Şampiy10
Magazin
Gündem

Özel bir dostun ardından...

Altın Kelebek ödüllerinin verileceği geceye katılmak için, ana kapıdan giriş yapmış, hızlı adımlarla salona girmeye çalışıyordum... Böyle anlarda kameralara bir şeyler yumurtlamak durumunda olduğunu zanneden “medya maymunu” kimliğini hiç sevmediğimden, olabildiğince hızlı; mümkün olduğunca görünmeden kameralara teğet geçmeye çalışıyordum...

***

O gece yılın televizyonculuk ödüllerinden birini alacaktım... Derin tezgahların yavaş yavaş üzerimde biçimlendirildiğini hafiften fark ediyor, ancak tam da konduramıyordum...

O gün içimden hiç kameraların önünde arz-ı endam etmek geçmiyordu...

***

Ancak kameralar bende bir şey varmış gibi, tamamen bana yönelmişlerdi...

Çaktırmasam da; bana yönelik aşırı ilginin kaynağını bulmaya çalışıyordum...

Kısa bir süre sonra fark ettim ki; kameralar benimle birlikte biraz arka planımı da çekmekteler... Hafifçe arkama döndüm, önce bir şey göremedim... Bir daha tam döndüğümde, sevgili dostumun, arkamda hafif çömelerek bir kuyruk gibi beni takip ettiğini fark ettim...

Levent Kırca, o sanatçı mütevazılığıyla benim kuyruğuma takılmış salona giriyordu...

Yüzünde hiçbir zaman eksik olmayan o muzip, sevecen ifadesiyle...

Ölüm haberini aldığım dün; sabah saatlerinden beri, beni adım adım takip eden o muzip ifadesi gözümün önünden gitmiyor...

***

Ölümünden iki gün önceki veda mektubunda söylediği son sözleri yayınlamak, ona ve hayatına olan saygımın gereği, bir dostu olarak ise boynumun borcudur...

“Dik durun... Adil olun...

Sabırlı olun...

Daha iyi bir dünyada buluşmak ümidiyle...

Atatürk’le kalın... Cumhuriyet’le kalın... Hoşçakalın...”

Hoşçakal arkadaş...

*****

LEVENT KIRCA...

Onunla ilişkimiz iyi başladı dediğimde netameli; netameli gidiyor dediğimde iyi devam etti...

Levent Kırca’yla; tanışmam, onun televizyon skeçleriyle donattığı muhteşem televizyon programı “Olacak O Kadar Televizyonu”yla başladı...

25 yıl önceydi...

***

Henüz özel televizyonlarda değildim... TRT’de Ateş Hattı programını yapıyordum... Levent Kırca ve Oya Başar’la, televizyon programlarını ve hayatlarını konu alan uzun bir röportaj yapıp yayınlamayı düşünüyordum...

***

Sanatçıları beş parasız, sefilleri oynarken vefat eden, tabut parasının denkleştirilemediği, meyhaneye veresiyelerinin ödenemediği; Orhan Veli’nin ölüm biçiminin; sanatçıların makus kaderi sayıldığı bu ülkenin kültürel coğrafyasında, Levent Kırca ve Oya Başar sadece sanatlarını yaparak para kazanabiliyorlardı...

***

Sanatçının, sanatıyla para kazanabilmesi, dünya standartlarında bir hayat tarzına kavuşabilmesi, gözümde “bir ülkenin çağdaşlığı”nın yegane sembolüydü... Sanatçılarını ezmeyen toplumları çağdaş; Sanatçıları ezilen, sürünen toplumları çağdışı buluyordum...

***

“Hiciv sanatını bu derece ustaca yaparak ayakta kalan”, sanatla para kazanan Levent Kırca’yla Oya Başar’ı çağdaşlaşmanın sembolü olarak görüyordum...

***

Ateş Hattı’nın Haber Müdürü Lütfiye Pekcan; Levent Kırca ve Oya Başar’la İstanbul’daki müstakil evlerinde röportaj yaptığında, evin güzelliğini, arabaların konforunu, “bir sanatçıya layık bir yaşam düzeyinin ve kültürün görselliğinde sunmak istemiştim...”

***

Onlar sanatlarını yaparak para kazanıyorlardı... Benim için önemliydiler ve gözümde sanatçılar için birer idol halindeydiler...

***

Programın tanıtımları girdiği zaman, Levent Kırca ve Oya Başar’ın, fragmanlardan mutsuz olduğunu öğrendim...

