökkuşağına benzer bir armonide kendimi Paris’e, şiire ve müziğe terk ediyorum...

Uzaklara uçuyorum...

Yazının devamı...

AK Parti değil AKP demeye devam ediyorum...

Allah rahmet eylesin...

Bir ünlü televizyoncu PKK’ya “Pe-Ke-Ka” derdi...

PKK’lılar ve ona yakın kesimler örgütlerini Pe-Ke-Ke diye okurlardı...

Geri kalan kesim ise PKK’yı “Pe-Ka-Ka” şeklinde adlandırırdı...

Ünlü televizyoncu da kendince ortasını bulmuş; Pe Ka Ka’ya Pe-Ke-Ka demeye başlamıştı...

***

Ben baştan neye alıştıysam, o terminolojiyi kullanıyordum...

Pe-Ka-Ka diye başladığıma göre, örgüte ne anlam yüklersem yükleyeyim Pe-Ka-Ka demekten vazgeçmezdim...

***

Suriye lideri Esad’da; hep Esad dediğim gibi...

Eskiden Esed dendiğini hiç duymamıştım; dolayısıyla hiç Esed demedim...

Niye Esed deniyor; bunu da bilmek ve öğrenmek istemedim...

***

Kelimelerin okunuşu üzerinden aidiyetler yaratmak duygularıma tercüman olmuyor...

İlk alıştığım biçimde seslendiriyorum...

Öyle de devam ediyorum...

Esad demem; Hafız Esad’ı sempatik görmem ve “desteklemem” anlamına gelmiyor...

Tersi de ha keza ...

***

Karşı çıktığım mesele; konunun; samimiyetten uzaklaşan bir “dayatma” halini alması...

Ben yıllarca Esad’a “Esad” demişim...

Şimdi siyasi durumdan mütevellit yeni bir okuma çıktı diye Esed demeyi kalbimden hissetmiyorum...

İçimden hissetmediğim hiçbir şeyi yapmıyorum...

***

Yıllardır Pe-Ka-Ka dediğim örgüte; Pe-Ke-Ka, veya Pe-Ke-Ke demek içimden gelmediği gibi...

Türkiye’de AKP’ye “uzlaşı” mesajı ulaştırmak isteyenler, AKP demeyi bırakıp AK-Parti ifadesini kullanmaya başlıyorlar...

Aslında yıllarca söylemeyip; uzlaşı aradığında AK Parti demeye başlamak, “Ben yıllarca siz Ak Parti istiyorsunuz diye AK Parti demedim... AKP diyerek sizi gıcık etmek istedim... Şimdi artık gıcık etmek istemiyorum, uzlaşmak istiyorum...” demek gibi bir şey...

***

Açık konuşayım...

Ben kimseyi gıcık etmek için AKP demedim ki, gıcık etmeyi sonlandırmak için AKP demekten vaz geçeyim?..

AKP demeye başladığımda; AKP yetkililerinin; “illa kendilerine AK Parti denmesini istediklerinden haberdar bile değildim...”

Neden sonra haberdar olduğumda ise, benim alışkanlığım açısından iş işten geçmişti...

Ben AKP kelimesini AKP’ye özellikle bir düşmanlık olsun diye kullanmıyorum...

Dilim böyle alıştığı için kullanıyorum...

***

“İlla ki AK Parti demeliyim” şeklinde AKP’li olmadığım için AKP diyorum...

Böyle alıştığım için, hiçbir partiye özel bir yakınlığım olmadığı için kendi terminolojimde AKP ifadesini özgürce kullanıyorum...

***

Denebilir ki;

AKP desen ne?..

AK Parti desen ne?..

İfade değil ki aslında önemli olan...

Samimiyettir esas mevzuu...

Yıllardır AKP dediğime; AK Parti dersem...

Kendimi samimi bulmam, kendi samimiyetsizliğimden hicap duyarım...

Pe-Ka-Ka’ya Pe-Ke-Ke dediğimde hissedeceğim gibi...

Yıllardır Esad dediğime Esed diyerek, kendime politik bir tanımlama yapmayacağım gibi...

AKP’lilerin kendilerini AK Parti’li olarak adlandırmalarına; partinin sahibi olduklarına göre elbette ki saygım sonsuz derecede baki...

***

Ne ki ben AK Parti’li değilim...

