Şampiy10
Magazin
Gündem

Nikotini vücuttan atmanın yolları...

Brokoli;

B5 ve C vitaminlerini almak için, brokoli önemli bir madde...

Ayrıca karaciğerin iyileşmesinde rol oynuyor...

***

Çam yaprağı çayı;

Ağız ve boğazdaki enfeksiyonları yok ettiği kanıtlandı...

Ayrıca akciğer sağlığına çok iyi geliyor...

***

Isırgan otu;

Bol miktarda demir ve dezenfektan özellik gösteren madde içeriyor... Isırgan otu yoluyla vücutta biriken nikotinden kurtulmak mümkün...

***

Kara lahana;

Kanser riskini asgariye indiriyor... C vitamini açısından zengin, A, B, E vitaminleri ile kalsiyum, potasyum, kükürt, magnezyum, bakır ve demir minerallerini bol miktarda içeriyor...

Antioksidan etkisi ile vücuttaki zararlı radikalleri ve nikotini dışarı atıyor...

***

Kivi;

Nikotini vücuttan atmayı sağlıyor...

Bol miktarda vitamin içeriyor...

***

Su;

Vücuttaki zehirli maddelerin atılması için çok önemli... Vücut susuz kaldığında, hücrelerin yenilenmesi ve nikotin etkisinin azaltılması zorlaşıyor...

*****

YEŞİL ÇAY MUCİZESİ...

Kilo kaybı;

Buradaki fayda iki yönlü...

Yeşil çay yalnızca metabolizma hızını arttırarak kilo vermeye destek olmakla kalmıyor...

Aynı zamanda diğer şekerli içecekler yerine, bu içecek tercih edildiğinde, kalori alımını azaltarak kilo verilmesine yardımcı oluyor...

***

Daha az stres ve depresyon;

Yeşil çayın içerisinde bulunan theanine amino asidi ve sakinleştirici etkisi ile biliniyor...

Çalışmalar artan nabız ve kan basıncını düşürebileceğini gösteriyor...

Theanine tüketimi anksiyete üzerinde olumlu etkiler yaparak stresi azaltıyor ve rahatlama sağlıyor...

***

Kanseri önleme;

Bazı çalışmalarda yeşil çayın kanser hücrelerini ortadan kaldırmaya yardımcı olabileceğini öne sürüyorlar...

***

Azalmış diyabet riski;

Yeşil çay yemek sonrası ani kan şekeri artışını ve yüksek insülin değerlerini önlemeye yardımcı olabiliyor...

Bu şekilde yağ depolanmasını önlemeye de yardımcı oluyor...

***

Azalmış kalp hastalığı riski;

Yeşil çay kalp krizinin bir numaralı nedeni olan pıhtı oluşumu ve kan basıncındaki değişimlere karşı koruyucu olan kan damarlarının dayanıklılığının artması destekleniyor...

***

Azalmış kolestrol;

Düzenli yeşil çay tüketimi ile iyi kolestrol etkilenmeden, kötü kolestrol düşürülebiliyor...

***

Beyin hücrelerinin korunması;

Yeşil çay beyin hücrelerinin yıkımını engellemede ve hasarlı hücreleri onararak Alzheimer ve Parkinson hastalıklarını önlemede etkili...

***

Diş çürümelerini durduruyor;

Bakteri ve virüsleri yok etme yeteneği var...

Bu şekilde diş çürümesi dahil pek çok diş problemini yeşil çay içerek engellemek mümkün...

***

Azalmış kan basıncı;

2004 yılında Çin’de yapılan bir çalışma günde yarım bardak dahi olsa yeşil çay tüketenlerde yüksek kan basıncı riskinin yüzde 50 azaldığı ortaya çıkıyor...

***

Grip;

Yeşil çayın grip virüsü üzerinde bitirici etkisi olduğu biliniyor...

***

Cilt sağlığı;

Yeşil çayın içerisindeki antioksidanlar serbest radikallerin cilde zarar veren etkilerini ortadan kaldırabiliyor...

Bölgesel olarak uygulandığında yeşil çay, güneşin verdiği hasarı azaltıp cildi yenileyici etki gösterebiliyor...

***

İyileşmiş beyin sağlığı;

İsviçre’de yapılan bir çalışma yeşil çay içenlerin aktif hafıza bölgesinde yeşil çay tüketmeyenlere göre daha fazla aktivite olduğunu belirtiyor...

***

Yaşlanma karşıtı;

Yeşil çay.................... yaşın antioksidan ve antiflamatuar özellikleri yaşlanma belirtilerini geciktiriyor...

***

Eklem ağrısına karşı koruma;

Yeşil çay, bağışıklık sistemini geliştiriyor ve eklemlere zarar veren maddelerin etkisini azaltıyor...

***

Daha güçlü kemikler;

Düzenli yeşil çay tüketimi kemik yapımını güçlendirmeye ve kemik erimesini yavaşlatmaya yardımcı olur...

***

Besin zehirlenmesi ile savaş;

Düzenli yeşil çay tüketimi besin zehirlenmesine eşlik eden ishal, karın ağrısı, kusma gibi belirtilerden koruyor...

***

Bağışıklık;

Serbest radikaller ile güçlü bir şekilde savaşan yeşil çay antioksidanları, bağışıklık sistemini enfeksiyonlarla savaşacak şekilde güçlendiriyor...

***

Astıma karşı koruma;

Yeşil çay astımı olan bireylerin kaslarını gevşeterek daha rahat nefes almalarını sağlıyor...

*****

İŞTAHI BASTIRMAYA YARDIMCI BESİNLER...

Yağsız protein artırılabilir;

Protein iştah baskılamada ve tokluk hissi sağlamada en önemli besin öğelerinden biri... Enerji alımı sabit tutulsa da, diyette protein miktarını arttırma iştah baskılar, tokluk hissini arttırır...

Tercih edilen protein miktarları, mümkün olduğunca yağsız olmalı...

***

Posalı gıdalar;

Posanın tokluk hissi sağlamasının en önemli yolu sindirimi yavaşlatması...

Beraberinde alınan yiyeceklerin kana karışmasını yavaşlatıyor posa...

Düşük kalorisine karşın, hacimce fazla yer kaplaması doluluk hissi sağlıyor...

Posanın en iyi kaynakları kuru baklagiller, tahıllar, meyve ve sebzeler...

Her öğünde yemeklere salata eklemek, haftada en az üç kez kuru baklagil tercihinde bulunmak, yemek aralarında ölçülü meyve sebze yemek, mümkün olduğunca tahıl besinleri tüketmek, posa alımını arttırır...

***

Rafine yiyecek tüketimini azaltma;

Rafine yiyecekler yüksek oranda işlenmiş gıdalar... Genellikle çabuk acıktırıyorlar...

Bunun için, beyaz ekmek yerine tam tahıllı ekmek, bisküvi, kraker, hamur işi gibi işlenmiş besinlerden uzak durmak gerek...

***

Süt ve süt ürünleri;

Süt ve süt ürünleri protein, kalsiyum, magnezyum ve bazı B grubu vitaminler açısından oldukça zengin...

İçeriğinde yer alan whey protein tokluk hissi sağlıyor...

Ayrıca içindeki kalsiyum ve diğer biyoaktif bileşenler kilo vermeye yardımcı oluyorlar...