Beni henüz tam tanımıyorlardı...

Ucuz bir popülizmle, kazandıkları paranın ve yaşadıkları zenginliğin şatafatını yayınlayacağımı sandılar...

Fragmanlardan rahatsız olduklarını dile getirdiler... Oysa; sadece sanatını yaparak para kazanan bir sanatçının hayatındaki mütevazı zenginliği ucuz bir popülizmle yok etmeye çalışacak en son adamdım ben...

***

Yakınlarında dost olarak belledikleri kişiler böyle düşünebilirlerdi...

Ancak ben böyle düşünmezdim...

İdeolojik olarak, düşünsel olarak buna inanmıyordum...

Sanatçının; özellikle sanatını yaparak iyi para kazanmasının “çağdaşlığın bir göstergesi olduğuna” inanıyordum...

Sanatçıların para kazanmamasından değil, sanatçıların para kazanmasından yanaydım ve bunu teşvik etmeyi bir programcılık ilkesi olarak benimsemiştim...

***

Bunu anlatabilmem, beni tanımadıkları o günün şartlarında pek mümkün olmadı...

Kendi bildiğim gibi programı yayınladım... İlişkimiz iyi başlarken, netameli bir hüviyete bürünmüştü...

*****

KIRCA’YA NİKAH ŞAHİTLİĞİM...

İyi başlayan ilişkimiz “netameli gibi görünmeye başlamıştı...”

Oysa ne ben onları zor durumda bırakmayı amaçlamıştım, ne de onlar özel röportaj verdikleri bir yayıncıyı karalamayı amaçlamışlardı...

Gel zaman git zaman, ilişkimiz ilk günlerdekinden de iyi bir düzeye oturdu...

SHOW Haber’de haftanın birçok olayının arasına Levent Kırca ile Oya Başar’ın “Olacak O Kadar Televizyonu”nun skeçlerini sıkıştırıyordum...

***

Skeçler gündemi yansıtıyor, olayı tam can damarından yakalıyordu...

Skeçlerin geçmiş “Olacak O Kadar Televizyonu”nda yayınlanmış olmasının bir mahsuru yoktu...

Ben televizyon programını değil, haberi verir ve işlerken, onların skeçlerinin aksettirdiği ironiyi ve mizahı sunuyor; habere toplumsal mesajın çerçevesinde bir anlam katmaya çalışıyordum...

***

Levent Kırca ve Oya Başar’la ilişkimiz çok iyi gidiyordu... Ancak bu sefer onların ilişkileri iyi gitmemeye başladı... Beklenmedik bir olay ikilinin ilişkilerinde sert rüzgârlar estirmeye başladı... Sonunda ayrılık kaçınılmaz hale geldi ve Levent Kırca’yla Oya Başar boşandılar...

***

Bir süre ayrı kaldılar... Ancak uzun zamandır bir aradaydılar ve birbirlerine çok bağlıydılar... Ayrılmış gözükseler de ayrılmaları pek mümkün görünmüyordu...

***

Bir süre sonra, yeniden evlenmeye karar verdiler... Çok mutluydum... Kısa bir süre sonra ikiliden aldığım bir telefon mutluluğumu perçinledi... İkisi birden telefonda; benim ikinci evliliklerinde nikah şahidi olmamı istiyorlardı...

***

Gizli gizli bel ameliyatı olmaya karar verdiğim, belimin bitmek tükenmek bilmez ağrılarla beni iki büklüm hale getirdiği günlerdi...

-“Belim çok ağrıyor... Yürüyemiyorum bile... Ama ne yapar eder gelirim...” dedim...

***

Birkaç gün sonra gittiğim nikah töreninde belimde öyle bir ağrı vardı ki; ayakta zor duruyordum... Buna rağmen, nikah şahidi olarak, gelinle otuz saniye sürecek bir dansı etmek zorundaydım... O dansı bitirip, nikah masasına oturduğumda, yüzümde kimselere göstermek istemediğim korkunç ızdırabın belirtileri vardı...

*****

LEVENT KIRCA’NIN UNUTAMAYACAĞIM DOSTLUĞU...

Televizyon yayıncılığım esnasında bana yönelik “linç ve itibarsızlaştırma” kampanyalarının ortasında kendimi yapayalnız hissettiğim günlerde, Levent Kırca ve Oya Başar bana inanılmaz bir dostluk eli uzatmışlar; beni itilmek istendiğim kör kuyulardan çekip çıkarmışlardı...

