Şampiy10
Magazin
Gündem

Kendine ihanet ederken mutlu olamazsın...

Hayatın amacı;

Eksiksizliğin yuvasına... Bozulmamışlığın mekanına... Korkusuz...

Her şeyi bilen...

Ve sınırsız bir sevgiye...

Sahip olan gerçek benliğine yolculuk yapmaktır...

***

Gerçek benliklerinden ayrılıp;

Olmadığın insanlara dönüştüğün süreç;

Etrafındakilerin inançlarını, değerlerini ve davranışlarını aldığın çevre kültürünü benimsemen olarak bilinir...

Gerçek benliğinden ayrılıp, sosyal benliğine dönüştüğünde; içinde bir boşluk oluşmaya başlar...

Özgür doğanı terk eder, sahte kişiliklerin maskesini takarsın...

***

Gerçek kişiliğin ile, topluma gösterdiğin yüzün arasındaki boşluk büyüdükçe, hayatın daha az yolunda gitmeye başlar...

Yaşamdan daha az keyif alırsın...

Neden mi?..

Çünkü kendine ihanet ederken, mutlu olman imkansızdır...

*****

KİŞİSEL ANAYASANI OLUŞTURDUĞUNDA...

Karanlık; ışığın yokluğundan başka bir şey değildir...

Varlığının en karanlık bölgelerine, insan bilincinin ışığını ve anlayışı götürdüğünde, yeniden ışıkla dolarsın...

Daha önce korkunun olduğu yere sevgi yerleşir...

‘Aydınlanmış’ ne demektir hatırla...

Işıkla dolmuş kişi...

***

Korku sana hakim olmak istediğinde, sevgiye yönelik yaptığın tüm hareketlerde özgün doğanı hatırlar ve onu geri kazanırsın...

Daha büyük bir benliği dünyaya sunmak için yaptığın her küçük hareketin, doğuştan sahip olduğun esas gücünü geri kazanmana yardımcı olan bir karşı etkisi vardır...

***

Birçoğunuz tüm yaşamlarınız boyunca, gerçek benliğinizi gizleyen sosyal maskeler takarsınız...

İnsanlığınızın iç yüzünü göstermek yerine; dünyanın olmanızı istediği kişinin şekline bürünmek için çaba gösterirsiniz...

Diğer insanların söylemenizi istediği şeyleri söyler, diğerlerinin giyinmenizi istediği şeyleri giyer ve onların yapmanızı istediği şeyleri yaparsınız...

Sonunda bakarsınız ki; kaderinizdeki hayatı yaşamak yerine, başka insanların hayatlarını yaşamak zorunda kalmışsınız...

Bu ölümün yavaş olur...

***

Önümüzdeki haftalarda, en eğlenceli yanınla, yani içindeki çocukla yeniden bağlantı kurmak için kendine zaman ayır...

Çocukların olumlu taraflarını gözlemlemek için zaman ayırın ve onların çevresinde ne olursa olsun enerji dolu olma özelliklerini, anı yaşama becerilerini örnek alın...

***

Dünya üzerindeki tüm bilgelik gelenekleri, aynı sonuca varır...

Gerçekte olduğun kişiyle tekrar bağlantı kurabilmek ve içinde bekleyen ihtişamı keşfetmek için düzenli olarak sessiz kalacağın bir zaman dilimi bulmalısın...

Elbette meşgulsün...

Fakat Thoreau’nun dediği gibi;

-“Meşgul olmak gerekçesi yetmez...

Karıncalar da meşgul...

Asıl mesele şu...

Neyle meşgulsün?..”

***

Benliğine hakim olma yolunda daha üst seviyelere çıktığında, hayatın işleyişi ve senin onun içindeki yerin hakkında kendi felsefeni geliştirmeye başlarsın...

En derin parçandan yankı yapan gerçekleri seçersin...

O gerçeklerin sana doğru gelen bilgeliklerini içselleştirirsin...

Ve sana uygun gelmeyen, duygularına hitap etmeyen fikirleri bir kenara bırakırsın...

Böylelikle kendine ait yasanı ve muhteşem hayatının kişisel anayasasını oluşturursun...

İşte o zaman ışık saçmaya başlarsın...

*****

HAYATININ SON GÜNÜYMÜŞ GİBİ YAŞA...

Bilge insanlar kendilerine her günün son günleri olabileceğini hatırlatırlar...

Böylelikle günlerini korku yerine sevgiye teslim ederler...

Sürekli olarak; -çok zor olduğu anlarda bile- sıradan olmaktansa, mükemmel olmayı tercih ederler...

***

Kaderini ne kadar derinlikli tanırsan;

Liderlik etme yolculuğunun evine daha rahat...

Kalbinde hissettiğin ve olmak istediği yere daha doğru tercihlerle ulaşabilirsin...

Geçmişte;

Roma tapınaklarının girişinde şu sözler yazardı:

“Kendini tanırsan; evrenin ve tanrıların sırlarını da tanırsın...”

***

Büyüme bazen zor yollardan gerçekleşir... Ama büyüme her zaman iyidir...

Hayatını gökyüzünden izleyebilseydin, gerçekleşmekte olan her şeyin çok güzel ve paha biçilmez olduğunu görürdün...

***

Gerçek kişiliğinden kelimenin tam anlamıyla korkarsın...

Kendi ışığından korkarsın...

Parıltından korkarsın...

Becerebileceğin büyük işlerden korkarsın... Dik durup ışığının dünyayı aydınlatmasından korkarsın...

Büyük yetenekler büyük sorumluluklar getirir...

Birçok insan yeteneklerine yüz çevirir...

Onların getirdiği korkusuzca yaşamak ve dünyada değişimlere imza atmak gibi sorumlulukları üslenmek istemezler...

Bu nedenle içlerindeki büyüklüğü kaybederler...

***

Sohbetler; fikirleri derinleştirir...

Olmak istediğin şeyler hakkında konuştukça, kendini yapman gereken şeylere daha fazla adarsın...

Kelimelerde bu güç mevcuttur...

*****

KENDİNİ; KADERİNİ YAŞAMAYA ADA...

Kalbinin en kutsal yerlerinden gelen nazik fısıltıları dinlemek, içinde en derin yerden gelen çağrıyı işitmek -ardından ona yönelmek- demektir...

Bazen; olağanüstü bir sonbahar günü tek başına ağaçlar arasında bir yürüyüş yapmak için kendini tamamen doğaya kaptırdığında, bu fısıltıları işitirsin...

Bazen sessizlik içinde meditasyon yaparken ya da başka çeşit bir düşünüş halindeyken bunları duyarsın...

Bazen de hayatının en çok çaba gerektiren ya da umutsuz görünen anlarında, örneğin sevdiğin birini kaybettiğinde ve hayallerin yıkıldığında bu fısıltıları duyarsın...

Öğrenmen gereken ders;

Seni kaderinin yoluna çıkartacak olan iç sesin konusunda bilinçli olman ve söylediklerine dikkat etmendir...

Kendini kaderini yaşamaya ada...

Böylece geride anlamlı bir miras bırak...

(Sharma)

Yazının devamı...

'Arıza adam'la tehlikeli bir aşk...

Filmin adını, Mantıksız Adam diye çevirmişler... Oysa Irrational Man, irrasyonel adam demek... İrrasyonel adam için; mantıksız adam demek; felaket bir tercüme...

Ayrıksı; ‘beklenmedik’ Türkçe’deki mükemmel ifadesiyle “arıza adam” ismi cuk oturuyor filme...

***

“Mantıksız adam” diye çevirerek filmin ve erkek kahramanının bütün albenisini yok ediyorlar...

***

Küçük kasabadaki üniversiteye felsefe profesörü olarak geliyor Abe Lucas...

Orta yaşlı, içki göbeği belirgin, romantik, looser görünümlü; ayrıksı, bunalımda, ölümü düşünen, Rus Ruleti’ni oynamaktan çekinmeyen; Abe Lucas’a; ‘arıza demek yerine’ ona mantıksız demek erkeğin cazibesini yok ediyor...

***

Felsefe profesörü, kadınların büyük çoğunluğunun ölüp bittiği, “arıza adam” deyiminin gerçek bir sembolü...

***

Üniversiteye daha gelmeden önce, hakkındaki aşk söylentileri okulu kırıp geçiriyor...

Kadınlarla yaşadığı sayısız ilişkiler, üniversitedeki kız öğrencilerine ‘hayır’ demediği grift aşk ilişkileri, profesörün okula girişiyle bir şehir efsanesi şeklinde bütün üniversiteye adım adım yayılıyor...