***

Yeterli sıvı takviyesi;

Su hiçbir zaman hayır denmeyecek ve beslenmede yeri olan bir öğe...

Hiç kalori içermiyor...

Yenilenlere hacim kazandırıyor, doluluk hissi veriyor... Besin tüketimini azaltıyor... Yeterli su içmenin yanısıra, su içeren meyve ve sebzeler de önemli...

Yazının devamı...

Başarı yalan söylemek zorunda kalmadan yaşamaktır...

“Başarı; yalan söylemek zorunda kalmadan yaşayabilmektir...

***

İnsanlar değerli olmayı unuttular...

Önemli olmaya çalışıyorlar...

***

Hayat yaşandığı kadar vardır...

Gerisi ya hafızalardaki hatıra, ya da hayallerdeki ümittir...

Hüsranı ise bir tek yerde kabul ediyorum...

Yaşamak mümkünken, yaşamamış olmakta...

***

Politika demek; kazığı atarken söylediğin, kazığı yiyenlere alkışlatmak demektir...

***

İyi yaşamak, zamanı olanaklar çerçevesinde en unutulmaz bir tat içinde yaşamaktır...

***

Mutluluk; sevdiğinle zamanı unutmaktır...

***

Neyi merak ediyorsan, o önemlidir hayatta...

Merak etmediğin şey, görünmez sana...

***

Yazı dediğin, 100 sene sonra birileri baktığı zaman sana ‘dangalak’ demesinler diye özenle yazılmalıdır...

***

Uydurdunuz...

Uydurdukça dünya ile belki daha kolay anlaşırsınız...

Nasıl olsa onun için de ‘yalan dünya’ diyorlar... Ama unutmayın ki, uydurma gereği duymayanlar için de ‘adam’ diyorlar...

***

İnsan gerçekleşmeyecek şeyi düşünemez...

Kristof Kolomb mutlu olsa denizlere açılır mıydı?..”

Çetin Altan

*****

SERİ BİR KATİLİN İZ BIRAKMAYAN CİNAYETLERİNİN, KORKUTUCU NEDENİ...

Seri bir katil, korkunç cinayetler işlerken ardında hiçbir iz bırakmıyor...

***

FBI dedektifleri, bu zorlu davada; seri katilin kimliğini bulabilmek için, gidebilecekleri tek kişinin; emekli uzman bir adli tıpçı olduğunu düşünüyorlar...

***

John Clancy bu isim...

Clancy’nin (Anthony Hopkins) çok nadir bulunan bir özelliği bulunuyor...

Olayları önceden gerebilme ve görünmeyen bağlantıları ortaya çıkarabilme kabiliyetine sahip bir çeşit medyun John Clancy aynı zamanda...

***

Ne var ki; adli tıp uzmanı John Clancy (Anthony Hopkins), kızının lösemi olup, bir süre can çekişerek ve ölümü bekleyerek göçüp gitmesinden sonra, hayata küsüyor ve inzivaya çekiliyor...

***

Hopkins’i çekildiği inzivadan kopartıp, korkunç cinayetler işleyen seri katilin olayına vermek güç bir mesele...

Ancak Hopkins’in dostu olan bir FBI dedektifi “zorlu ikna görevini başarıyor” ve Hopkins’in bilinmeyeni ortaya çıkartan medyum yetenekleri, öngörüleri ve sihirli görsel zekasıyla seri katil olayını ele almasını sağlıyor...

***

John Clancy; bir süre sonra birbirinden alakasız görünen maktüllerin hepsinin “ölümcül bir hastalığa sahip olduklarını”, bir süre acı içinde kıvranacakları daha sonra ise kaçınılmaz olarak öleceklerinin tıbben belli olduğunu anlıyor...

***

Hatta bazı hastaların, hastalıklarının farkında olmadıklarını, öleceklerini bile bilmediklerini, seri katilin onların hastalığını teşhis edip, tedavi göremeyecek olanları acı çekmesinler gerekçesiyle öldürdüğünü fark ediyor...

***

-“Seri katil benim çok ilerimde... Benden çok daha fazlasını görüyor... Ona yetişemem...” diyor John Clancy ve görevi bırakmak istiyor...

İşin püf noktası, kendi kızının da öleceğini bile bile, acı içinde yıllarını geçirmiş olması...

***

Film burada; Anthony Hopkins’in kişisel öyküsünün “ahlaki sorusunu” da, Hopkins’e sordurarak, dilemmayı keskinleştiriyor...

***

“Acı çekerek öleceği belli olan bir hastayı, acıdan ve umutsuz bekleyişten kurtararak öldürmek”, suç olsa da, cinayet olarak adlandırılsa da ahlaki midir?..

Seri katil bir nevi “ötanazi hakkını, kendi kullanan bir profesyonel katil” konumuna giriyor...

***

Bugüne kadar seri katil ve cinayetlerinin işlendiği filmlerde, her konu ıcığına cıcığına işlendiği halde bu sefer senaristler farklı bir konu bulmanın heyecanını yaşıyorlar...

***

Her seri katil filminde ilk başlarda makbul bir sebep var göründüğü halde, seri katiller bir süre sonra çok kötü bir karakter profili çizerek kaçınılmaz sona haklı bir gerekçe teşkil ettirdikleri halde; bu kez seri katilin ahlaki gerekçesi, “anlaşılabilir” görünüyor...

Filme heyecan katan; Anthony Hopkins’in kişisel durumuyla örtüşen bir gerekçe, Hopkins yine muhteşem performansıyla filme heyecan katıyor...

Anthony Hopkins sevenler için, yine kaçırılmaması gereken bir film...

*****

BABAMIN ANLATTIĞI ÖYKÜ

Adam gece bir rüya gördü...Rüyasında upuzun bir kumsal boyunca Tanrı’yla beraber yürüyordu...

Onlar yürürken, tam karşılarındaki gökyüzünden adamın hayatından sahneler bir film şeridi gibi geçiyordu...

***

Kumsal adamın hayat yoluydu...

Adam kumda iki çift ayak izi kaldığını fark etti... Bir çift kendisinin, diğer çift Tanrı’nın ayak iziydi...

***

Hayatının son sahnesi de gökyüzünden geçtikten sonra adam, kumdaki ayak izlerine boydan boya bir daha baktı...

Birden bir şey dikkatini çekti...

***

Hayat yolculuğunun pek çok bölümünde kumda sadece bir ayak izi görülüyordu...

Adam dehşet içinde fark etti ki; “ayak izleri hayatının en kötü, en acı anlarında teke iniyordu...”

Bu keyfi onu fena halde rahatsız etti...

Tanrı’ya sormaya karar verdi...

***

-“Tanrım; eğer sana inanırsam, senin yolundan gidersem her zaman yanımda olacağını, her zaman yanıbaşımda yürüyeceğini söylemiştin...

Oysa hayat yoluma bakıyorum...

En zorlu, en kötü, en acılı anlarımda sadece bir çift ayak izi görüyorum kumda...”

***

-“Anlayamıyorum Tanrım anlayamıyorum... Hayatın kolay günlerinde yanımda yürüyorsun... Sana en muhtaç olduğum anlarda, beni niye terk ediyorsun?..”