***

Hiçbir zaman unutmamıştım; o günlerde çok satan bir gazetede bana yönelik manşetten yürütülen siyasi ve ticari linç kampanyasına, skeçleriyle televizyon programlarında nasıl karşı durduklarını...

***

Uzun yıllar sonra, bu kez oğullarının nikah törenine davet edildim...

Onlar birbirlerinden ayrılmışlardı; ama oğullarının nikah töreni için bir aradaydılar...

Uzun bir geceydi... Uzun uzun herkes dans etti... Güldü eğlendi... Ben ise, evliliklerinde nikah şahidi olduğum günlerin aksine, biricik oğullarının nikah töreninde pek dans etmedim...

***

Yine derin ve kirli bir tezgahın ortasında hedefe konmuş bir halde başroldeydim o günlerde...

Bu kez de içeri tıktırmayı amaçlayan derin bir tezgahın ve linç kampanyasının mağdur aktörüydüm...

Aklımda birkaç kilometre ötede bir otelde emekleyen çocuklarım, oturduğum masada, dostlarımın büyüyüp evlenen çocukları; görünmez bir tahteravallinin iki ucunda bir alçalıp, bir yükseliyordum...

Dans edecek halim yoktu...

***

Dostları kırmamaya çalışıyordum...

Levent Kırca ise o geceye hayat arkadaşıyla beraber gelmiş; oğlunun mürvetinin tadını çıkarmaya çalışıyordu...

Gözümün önünden 25 yıllık bir filmin kareleri teker teker geldi geçti...

Dua ettim... Duamın onun tarafından hissedilmesini istedim...

***

Yaşadığım dostluklarına, oğlunun mürvetine, kendi evlilik törenindeki epik hicivlerine mütevazı bir flashback yaptım...

Fonda bir televizyon programının, kulaklarımdan asla silinmeyecek melodisi çalıyordu...

***

“Aç gözünü seyret, tekrarı yok bunun...

İşimiz muhabbet, efkarı yok bunun

Arada bir dilimiz sürçer ise af ola

Susmasını biliriz de kemiği yok bunun...

Olacak, olacak, olacak o kadar

Olacak, olacak, olacak o kadar

***

Niyetimiz kimseyi kırmak değildir

Şurdakini buraya koymak değildir

Arada bir zülfü yare dokunduk

Tam yerine rast geldi manzara koyduk...

Olacak olacak olacak o kadar

Olacak olacak olacak o kadar...”

Yazının devamı...

Katliamlar; o anda bilinmeyen bir amaca hizmet ederler...

Hayat bana, hiçbir büyük terör eyleminin ve kitlesel katliamın “çok daha büyük ve gizli bir amacı olmadan yapılmadığını” söylüyor 35 yıllık gazetecilik mesleğinde...

Öncesindeki 5 yıllık sokak tecrübesinde...

40 yıllık bir siyasi yaşam birikimim var bu ülkede...

***

Türkiye’de siyasi birikim demek; kaçınılmaz olarak “terör tecrübesi” demek aynı zamanda...

Siyaset Türkiye’de ve genel olarak bu coğrafyada; “şiddetin temel araç olarak kullanıldığı bir düzenekte yapılıyor çünkü...”

Eğer siyasi bir tarihiniz varsa, “terörün ve kitlesel katliamların tarihine de vakıfsınız” demek...

1 MAYIS KATLİAMININ İLK GÜNLERDE ANLAŞILMAYAN NEDENİ...

1 Mayıs 1977’de 36 kişi Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs’ı kutlamaya çalışırken, “bir katliama maruz kalıp öldüğünde;” bu kalleş saldırıyı yapanların meydanda toplanan yüzbinin üzerindeki insana 36 ölümle gözdağı verdiğini sanıyoruz ilk başlarda...

Solcu ve sendikacı kitlelere yönelik bir eylem pratiği yaşıyoruz...

Belirli bir kitleye yönelik olması, aklımıza sadece onun zıddının bu işi yapacağı düşüncesini getiriyor...

Daha fazlasını düşünemiyoruz...

***

Çok sonraları; 1 Mayıs 1977’deki Taksim katliamının 12 Eylül 1980 darbesine giden patikanın en önemli kilometre taşlarından biri olduğunu anlıyoruz...

Kitleleri ölümle umutsuzluğa, yılgınlığa ve korkuya sevkederek; yeni kurulacak rejimin zemini bu eylemlerle oluşturuluyor...

Bunu çok sonraları anlayabiliyoruz...