***

Evli kadın öğretmenlerden biri; profesöre açıktan kur yapıyor; onunla birlikte olmak için her yolu deniyor...

***

Okulun en parlak öğrencilerinden biri olan güzel Jill Pollard, yakışıklı erkek arkadaşı Roy’la birlikteliğine karşın, felsefe profesörünün ‘arıza’ kişiliğinden etkilenmeden edemiyor...

***

İlgisi önceleri karşılık bulamadığı bir aşka yelken açıyor...

O sırada hayatının bittiğini, hiçbir amacının kalmadığını, hayata ve evrene katkı sağlayamadığını düşünen profesörden ‘hayır’ cevabını aldıkça ‘obsesif bir ilgiye’ doğru kayıyor...

***

Woody Allen, kendi arıza kişiliğine paralel, filmlerinde ele aldığı arıza kişilikleri; çok zengin bir portre olarak işleyebilme becerisine sahip...

Yönetmenin kendi arıza kişiliğinden mütevellit, “arıza karakter çalışmaları”, filme sürükleyicilik katarken, kişilik analizindeki zenginlik filme derinlik veriyor...

ARIZA PROFESÖRE İLHAM VEREN OLAY...

Hayatın orta yaş amaçsızlığında, sürekli içen, alkolizmin sınırlarında dans eden, profesörün amacı ise yaşamına anlam katacak bir tutku yaşamak...

Halihazırdaki haliyle, kadınlarla cinsel ilişkiye bile girebilecek potansiyeli olmuyor...

***

“Arıza profesör” bir gün aniden hayatının seyrini değiştirtecek “ilham”ı hiç beklenmedik bir yerde ve olayda buluveriyor...

Film de; gerçek anlamıyla bu olaydan sonra başlıyor...

***

Filmi anlatıp; izleme keyfinize limon sıkmayacağım...

Ancak Woody Allen’in felsefe profesörü Abe’den; çağdaş bir “Suç ve Ceza” romanı ve filmi çıkartmaya çalıştığını söylemeden geçemeyeceğim...

***

Dostoyevski’nin romanının derinliği ve güzelliği, kahramanının “işlediği suçtan duyduğu azaptan kaynaklanır...”

Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sının filmini; Rus yapımı olan orijinalinden seyrettiğimde, filmin temposuz sıkıcılığına, romana duyduğum saygıdan dolayı katlanabilmiştim...

***

Woody Allen’in “Arıza Adam” ismini taşıması gereken romantik komedisi ise, tam bir Hollywood projesi...

Doğal olarak basit, sürükleyici ve tempolu olmak durumunda...

Elbette bir Dostoyevski romanı ve filmi olmaktan çok uzaklarda...

***

Finali Dostoyevski romanından çok, sıradan romantik komedilere bezemesi de bu yüzden...

Yine de sonuçta bir Woody Allen filmi...

Arıza felsefe profesörü, genç sevgilisi ve kendisi için evliliğini bitirmeye hazır bir kadınla ilişkisi mevz-u bahis...

Hepsi de sinema izleyicisi için “dişi” konular...

***

İlgiyle ve heyecanla izlersiniz muhtemelen...

Ancak Dostoyevski’yi biliyorsanız ve zamanında üstadı hatmetmişseniz eğer; Filmin finalini ancak patlamış mısır eşliğinde, ciddiyetsiz ve kifayetsiz bir gevreklikte seyredebilirsiniz...

Woody Allen filmi; Dostoyevski gibi bitirseydi, yapım Doktor Jivago tadına belki bir nebze sürüklenebilirdi...

WOODY ALLEN VE DOSTOYEVSKİ...

Ama bu Rus edebiyatı değil...

Sabun köpüğü bir Hollywood hikayesi...

Filmin içinde Dostoyevski’nin adının bir kez geçirilmesi, Suç ve Ceza kitabına öylesine bir pan yapılması, filmin entelektüel kalibresi için yeterli öğe sayılıyor...

***

Rus adını Rus Ruleti’nde geçirirseniz, entelektüel kalibreye! bir de ölümcül bir heyecan katıverirsiniz olur biter...

“İzleyici profiline ve Hollywood senaryo matematiğine uygun bir çözüm...”

***

Finalman; Woody Allen ve Mantıksız Adam filmi için ne diyorum diye soruyorsanız eğer?..

Söyleyeyim... Hafif meşrep bir hafta sonu eğlencesi...

İlham aldığı aşikar olan Dostoyevski’nin Suç Ve Ceza’sı mı?..

Dostoyevski’yi bu satırların arasında irdelemek; “üstat”a saygısızlık...

Nerede felsefe profesörü olduğu söylenen Abe?..

Nerede fakir bir genç olan Raskolnikov ve ondaki vicdan?..

Yazının devamı...

Merkel söz veriyor mu?.. Gelecek yaz vize kalkıyor mu?..

Dün ne Alman Merkel’in “Saray”a gidip gitmediğiyle ilgileniyorum...Ne “Almanya mı bize taviz veriyor, yoksa biz mi onlara taviz veriyoruz” sorusunu mevz-u bahis ediyorum...

***

Tek konum; 2016 Temmuz’unda Merkel’in Türk vatandaşlarına Avrupa Birliği vizesinin kalkacağı sözünü vermesi...

Hayatımızın geride kalan 35 yılını “bir millet olarak aşağıladığımız, gururumuzun kırıldığı, onurumuzun incindiği acı vize anılarıyla” geçirdiğimizi bildiğim için; sadece Merkel Türk vatandaşlarına vize uygulamasının kaldırılacağı sözünü verdi mi vermedi mi onunla ilgileniyorum... Gerisi; başka gölgelerin arasına sıkıştığı bir savaş...

Beni ilgilendiren vatandaş!..

*****

20 YAŞINDA İNGİLTERE MACERASI...

20 yaşına bütün hevesi; yurt dışına gidip, İngiltere’de, Fransa’da hayatı görüp tanımak olan bir gencim...

Ancak yeterli döviz olmadığından hükümet bir karar çıkartıyor ve yurt dışına çıkışları üç yılda birle sınırlı tutuyor...

Üç yılda sadece bir kez çıkabiliyoruz ve çıkışta en fazla 500 dolar alabiliyoruz Merkez Bankası’ndan... 500 dolardan fazla para almamız yasak...

***

Sınır kapısında fazla dövizle yakalanırsak, suç işlemiş oluyoruz ve paramıza el konuyor...

Okula Cambridge’e giderken annem, pantolonumun iç cebine birkaç yüz doları iğne iplikle dikerek yerleştiriyor...

***

Ertesi yıl Paris’e gitmek için, “Lille’deki bir çalışma kampına gidiyorum” diye çalışma kampından izin belgesi alıyorum...

Yaşamım boyunca her yurt dışına çıkışta, “mazimdeki bu kısıtlamaların yarattığı bir duygunun tezahürü olarak” içimden fışkıran bir mutluluk duyuyorum...

Farkındayım ki; gençliğimde havaalanından çıkış yapabilmek için her yıl bin bir türlü formül bulmak zorunda kalmış bir mazinin sahibiyim...

*****

30 YAŞINDA... PARİS’TEN PORTEKİZ’E GİDERKEN

Paris’teyim... Fransa’da okuyan kız arkadaşım ve onun erkek kardeşiyle, ortak bir arkadaşımızın evine misafir olup, yılbaşını geçirmek için Portekiz’e uçacağız...

Benden başka kimsenin vizeye ihtiyacı yok...

Kimliklerini gösterip geçiyorlar sınırdan...

***

Grubun tek “vize” zorunlu elemanı olmak gayri ihtiyari kimyamı bozuyor...

Sanki “suç benim suçum gibi” içimdeki savunma mekanizması çalışıyor...

Yıllardır gazeteci olarak seyahat ediyorum...

Alışkınım “vize” isteyen memurların tavır ve davranışlarına...

***

Fransa’dan Portekiz’e gitmek, Avrupa Birliği vatandaşları için değil vize, pasaport göstermeye gerek olmayan bir seyahat...

Onlara bir “kimlik” göstermek yetiyor...

Ankara-İstanbul uçak yolculuğu gibi...

***

Türk vatandaşı için ise, “turistik nedenle bulunduğu Fransa’dan çıkış ve bir başka Avrupa Birliği ülkesine giriş” o yıllarda deveye hendek atlatmaktan zor bir iş...

***

Charles De Gaulle Havaalanı’nda arkadaşlarım kimliklerini gösterip geçiyorlar...