***

Tanrı gülümseyerek cevap verdi;

-“Sevgili; çok sevgili evladım... Ben seni çok sevdim ve hiç terk etmedim... Hayat yolundaki o zorlu sınav günlerinde yani en acılı, en kötü anlarında kumda hep bir çift ayak izi gördün...

Dikkat et; ayak izleri teke indiğinde derinleşiyor...

Çünkü o anlarda ben seni kucağımda taşıyordum...”

***

Mary Stevenson’ın bu öyküsünü babam ilk gençlik yıllarımda, bana anlattı...

O günün havasında, öykü beni çok etkilediği halde, umursamaz görünmeyi gençlik karizmasına yakıştırmıştım... İlk gençlik günlerinin üzerinden 35 yıl geçtikten sonra, öyküyü geçen hafta gördüğümde, gözümden bir parça yaş süzüldü...

35 yıl; 35 defa bana en acı olaylarda Tanrı’nın sözlerinin ne derece haklı olduğunu göstermişti...

Tek damlalık gözyaşı, 35 senelik mecranın Tanrı’ya yönelik mütevazı bir şükür merasimiydi...

Yazının devamı...

Cumhuriyet...

“Cumhuriyet, düşünce serbestliği taraftarıdır... Samimî ve haklı olmak şartıyla her fikre hürmet ederiz...

Her görüş bizce saygıya değerdir...

Yalnız, karşı çıkanlarımızın insaflı olması gerekir...” (1923)

***

“Cumhuriyetimiz, öyle sanıldığı gibi zayıf değildir...

Cumhuriyet emeksiz de kazanılmış değildir...” (1923)

***

“Cumhuriyet, imkân demektir...

Cumhuriyet, yalnızca adıyla bile birey özgürlüğünü aşılayan sihirli bir aşıdır... Görülecektir ki, cumhuriyet imkânları olan her memleket, özgürlük davasında er geç başarılı olacaktır...

Cumhuriyet, kendisine bağlı olanları en ileri aşamalara götüren imkânları verir... Bağımsızlık ve özgürlüğüne sahip olan milletler, ilerleme yolunda imkânlara sahip demektirler...

O halde cumhuriyet, her alanda ilerlemenin de en belirgin teminatıdır... Cumhuriyeti bu anlamıyla ve bu kapsamıyla anlamak gerekir...”

“CUMHURİYET’İN MİLLETİN KALBİNDE KÖK SALDIĞINI GÖRMEK...”

“Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir... (1924)

***

Cumhuriyet, ahlaksal erdeme dayanan bir yönetimdir... Cumhuriyet erdemdir... (1925)

***

Cumhuriyet, Türk milletinin refah ve yükselmesi yolunda yüzyılların görmediği başarılara erişti...

Milletin eğilimlerini ve gereksinimlerini bularak ve öğrenerek onun refah ve gelişme gereklerini gerçekleştirmekte cumhuriyetin az zamanda elde ettiği sonuçlar, cumhuriyet yönetiminin milletimize hazırladığı geleceğin daha ne kadar parlak olduğunu tahmin ettirmeye yeterlidir...

Asla şüphe yoktur ki, cumhuriyetin gelecek evlâtları, bizden daha çok refaha erişmiş ve mutlu olacaklardır. (1927)

***

Cumhuriyetin milletin kalbinde kök saldığını görmek biricik emelimdir... (1930)

***

Cumhuriyet yolunda kararlılık ve başarı ile yürüyeceğiz...” 1930

CUMHURİYET VE DEMOKRASİ...

“Demokrasi ilkesinin en çağdaş ve mantıkî uygulamasını sağlayan hükümet şekli, cumhuriyettir... (1930)

***

Çağdaş bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir... (1931)

***

Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini güvenli ve sağlam bir gelecek yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güven bakımından, büsbütün yeni bir yaşamın müjdecisi olmuştur... (1936)

***

Memnuniyetle görmekteyiz ki cumhuriyet rejimi, yurdumuzda huzur ve rahatın en iyi yerleşmesini sağlamış bulunuyor... Vatandaşlar ve bu yurtta oturanlar, cumhuriyet yasalarının eşit şartları altında kendileri için hazırlanan özgürlük, refah ve mutluluk imkânlarından en üst derecede yararlanmaktadırlar...” (1937)

“BENİM NACİZ VÜCUDUM...”

“Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır... (29 Ekim 1923)

***

Cumhuriyetimiz öyle zannolunduğu gibi zayıf değildir... Cumhuriyet bedava da kazanılmış değildir...

Bunu elde etmek için kan döktük...

Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık...

İcabında müesseselerimizi müdafaa için lâzım olanı yapmağa hazırız... (1923)

***

Onlar, kolaylıkla anlayacaklardır ki, çürümüş bir hanedanın, halife unvanıyla başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına imkân kalmayacak surette muhafazasının mecburî kılan bir devlet şeklinde, cumhuriyet idaresi ilân olunsa bile, onu yaşatmak mümkün değildir... (1927)

***

Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilâtı ve hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir...

Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır...

Hükümet millettir ve millet hükûmettir... Artık hükûmet ve hükûmet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır... (1925)

***

Son senelerde milletimizin fiilen gösterdiği kabiliyet, istidat, idrak, kendi hakkında kötü fikir besleyenlerin ne kadar gafil ve ne kadar tetkikten uzak görünüşe düşkün insanlar olduğunu pek güzel ispat etti... Milletimiz haiz olduğu özelliklerini ve liyakatini hükûmetinin yeni ismiyle medeniyet dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeğe muvaffak olacaktır... Türkiye Cumhuriyeti, cihanda işgal ettiği mevkiye lâyık olduğunu eserleriyle ispat edecektir...

***

Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından mürekkep büyük ordumuzun vicdanında akıl ve şuurunda kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır...

Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olmaz...

Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşıyacaktır...

Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeğe devam edecektir... (1926)

“CUMHURİYET BEDAVA KAZANILMADI”

“Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir... (1933)

***

Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir... Cumhuriyet fazilettir... (1925)

***

Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir...

Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir... (1925)

***

Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslariyle, Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur...” (1936)

CUMHURİYETİN İLAN EDİLDİĞİ GÜN...

“Gelecek nesillerin Türkiye’de Cumhuriyetin ilanı günü, ona en merhametsizce hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz! Bilâkis, Türkiye’nin münevver ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş olanların hakikî zihniyetlerini tahlil ve tesbitte hiç de tereddüde düşmeyeceklerdir.

***

Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyeti kurduk, o on yaşını doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır...”(1933)

Gazi Mustafa Kemal

Yazının devamı...

“İntikam; seni sonsuza kadar o şeye bağlar...”

Birini bağışlamayı reddetmen hala o kişiden bir şey istediğin anlamına gelir...

Eğer istediğin intikamsa; bu seni ona sonsuza dek bağlı kılar...

Henry Cloud

***

Görünene göre karar verenler, ne kadar az şey gördüklerini bilmeyenlerdir...

R. Southy

***

Ruhunu iyileştirmek için çocuklarla vakit geçir...

Fyodor Dostoyevski

*****

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMİŞ İNSANIN ÖZELLİKLERİ...

1) Bu insanlar yaşamın her yönünü severler...

Şikayet etmekle, ya da olayların daha değişik olmasını istemekle vakit kaybetmezler...