KAHRAMANMARAŞ KATLİAMI’NIN USTACA GİZLENEN AMACI...

1977 Mayıs’ından 1.5 yıl sonra Kahramanmaraş’ta olaylar 19 Aralık 1978’de başlıyor... 26 Aralık 1978 gününe kadar bir hafta boyunca bir katliama dönüşerek sürüyor...

105 kişi ölüyor 176 kişi yaralanıyor Maraş katliamında... Bu da Alevilere dönük bir eylem biçiminde pratiğe geçiriliyor... Katliamın pratiği Alevi’lere dönük gerçekleşince, aklımıza zıt inançlar ve fikirler geliyor...

Oysa; Maraş’daki Alevi-Sünni çatışmasını, körükleyen katliam da; 1.5 yıl sonra, kurulacak yeni düzenin habercisi...

O zemini oluşturacak ikinci büyük kilometre taşı... Biz yine uyanmıyoruz...

ÇORUM KATLİAMI’NIN SONRA ANLAŞILABİLEN GEREKÇESİ...

Nihayet üçüncü büyük provokasyon, kanlı olaylar ve katliam; 27 Mayıs 1980’de MHP’nin önde gelen isimlerinden Gün Sazak’ın öldürülmesiyle başlıyor... Bu olayın protesto gösterileri şeklinde başlayan olaylar Çorum’da bir Alevi-Sünni çatışmasına doğru sürüklendiriliyor...

Mayıs ayının sonundan Temmuz ayının başına kadar Çorum’da kanlı olaylar bitmek bilmeden sürüyorlar... 57 ölü ve 100’ün üzerinde yaralıyla; bize yeni bir algıyı ve duyguyu şırınga ediyorlar...

“Korkuyoruz, yılgınlık içindeyiz ve ne olduğunu, nereye gitmekte olduğumuzu bilmiyoruz...”

Amaç bu zaten...

Sadece iki ay sonra, 12 Eylül darbesi gelecek... Darbenin geniş kitleler üzerindeki kitlesel algısının “haklı ve vazgeçilmez olduğunun” gerekçelendirilmesi için, Çorum üçlü kitlesel zincirin son halkası olarak vazgeçilmez bir kilometre taşı...

***

Bizler, Çorum katliamının iki ay sonrasında 12 Eylül darbesi olduğunda bile, “Çorum olayları ve katliamıyla 12 Eylül darbesi arasında direkt bir bağlantı” kuramıyoruz...

-“Zaten olaylar almış başını gidiyordu... Artık birilerinin bizi kurtarması gerekiyordu...” diyoruz...

12 Eylül darbesi öyle geliyor zaten...

Birileri bizi kurtarıyor!..

HÜLYA AVŞAR’IN “BİZİ KURTARACAK BİRİ YOK MU?..” SÖZLERİ...

Dün Ankara’da, garın önünde, barış gösterisi yapan insanların ortasına, muhtemelen canlı olan iki bomba bırakılıyor...

86 kişinin öldüğü, 200 kişinin yaralandığı bomba, insanların ortasında patlatılıyor...

***

Tıpkı, 1 Mayıs 1977’de İstanbul Taksim’de, tıpkı 18 Aralık 1978 Kahramanmaraş’ta;

Tıpkı Mayıs-Haziran 1980’de Çorum katliamında olduğu gibi, bütün Türkiye yasa boğuluyor...

Ancak daha önemlisi; kimse ne yapacağını bilemez halde, bir umut, bir teselli, bir kurtarıcı arıyor...

***

Katliamın ertesinde, beklendiği gibi “korkuyorum” mesajları geliyor sms’lerden...

Bir yılgınlık, bir korku, bir umutsuzluk, bir telaş ve ne olacağını bilememenin verdiği biçare haykırışlar seziliyor kitlelerde....

***

O sırada çok ilginç bir haykırış geliyor çok ünlü bir sanatçıdan...

Bir arkadaşım Hülya Avşar’ın, “Birisi gelsin bizi kurtarsın...” diye tweet attığını söylüyor...

Arkadaşıma;

-“Hülya Avşar çok ilginç bir kadındır... Onun attığı tweet ve ettiği sözler genelde 79 milyonluk ülkenin 40-50 milyonluk kesiminin ortak duygusunu temsil eder...”

Aydınlar, entellektüeller Hülya Avşar’ın sarf ettiği sözlerden pek haz etmezler...