Kendime öyle bir aidiyet biçmiyorum...

AKP diyerek; bu partiye karşı içimde sakladığım gizli bir garezin tezahürünü de yürütmemekteyim...

Eleştirdiğim ancak bel altı vurmadığım tüm partilere karşı kendi objektif mesafemin bir yansıması “AKP” ifadesi...

***

CHP’ye Ce-Ha-Pe demekten zevk aldığım da vaki..

MHP’ye Me-Ha-Pe demeyi tercih ettiğim gibi...

Samimiyet ve niyet hayatın kendisi...

Sahici olmak, samimi niyet ve samimiyet...

AKP olmuş; AK Parti olmuş; ne fark eder ki?..

*****

APO’NUN SİLAHLARI BIRAKMA ÇAĞRISI VE 5. PARTİ...

Seçimlerden önce, etkili bir kesim Meclis’te 5. bir partinin oluşacağını söylemeye başlıyor...

5. parti söylemi, hızla yayılıyor ve hangi partinin içinden çıkacağı üzerine toto oynanıyor...

***

İlk günlerde AKP’li küskünlerden çıkacağı söylenen 5. parti, seçimlerde AKP yüzde 49.5 oy alınca tedavülden kalkıyor...

Bir ara CHP deniyor...

Sonra MHP konusu gündeme geliyor...

***

Şöyle söyleyeyim...

Seçim sonuçlarına göre, 5. partinin AKP’den ayrılacak milletvekilleriyle başlayıp, başka partilerden katılımlarla yürüyeceği ilk günler ağırlıklı bir ihtimaldi...

Ancak bu ihtimal seçim sonuçlarıyla ortadan kalktı...

***

5. partinin esas olarak CHP’den ayrılacak etkili bir isim ve arkadaşlarıyla oluşabilmesi ihtimali de “çok az da olsa” mevcuttu...

Ancak bu ihtimal de şu anda geçerli değil...

Herkes MHP üzerinden 5. partinin oluşabileceğini düşünüyor...

Bizce o parti MHP de değil...

***

5. partiye CHP’den katılım olabilir...

Ancak 5. partinin esas filizleneceği yer şu anda HDP görünüyor...

Apo geçtiğimiz Nevruz’da yani 21 Mart’ta, Diyarbakır meydanında toplanan kalabalığa gönderdiği mektupta; “KCK’nın toplanarak; PKK’nın silahlı eylemi bırakması çağrısını görüşmesini” istiyor...

***

Ancak bu görüşme yapılmıyor... PKK silahları bırakmıyor...

Olabilir...

Ancak PKK’nın silahlı eylemleri, göründüğü kadarıyla AKP’ye tek başına seçim kazandırıyor...

PKK’da silahlı eylem kararı nasıl alındı bilinmiyor...

Fakat silahlı eylemlerin AKP’ye yaradığı bir sır değil...

***

Şimdi HDP içinden bir kesim bu durumu sorgulamaya başlıyor...

Bir süre sonra “Dolmabahçe mutabakatına uyalım PKK’nın silahları bırakmasını isteyip, görüşmelerden yana tutum izleyelim” diyenler çıkabilir...

***

Apo’nun sahneye yeniden çıkmasıyla, HDP içinde dalgalanmalar 5. partiyi doğurabilir...

Kaderin ironisine bakın ki, böyle çıkacak bir 5. parti; “Tayyip Erdoğan’a Başkanlık yoluyla birlikte, başka özgürlükleri açacak bir Anayasa değişikliğini bile savunacak duruma gelebilir...”

“Seni Başkan yaptırmayacağız” demekten, nerelere kadar gidebiliyor siyaset birkaç ay içinde?..

Hayat “olmaz denilenin olduğu” insan iradesinin ötesinde böyle bir şey işte...

Yazının devamı...

Abdullah Öcalan’ın buharlaştırılması ve Selahattin Demirtaş...

Aktif haberciliği bırakmamın önemli nedenlerinden biri; “Türkiye’de kamuoyunun algısına sunulan gerçekmiş gibi gözüken şeylerle, gerçekler arasında derin uçurumlar olmasıydı...”

1984-85 PKK terör eylemlerinin başladığı günlerden bu yana, kamuoyuna söylenen “Apo’nun; terörist başı, PKK’nın önderi, lideri, anası, babası, kurucusu her şeyi” olduğu idi...