***

2) Bağımsızlıklarına çok düşkündürler...

Aileye güçlü bir sevgi ve bağlılık duymalarına karşın, ilişkilerinde bağımsız olmaya özen gösterirler...

***

3) Sevgi anlayışları, sevdiklerine hiçbir değeri zorla kabul ettirmemeyi gerektirir...

***

4) Onay aramak gereksinimleri yoktur... Övgü ve ödül talep etmezler...

***

5) Çok açık ve dürüst konuşurlar...

Çünkü vermek istedikleri mesajları, başkalarını memnun etmek için dikkatli sözcükler arkasına gizlemezler...

***

6) Gülmeyi ve başkalarını güldürmeyi iyi bilirler...

***

7) Kendilerini şikayet etmeden kabullenirler... Fiziksel benliklerini sahteliklerle gizlemezler...

***

8) Doğal yaşamı takdir ederler... Başkalarına eğlenceli gelmeyen şeylerden zevk alma yetenekleri vardır...

Gün batımını seyretmek, kırlarla küçük gezinti yapabilmek, doğum yapan bir kediyi izlemek onlar için mükemmel bir şeydir ve bundan dolayı şükran duyarlar...

***

9) Başka insanları çok iyi anlarlar; asla şaşırıp şok olmazlar...

***

10) Gereksiz kavgalarda asla taraf olmazlar...

***

11) Hastalık hastası değillerdir...

***

12) Dürüsttürler; asla yalan söylemezler, olayları çarpıtmazlar...

***

13) İnsanlar hakkında konuşmaz, insanlarla konuşurlar...

***

14) Titizlik, ya da düzenlilik gibi dertleri yoktur...

Verimli yaşamaya bakarlar...

Organizasyon nevrozundan bağımsız oldukları için yaratıcıdırlar...

***

15) Bu insanların müthiş bir enerjileri vardır... Enerjileri doğaüstü değildir...

Yalnızca yaşamı ve yaşamdaki aktiviteleri sevmelerinin bir sonucudur...

***

16) Şiddetli bir merak duygusuna sahiptirler...

Hep araştırır, yaşamlarının her anını kavramak isterler...

Her insan, her varlık, her olay, daha çok öğrenmek için bir fırsattır...

***

17) Başarısız olmaktan korkmazlar... Hatta onu sevinçle kabul ederler...

Bu insanlar kendilerine zarar verecek duyguları yok etme ve kendilerine verdikleri değeri artıracak şeyleri doya doya yaşama yeteneğine sahiptirler...

***

18) Bu mutlu insanlar, asla kendilerini savunma gereksinimi duymazlar...

Basitçe ‘her şey yolunda, biz yalnızca farklıyız... Anlaşmak zorunda değiliz...’ derler...

Bir tartışmayı kazanma ve karşısındakinin ve karşısındakini konumunun yanlışlığına ikna etme gereksinimi duymadan burada keserler...

***

19) Değerleri dar değildir...

Kendilerini tüm insan ırkının bir parçası olarak görürler...

Daha çok düşman öldürmekten mutluluk duymazlar...

***

20) Kahramanları ya da putlaştırdıkları insanları yoktur...

Herkesi insan olarak görür ve hiç kimseyi kendilerinden önemli konuma getirmezler...

***

21) Başkalarının yeteneksizliği nedeniyle kazanmak yerine, zaferi kendi çabaları ile elde etmeyi yeğlerler...

***

22) Komşularının ne yaptığını fark etmezler...

Çünkü var olmakla meşguldürler...

***

23) En önemlisi bu insanlar, kendilerini severler...

Kendilerine acımak, kendilerini reddetmek, kendilerine öfkelenmek için zamanları yoktur...

Elbette sorunlar vardır...

Ama sorunların onları duygusal paralizasyona götürmesine izin vermezler...

Tökezleyip düştüklerinde, tekrar ayağa kalkar, sızlanmadan yaşamaya devam ederler...

***

24) Bağımsız insanlar mutluluğu kovalamazlar, sadece yaşarlar... Mutluluk onları bulur...

Gerçekten nadir bulunan insanlardır onlar...

Onlar için her gün mükemmeldir...

Dr. Wayne W. Dyer

*****

DÜRÜST BİR İNSAN DAİMA ÇOCUKTUR...

Değer verin ya da vermeyin...

Ama asla verir gibi yapmayın...

Sadi Şirazi

***

İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur...

Montesquieu

***

Mutluluğun iyileştiremediğini, hiçbir ilacın iyileştirdiği görülmemiştir...

Gabriel Garcia Marquez

***

Dürüst bir insan daima çocuktur...

Sokrates

***

Vazgeçmeyi öğrendikçe büyürsünüz...

Tom Robbins

***

Sebeplerimi bilmiyorsan, seçimlerimi yargılama...

Charles Bukowski

***

Dünyanın en güzel yeri, insanın kendi oturduğu evdir...

Yeter ki o evde huzur ve mutluluk olsun...

Goethe

***

Her sabah uyandığınızda hatırlamanız gereken şey, mutluluğun başka yerde değil, kendi yüreğinizde olduğudur...

Huzurun kaynağı dışımızda değil içimizdedir...

Tolstoy

***

Neyi sahip olduğunuz değil, neyin keyfine varabildiğinizdir mutluluğu yaratan...

Charles Spurgeon

Yazının devamı...

Yaşamda hata yoktur...

Büyük bir zaferin hemen öncesinde, kişi hayret verici bir yenilgi yaşar...

Başarının anahtarı, inancı koruyabilmek ve odaklanmanı sürdürebilmektir... İnancını kaybetme, vazgeçme...

***

Yaşamın boyunca başına ne gelirse gelsin; bir duruma nasıl tepki vereceğini, sadece sen belirleyebilirsin...

Her durumda olumlu bir şeyler arama alışkanlığını geliştirdiğinde, yaşaman daha yüksek bir boyuta taşınacak...

Bu en büyük başarı ve mutluluk yasalarından biridir...

***

Yaşamda hatalar yoktur... Sadece dersler vardır... Olumsuz tecrübe diye bir şey yoktur...

Sadece gelişme, öğrenme ve kişinin kendi üzerinde hakimiyet kurma yolunda ilerlemesi için fırsatlar vardır...

Sıkıntılar sana güç kazandırır...

Hatta acı sana olağanüstü bir öğretmen bile olabilir...

***

Katlandığın acılar, yüzleştiğin engeller ve yaptığın hatalar olmasa, şu an sahip olduğun bilgi birikimine ve bilgeliğe sahip olamazdın...

Artık acının bir öğretmen olduğunu ve başarısızlığın; başarıya giden bir otoban olduğunun bilincine bir daha unutmamak üzere var...

Birkaç yanlış notaya vurmadan, gitar çalmasını, ya da tekneyi birkaç kez yan yatırmayı göze almadan yelken açmayı öğrenemezsin...

Sıkıntılarını bir lütuf olarak görmeye başla...

***

En karanlık anlarda, derinlere inme isteği duyduğun bir gerçektir...

Hayat güzelken yüzeysel yaşarsın... Yeterince düşünmezsin...

Ama deniz kabarmaya başladığında, benliğinin ötesine geçip olayların neden bu hale geldiğini tartarsın...