Ancak Hülya Avşar “geniş kitlelerin ve VASATIN VİCDANI niteliğindeki duygusal şiarları” bulup çıkarmakta çok usta bir ünlüdür...

***

-“Birisi gelsin bizi kurtarsın...”

Hülya Avşar’ın tweeti, kamuoyunda yavaş yavaş oluşmakta olan ortak duyguyu ve zemini anlatıyor...

Bu katliamlar, canlı bombalar ve kan gölüyle arzulanmakta olan, 12 Eylül’de olduğu gibi bir darbe olmayabilir...

Başka ve daha büyük bir ayrışmanın ya da planın parçası olması da muhtemeldir...

***

Ancak çok önemli bir değişikliğin, zeminini hazırlayacak bir algı operasyonu olduğu kuşkusuzdur...

Hiç şüpheniz olmasın esas amaç geniş kitlelerde;

-“Birileri gelsin, bir şeyler olsun ve bizi kurtarsın...” duygusunun yeşermesidir...

Katliamın esas ve görünmeyen nedeni;

“Hülya Avşar’ın sözlerinde vukuu bulan ortak duygunun insanlar üzerinde hakim olmasıdır...”

Sonrası?.. Sonrası; bu duyguyu milyonlar üzerinde hakim kılabilenler için; çok daha kolay olacaktır...

ACILAR...

Acılar; derin bir manevi gelişme için, her zaman birer vasıta olmuştur...

Büyük acılara katlanan kişiler; genellikle yüce kişiliklere dönüşen kişilerdir...

Yaşam tarafından incitilmiş olanlar, başkalarının acılarını anında fark edebilirler...

Zorlukla karşılaşanlar, yaşam tarafından alçak gönüllü hale getirilenlerdir...

Daha şevkatli ve daha gerçektirler...

***

Acıların kapımızı çalmasından hoşlanmayız... Ancak acılar; kalplerimizin çevresinde bağlayan kabukları kırar...

Kim olduğumuzu neden burada bulunduğumuzu ve dünyada işlerin nasıl yürüdüğü konusunda bizi saran yalanlardan korurlar...

Yazının devamı...

Aziz Yıldırım’ın çocuklarıma gönderdiği Fenerbahçe forması...

Maraton programında iki hafta önce Şansal Büyüka bir ara bana dönüyor;

-“Beşiktaş’ın da şansızlıklar yakasını bırakmıyor... Stadı yok... UEFA kriterleri sorunu var... Bu kadar sorunun üstesinden gelebilmek pek kolay değil...” diyor...

-“Doğru ama diyorum... Son yıllarda Fenerbahçe’nin başında az sorun mu var?.. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım hapse girdi... Emenike gibi futbolcularını yurt dışına göndermek zorunda kaldılar... Yöneticileri hapisteydi... UEFA’yla ağır sorunlar yaşadılar... Avrupa’ya yıllarca gidemediler... Bunlar az sorun muydu?.. Fenerbahçe her şeye rağmen bunlarla baş etmesini bildi...” diye cevap veriyorum...

***

Fenerbahçe’yle ilgili sözlerim bunlar...

Sonra Galatasaray’ı konuşuyoruz...

Hamza Hamzaoğlu’na yapılan eleştirilerin haksızlığına değiniyorum...

Sonra yeniden Beşiktaş’a dönüyoruz...

Pazartesi gecesi katıldığım programın ertesi sabah erkenden çocuklarla Venedik’e uçuyorum...

***

Venedik’teki ikinci günümde, İstanbul’dan bir SMS mesaj ve arkasından telefon geliyor...

Mesajı gönderen ve arayan Aziz Yıldırım’ın özel bürosundan bir hanım yardımcı...

-“Reha Bey; çocuklarınız için, Aziz Bey Fenerbahçeli futbolcuların imzasını taşıyan iki forma göndermek istiyor... Adresinizi lütfeder misiniz?..”

Telefondaki hanımefendiye adresimi veriyorum... Bu jest için teşekkür ediyorum...

***

Çocuklarıma gönderilen Fenerbahçe forması, beni çok uzaklara, kendi çocukluğuma götürüyor...

Çocuklarımın yaşındayken, ailemin beni Fenerbahçeli yapabilmek için döktüğü dilleri düşünüyorum...

Ben ailemden bana Beşiktaş forması almalarını istedikçe, onlar beni Fenerbahçeli yapmak için; Lefter’den, Şenol’dan, Birol’dan dem vuruyorlar...

-“İstersen sana sonra Fenerbahçe forması da alırız...” diyorlar...