Ben vize kuyruğunda bekliyorum...

Nihayet Fransız vize memurunun karşısına dikiliyorum...

O günlerde yine Fransa ile Türkiye arasında nahoş vakalar olmakta...

Nahoş diplomatik vakaların kötü tarafı, pasaport polislerine “yeni çatışma alanları” açmasıdır...

***

Fransız pasaport polisi o günlerde, havadan nem kapıyor ve ülkesine “girip çıkan Türk vatandaşlara, daha bir dikkatli bakar” hale geliyor...

Pasaportumu alıyor ve incelemeye başlıyor...

Neyi incelediğini bilmiyorum...

Zaten çok girişli vizem var... Atina’da ikamet ediyorum...

Benim uflayıp puflamam polisi zerrece ilgilendirmiyor, gittikçe artan bir ciddiyetle pasaport üzerinde inceleme yapmaya devam ediyor...

***

Arkamdaki kuyruk gittikçe uzuyor...

Bekleyenlerin öfkesinin pasaport polisinden çok benim üzerimde biriktiğinin farkına varıyorum...

Basit bir empatiyle, onların yerinde ben olsam “pasaport polisine sorun çıkartan bu yolcuya kızacağım...”

***

Bir süre sonra Fransız pasaport polisi aradaki küçük camı kapatıyor ve “Siz benimle geleceksiniz” diyor...

Gişeyi kapatıyor...

Kuyrukta bekleyenlere “yandaki gişeye geçin” anlamında bir şeyler söylüyor... Herkesin ortasında “rezil” oluyorum... Bütün gözlerin bana çevrildiğini hissediyorum...

***

Havaalanındaki turistler tarafından “uluslararası kriminal bir kaçakçı ya da ülkeye zorla girmiş tehlikeli bir suçlu” olarak algılandığımı biliyorum...

Böyle durumlarda “gazeteci” olduğuma şükrediyorum...

Öyle bir tepki gösteriyorum ki, “yaptığı haksızlık, yanına kâr kalmıyor...”

***

Görevli polis önceleri hiç oralı olmuyor... Ona göre; üçüncü dünya ülkesi Türkiye’den gelen bir yolcuyu “pasaportundaki vize sahte mi değil mi” diye sorgulamak, doğal görevi...

“Bu vize sahte” diyor...

Ben ise ona cevap olarak, “Bu yaptığının yanına kâr kalmayacağını” söylüyorum...

***

Beni “kapalı bir odaya alan pasaport polisi, tepkimin büyüklüğünden bir süre sonra hafif tırsıyor...”!

Sorulara cevap vermeyi reddediyorum ve bana “büyükelçiliği bağlayın” diyorum... İkinci bir polis memuru geliyor... Birinci ikinciye bir şeyler söylüyor... İkinci pasaporta bakıyor, o da ona bir şeyler söylüyor...

***

Vakit geçiyor, bir süre sonra şefleri olduğunu anladığım üçüncü bir polis geliyor...

Ben havaalanının ortasında uygulanan bu insanlık dışı muameleye karşı, “hakkımı aramanın” yollarını arıyorum... Ne ki, hakkımı arayacağım fazlaca bir yol görünmüyor...

***

Polisten şikayetçi olmaya kalksam, yılbaşını geçirmeyi hayal ettiğimiz Lizbon seyahati elimizden uçup gidecek...

Üstelik Fransız polisi “Ben görevimi yaptım... Şüphelendim, sorguladım” deyip işin içinden sıyrılacak...

Bir süre sonra şefleri olduğunu anladığım polis, yavaştan beni sakinleştirmeye başlıyor...

“Bu vizeyi nereden aldığımı” falan sorarak iletişim kuruyor...

***

Hiç hak etmediğim bir şekilde “insanlık dışı, kanun kaçağı muamelesine” tabi tutulduğumu, yüzlerce insanın önünde kriminal bir kaçak gibi, alınıp bir odaya tıkıldığımı söylüyor; ve mağduriyetimi anlatıyorum...

Bunun onur kırıcı etkisini, burnundan kıl aldırmayan bir Fransız pasaport polisinin ne kadar hissettiğini bilmiyorum...

***

Arkadaşlarım yanıma geliyor...

Bana uçağı kaçırmak üzere olduğumuzu haber veriyorlar...

Fransız pasaport polisi hemen gidersek uçağı kaçırmayacağımızı söylemeye başlıyor ve “her şeyi unutma üzerine adı konmayan bir pazarlık yapıyor” benimle... Ya herkesin programını iptal ettireceğim, ya da hiçbir şey olmamış gibi sineye çekip gideceğim...

Kendimi aşağılanmış hissediyorum...

*****

45 YAŞINDA... ATİNA’YA GİDERKEN...

Atina’ya gitmek için havaalanında check-in yaptırıyorum...

Check-in yapan THY hostesi, utana sıkıla yanıma yanaşıyor...

-“Reha bey Schengen vizeniz tek girişli... O tek girişi de daha önce yapmışsınız... Bu vizeyle ne Yunanistan’a ne de başka bir Avrupa ülkesine giremiyorsunuz...”

-“Anlamadım” diyorum, “ben bu vizeyle Yunanistan’dan sonra Beşiktaş’ta yönetici olarak takımla birlikte Berlin’e gittim... Alman polisinden hiçbir sorun çıkmadı...”

***

Aynı anda vizeye bakıyorum... Gerçekten tek giriş yazıyor... Peki Almanya’ya bu vizeyle nasıl giriyorum?.. Belli ki, her tarafı vizelerle dolu 3 yapışık pasaportu gören Alman polisi özel uçakla gittiğimiz için, hiç ihtimal vermediğinden giriş damgasını yanlışlıkla basıyor...

***

Eşyalarımla Yeşilköy’de dımdızlak ortada kalıyorum... O an, kafamda şimşek çakıyor... Yunan Başkonsolosluğu’ndaki Yorgo o anda aklıma geliyor... Yıllar yılı, İstanbul’daki Türkler ve Atina’da Rum kökenli Türk vatandaşları arasında kulaktan kulağa “nazi subayı” olarak anlatılan Yorgo’nun azizliğine uğradığımı o an anlıyorum...

Biliyorum ki Yunan başkonsolosluğuna giden herkesin Yorgo’yla ilgili bir anısı var...

***

50 yaşın biraz üzerinde bir İstanbullu Rum Yorgo... Her vize isteyene mutlaka bir zorluk çıkartıyor... Ya vize vermiyor ya da verene kadar inim inim inletiyor...

-“Sen niye gidiyorsun ne işin var ki Atina’da” diye karşılıyor her geleni...

Yüzlerce kişilik kuyrukta kadınları erkekleri tipini beğenmediği için azarlıyor, “boşuna bekleme sana vize yok” diyor...

Yorgo’nun bana da böyle bir oyun oynayacağını doğrusu beklemiyorum...

Büyükelçiyi ve başkonsolosu arıyorum...

Akşamın o saatinde başkonsolosluğu açıyorlar... Vizeyi düzeltiyorlar...

Uçak kaçıyor...

Yazının devamı...

Bir süre sonra...

Bir süre sonra,

Bir eli tutmakla bir ruhu

zincirlemek arasındaki ince farkı öğrenirsin...

***

Ve aşkın yaşlanmak

Birlikte olmanın da güvende

olmak anlamına gelmediğini öğrenirsin...

***

Ve öpücüklerin sözleşme...

Ve hediyelerin de vaat

olmadığını öğrenmeye

başlarsın...

***

Ve yenilgileri,

Başın dik ve gözlerin açık

karşılamaya başlarsın...

Bir çocuğun üzüntüsü ile değil,

bir yetişkinin zerafeti ile...

***

Ve her şeyi bugünü düşünerek

yapmayı da öğrenirsin...

Çünkü yarın ile ilgili her şey belirsizdir...

***

Bir süre sonra güneş ışığının

yakıcı olduğunu öğrenirsin

Eğer fazla maruz kalırsan...

***

Bu yüzden

Başka birisinin sana çiçek

getirmesini beklemeden,

Kendi bahçeni yarat ve kendi

ruhunu kendin süsle...

***

Ve göreceksin ki; dayanıklısın...

Ve kuvvetlisin...

Ve değerlisin...

Veronica A. Shaffstall

*****

YAVAŞ GİT; RUHUM YETİŞMİYOR...