Bu durum hatırı sayılır bir öğrenme ve ilerleme sağlar...

Hayat; gelişim ve olman gereken kişiye doğru ilerleme demektir...

***

Hedeflerine varmak için; farklı yollarla seyahat eder insanlar...

Bazıları için yollar, diğerlerininkinden daha kayalık ve zordur...

Fakat hiç kimse sona; herhangi bir güçlükle karşılaşmadan ulaşmaz...

Öyleyse bununla savaşmak yerine, neden bunu yaşamın bir parçası olarak kabullenmiyorsun?..

Neden sonuçları bir kenara bırakıp, yaşamın içindeki her durumu doyasıya tecrübe etmiyorsun?..

Acıyı hisset; mutluğun tadına var...

Eğer geçmişte vadileri bir kez bile ziyaret etmemişsen; dağın zirvesindeki manzaran güzel olmaz...

***

Yaşananlar asla göründüğü kadar kötü değiller...

Hüzne neden olan durumlar, seni güçle, bilgelikle ve gerçek kişiliğinle tanıştırırlar...

*****

İSTİHBARATÇILAR; KANUN DIŞI DÜZENİN PARÇASI OLURLARSA...

1970’lerde; Boston’un güneyinde, yaşanan gerçek öyküyü, Amerika’nın en korkutucu suç imparatoru Jimmy Bulger’ın hayatı üzerinden anlatan “Kara Düzen” filmine geçen hafta son anda gitmeye karar verdiğimde; “korkutucu bir suç örgütü ve ilişkilerinin bilinen öyküsünü” izleyeceğimi sanıyorum...

***

Oysa filmin, başka filmlere benzemeyen hassas noktası Mafya lideri Jimmy Bulger’la, çocukluk arkadaşı FBI ajanı John Conolly arasındaki ilişki oluyor...

John Conolly, çocukluk arkadaşını, bölgedeki İtalyan mafyasını çökertmek amacıyla kullanmak istiyor...

Onu “muhbir vatandaş” sıfatıyla, “devletin korumasına alıyor...”

***

Bir süre sonra Amerika’nın en korkulan gangsteri haline dönüşecek olan Jimmy Bulger ise, FBI ajanı çocukluk arkadaşıyla girdiği ilişkiyi “muhbirlik olarak değil, bir ittifak olarak görüyor...”

Nitekim; kısa bir süre sonra FBI ajanı suç örgütünün bir parçası haline gelip “korkunç ittifak devletin ‘muhbir vatandaş’ koruması altında, inanılmaz bir suç örgütüne dönüşüyor...

***

Bulger’ın kardeşi de, ünlü bir senatör olarak siyasi nüfuzunu kullanınca, FBI ajanı, senatör ve suç örgütü lideri”nden oluşan korkunç ittifak; İtalyan mafyasını çökertirken, Boston’da İrlanda mafyasını, bütün ülkeyi korkuya salacak şekilde yeşertiyor...

***

Bir suç ve mafya filmi Kara Düzen...

Ancak FBI ajanının çocukluk arkadaşı gangsteri adım adım korumaya alması sürecini izlediğinizde, Amerika’da bile istihbarat teşkilatlarında görev yapan bazı ajanların “kumaşı kötü olanlarının” bir suç örgütünün ve büyük suçun nasıl bizzat en büyük parçası haline geldiklerini görüyoruz...

***

Tertemiz bir savcı göreve gelmese, Mafya lideri Bulger’ın; FBI ajanı John Conolly’yle kurduğu ittifak; Amerika’nın en korkunç suç örgütüne dönüşen Mafya’sını kimse ortaya çıkartamayacak...

FBI ajanının elindeki “inanılmaz derin devlet gücü”, uzun yıllar boyunca her şeyi yapmaya muktedir çünkü...

***

Kendi ve suç örgütünün çıkarları için, devletin en hassas kurumlarını kullanan, istihbaratını suç örgütü için kanalize eden yapı; Amerika’da bile 1970’lerde demokrasinin ne kadar topal işlediğini gösteriyor...

Tanrı sıradan ve masum insanları; bu korkunç çetelerden korusun!..

*****

ECE’NİN GÖMLEĞİ...

“Gömlek bazen yanlış düğümlenir,

Kendini ancak son düğmede ele verir.

Hayat da böyledir bazen.

Yanlış birkaç düğmelemeden sonra anlarsın son düğmede

Baştan yanlış iliklediğini,

Şimdi sona geldiğini, kendini o zaman ele verdiğini.

Ne olacak şimdi peki?..

Sahip olduğun her şey o son ilmeğindi...

Yırt at madem o gömleği...

Ama o zaman anlam parçalanır...

Aceleci yerlerin yaralanır...

En iyisi sen baştan koşuşturma,

Az yavaşla,

Az az yavaşla.

Maksat hayata alıştırma...”

***

Benden yıllar yıllar sonra, benim doğduğum gün doğuyor Ece Üner...

Onunla karşılaştığım bir gün; Cat Stevens’ın (Yusuf İslam), Ernest Hemingway’in de bizimle aynı gün doğduğunu söylüyorum...

-”Televizyon yap, ama esas anlatacağın yer beyaz kağıt...” diyorum...

***

“Olduğu Gibi Ece” isimli şiir kitabını bana iki ay kadar önce gönderdiğini söylüyor...

Gazeteden koliler geç geldiğinden, kitap bir türlü elime ulaşmıyor dün akşama değin...

Dün gece, gelen kitabı karıştırırken Gömlek şiiri damarıma işliyor...

Bu kadar mı bilge, bu kadar mı veciz anlatılır hayatın romanı?..

Ece bir televizyoncu olarak yazılacak tarihçiler tarafından belki...

Ama ben onun bir esasen “yazı”ya ait bir insan olduğunu biliyorum...

***

Cat Stevens’ın esasen “kelimeler” olduğunu bildiğim gibi...

Ernest Hemingway’ini savaş muhabiri olarak başlasa da en büyük yazın sanatçılarından biri olduğunu bildiğim gibi...

Televizyon yapmadan durabildiğim, ama yazı yazmadan duramayacağım gibi...

Yazının devamı...

Russell Crowe’un babalar ve kızları filmi ve içimdeki azap...

Pulitzer ödüllü yazar bir babayla, beş yaşındaki kızının öyküsünü konu alan ‘Babalar ve Kızları’ filmi önceki gün; Cuma vizyona giriyor...

Bu tür baba ve çocuklarını konu alan filmlerin vizyona girdiği haberi, nedense hemen bana ulaştırılıyor...

***

Dün; Amy Winehouse’ın belgesel filmini izlemeyi çoktan programıma almışken; Russell Crowe’un oynadığı Babalar ve Kızları filmini tercih etmekten kendimi alamıyorum...

Farkındayım ki, bu tür filmleri izlemekte zorlanıyorum...

Duygusal durumum hala fazla müsait sayılmaz bu filmleri izlemeye...

***

Ne var ki; Russell Crowe oynayacak...

Filmin adı Babalar ve Kızları olacak...

Bir trafik kazası sonucu annesini kaybeden beş yaşındaki Katy ile babası Jake Davis (Russell Crowe) başbaşa kalacak...

***

Yazar olan baba kızına tek başına sevgi verebilmek ve onu en iyi şekilde ve okullarda yetiştirebilmek için, hayatının bütün dizaynını değiştirecek...