***

Abdullah Öcalan; kendisini medya mensubu üniformasıyla ziyaret eden “gazeteci”lere, bu imajı güçlendirici, demeçler veriyor, lider ve tartışılmaz önder imajı çiziyor ve Türkiye’de herkes “PKK’yla ilgili her şeyin tek sorumlusunun Apo” olduğuna inandırılıyordu...

***

Algı yöneten “gazeteci”ler; Apo yakalandıktan ve İmralı’ya konduktan sonra, yıllarca Apo’nun adını “İmralı” olarak revize edip, “onu karizmatik bir ağırlığa” kavuşturuyor ve Apo’suz bir çözüm sürecinin mümkün olamayacağını ağdalı bir dille tezlendiriyorlardı...

***

Sıradan vatandaş ve benim gibi sıradan gazeteciler; “yıllarca bebek katili, terörist başı” olarak nitelenen adamın nasıl bir anda “Mandela gibi barışı tesis edecek bir lider” konumuna geleceğini tam anlayamıyor, “patinaj yapsa da, kan akması durur diye süreci insanlık namına, yeni doğacak çocuklar adına, şehitlerin ve ölümlerin kesilmesi uğruna” destekliyorlardı...

***

AKP; çözüm sürecini “İmralı” adı verilen, Apo’yla görüşmeler üzerinden başlatarak, Öcalan’ın örgüt üzerindeki etkisinden yola çıkıyor ve “barışı bu diyalog üzerinden tesis etmeye” çalışıyordu...

O anda enteresan bir olay oluyor ve devletin Apo’yla yaptığı gizli görüşmeler basına sızıyordu...

Görüşmelerin basına sızmasıyla süreç ağır bir darbe alıyor ve bir süre sonra hiç beklenmedik bir şekilde “Apo’nun yazılı ve görsel medyadaki sesi ile görüntüsü” buharlaşmaya başlıyordu...

***

2015 yılına gelindiğinde; 30 yıldır PKK’nın tek hakimi, örgütün babası, anası, liderliği, önderliği, kurucusu olarak lanse edilen Apo “Nevruz kutlamalarında gönderdiği mesajların bile geçiştirildiği” bir adam haline gelmişti...

***

Bunun derin ve gizli bir nedeni vardı...

PKK sorununda aktif taraf olan ulusal ve uluslararası çevreler; “Abdullah Öcalan’ın Türk devletinin elinde yıllardır hapiste olduğunu” söylüyor; Apo üzerinden yapılacak bir “barış görüşme sürecinin” istedikleri sonucu vermeyeceğini hesaplıyorlardı...

“Apo içerde olduğu için hükümetle iyi pazarlık edemezdi...”

En hafif deyimiyle böyle düşünüyorlardı... Böylece Apo’nun sesi ve görüntüsünün “buharlaşma süreci” başlatılıyordu...

***

Artık İmralı yerine “Kandil” sözcüğünü sıkça duyuyor;

Apo’nun “silahları susturun çağrıları” duyamaz hale geliyor; Kandil üzerinden bir başka süreci izler duruma geliyorduk...

Kandil’in ötesinde daha önemli bir gelişme vardı... Genç, yakışıklı, karizmatik bir lider Apo’nun pabucunu bir anda dama atıyor ve “medyada projektörlerin parıltılı ışıkları altında başrole soyunuyordu...”

***

Kürt sorunu dendiğinde; “kamuoyu algısı, ‘İmralı’ isimli muhatabın yerine, genç, yakışıklı ve parıltılı lider” Selahattin Demirtaş’ı tanımaya başlıyordu...

Demirtaş; o kadar ustalıkla o yere oturuyor ve oturtuluyordu ki; Türkiye kamuoyu bir iki yıl içinde neredeyse Apo’nun varlığını unutuyor; Kürt sorununun temel muhatabı olarak Selahattin Demirtaş’ı kabul ediyordu...

*****

APO YERİNE SELAHATTİN DEMİRTAŞ’IN ÖNE ÇIKMASI...

Demokrasi adı verilen oyunda; kitle iletişim araçları, sadece kitle iletişim araçlarından ibaret değildir... Kamuoyunun algısını, değişik çevrelerin istekleri doğrultusunda manipüle eder ve yönetirler...