***

Ben kabul etmiyorum...

Beşiktaş forması olacak diye diretiyorum...

Kısmete bakın ki; Bu olaydan 50 yıl sonra,; benim Beşiktaş formasıyla yaz boyu tenis oynayan, jimnastiğe giden, futbol topunun peşinde koşan, spor yapan çocuklarıma, Aziz Yıldırım; futbolcuların imzalarıyla dolu birer Fenerbahçe forması hediye ediyor...

Çocukların isimlerinin arkasına yazıldığı formalar bunlar...

*****

FENERBAHÇE FORMASININ HEDİYE EDİLME NEDENİ NE?..

Özel bürosundan hanım yardımcısının; Aziz Yıldırım’ın forma göndereceğini söylemesinden sonra; Başkan’ın neden çocuklarıma forma hediye etme düşüncesine kapıldığını anlamaya çalışıyorum... Aziz Yıldırım çocuklarımın koyu Beşiktaşlı olduğunu biliyor...

Beni de çok yakından biliyor ve tanıyor...

***

O zaman neden bu Fenerbahçe forma jesti?..

Bir halkla ilişkiler çalışması denebilir...

Elbette; ancak halkla ilişkiler çalışmasının nedenini de bulmak önemli değil mi?..

Sorunun cevabını bulmalıyım ki; çocuklarıma da gelen Fenerbahçe formasının esbab-ı mucibesini anlatabileyim...

***

Programdaki iki kelimelik “yorum değil” bunun tek nedeni... Aziz Yıldırım için, çok eleştirilerim oluyor, yazılarımda konuşmalarımda... Hiçbir zaman terbiye ve saygı sınırlarını aşmıyorum...

Ancak eleştirmekten hiç geri kalmıyorum...

***

Çok daha derinlerde, çok daha insani bir nedeni var forma jestinin; bunun farkındayım...

*****

FENERBAHÇE BAŞKANI İÇİN İNSANİ DURUŞ...

Dün akşam, Aziz Yıldırım ve diğer yöneticilerle ilgili mahkemenin “şike davasındaki” kararı bekleniyor...

Bu satırları yazarken; ben de ne olacağını bilmiyorum ve bekliyorum kararı...

Kararı bilmiyorum ama, bir şeyi çok iyi biliyorum...

***

Aziz Yıldırım’ın içeri girdiği günlerde, “onu zindanlarda çürütmek için” korkunç bir koronun elbirliğiyle nasıl harekete geçtiğini çok iyi hatırlıyorum... O günlerde, öyle baskın ve linç eden bir koro oluşuyor ki; “Aziz Yıldırım ve işlediği iddia edilen şike suçlarıyla ilgili” hiçbir somut bilgim olmadığı halde; “Aziz Yıldırım’ın hapiste tutulmasının ne kadar büyük bir hata olduğunu ve büyük handikaplara yol açacağını” sürekli yazıyor ve hatırlatıp duruyorum...

***

Bugün bunları söylemek zamanın ruhuna uygun...

Ama o günlerde; Fenerbahçe Başkanı hakkında tapeler yayınlanırken, inşaatlar, tarlalar gündeme getirilirken”; Fenerbahçe’nin Başkanlık koltuğunda oturan kişinin, şike iddialarıyla hapiste tutulmasına, -hele Fenerbahçeli değilse o kişi- karşı çıkmak; hiç de sanıldığı kadar kolay bir iş değil...

***

Aziz Yıldırım’ın şike olayında tamamen masum olduğuna inandığımdan değil, bu kararı insaniyet adına adil bulmamamdan kaynaklanıyor; bu durum... Sportif açıdan tutuklamanın ve cezaevinde yatırmanın yeni komplikasyonlara neden olacağını da biliyorum...

Bu iki nedenin dışında hiçbir gerekçem yok Aziz Yıldırım’ın hapiste tutulmasına karşı çıkmamın ardında...

***

O günlerde çok fırtınalı, hüzünlü ve yıpratıcı bir dönem geçiriyoruz...

Birkaç gün önce, Aziz Yıldırım’dan gelen paketten formaları çıkartıyorum...

Yardımcısının söylediğine ek olarak, iki çocuğumun formalarının yanında bana da bir forma gönderdiğini görüyorum Başkan’ın...

*****

BİR BABA YADİGÂRI...

Çocuklarıma dönüyorum...

Onlara şöyle söylüyorum;

-“Hayatınız boyunca, en amansız rakiplerinizle mücadele ederken bile, insanlığınızı unutmayın...” diyorum...