Yavaş git

Ruhum yetişmiyor sana dedim

İçimden kopan yolcuya,

Dursaydı ağaçların gözyaşlarını dinletecektim

Ruhun sendeyse hala

Bir ağaca emanet et onu

Dünyaya yalnızca hayvanların

Ve ağaçların

itirazı var...

***

Zeytini dinledim beklemeyi öğrendim,

Akasyadan gitmeyi,

Vuslatı ceviz ağacından,

Ayrılığı limonun sözlerinden...

Aşkı nardan...

Ağaçlar komşumuzun eviydi...

Ruhumuz gülümsüyordu avlusundan...

*****

BAZEN SUSMAK GEREKİR...

Bazen uzaklaşmak gerekir

Yakınlaşmak için

Bazen hatırlamak gerekir

Hatırlanmak için

Bazen, anmak gerekir

Anılmak için

Bazen de susmak gerekir...

Duymak için...

Şemsi Tebrizi

*****

İSTANBUL DEYİNCE...

İstanbul deyince

aklıma martı gelir

Yarısı gümüş, yarısı köpük

Yarısı balık yarısı kuş

İstanbul deyince

Aklıma bir masal gelir

Bir varmış,

Bir yokmuş

Bedri Rahmi Eyüboğlu

*****

BİLEMEZSİN...

Bilemezsin

Sana verecek bir armağanı

Ne kadar çok aradığımı

Hiçbir şey içime sinmedi

Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var

***

Ya da okyanusa su

Düşündüğüm her şey

Doğu’ya baharat götürmek gibiydi

Kalbimi ve ruhumu vermenin bir yararı yok,

çünkü sen zaten bunlara sahipsin.

***

O yüzden sana bir ayna getirdim...

Kendine bak ve beni hatırla...

Mevlana Celaleddin Rumi

*****

NE KADINLAR SEVDİM...

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular

Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir

Azıcık okşasam sanki çocuktular

Bıraksam korkudan gözleri sislenir

***

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular

Böyle bir sevmek görülmemiştir

Hayır sanmayın ki beni unuttular

Hala ara sıra mektupları gelir

Gerçek değildiler, birer umuttular

Eski bir şarkı belki bir şiir

***

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular

Böyle bir sevmek görülmemiştir

Yalnızlıklarımda elimden tuttular

Uzak fısıltıları içimi ürpertir

Sanki gökyüzünde bir buluttular

***

Nereye kayboldular şimdi kimbilir

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular

Böyle bir sevmek görülmemiştir...

Atilla İlhan

*****

TERKETMEDİ SEVDAN BENİ...

Terketmedi sevdan beni,

Aç kaldım, susuz kaldım,

Hayır karanlıkta gece,

Can garip, can suskun,

Can paramparça...

***

Ve ellerim kelepçede,

Tütünsüz, uykusuz kaldım,

Terketmedi sevdan beni...

Ahmed Arif

*****

EĞER...

O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler

arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakmasaydı eğer...

***

Dayanılması o kadar da zor değildir,

Büyük ayrılıklar bile,

En güzel yerde başlatılsaydı eğer...

***

Utanılacak bir şey değildir ağlamak;

Yürekten süzülüp gelmiyorsa gözyaşı eğer...

***

Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık;

Çalınan birinin kalbiyse eğer...

***

Korkulacak bir yanı yoktur aşkların;

İnsan bütün derilerden soyunabilseydi eğer...

***

O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses;

Hiçbir zaman duyulmasaydı eğer...

***

Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar;

Kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer...

***

Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla;

Öylesine delice bakmasalardı eğer...

***

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de;

Kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer...

***

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin;

Son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer...

***

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman;

Meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer...

***

Su gibi akıp geçerdi, hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman;

Beklemeye değecek olan, gelecekse sonunda eğer...

***

Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla;

Tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer...

***

O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi;

Yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer...

***

O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar;

Son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer...

***

Bu kadar da ısıtmazdı, belki de bahar güneşleri...

Her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer...

***

Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de;

Dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer...

***

Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel;

Namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer...

***

Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından;

Dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer...

***

Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de;

Sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer...

***

Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine;

Kulağına okunacak biri olsaydı eğer...

***

İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de;

kartvizitinde ‘onca ayrılığın birinci derecede failidir’ denmeseydi eğer...

***

Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,

İhanetinden onlar da payını almasaydı eğer...

***

Issızlığa teslim olmazdı sahiller;

Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer...

***

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.

Yalnız kalmaktan korkmuyorum da;

Ya canım ellerini tutmak isterse...

***

Evet Sevgili;

Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,

Kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,

Mazilerde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer...

Can Yücel

Yazının devamı...

Tesadüfler; hiçbir zaman tesadüf değildirler...

18 Haziran Perşembe günü, öğle saatlerinde Bebek’te bir kafede oturuyorum...

Sabahki işlerimi yapmış, öğleden sonra yapacağım işleri planlıyorum...

Ertesi günü, 15 parça bagajı kendi arabamla Bodrum’a yollayacağım...

Kendim de, Cumartesi sabahı erkenden iki küçük çocuğu, 85-90 yaşlarında anne ve babayı, iki bakıcıyı; toplam 7 kişiyi uçakla Bodrum’a götüreceğim...

***

Yazılarım, işlerim, 2.5 aylık seyahatin hazırlıkları; çok yoğun saatler geçiriyorum...

Evde hummalı bir çalışma var...

Eşyalar toplanıyor, bavullar yapılıyor, ev temizleniyor ve gitmeye hazır hale getiriliyor...

*****

BABALAR GÜNÜNDE KENDİME ALDIĞIM HEDİYE...

Saatlerin 12.30’u gösterdiği sırada; kafenin dışında oturur ve yağan yağmuru izlerken; içimden bir ses “Pazar gününün Babalar Günü olduğunu” hatırlatıyor bana...

“Babalar Günü” demek benim günüm demek...

Allah var; hayatta hiçbir şeyi hak etmesem de, “Babalar Günü”nü bir nebze hak ettiğimi düşünüyorum...

***

O an; “bana baba diyen üç çocuğumun varlığına, kendi babamın hayatta olmasına” şükrediyorum...

İçimden bir ses beni uyarıyor;

-“Babalar Günü’nde, yılın 365 günü yaptığın gibi her şeyin organizasyonunu sen yapmak durumundasın... Baban 85 yaşında... Çocukların 6 yaşında... Babalar Günü’nde sen yine rahat oturamayacaksın...

İki kuşağın öyle bir orta noktasındasın ki; sana senden başka hediye alabilecek kimse olmayacak Babalar Günü’nde...” diye sesleniyor...

-“Sen en iyisi, bu sene de mağduru oynamak yerine, git kendine bir hediye al; keyfini çıkart...” diye dürtüklüyor...

***

Kendi kendime alacağım hediyeyle, “Babalar Günü’nde bir kez olsun kendi kendimi keyiflendireceğim, kızımı, oğlumu ve babamı, annemi de bu keyfe ortak edeceğim...

Üç kuşağın babalar gününü, tek bir ortak keyifle çıkartacağım...”

***

Telefona sarılıyorum...

Bir arkadaştan aldığım telefonu çeviriyorum...

Şirketin önce CEO’su, sonra genel müdürüyle konuşuyorum...

Utandığım için;

-“Pazar günü Babalar Günü” diyorum;

-“ Babamı Bodrum’da o gün, yeni bir arabayla yemeğe götürmek istiyorum... 10 yıldır arabamı değiştirmedim... Bu babalar günü vesile olur diyorum... Üç gün içinde bana satışını yapıp vereceğiniz bir arabanız var mı; babama babalar günü hediyesi olarak kullanıp keyiflendireceğim?..”

***

Şirketin CEO’su ve genel müdürü; her şeyi deneyebilecek potansiyelde profesyoneller... Fakat perşembe öğlen pazardan alışveriş yapmaya kalksanız, o erzakı üç gün sonra Bodrum’daki evinizin mutfağına, sağ salim ulaştıramazsınız...

Nerede kaldı, henüz modelini bile bilmediğiniz, Amerika’dan ithal araba?..

***

O sırada, bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmaya başlıyor...

Yağmur eşliğinde, cep telefonuyla küçük masamdan, sakin sakin konuşuyorum yetkililerle...

İnanılmaz tesadüfler sonucu, istediğim model bir araba bulunuyor...

Hem dışı hem içi istediğim renkte...

Perşembe öğlen ilk defa konuştuğumuz arabayı, satış işlemlerini yapıp, her şeyini tamamlayıp Pazar gününe nasıl Bodrum’a yetiştirecekler?..

Bunun mümkünatı yok gibi görünüyor...