Bunu yaparken, bir zamanlar SHOW haber merkezinde benim ve arkadaşlarımın yaptığı gibi; hiçbir zaman “salt gazetecilik ve habercilik referanslarıyla” hareket etmezler...

***

Amaçlar vardır...

Siyasi amaçlar...

Hedefler vardır...

Siyasi ve manipülatif hedefler...

Muteberleri vardır...

Promote etmeleri ve kamuoyuna pazarlamaları gereken... Karar; Kürt sorununda “AKP hükümetiyle direkt temasta olan Apo”yu ve İmralı’yı buharlaştırıp yerine Selahattin Demirtaş ve Kandil’i ikame etmekse (replace), bu algı usta fırça darbeleriyle tuvale dökülür...

Yaklaşık birbuçuk iki yıldır Türkiye’de “Apo buharlaştırılıyor, yerine Kürt sorununda tek etkin sivil lider olarak Selahattin Demirtaş” yerleştiriliyor...

***

Demokrasi oyunundaki niyetleri okuyamayanlar; “bireylerin kararları özgür iradeleriyle aldıklarını sanırlar...”

Oysa kimseler, son birbuçuk yıl içinde medyada Apo’nun nasıl buharlaştığını, sözlerinin eskisi gibi değil manşetlerden; satır aralarından bile yer bulamadığını fark etmiyorlar...

***

“Demokrasi oyunu; geniş kitlelere bilinçli sunulan hesaplanmış gündemin içinden bireylerin özgürce yaptığını sandığı seçimlerden ibarettir...”

***

Yıllar önce SHOW Haber bülteninde bizim neyi işleyip neyi işlemediğimizle neden ilgili ilgisiz herkesin kafa yorduğunu anlamaz; “Arkadaş sen nasıl istiyorsan öyle yap... Ben böyle yapıyorum... Niye karışıyorsun ki?..” derdim...

Fark etmezdim ki; derin mahfillerde; “hesaplanmış, planlanmış ve kararlaştırılmış bir gündemi” ben kendi haber bültenime, kimseyle bağlantım olmadığından sokmuyordum...

Onların ifrit olduğu, bu gerçekti...

Üstelik onların hakim olamadığı gündem “Türkiye’de her yüz televizyon izleyicisinin 35’i tarafından her gece izlenip, kendi gündem yaratınca” iyice çıldırıyorlardı...

***

Bu satırların amacı; Apo’dan ve Selahattin Demirtaş’tan yana bir tutum almak değil, olayı tüm gerçekliği, objektifliği ve derinliğiyle geniş kitlelere sunabilme çabasıdır... Bu arada, AKP oylarının artmasının analizinin yapılması, PKK’nın silaha sarılmasının ardındaki gizemin aralanması ve kesilen barış süreciyle akan kanların hesabının dökülmesi amacıdır...

*****

APO’NUN SAHNEYE ÇIKMASI AN MESELESİDİR...

Bütün bu anlattıklarımın şimdi önemli olan sadetine gelecek olursak...

AKP hükümeti; HDP lideri Selahattin Demirtaş ve arkasında ona destek olduğuna inandığı Kandil yönetimiyle “barış sürecini devam ettirebileceğine inanmadı...”

***

Kandil de inanmadı...

Kandil’i destekleyen güçler de “hükümetle yapılacak bir barışa inanmadı...”

Selahattin Demirtaş; zaten sivil bir siyasetçiydi ve kendine ve partisine oy toplama uğraşı içine girmişti...

Haziran seçimlerinde yüzde 13’e çıkan oylar; “Demirtaş, Kandil ve bu grubu destekleyen ulusal ve uluslararası çevreler için önemli bir umut ışığıydı...”

***

Fakat ne olduysa sonraki beş ayda oldu... PKK hangi değerlendirmeyle alındığı bilinmeyen bir kararla, silahlı mücadele dönemine girdi...

Bu karar; Kandil liderliğinin kararı mıydı, yoksa başka unsurlar etkin miydi bu olayda?..

Bunu PKK gibi bir “çok karmaşıklaşan bir örgütün içinden çözebilmek zor...”

Ancak sonuç bellidir...

HDP’nin oyları yüzde 2.5 düştü...

Halk PKK’yla mücadele ettiğini söyleyen AKP’ye kaydı...

Tek başına iktidarla birlikte yüzde 49.5’luk bir destek aldı AKP...