-“İnsani değerlerinizden uzaklaşmayın...

Dönem müsait, rakibi zaten yiyorlar deyip; bel altından rakiplerinize vurmayın...

Adil olun... Adil mücadele edin...

Aslolanın dostluk olduğunu hiçbir zaman unutmayın...

Rakiplerinizin size saygı duymasını sağlayın...

Beşiktaşlı olan sizlere Fenerbahçe Başkanı tarafından hediye gönderilen imzalı bu Fenerbahçe formalarının anlamı; “ailevi geleneğinizde insani duruşunuz ve en kötü günlerde insanlıktan vazgeçmeyen bir ilkeye sahip oluşunuzdandır... Dostluğunuzla, insanlığınızla ve ailenizle gurur duyun...

Dostlarınızla gurur duyun...

Size hediye edilen Fenerbahçe formalarının anlamı, bu insani duruş ve dostluktan yana aile geleneğinizdir...

Bu genler sizinledir...

O genlerin varlığını her insani olayda, rakiplerinizle her dostluk vesilesinde hatırlayın ve uygulayın... Bir baba yadigarı niyetine...”

Yazının devamı...

Dünya okulunda öğrenci olmak...

Düzenli olarak hayallerini hatırlaman gerekli... İçinde yaşadığın evren son derece arkadaş canlısı bir mekandır...

Gerçekleştirme becerisine sahip olmadığın bir şeyin hayalini kuramazsın...

Onun için hayallerini ve seni en çok neşelendiren imgeleri düşünmek için kendine zaman ayır...

***

Arayış içindeysen; gerçek benliğinin bulunduğu eve yani kaderine doğru yolculuğunu sürdürürken, yaşaman gereken hayata doğru ilerlerken, daha önce bilmediğin tamamen farklı bir dünyanın olduğunu görmeye başlayacaksın...

Burası varacağın en inanılmaz yerlerden birisidir...

Sınırların yok olduğunu göreceksin...

Artık bütün ihtimalleri değerlendirmeye hazırsın...

***

Yaşamanın şu ana kadar nasıl olduğu aldanışından kurtulur; dünyanın aslında nasıl nefes kesici güzelliklerle dolu bir yer olduğunu gördüğünde; dünya ile yaşadığın hayatın örtüşmesinin hızlandığını fark edeceksin...

Sen evrenin yaşamanı istediği hayata dair, daha fazla cesaret, daha büyük bir inanç gösterdikçe, evren de yollarına serecek...

Çıktığın yollarda yeşil ışıkların yandığını göreceksin...

***

Hayat bir büyüme okuludur...

Bu gezegen üzerindeki yaşantın boyunca, öğrenmen gereken dersler; önüne fırsatlar çıkartarak fark etmen için özenle tasarlandı...

Dünya Okulu’nda yaşıyorsun...

*****

YAŞAMIN EN ÜZÜCÜ KISMI ÖLMEK DEĞİL...

Geçmişinin üzerinden çok sular aktı...

Gelecek ise, hayal gücünün ufkunda yükselen bir güneş...

En önemli anın şu an...

Onu yaşamayı, ondan tat almayı öğren...

***

Yaşamın en üzücü kısmı ölmek değil...

Hayattayken gerçekten yaşayamamış olmandır...

Çoğumuz yaşarken oyunu küçük oynar...

İnsanlığının tamamının gün ışığına çıkmasına asla izin vermez...

***

Hayatın; eğer sen onun üzerinde hakimiyet kuramadığın takdirde, onun senin üzerinde hakimiyet kurması gibi bir alışkanlığı vardır...

Haftalar ayları kovalar...

Aylar yılları...

Bir de bakarsın sen farkına bile varmadan hayatın sona erer...

Yaşam; ne kadar uzun yaşarsan yaşa çok kısadır...

Farkına bile varmadan toza dönüşürsün...

Buradan çıkartacağın ders şudur:

Varsayımlar üzerinden yaşamayı bırak...

Kontrolü eline al...

Oyuna geri dön...

Senin kaderinin “kalbin” olduğunu kavrayan, daha zengin bir gerçekliği yaratmak için harekete geç...

***

Büyük sorular soruyor olman; büyüdüğün ve uyandığın anlamına gelir...

Kalabalıktan ayrılıyor ve bilinçleniyorsun...

Genellikle doğru soruları sorarsan, doğru cevapları bulursun...