-“Satın alacağınız arabayı görmek için Hasköy’e gitmeniz lazım...” diyorlar...

-“Ben buradan, bu yağmurda on metre yandaki bankaya bile transfer için zor giderim...” diyorum...

-“Bakmayacağım arabaya, direkt olarak alacağım...”

***

Karşımdaki genel müdür; benim hafiften dalga geçtiğimi düşünüyor...

Oysa, ben içimden gelen seslerin mesajlarına inanıyorum...

-“Siz satış işlemine başlayın... Ben alıyorum arabayı...” diyorum...

*****

TALİHSİZ KAZA...

Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda noterden iki çocuk gelip, nüfus cüzdanımı alıyorlar, fotokopi çektirip bana bir kağıt imzalatarak gidiyorlar...

On senedir araba değiştirmekten kaçınan ben; yarım saatin içinde, arabayı bile görmeden ödemeyi yapıp, öğleden sonraki işlerime dönüyorum...

Babalar Günü’nde arabam olacak diye bir umudum yok... İçimden;

-“Gelecek hafta gelirse, ben herkese babalar günü hediyem derim, öyle bineriz...” diyorum...

***

Ertesi günü; Cuma...

Akşam saatlerinde on yıllık arabamı 15 parça valizle şoföre veriyor ve onu Bodrum’a yolluyorum...

On dakika sonra, şoför ağlayarak telefon ediyor...

-“Ağır kaza geçirdim... Ehliyetsiz bir sürücü bana çarptı... Hastaneye gitmek zorundayım... Kolum kırıldı sanıyorum...”

***

Kaza yerine çocuklarımla gidiyorum ki; benim 10 yıllık tank gibi gördüğüm takam; akordeon olmuş...

Şoför ambulansla hastaneye gidiyor...

Valizler ortada kalmış, araba çekilecek; ben iki çocukla ne yapacağımı düşünüyorum...

***

Valizleri o gece neyle nasıl göndereceğim?.. Gönderemezsem ertesi günü, 7 kişilik aileyi toparlayıp eşyasız nasıl uçakla Bodrum’a gideceğim?..

Hem valizleri götürecek bir araba, hem o arabayı götürecek şoförü akşamın o saatinden sonra iki saat içinde nasıl bulacağım?.. Bu arada arabayı çektireceğim, polis raporlarını alacağım, son hazırlıkları yapacağım; ve ertesi sabah da 7 kişiyi uçakla Bodrum’a götüreceğim...

***

Aklıma sadece; Bir gün önce tesadüfen araba almaya kalktığım firmayı aramak geliyor...

-“Şoför benim arabayla kaza yaptı... Bana test sürüşü için verdiğiniz arabalardan birini verebilir misiniz?.. Eşyalarımı Bodrum’a götürsün...”

Uzatmayayım...

Onlar bir iki saat içinde bir araba...

Ben birkaç saat içinde bir şoför buluyorum... Gece yarısı, bilinmedik bir arabayla 15 parça valizi gece son dakikada bulunan şoförle Bodrum’a gönderiyorum...

***

Ertesi sabah; çoluğu çocuğu, toplayıp Bodrum’a uçuyorum...

Valizler gelecek mi?..

Araba kaza yapmadan varacak mı?..

Biz sonra ne yapacağız;

Hiçbir şey bilmeden...

Kendimi kaderin akışına bırakarak...

*****

“NEDENSİZ TESADÜF OLUR MU?..”

İçimden “Babalar Günü’nde kendime bir hediye alayım” diye geçirdiğim niyet; ertesi günü kaza yapan ve perte çıkan arabama rağmen, bütün eşyalarımı Bodrum’a atıyor; beni karşıma çıkan talihsizliklere rağmen bütün kötü olaylardan koruyor...

Bir tesüdüf mü bu?.. Şöyle diyor Deepak Chopra “Yeter ki iste” kitabında;

***

“Böyle anlar; sadece tesadüfle yorumlanabilir mi?.. Elbette yorumlanabilir... Ama daha dikkatli bir inceleme, bunları hayatlarımızın mucizevi kesitleri olduğunu kanıtlar... Ben şahsen nedensiz tesadüflere inanmam... Her tesadüfün bir çeşit mesaj taşıdığına ve yaşadığımız hayatta; üzerine parmak basılması gereken kesit ile ilgili bir ipucu taşıdığına inanırım...”

*****

CUMARTESİ AKŞAMI GELEN MUCİZE...

Cumartesi günü; 7 kişi Bodrum’a gidiyoruz... Firma, test sürüşü için gönderdiği arabayı geri almak zorunda olduğunu söylüyor ve araba Bodrum’dan İzmir’e hareket ediyor...

***

Ben yaşadığım bunca olaydan ve o olayların üstesinden gelen “hayatı kolaylaştırıcı tesadüflerin” etkisiyle, hiçbir şey yapmıyorum... Hayatı olduğu gibi kabul ediyor ve çocuklarla yaşlı ebeveynlerim için otelin düzeneğine alışmaya çalışıyorum...

***

Ertesi günü Pazar ve Babalar Günü...

Akşam saatlerinde; otel resepsiyonundan beni arıyorlar...

Yazımı yazıyorum...

“Aşağıya gelmeniz gerekiyor...” diyorlar...

Aşağıya iniyorum ki; karşımda hiç görmeden almaya karar verdiğim araba duruyor...

Babalar Günü’nde babamı ve çocuklarımı, akşam yemeğine götüreceğim araba; İstanbul’da kalbimin sesiyle yaptığım bir konuşmadan iki gün sonra, 600 kilometre ötede, Bodrum’da karşımda duruyor...

Ertesi akşam bütün aileyi arabayla “Babalar Günü”nü kutlamaya yemeğe götürüyorum...

Mucizenin mutluluğunu yaşıyorum...

Babalar Günü’nde Tanrı’nın bana verdiği bu muhteşem hediyeye şükrediyorum...

*****

“İSTEKLERİN GERÇEKLEŞMESİ”

Chopra şöyle diyor: “Gerçekliğin özgün yapısını anlayabilmiş kişiler, duygu dünyalarından endişe ve korku hislerini tamamiyle silmiş kişilerdir... Endişe tam anlamıyla yok olmuştur... Bir kez hayatın gerçekten nasıl işlediğini anladığımızda, -anı yöneten enerji, bilgi ve aklın işleyişini anladığımızda- işte o zaman anın içindeki şaşırtıcı potansiyeli görmeye başlarız...

***

Canımızı sıkan şeyler artık bizi rahatsız etmez olur...

Daha hoşgörü ve neşe sahibi oluruz...

Gitgide daha fazla sayıda tesadüfe denk gelmeye başlarız...

Hayatımızı tesadüflerin anlamlarının hakkını vererek yaşadığımızda, sonsuz olanaklarla dolu bir alanın zemini ile bağlantı kurarız...

Her türlü arzumuzun kendiliğinden gerçekleştiği bu duruma ben eşzamanlı kader; senkro kader diyorum...”

Yazının devamı...

Siyah bir silahın soğukluğunun gölgesinde...

Ankara’da diplomasi muhabirliği yapan genç bir gazeteciydim...

Milliyet gazetesinde çalışıyordum...

Tercüman gazetesinden hanım bir gazeteci meslektaşımla iki kişi İsviçre’ye davet edilmiştik...

Hayatımın, protokoler olarak en lüks gezilerinden birini yaşamaya başlıyordum...

Zürih’te, Cenevre’de, Bern’de kaldığımız otellerin tarihi dokusu, göl kenarlarında konakladığımız 5 yıldızlı otellerin lüksü ve ihtişamı karşısında şaşırıyor, hayatı böyle bir lüksle yaşamanın dayanılmaz hafifliğini ta iliklerime kadar hissediyordum...

***

Yemek masasına getirilen sıcak ana yemeklerin, her birinin tepemizde duran beyaz ceketli garsonlar eşliğinde, muhteşem bir şovla; “gümüş kapaklarının kaldırılarak servis edilmesine” hayatımda ilk kez Bern kentindeki o muhteşem tarihi otelin restoranında, tanık oluyordum...

***

İsviçre; geçirdiğim o günlerin ve gecelerin sonunda bana “cennetin dünyadaki show room’u olarak görünüyordu...”

Alice Harikalar Diyarında’ydım sanki...

Alice Harikalar Diyarında olmadığımı bana anlatan tek bir olay oldu o İsviçre ziyaretinde...

***

Bir akşam Bern Büyükelçiliğinde müsteşar olan genç bir Türk diplomat evine yemeğe davet etti bizi...