***

Kaza sonrası yedi ay rehabilitasyon merkezinde kalıp tedavi olduktan sonra, önüne geçemediği nöbetlerle baş etmek zorunda kalacak...

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi; ölen eşinin, kız kardeşinin zengin avukat kocasıyla “beş yaşındaki kızının velayetini talep eden, histerik ve manipülatif davranışlarıyla mücadele etmek zorunda kalacak...”

***

Ben bu filme hala “duygusal nedenlerle gitmek istemiyorum...” diyeceğim ve filmden uzak duracağım...

“Akacak kan damarda durmaz...”

Babalar ve Kızları filminden uzak durma şansım yok benim; bunu biliyorum...

***

Filmi izlerken, kalbimin sıkışacağını, nefesimin daralacağını, kendimi alabildiğine sıkacağımı, kaskatı kesileceğimi, hiç rahat hissetmeyeceğimi, film değil Kate’in ve babasının hayatını bütün empatisiyle kendi hayatımla harmanlayarak yaşayacağımı bile bile, filme giriyorum...

***

İki saatlik filmi izlemek bir ızdırap bir azap halini alıyor benim için...

Filmin kötülüğünden... Çekilmezliğinden... Temposuzluğundan...

Oyuncuların rollerine oturmamasından...

Baba ve kızın hikayelerinin; paralel kurgusunun cuk oturmamasından kaynaklanmıyor; film boyunca duyduğum azap...

***

Tersine filmde tüm bu unsurların her şeyiyle mükemmel işlenmesinden kaynaklanıyor “içimdeki azap...”

Öykü o kadar gerçek ve sahici işleniyor ki; filmin sahiciliğinin içimde yarattığı volkanik patlamalar ve medcezirler, izlediğim şeyi film olmaktan çıkartıyor, son beş yıldır yaşadığım olayların, değişik bir versiyonuna dönüştürüyor filmi...

“Hayatıma ders kitabı olan ‘kapak’ olayların” flashback’lerine dönüşüyor film...

*****

“KALP RAHATSIZLIĞI OLANLAR” BU FİLME GİTMESİNLER...

Bir baba olarak Russell Crowe; “patates çipsim” diye çağırdığı güzeller güzeli küçük kızını, hayatındaki her şeyi vererek yetiştirmeye çalıştıkça, aleyhine açılan davalara karşı, daktilosu ve kızına olan sonsuz sevgisiyle ayakta kalmaya uğraştıkça; film güzelleşiyor, muhteşemleşiyor; benim ise içim darmadağın oluyor...

***

Hayatımın en acı...

En güzel...

En trajik...

En öğretici...

En mükemmel...

En beklenmedik...

En sevgi dolu beş yıllık dilimini hatırlıyorum...

İki kızım ve oğlum; babalarının filmi izlemeye çalışırken “büyük azap çektiğini”, kendi hayatının onlarla ilgili yaşadığı olaylarının flashback’leriyle, “beş yıllık ızdırabını” bir kez daha iliklerine kadar hissettiğini bilecekler sanırım bu yazıyla...

Başka da bir şey de söylemeye gerek yok sanıyorum...

***

Ne kadar büyütürsen olayları, o kadar duygusal bagaj yüklüyor çocuğun üzerine...

Bu gerçeği de Babalar ve Kızları filminde bir kez daha görüyorsunuz...

Bu yazım; bir film eleştirisi değil...

Bir hayatın rezümesi...

Kalp rahatsızlığı olanlar filme gitmesinler!...

*****

ÇETİN ALTAN’DAN BU YANA 40 YILDIR DEĞİŞMEYEN KARAKTER SUİKASTLERİ..

Dün Çetin Altan’ın yazdığı Büyük Gözaltı, Viski, Bir Avuç Gökyüzü ve Küçük Bahçe isimli dörtlü roman zincirlemesinin, “Büyük Usta”nın kendi yaşadığı acılı ızdıraplı yılların, uğradığı karakter suikastlerinin, itibarsızlaştırma, değersizleştirme, yıldırma süreçlerinin; edebileştirilmiş, romanlaştırılmış bir tezahürü olduğunu yazıyorum...

***

Ben o romanların hepsini, çıktığı yıllardan en fazla birkaç yıl gecikmeli okuyorum...

1972-1978 arası yazılan romanların dördünü de; fazla fazla 1980 yılında bitirmiş olduğumu hatırlıyorum...

***

O günlerde “Türkiye’de farklı düşünen, yazar çizer, sanatçı, akademisyen unsurlara karşı “nasıl bir linç süreci” yaşatıldığını” o romanları okuyarak, o satırları hissederek öğreniyordum...

***

Romanların yazılmasının üzerinden 40 yıl geçtikten sonra; karşıma daha da acı bir tablo çıkıyor...

Kitapta Çetin Altan’a yönelik, 1960’ların sonu ve 70’lerin başında yapılan karakter suikastlerinin, kirli iftiraların, değersizleştirme ve itibarsızlaştırma çalışmalarının, hiçbir yöntem ve teknik değiştirilmeden; aynısıyla 35 yıl sonra bana da bire bir uygulandığını görüyorum...

***

Ailemi yok etmeye ve parçalamaya yönelik yayınlar...

Çocuklarımı benden koparmaya amaçlayan manşetler...

Babamın kariyerini tersyüz etmekten çekinmeyen yalanlar...

Kariyerimi, meslek hayatımı, itibarsızlaştırmaya, değersizleştirmeye çalışan sıfatlar, sözcükler, ‘uydurulmuş yalan görevler...’

İçtiğim içkiden, yaşadığım aşklara kadar; her şeye yönelik bir “kirletme kampanyası ve tezgahı...”

Hapse sokmaya, davalarla suçlu duruma düşürmeye çalışan iftiralar ve kirli tezgahlar...

***

Acı olan tablo, Türkiye’de 40 yılda yöntemlerin bile değişmemiş olması gerçeği...

Çetin Altan; “düello geleneği olmayan bu toplumda, çapraz ateşle arkadan pusu kurma yeteneğinin çok geliştiğini” ve kalleş suikastlerin bu yolla yapıldığını söyler...

Doğru...

Hala öyle yapılıyor...

Karakter suikasti de, tabancalı kanlı suikastler de, çapraz ateşle, arkadan, haince ve kalleşçe yapılıyor...

Büyük Usta; Türkiye’ye demokrasi gelmeden, bu dünyadan göçüyor olmaktan duyduğu hüznü anlatıyordu son yazısında...

“Torunlarıma daha iyi bir ülke bırakmak isterdim” dercesine...

Ben ise üzerinden yıllar geçse de çocuklarıma o Türkiye’yi bırakamayacak olmaktan korkuyorum...

Hiç ihtimal vermem ama; umarım bir mucize olur ve hayatın içinden bu “kalleş kültür” yok olur...

Yazının devamı...

Çetin Altan; linç edilmeye çalışılan bir yazarın, gerçek öyküsü...

Çetin Altan’ın toprağa verildiği gün; ölümünün yarattığı “duygusal ortamda;” Altan’ın “bu ülkede farklı ses çıkarmaya çalışan bir aydının, ızdırap dolu çetin yaşam mecrasının”, acılar ve ibretlerle dolu birikintisinin gündeme gelmediğini görmek, benim için sürpriz olmuyor...