Şimdi Kürt sorunu ve barış sürecinde yeni bir dönemin işaretlerinin zemini oluşturulmaya başlanıyor... Apo’nun sahneye çıkması an meselesidir...

Yazının devamı...

13 yıl önce seçim gecesinde bıraktığım habercilik hayatım...

Bugün 1 Kasım 2015...

Türkiye’nin tarihinde yeni bir dönüm noktası olan genel seçimler yapılıyor...

Ben ise, bugün; 13 yıl öncesine gidiyorum...

3 Kasım 2002 tarihindeki genel seçim gecesine...

AKP’nin tek başına iktidara geldiği o seçim gecesinde yaptığım son seçim yayınına ve sessiz sedasız haberlere veda edişime...

O gece son kez çıkıyorum televizyon haberlerine ve seçim gecesi canlı yayınına Star Televizyonunda...

8 saat kesintisiz yayını yaptıktan sonra, sessizce kimseleri ayağa kaldırmadan sabaha karşı 04’te 22 yıllık habercilik hayatıma; 7 yıllık anchormanliğe ve yayın yönetmenliğine veda ediyorum...

13 YIL İÇİNDE ALDIĞIM “HABERCİLİK TEKLİFLERİ”NE KARŞIN HAYATIMIN DEĞİŞEN TARİHİ...

Şimdi açıklıyabilirim...

Çünkü üstünden geçen zaman, bana yapılan televizyon haberciliği tekliflerini “benim için bir pazarlık unsuru olmaktan çoktan çıkarıyor...”

***

13 yıl içinde, rahmetli İlhan Selçuk’un Cumhuriyet TV için teklifi de dahil olmak üzere, Türkiye’de tüm siyasi cenahların televizyonlarından ve ana akım merkez medyadan ana haber bülteni, haber merkezi ve ana haber bülteni yapmak için değişik teklifler alıyorum...

3 Kasım 2002 tarihinden itibaren, ana haber bülteni yapmamı isteyen teklifler 5 farklı kanaldan ve siyasi duruştan geliyor...

***

Hepsine karşı aynı şeyi söylüyorum...

-“Televizyon haberciliğini artık düşünmüyorum...”

Dün Tenis Eskrim Dağcılık kulübünde, çocukların tenis antrenmanı bittiğinde, orta yaşa yakın bir çift yanıma yaklaşıyor ve erkek gözümün içine bakarak;

-“Sizi özledik...” diyor...

Ne demek istediğini anlıyorum...

Sormuyorum fazlasını...

Elini; elimin üzerine koyuyor, dostça tutuyor bir süre...

-“Teşekkür ederim...” diyorum, dostça selamlıyorum ve ayrılıyoruz...

Çocuklarım;

-“Baba insanlar seni niye özlediğini söylüyorlar” diye bana soruyor...

Onlara gülümsüyorum...

7 yaşına gelen çocuklarımın, babalarının geçmişiyle ilgili hiçbir şey bilmediklerini fark ediyorum...

Aklıma birkaç yıl önce yazdığım Up Close and Personel (Daha Yakın ve Daha Özel) filmi geliyor...

O filmi izledikten sonra, 13 yıl öncesi haberi bıraktığım gün için kaleme aldığım yazıya gidiyor anılarım...

Şöyle o yazı...

YETİŞTİRDİĞİM HABERCİ ÇOCUKLAR VE KENDİ ÇOCUKLARIM...

“Bundan 13 yıl önce, dünya çapında halen kırılmamış ratinglerle zirvelerde gezerken bırakıyorum ana haber bültenini ...

Senelerce kırılamayacak ve bir daha kırılması asla mümkün olmayacak bir izlenme oranının sahibi o günlerde yaptığımız haber bülteni...

***

Ben ve arkadaşlarım “haberciliği, televizyonculuğu, inançlarımız çerçevesinde, kimselere müdanaası olmadan, objektif ve bağımsız kalabilen bir haber merkezinin, ölümü göze alan gazetecilerinden ibaret” görüyorduk...

***

Nice muhabir arkadaşım, kafalarını gözlerini yaran saldırılara uğrardı haberlerini yapmak uğruna...

Belki de yirmi kez evimden uzaklaşıp, başka bir yerde ikamet etmek zorunda kaldım, o günlerde aldığım ölüm tehditleri karşısında...