İhtişamlı otelimizden arabasıyla aldı, şirin rahat, konforlu ve çatı katı dubleksli dairesinde, ağırladı bizi, eşi ve çocuklarıyla...

Yemekler yendi, şaraplar ve rakılar içildi...

Herkes ağırlaşmıştı...

Hanım meslektaşımla kalkmak için izin istedik...

Bir taksi çağırırlarsa, rahat rahat otelimize gidebilecektik...

***

Genç Türk müsteşar “hiç öyle şey olur mu?..” diyerek bize baktı...

- “Ben götüreceğim sizi...” dedi...

Gecenin bir vaktiydi...

İsviçre’liler evlerine erken saatte çekildiklerinden, gecenin o saatinde evin bulunduğu sokak karanlık, ıssız ve korkutucuydu...

Ermeni terör örgütü ASALA militanlarının arka arkaya Türk diplomatlarını öldürdüğü günlerdeydik...

Türk temsilcilikleri ve diplomatları haklı olarak büyük bir stres ve baskı altındaydılar...

Gergindiler...

Özellikle Avrupa kentlerindekiler her an bir saldırıya uğrayabilirlerdi...

Canlı hedeftiler...

***

-“Yapmayın, etmeyin...” dememiz genç Türk diplomata fayda etmiyordu...

-“Sizi mutlaka otelinize bırakacağım... Gecenin bu saatinde taksi kolay bulunmaz buralarda...” diyordu da başka bir şey demiyordu...

Eşinin yüzünde tedirgin bir ifade vardı...

Kendisi de tehlikenin farkındaydı...

O sırada silahını aldı ve beline taktı...

O soğuk silah, sımsıcak geçen akşam yemeğinin yarattığı bütün havayı yok etmeye yetmişti...

***

Kendim için değil, bizi otele bırakan diplomat için korkuyordum...

Bizi bıraktıktan sonra tek başına, o ıssız sokaktaki evine nasıl gidecekti...

Adresi biliniyordu...

Her an bir terörist saldırının o sokakta hedefi olabilirdi...

Gecenin o karanlığında ve ıssızlığında, içim cız etmişti...

ERMENİ OLAYLARINA DUYDUĞUM EMPATİ HİSSİ...

O diplomatın ismi; sonradan Atina, Bern ve Tokyo büyükelçilikleri, arkasından da milletvekilliği yapacak olan Gündüz Aktan’dı...

24 yaşındaydım...

Bütün Türkiye gibi ben de, Türk diplomatları birer birer öldürülürken, evlerinden silahlarındaki şarjörü sürerek çıkarlarken, 1915 Ermeni olaylarını öğrenmeye başlıyordum...

***

Atina’da Ermeni örgütler basın toplantıları yaparken, protestolar yürüyüşler gırla giderken, bu arada Türk diplomatları dünyanın her tarafında öldürülmeye devam ederken, ben de olayları izlemek durumunda bir gazeteciydim...

Zaman zaman, hangi örgüt olduğunu bilmediğim basın toplantısı yapan Ermeni gençlerle konuşur, tam olarak ne dediklerini anlamaya çalışırdım...

***

Derin bir bağlantısı olmadan, dış dünyalarda görev yapan insanlar, “konuştukları grupların, partilerin, tarafların ve devletlerin” görüşlerine karşı töleranslı olurlar...

Görev yapabilmek için, karşı tarafa empati yapmak, “kör gözüm üzerine gitmemek” adettendir...

Hayat zaten sizi bir süre sonra kendiliğinden, daha töleranslı, daha anlayışlı, daha esnek bir hale getiriverir...

***

O yıllardan başlayarak, Türkiye’nin geçirdiği evrime paralel; yıllarca Ermeni meselesinde, geçmiş olayların üzüntüsünü bilen, duyarlılığını hisseden, empatisini geliştiren bir çizgi izlemeye başladım...

Hele Hrant Dink’in öldürülmesi olayı ve öncesinde, Hrant’a yapılan haksızlık beni önü alınmaz bir infiale sürüklüyordu...

***

Ermeni meselesi açıldı mı; karşı tarafla tartışmaya girmek yerine, olaylar hakkında derin teessürlerin bildirilmesiyle geçmişi arkada bırakacak bir formülün uygulanmasına çalışıyordum...

Her halükarda; kargadan başka kuş tanımayan, ırkçı ve agresif politikaları reddediyordum...

Tarihteki üzücü olayların “fazlaca üzücü olduklarını” düşünmeye başlamıştım...

“TARİH; TARİHÇİYİM DİYE ORTALIKTA DOLAŞAN ŞAKLABANLARI MAHKUM EDECEK...”

“Tarih sizi mahkum edecek...”

Gençliğimin en sevdiğim sloganlarından biriydi...

Kendim nahif olduğundan; “tarih” denilen “şey”in, her türlü tezgahtan, manüplasyondan, operasyondan; tarafgirlikten, subjektiviteden ve önyargıdan arınmış, bağımsız kurullar ve insanlar tarafından yazıldığını zannederdim...

***

“Tarihçiyim” diyenlerin, tarih yazdığını söyleyenlerin, tarihe tanıklık ettiğini iddia edenlerin, önemli bir kısmının; yalan söylediğini ve “yalancı olduklarını” anlamam için, benim 50 yıl bu dünya üzerinde yaşamam gerekiyordu...

Ne zaman ki kendi gözlerimle gördüğüm olaylar, “optik çarpıtmayla, yüz seksen derece tersyüz edilmeye başlanıyordu” o zaman “tarihe saygı duymamın ancak, sahtekarlık yapanların “yalancılığını, sahtekarlığını, tarihe ihanet eden üçkağıtçılıklarını” ortaya çıkardıktan sonra mümkün olabileceğimi” kavramaya başlıyordum...

***

Devletler; ellerinde bulundurdukları psikolojik algı yönetimi mekanizmalarıyla; duruma ve şartlara göre; “tarihsel olayları eğip büküyor;” günlük politikaya tarihten diplomatik bir dayanak oluşturacak malzeme çıkartıyorlardı...

Tarih bilimsel bir disiplin olmaktan çıkıyor, diplomasinin, politikanın, devletlerin günlük çıkarlarının eğilip bükülebilen zavallı bir argümanı haline dönüşüyordu...

DOĞU PERİNÇEK OLAYI VE HRANT DİNK...

“Ermeni soykırımı iddiası, emperyalist devletlerin bir oyunudur...” sözünü söyleyen Doğu Perinçek’in, “İsviçre’de mahkum edilmesi” akıllara ziyan bir olaydı...

Ermeni soykırımı var mıydı yok muydu?.. Bununla ilgili herkes bir şey söyleyebilirdi...

Ancak “Ermeni soykırımı var ve bunu inkar etmek, suç...” diyebilmek, haddini aşan, tarihi bilimsel bir disiplin olmaktan çıkartıp, günlük politikanın yaptırım aracı haline dönüştüren gaddar bir kasaba politikası taktiği olarak değerlendirilirdi...

***

Doğu Perinçek; İsviçre gibi “Ermeni meselesine ilk kez gece yarısı siyah bir silahın soğukluğunda hakim olduğum” bir ülkede, bunu söyleyerek yıllar süren bir hukuk savaşını başlatıyor ve “İsviçre’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkum ettirerek” çok büyük bir iş başarıyordu...

Politik aktivist kimliğinin üzerine hakkıyla cuk diye oturduğu bir eylemdi bu eylem Doğu Perinçek’in...

Mücadelesi ve zaferi saygı duyulacak bir başarıydı...

***

Konu Ermeni soykırımı konusu değildi çünkü...

“Ermeni soykırımı yoktur” demenin İsviçre’de suç sayılmasıydı...

Tarihin bilimsel bir disiplin olarak egzersiz edilmesi değil, günlük çıkarlara göre devletlerin elinde oyuncak edilmesinin bir göstergesiydi...

Bu aynı zamanda Hrant gibi, kalbi dostluk ve sevgiyle dolu, bir Ermeni kökenli aydının da, gönülden arzulayabileceği bir mahkeme kararıydı... Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, adına uygun; insanca verdiği karardan dolayı, düşünce özgürlüğü ve insaniyet namına alkışı hak ediyordu...

Yazının devamı...

Bugün Nietzsche’nin doğum günü...

Bugün Nietzsche’nin doğum günü...

Hayatın ortaya çıkardığı en güçlü filozoflardan biriydi Nietzsche...