Çetin Altan’ın “görüş ve düşünceleri köşesindeki yazılarda elbet...”

Ama Çetin Altan’ın “bu ülkede farklı düşünen bir yazar olmak uğruna” yaşadığı korkunç bedel;

Bedeni ve psikolojik linç süreçleri...

Hayatı sürekli bir gözaltı sürecinde yaşadığı tecrit edilmiş yıllar...

Yaşamı; ona zindan etmek için, girişilen sayısız işkence tezgahları...

Onu yıldırmak için birbirinin peşisıra yürürlüğe konan dava ve cezaevi süreçleri...

Kendisine “Allahsız, dinsiz, imansız, alkolik...”

Rahmetli annesi ve eşine olabilecek en aşağılık sıfatlarla saldırılarak, “bir pislik muamelesi çekilmeye çalışıldığı operasyonlar...”

Cumhuriyet Türkiye’sinin, kurulu düzenden farklı düşünen, ayrıksı ve çetin bir yazarına reva gördüğü muamelenin göstergeleri...

BÜYÜK GÖZALTI...

Ben Çetin Altan’ın hayatını, köşesindeki yazılardan değil; cezaevine konulduğu, yüzlerce davayla yıldırılmaya ‘Allah’tan bahset’ nidalarıyla yapayalnız ve savunmasız bırakıldığı, eşi ve rahmetli annesi sövülerek, toplumdan soyutlanmaya çalışıldığı, operasyonları anlatan dört romanından anlıyorum...

***

Bu romanlar; yazarın 1972 yılında yazdığı, tutuklanmadan ve cezaevine gönderilmeden önce, evinin çevresinde satıcı, işportacı, arkadaş, parti içinde yoldaş, kimliksiz yurttaş kimlikleriyle sokulduğu “Büyük Gözaltı” sürecini anlatır...

***

Cezaevine sokularak, yok edilmeye çalışılan bir yazara yapılan manevi işkencenin, hadsiz, merhametsiz, gaddar yüzünü, bir aydının kendi yüzleşmesiyle usta bir roman estetiğinde anlatır Çetin Altan Büyük Gözaltı’da...

Hayatının en nirengi noktalarından birini anlatır bu roman...

Çetin Altan’ın 12 Mart darbesini izleyen günlerde Sağmacılar Cezaevi’ne sokulmasından hemen önce; 1972 yılında kaleme aldığı romandır Büyük Gözaltı...

VİSKİ...

Solcu bir yazarı itibarsızlaştırmanın, en geçerli yollarından biri, “içtiği viskiyi dillere dolayarak”, onun Amerikan içkisi içen ‘sahte sosyalist’, gerçekte ise bir sarhoş!, “bir alkolik” ve serseri ruhlu iflah olmaz!, bir kişilik olduğunu kanıtlamaktır...

***

Çetin Altan’ı itibarsızlaştırmak, söylediklerinin etkisini yok etmek, ondan görüşleri ve düşünceleri etkili bir entelektüel yerine, bir sarhoş, bir serseri ve bir alkolik çıkarmak psikolojik algı mekanizmasını yürüten derin işkence tezgahlarında yürütülen sıradan bir uygulamadır...

***

Bu derin tezgaha; “annesinin kimliği, eşinin durumu gibi dişi konular iftira yöntemiyle” en adi biçimde tartışma konusu yapıldığında; “Çetin Altan görüşleri değersizleşen, itibarsız bir kimlik haline getirilmeye çalışılacaktır...”

***

Altan’ın “Viski” romanı, kendi başından geçen bu sürecin 1975 yılında kaleme alınması sürecidir...

SÜREKLİ GÖZETLENEN BİR ÇETİN ALTAN VE “BİR AVUÇ GÖKYÜZÜ...”

Çetin Altan; 12 Mart darbesini izleyen günlerde içeri alınır...

17 ay hapishanede kalırken, yeni davalar ve davalardan çıkacak hükümlerin umudu kıran beklentisiyle içeride iyice yıldırılmaya çalışılır...

***

1974 yılında cezaevinden çıktıktan sonra yazdığı ve yine hayatının en acılı günlerini anlattığı; Bir Avuç Gökyüzü isimli romanı şöyle anlatılır arka kapağında;

***

“Çetin Altan’ın Bir Avuç Gökyüzü’sü, siyahi bir mahkumun kendi içindeki zindanı anlatır...

Hapisten yeni çıkan, ancak mahkemesi süren bir yazar vardır odakta...

Sürekli gözetlendiğini hisseder...

Bu yazar alacakaranlık kuşağında gibidir...

***

Ne var ki; ‘paranoyak olman, izlenmediğin anlamına gelmez...’ sözünü haklı çıkarırcasına anlar gerçeği...

Gözetleniyordur...

Bu yazarın, yeniden hapse girmesini bildiren tebligatın gelmesiyle, o büyük kapıdan içeri girişi arasındaki yedi günü anlatır Çetin Altan...

***

17 ay boyunca biriktirdiklerini, korkularını tereddütlerini, öfkesini ilmik ilmik işleyerek...

Nasıl ki öleceğini düşünmek ölümden beterdir...

O dört duvar arasına gireceğini bilerek yedi gün geçirmek, zindandan daha karanlıktır...

Okurlar da yazarla birlikte adım adım daralır...

Çaresizliğe düşer...

***

Bu yazarın aralarındaki sorunları bir türlü çözemedikleri bir de karısı vardır...

Haliyle bir de ilişkileri...

İşte bu olmayacaktır...

Kitap elbette müstehcen bulunur...

Bir Avuç Gökyüzü toplatılır...”

***

Romanın tanıtımı, neyin ne olduğunu daha nasıl anlatabilir?..

Başka bir söze gerek var mı?..

KÜÇÜK BAHÇE VE ETMESİ İSTENEN BİR YAZAR...

Ve Çetin Altan’ın hayatının ızdıraplı günlerinin anlatıldığı

dörtlü roman zincirinin son halkası olan Küçük Bahçe...

Şöyle satırlarla anlatılır roman okuyucuya:

“Romanda bahsedilen asıl kahraman X diye geçer...

Hapishaneden çıktıktan sonra, küçük bahçede bir şezlongda oturarak, hayal ettiği yaşamlara girip çıkan, ama gerçekte bunların hiçbirini yaşamayan bir kişidir “X”...

***

Kendini halkın içinde buluveren “X”, bir süre sonra bu yaşamdan kurtulup, yine şezlongunda oturmaya devam edecektir...

Bazen bir hoca; bazen düşen uçaktaki yolculardan biri, bazen bir cadı, bazen bir burjuva kadının kocası, bazen bir emekçi grubunun üyesi, bazen bir holding sahibi, bazen bir cadı, ya da bakanlardan birisi olup, onlar gibi yaşamaya başlar hayal gücüyle...

***

Oysa hayat bir yandan devam etmektedir...

“X”in hayatta en büyük acısı, hayatta kendisinin yapayalnız olması ve kendisini bu hayata ait görmemesidir...kendini bir boşluğa ışınlanmış olarak görmektedir...