***

Kameramanlarımın kafaları defalarca kırıldı...

Kameralar kaç kere kırıldılar onu bilmemekteyim...

Polisler verildi beni korumaları için...

Çemberler oluşturuldu, silahlı saldırılar olmaması için...

Gazeteler ve rakip televizyonlar, bir insanı süründürürcesine “linç ettiler beni ve haber merkezimi...”

***

Aleyhimizde kumpaslar kuruldu, işimizden ettirilmek için planlar yürürlüğe kondu, devlet harekete geçirildi, haberlerimiz sakıncalı ilan edildi...

Ve nihayet bir gün; onüç yıl önce bugünlerde bir gün, “elimiz haberlerden çektirildi...”

O günden beri, bir daha elimi sürmedim ne haber merkezine, ne de haber bültenine...

***

Yetiştirdiğim habercilerin teker teker televizyonlarda büyümesinden mutlu oldum, gurur duydum...

Tek tek toplayana kadar canımın çıktığı, öğretene kadar günler, geceler boyu ter döktüğüm, yüz kişilik haber merkezimin dağıtılıp, tarumar edilmiş görüntüsüne seneler boyu içten içe ağladım...

Bir gün olsun kimseciklere tek bir söz söylemeden...

***

Önceki gece, Robert Redford’la Michelle Pfeiffer’in iki televizyon habercisini canlandırdığı Up Close and Personal (Daha yakın ve Daha Özel) filmini izlemeye koyulmuştum...

Birbirine aşık karı koca televizyon habercilerinin; televizyondaki vahşi rekabetinin ortasında yürüttükleri habercilik serüvenini izlerken, gözyaşlarım evin salonunda aktı gitti...

***

Bir zamanlar ben ve arkadaşlarım da böyle habercilik yapardık...

Kelle koltukta, kimselere müdanaamız olmadan, kimselerden emir almadan, ancak haberciliğin çarpıcılığını ve feriştahını yapmaya çalışarak...

***

Ne verdiğimiz manşetler, ne ürküttüğümüz çevreler, ne müdanaasız habercilik, ne teşekkürsüz yerilmeler, bizi durdurmadı “hiç kimseleri umursamadan, kırdığımız dünya rekorlarında...”

***

Fakat bir gün bir odada, bu maceranın sonunun geldiğini anladım...

Tam on üç sene önceydi, o maceranın bittiği an...

Bir daha da elime almadım haber mikrofonunu...

‘Ne arıyorsun sen?..’ dediler ‘spor yorumculuğunda?..’

Gülümsedim, geçiştirdim soruları...

Ne yapıyorsun sen ‘Akademi Türkiye programında’ diye müstehzi sordular...

“Haberciliği bıraktım, Meral Okay gibi dostlar biriktirmekteyim şimdi...” demedim, diyemedim...

Önceki gece Michelle Pfeiffer’in “televizyon haberciliğinde merdivenleri yükselişinin öyküsünü” izliyordum..

***

Robert Redford’un haber için gittiği Panama’da katledilişini izledim önceki gece...

Michelle Pfeiffer’in ölümden sonra televizyon haber merkezinin önünde yaptığı konuşmayı...

O ağlarken ben de ağladım...

***

Demokrasi, kendi derslerini, zaman içinde kendisi verir...

Fazladan müdahil olmaya gerek yoktur...

Haberciliğimden dolayı utanacak mıyım?..

Kimselerden emir almadım ki utanayım...

Bağımsız, müdanaasız yaşadım, inandığım ve hissettiğim şeyleri söyledim...

Önceki gece birbirine aşık karı koca televizyon habercisinin ölümle biten habercilik maceralarını izledim...

Haberle, habercilikle ve ölümle biten kıyasıya bir rekabetin “ağlatan mecrasını” yarım kalan aşkın gözyaşlarıyla izledim...

İzlerken, benim için artık haberciliğin geri gelmemek üzere bittiğini fark ettim...”

***

Yazı böyle...

Çocuklarıma dönüyorum...

-“Haberci çocuklar yetiştiler...” diyordum;

-“Televizyonları idare ediyorlar... Sıra sizleri yetiştirmekte sanırım... Tanrı şimdi bana bu misyonu verdi... Yazıların yanına ‘kutsal bir görev’ namına...”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.