Onun “Zerdüşt Böyle Diyordu” isimli mavi kaplı kitabını okumaya başladığımda 15 yaşlarındaydım...

***

Sonraları Nietzsche’nin, üstün insan kuramının, Alman faşizmine esin kaynağı olduğunu öğrendim...

Felsefe ustasına derinden sevgim devam etse de, onu o sıralarda artık makbul bulmayan büyük “sosyalist çoğunluğun” içindeydim...

***

Uzun yıllar sonra, Nietzsche’nin Alman milliyetçisi ve antisemitist olan eşi Bernhard Förster’in, kocasının ideolojisini kendi ideolojisine uydurmak için, onun milliyetçiliğe ve antisemitizme karşı söylemiş olduğu sözleri, gizleyecek şekilde editasyonlar yaptığını öğrendim...

***

Nietzsche gibi bir düşün adamın, ölümünden sonra ortaya çıkan Nazizmle birlikte anılmasını hiç içime sindiremedim...

Bugün yayınladığım Nietzsche sözlerini; filozofun 171. doğum günü şerefine, yazarın bir gençlik hevesinin felsefi izdüşümü olarak alıverin...

*****

YALAN SÖYLEMEN DEĞİL, SANA İNANMAMAM SARSIYOR BENİ...

Bana yalan söylemiş olman değil...

Artık sana inanmıyor olmam, sarsıyor beni...

***

Yaşamak için bir nedeni olan her türlü “nasıl”a dayanabilir...

***

Dünyanın en yüce tahtına çıksanız da, oturacağınız yer kendi poponuzun üstüdür...

***

Kovalamaktan ve aramaktan yorulduğumdan beri, bulmayı öğrendim...

***

Korkarak yaşarsan, yalnızca hayatı seyredersin...

***

Daha önceden yürünmüş yola düşenlerin sayısı çoktur... Hedefe ulaşanı ise az...

***

Kaybetmeyi göze alamayacak kadar az dostum var...

*****

EN İNSANİ DAVRANIŞ...

En insani davranış, bir insanın utanılacak duruma düşmesini önlemektir...

***

Bilge olmak elinizden gelmiyorsa, hiç olmazsa bilgi savaşçısı olun...

***

Ancak sonraki gündür benim olan...

Kimileri öldükten sonra doğar...

***

Beni öldürmeyen her şey, beni güçlendirir...

***

Dahi olan insan; dünyayla barışık olma ve nahiflik gibi özelliklere sahip değilse, hiç çekilmez...

***

Yaşamın kıyısında dolaşanlar, onu daha iyi tanırlar...

*****

İNSAN DOSTUNU DÜŞMANINDAN DAHA ZOR AFFEDER...

Acıların bölüşülmesi değil; sevinçlerin bölüşülmesidir, dostluğu yaratan...

***

İnsan dostunu, düşmanından daha zor affeder...

***

Güzeldir karşılıklı susmak...

Daha da güzeli, karşılıklı gülüşmek...

***

Bir ‘şey’den hoşlanmaktan söz edilir...

Aslında doğrusu; bir şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır...

***

Sanki tüm hayatım boyunca, yanlış melodiyle dans etmiş gibiyim...

***

Yiğitlik; en büyük korkunun ve en büyük ümidinin üstüne gitmektir...

*****

DİBİNİ GÖREMEDİĞİ ŞEYİ DERİN ZANNEDENLER...

Derin olduğunu bilen kimse, kolay anlaşılır olmaya çalışır...

Kalabalıklarda derin görünmekten hoşlanan kimse ise anlaşılmaz olmaya çalışır...

Kalabalıklar; dibini göremedikleri her şeyi derin sanırlar çünkü...

***

Bir insan kirli düşüncelere sahip olduğu için utanmaz...

Bir başkasının o kirli düşüncelerini bilme ihtimali utandırır insanı...

***

Birçok şeyi yarım yamalak bilmektense, hiç bilmemek daha iyidir... Başkalarının düşünceleriyle bilgelik taslamaktansa, kendi düşüncenle delilik etmek daha iyidir...

***

Eylem ve vicdan genellikle uyuşmazlar...

Eylem ağaçtan ham meyveleri toplamak isterken, vicdan onları gereğinden çok olgunlaşmaya bırakır... Ta ki yere dökülüp ezilinceye kadar...

***

İnsan sıkı tutmalı yüreğini...

Çünkü gitmesine izin verirse, çok geçmeden aklı da gider peşinden...

***

Seni övdükleri zaman kendi yolunda gittiğini sanma... Başkasının yolunda gidiyorsun demektir...

*****

‘YOKLUK’ VARLIKTIR... YETER Kİ FARK ETMESİNİ BİL...

Bazı sırlar vardır yalnız dostlara anlatılacak...

Bazı sırlar vardır; dostlara bile anlatılmayacak...

Bazı sırlar vardır; kendimize bile açıklanmayacak...

***

Aşkla git yalnızlığına...

Yaratılışınla git...

Adalet ancak çok daha sonra aksayarak gelecek ardından...

***

Her zaman ilk olmak, diğerlerinin önüne geçmek istiyorsun...

Kimse sevmeyecek o zaman senin kıskanç gönlünü...

Dostundan başka...

***

Ölüm güç bir şeydir...

Ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır...

***

‘Yokluk’ varlıktır...

Yeter ki fark etmesini bil...

***

Gür akan ırmaklar, kendileriyle birlikte bir sürü çalı çırpı ve çakılı da sürüklerler...

Güçlü ruhlar da, birçok aptal ve mankafayı...

*****

UNUTMAK İÇİN ÇALIŞIYORSUNUZ...

Siz delicesine çalışanlar...

Kendilerine yabancılaşanlar;

Siz kendinizi sevmiyorsunuz...

Çalışkanlığınız bir kaçıştır sizin...

Siz kendinizden kaçıyorsunuz...

***

Ahlak denilen şey, doğduğundan beri, ikna etme sanatının bütün şeytanlıklarını bilir...

Bugün bile “ahlak”ın yardımına başvurmayan hiçbir konuşmacı bulamazsınız...

***

Yaşarken, yaşayın!.. İnsan yaşamını tamamlayıp öldüğü zaman, ölüm taşımakta olduğu dehşeti yitirir...

İnsan doğru zamanda yaşamazsa, asla doğru zamanda ölemez!..

***

Siz; kendimizi kandırmak için, başkalarının bize söylediği sözde özelliklerimizi düzenleyen, gizleyen veya ortaya çıkaran vitrin gibiyiz...

*****

EN İYİSİ SEVİNMEYİ ÖĞRENELİM...

En iyisi sevinmeyi öğrenelim...

Böylece başkalarına acı vermeyi ve acıları düşünmeyi unuturuz...

***

İnsan; ışığını karartmayı bilmelidir... Böceklerden ve hayvanlardan kurtulabilmek için...

***

Her zaman istediğinizi yapın...

Ama ne istediğini bilen kişi olun...

Her zaman komşunuzu da kendiniz gibi sevin...

Ama önce kendinizi seven birisi haline gelin...

***

Kimine göre yalnızlık, hasta kişinin kaçışıdır... Kimine göre de, hasta kişilerden kaçıştır...

***

Vicdanlı ve dürüst olmak, hesaplı olmaktan iyidir...

Hesap insanı makam sahibi yapar ama; vicdan daha önemli bir şey yapar...

İnsanı insan yapar...

***

Elinizde bir çiçek varken, yalnızca dikenleri görünür... Uzaklardan baktığınızda ise, tek bir diken vardır... Gözünüz hep çiçeği görür...

***

Sevdiğiniz insanları düşünüyorsunuz...

Daha derine inin... Sonunda sevdiğinizin onlar olmadığını göreceksiniz...

Siz o sevginin; içinizde yarattığı duygularınızı seviyorsunuz...

***

Her alışkanlığımız, elimizi daha becerikli, aklımızı ise daha aciz hale sokar...

***

Issız ve yorucu olan zirveleri sevenlerin kanatları olmalıdır...

***

Kılavuz öğrencisine bütün izleri göstermeli... Ama gideceği yolu seçmemelidir...

***

Bir meseleyi tüm derinliği ile kavrayan insanlar, ona çok ender olarak tamamen sadık kalırlar... Derinliği aydınlığa çıkaranlar; aydınlıkta görülebilecek kötü şeyleri de görmektedirler çünkü...

***

Evet yaralanmayan, gömüleyemeyen bir şey var içimde... Kayaları bile parçalayacak güçte bir şey...

Bu benim istemim’dir (niyetim)...