***

Buna sebep olan şey, insanların onun toplumla olan ilişkisini kesmeye çalışması ve onu bu yaşamdan bezdirip, tüm yaşam kapılarının kapanmasını ve intihar etmesini istemeleridir...

Roman adını başkahramanı “X”in, küçük bir bahçede şezlongda oturmasından alır...”

Böyle yazar Küçük Bahçe romanının tanıtımında...

Bay “X” Çetin Altan’ın bizzat kendisidir...

Yazının devamı...

Milletvekili olmak için yazar değil... Yazarlığını zenginleştirmek için milletvekili olan adam...

Onu; solcu ilk gençlik yıllarımda; “Türk solunun, cengaver kalemlerinden” biri olarak tanıdım...

Aziz Nesin; Yaşar Kemal, İlhan Selçuk, Fakir Baykurt Bekir Yıldız, İlhami Soysal, Uğur Mumcu, Mümtaz Soysal gibi yazarlarla birlikte... 1970’li yılların kaleminden kan damlayan solcu bayrak yazarlarından birisiydi...

***

O yıllarda parlamentoda sosyalist parti kimliğini taşıyan tek parti olan Türkiye İşçi Partisi milletvekilliği de yapmış; iki Adalet Partili milletvekili tarafından Meclis’in ortasında linç edilmeye kalkılmıştı...

O linç eylemi esnasında bir gözünü kaybetmek üzere olduğunu, çok sonraları Ben Milletvekili iken isimli kitabında yazmıştı...

***

O kitapta bir şey daha yazmıştı Çetin Altan;

-“Ben hiçbir zaman milletvekili olmayı düşünmedim... Hiçbir zaman politikada önemli bir adam olmayı amaçlamadım... Yazarlığımı zenginleştirsin diye milletvekilli oldum...” diyordu...

***

Yazarlığını zenginleştirmek için milletvekilliğini aracı olarak kullanma fikri beni derinden etkilemişti...

Türkiye gibi, az gelişmiş ülkelerde insanlar, “yazarlığı geliştirmek için milletvekili değil, milletvekili olabilmek için köşe yazarı olmaya çalışırlardı...”

***

Milletvekili olmak “önemli adam” olmak demekti...

Yazar olmak ise “varolmak...”

Çetin Altan’ın deyimiyle; biri etre -yani olmak- öteki ise avoir -yani sahip olmak- anlamına gelirdi...

Çetin Altan; bu ülkede “olmak yerine sahip olmanın, yaratıcılık yerine önemli kişi görünmenin” makbul olduğunu söylüyordu...

O ise bir yazın sanatçısıydı...

-“Milletvekilliği bitince rahatladım...” diyordu...

-“Milletvekilliği dönemi çaktırmadan, yazılarıma yaradı... Benim için önemli olan onlardı...”

*****

DARBE GÜNLERİNDE ÇETİN ALTAN...

O sıralarda, 12 Mart darbesinin, sol dünyalar ve bayrak isimler üzerinde yarattığı tahribatın farkında değildim...

Ben 78 kuşağıydım...

Solculukla zaten 75-76 yıllarında tanışmaya başlamıştım...

Çetin Altan, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi yazarları, yazılarını da aşan şöhretlerinden tanıyordum...

***

Arkasından üniversitede bir de Siyasal’a girince, sosyalist yazar, ilerici akademisyen, devrimci sanatçı üçgeninin “romantik protest ve sosyalist havasında” “Kahrolsun Faşizm” diyerek yürüdüğümü zannediyordum...

Çok uzun yıllar sonra; “sosyalist hareketin 12 Mart darbesi esnasında fena halde belinin kırıldığını, teker teker içeri alınan sosyalist yazarların; içeri alınmakla kalmayıp, ruhlarının diri kalamayacağı bir psikolojik işkence tezgahından geçirilerek çıktıklarını fark etmemiştim...”

***

Çetin Altan; iki yıl içeride kaldığı, parlamentoda linç edilmeye çalışıldığı, gözünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bu dönemden, kimseden beklenmeyecek ölçüde “yenilenerek ve tazelenerek” çıkmıştı...

12 Eylül 1980 darbesini izleyen günlerde, evimizin esas gazetesi olan Milliyet gazetesinde yazmaya başladı...

Köşesinin adı; Şeytanın Gör dediği idi...

*****

DANS ETMENİN ÖNEMİNİ YAZAN SOSYALİST YAZAR...

Oyıllarda ben de, “gidilen yolun, şiddetten başka bir şeyi çağırmayan, kandan ibaret bir hesaplaşmanın, zavallı bir tezahürü olduğunu anlamış; kendime bir çıkış arıyordum...”

12 Eylül darbesinin en ağır en şiddetli günleriydi... Çetin Altan kendisinden beklenmedik şekilde;

“Türkiye’nin Batı’lı anlamda çağdaş ve demokratik bir ülke olabilmesi için, kadın meselesini halletmesi gerektiğini, köylerde tenis kortları açılmasını, erkek erkeğe kahveler yerine kadınlı erkekli kafelerin oluşturulması gerektiğini” yazıyordu...

***

Bir gün daha da ileri gidiyor ve Florya’daki İskender kebapçısında; beraberindeki hanım arkadaşıyla dans etmeye kalktığını, şef ve garsonların “büyük bir hırtlıkla”, üstadın iki satır dans etmesine izin vermediklerini belirtiyor;

“Dans insan vücudunun kanatlanmasıdır...” diyordu...

***

Sosyalist bir yazardan beklenmeyecek ölçüde, “batılı kapitalist dünyaların estetiğini kutsayan, Türkiye’nin sorunu ‘kadınsız toplum’ olmasına bağlayan,” yepyeni bir yaklaşımdı bu...

Sabahı zor ediyordum... O günkü Çetin Altan yazısını okuyabilmek için... Saat sabahın 7.30’da kapıcı gazeteyi eve bırakır bırakmaz, ilk yaptığım şey Çetin Altan’ı okumaktı...

*****

“TÜRKİYE BİR MESLEKSİZLER ÜLKESİDİR...”

“Türkiye mesleksiz bir toplumdur... Mesleği olmayanlar, evrensel standartlarda bir zanaatı olmayanlar, ‘her işi yaparım abi’ diye ortalıkta dolaşanların ülkesinde, demokrasi ve çağdaşlık olmaz” diyordu...

***

Mülkiye’nin gazetecilik okulunun, ikinci sınıfındaydım... Ölümlerden, işkencelerden, silahlı çatışmalardan gelen ezilmiş bir kuşağın, kendisine bir yol ve seveceği meslek bulmaya çalışan bir genciydim...

Kolej’liydim; Atatürk’e özel bir sevgim vardı... Batılı dünyalara karşı, içimde doğal bir sempati, empati ve sevgiyle büyütülmüştüm...

***

Çetin Altan gibi; adı bayrak olmuş sosyalist bir yazarın, batılı çağdaş toplumların estetiğini ve kültürel değerlerini kutsaması, o estetiği demokrasinin vazgeçilmez koşulu sayması, kadın meselesine dokunması, dans üzerine sayfalarca yazması, beni bir mıknatıs gücüyle, yazarın etki alanına çekiyordu...

Hayatımın yeni kimyasını belirleyecek günler o günlerde başlıyordu...

YARIN; ÇETİN ALTAN VE TÜRK SOLU...

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.