Sessizce ilerler...

Değişmeden yıllar boyu..

***

Bir ülkede, akıl ve sanattan çok servete değer verilmişse; bilinmelidir ki orada keseler şişmiş; kafalar boşalmıştır... (Friedrich Nietzsche)

Yazının devamı...

Çok üzecekler seni... Aklına o zaman geleceğim...

Bu ölü toprakların üzerinde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir...

Sabahattin Ali

***

Bir çiçeği öldürebilirsiniz...

Ama baharı öldüremezsiniz...

Che Guevera

***

Bir gün sana dünyada katlanılacak tek şeyin sevgi olduğunu öğreteceğim...

Yusuf Atılgan

***

Üzecekler; çok üzecekler seni...

Aklına o zaman geleceğim işte...

Cemal Süreyya

***

Annesinden dayak yediği halde, yine “anne” diye ağlayan bir çocuktur aşk...

Cemal Süreyya

***

Kimsenin karnında açlığı;

Ayağında yalınlığı...

Sırtında çıplaklığı kalmasın diye, ömrümüzden bir parça vermek...

Hepsi bu...

Ahmed Arif

***

Sen aklım ve kalbim arasında kalan, en güzel çaresizliğimsin...

Ahmed Arif

*****

DAHİ ŞAMPİYON BOBBY FİSHER’IN HAYATI...

Pazar günü, sinemalara göz gezdiriyorum...

Ayşe Nazlı “Şah Mat” isimli bir filmin vizyonda olduğunu söylüyor...

Gündem o kadar ağır konularla, altüst oluyor ki, “vizyona gireceğini bildiğim, dört gözle beklediğim filmin vizyona girmiş olduğundan, Şah Mat ismini taşıdığından bile haberdar olamıyorum...”

***

-“Bobby Fisher’la, Boris Spassky arasındaki dünya satranç şampiyonluğu maçı” diyor Ayşe Nazlı...

Kalbimin küt küt attığını hissediyorum...

Ayşe Nazlı’nın; filmi anlatırken söylediği Reykjevik’teki dünya satranç şampiyonunu belirleyecek maç, benim 14 yaşımda hayatımı etkileyen, kare kare, pozisyon pozisyon nasıl gittiğini bildiğim, satranç tahtası üzerinde defalarca oynadığım, onlarca kez Fisher, onlarca kez Spassky’nin taşlarıyla hamle yaptığım, 25 maç üzerinden, haftalarca devam eden bir satranç düellosu...

***

O günlerde sosyalist Sovyetler Birliği, Marksizm ideolojisi nedeniyle entellektüel bir milleti, Amerika ise azgın kapitalizm nedeniyle, yozlaşmış, dejenere olmuş bir kültürü temsil ediyor...

Satranç bir zeka ve düşünce oyunu olduğundan, Sovyet satranççılar, dünya satranç şampiyonluklarına tekel koymuş durumdalar...

***

Amerika ile Sovyetler Birliği arasında Soğuk Savaş dönemi, tüm şiddetiyle devam ediyor...

Amerikan dahisi Bobby Fisher’ın daha 14 yaşında Amerika Şampiyonu olmasıyla; Amerika Sovyetler’e karşı “zeka, düşünce ve entellektüel sporu olarak bilinen satrançta varolan ezikliğini tersyüz edebileceğini” düşünüyor...

Böylece “kapitalizmin; sosyalizm karşısında beyinsizlerin birbirini yok ettiği bir rejim değil, dahileri çıkartan ve komünizmden çok daha mükellef bir düzen olduğunu ispatlamaya çalışıyor...”

***

Bobby Fisher bu amaca hizmet edecek...

Babasından ayrılan annesinin erkek arkadaşı komünist Bobby Fisher’ın...

Annesi ise Musevi...

Bobby Fisher; satrançtan başka bir şey düşünmeyen, içindeki tüm sorunları satranç üzerinden çözmeye çalışan obsesif bir çocuk...

Annesinin babasından sonra beraber olduğu sevgiliye ve dolayısıyla annesine duyduğu tepkiyle, hayatı boyunca Museviler’den ve komünistlerden nefret ediyor... Obsesif kişiliğiyle onların kendisine komplo kurduğuna inanıyor...

*****

ZEKASIZLIĞA VE VASATA KARŞI, FİSHER’IN NEFS-İ MÜCADELESİ...

Psikolojik sorunları olan dahi çocuk Fisher’ın dünya şampiyonu Rus Boris Spassky karşısındaki dünya şampiyonluğu maçını işliyor Şah Mat filmi...

Her maçı, maçın arkasındaki psikolojik savaşı, Amerika ve Sovyetler Birliği’nin satranç üzerinden giriştikleri dünya çapındaki rejim savaşını muhteşem bir kurguyla anlatıyor film...

Ben ise 1972 yılında dünya satranç şampiyonasında Fisher’la Spassky arasındaki 25 maçı izlerken, gözyaşlarına boğuluyorum, tek başına olduğum sinema salonunda...

Benden başka kimsecikler yok salonda;

Hafta başında; 1972’deki dünya satranç şampiyonasının trajik öyküsünü izleyen...

***

Ben ise büyük bir coşkuyla izliyorum...

O öyküyü 42 yıl önce şampiyonadan bir yıl sonrasından başlayarak, kitabın üzerinde yıllarca yaşamış, şampiyonların oyunlarını defalarca tek başına karşılıklı oynamış...

14 yaşının gençliğinde Fisher’ın ve Spassky’nin oyunları üzerinden satrancı öğrenmiş...

Bobby Fisher’ın satranç ustalığına öykünerek büyümüş bir gencim...

Filmi izlemiyorum...

14 yaşımı yaşıyorum aslında...

Hayallerimi...

Zekaya duyduğum saygıyı...

Vasata karşı kayıtsızlığımı; Zekaya karşı coşkumun; dünyanın en genç satranç şampiyonu ve büyük ustası Bobby Fisher’la başladığını fark ediyorum Şah Mat filmini izlerken...

***

Sonrası...

Filmin sonrası daha acıklı...

Ama hayatın daha acıklı olan yerlerinde ağlamıyorum...

Tıpkı kendi hayatımda olduğu gibi...

Hayat acıklıyken ağlayamıyor insan; savaşıyor...

O günler geçtikten çok sonraları...

Bir yerlerde o günleri tekrar yaşadığında boşalıveriyor insan...

Bir sinema salonunda karanlıkta, muhtemelen yalnızken ve sessiz sedasız...

Sessizce ağlıyor insan...

Vasata ve zekasızlığa karşı “nadide bir zekanın nefs-i mücadelesini izlerken...”

*****

FUTBOL BAZEN BİR MİLLETİN KADERİNİ DEĞİŞTİRİR...

Futbolu küçümseyenler; bu sporun kitleleri uyuşturduğunu iddia ederler...

***

Futbolu küçümseyenler; bir topun peşinden koşan 22 adamın, neye hizmet ettiğini bir türlü anlayamadıklarını söylerler...

***

Futbolu küçümseyenler; on milyonlarca dolar tutan futbolcu bonservislerinin; kapitalizmin sömürü düzeninin bir parçası olduğunu öne sürerler...

***

Futbolu eleştirenler; bunca paranın futbolculara, teknik adamlara, bir bütün olarak futbol sektörüne niye akıtıldığını bir türlü anlayamadıklarını ileri sürerler...

***

Dün gece bu iddiaları dile getirenlerin hepsi söylediklerinin ne kadar kof ve geçersiz olduğunu, “futbolun ne olup ne olmadığını” anlıyorlar...

***

Futbol; bazen bir milletin kırılan gururunu, acı içinde kıvranan talihini, hüzünlere gark olan acı kaderini değiştirir...

***

79 milyonluk bir ülkeye, yurt dışında yaşayan on milyonlarca soydaşına; “sen yıkılmazsın, ayakta kalacaksın” dedirtir futbol bazen...

***

Dün gece Türkiye A Milli futbol Takımı;

“Bu ülkenin, hiçbir şart altında yok olmayacağını...

En umutsuz zamanında kazanacağı mucize bir zaferle ayağa kalkacağını...

Yeniden dirilerek yepyeni bir başlangıç yapabileceğini gösterdi...”

***

Fransa’daki Avrupa Şampiyona’sına gitmeye hak kazanılan bu zafer; en umutsuz zamanlarda alınan; futbolun değil, Türkiye tarihinin en önemli zaferlerinden biridir...

Mazrufun değeri; zarfın albenisinden çok daha kıymetlidir...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.