Böylelikle kendi gerçeğini ve gerçek yaşamını keşfedersin...

***

Soru sormak, kalbinde zaten bulunan bilginin kilidini açar...

Doğru sorular sormayı becer; seni temin ediyorum; zamanı geldiğinde bütün cevaplar su yüzüne çıkacaklar...

Soruların gücü büyüktür...

*****

TAŞIYABİLECEĞİNDEN DAHA FAZLA YÜK...

Temel doğa kanunlarından biri şudur...

Taşıyabileceğinden daha büyük bir yükü yüklenemezsin...

Yolun sevgiyle hazırlandı...

Hazır olduğunun ötesinde bir bilgi ve gerçek karşına çıkmayacak...

Yani sadece sen hazır olduğunda bütün parçalar seni bulacaklar...

Öğrencisin sen ve sabırlı olmalısın...

Zamanlama önemlidir...

Cevaplar sana gelecektir...

***

Quaker’ların ‘sakin kısık iç ses’ dediği, kişisel bilgelik kaynağın olan içsel rehberini duymaman çok kolaydır...

Ancak çevrendeki dünya, dayatmalarına uyman için sana baskı uygularken, kendi ritmini bulman genellikle zordur...

Aramakta olduğun doyum ve bolluğu bulmak için, onlara en çok ihtiyaç duyduğun anda, sana gelen hislerini dinlemelisin...

***

Senden önce, birçok büyük insanın yürüdüğü bir yolun üzerindesin...

Bunları sadece sen yaşamadın...

Sadece inan ve benliğinde daha da derinlere inmeye devam et...

Aradığın tüm cevapları kendi içinde bulacaksın...

*****

SADECE EN ÇOK İLGİ DUYDUĞUN ŞEYİ ELDE EDERSİN...

Hayat; ilmikleri kusursuz bir şekilde bir araya getirilmiş bir duvar halısıdır...

Her zaman istediklerini elde edemezsin...

Ama her zaman ihtiyaç duyduklarını elde edersin...

Her zaman en çok ilgi duyduğun şeyi elde edersin...

Bu yaşamın en büyük derslerinden biridir...

***

Eğer hayatın vereceği dersleri, dikkatini yoğunlaştırarak öğrenirsen, o derslerin yanına hiçbir kitap yanaşamaz...

Risk almak yaşamaktır...

En güvenli yolun küçük oynamak olduğunu düşünerek küçük oynarsın...

Oysa en risklisi küçük oynamaktır...

Bilinenin Güvenli Limanı’nda güvenlikten eser yoktur...

Bu seni baştan çıkartan bir yanılsamadır...

Bu yanılsama, güzel bir yaşamı heba eder...

***

Bir tırtıl sonsuza dek kozanın içinde kalamaz...

Doğru an geldiğinde, kelebek ortaya çıkmalıdır...

Doğanın zamanlamasına güven...

Saati her zaman seninkiyle aynı saati göstermez...

Bunu aklından çıkarma...

Acın geçecektir...

Her zaman geçer...

***

Hayatında sürüp giden, harika bir tutarlılık var...

Sonuçlar için zorlamaktan vazgeçip, kendini akışa bırakırsan, hayatında oluşması gereken sihir, tümüyle ortaya çıkmaya başlar...

Her şeyi oldurmaya çalışman, bazı şeylerin dengelenmeden önce oluşmasına uğraşman, sonuçları zorlaman kontrol anlamına gelir...

Hayatı kontrol etmeye çalışma...

***

Yola koyulan herkes, hedefine ulaşamaz...

Birçoğu varmak istediği noktaya varamaz...

Ancak her yeni gün, ideallerine bir adım daha yaklaşmak ve kaderindeki kişi olmak için sana fırsatlar sunar...

Eğer onları ararsan, fırsatlar sana daha büyük bir kişisel güç sağlar...

Ve kendi üzerinde çalışarak kazandığın eşsiz gücü, kimse elinden alamaz...

Bu hayatın boyunca seninle kalır...

***

Yeni doğmuş bebekler, mükemmelliği ve senin için geri dönüş misyonuna sahip olduğun varlığı temsil ederler...

Doğduğun anda, korkusuzdun...

Saftın...

Sevgi doluydun, masumdun... Sınırsız bir bilgeliğe, sınır tanımayan bir potansiyele sahiptin ve evreni yaratan görünmeyen elle aranda güzel bir bağ vardı...

Bugün büyük çoğunluğunuz, korkusuzca yürüyebildiğiniz, yıldızlara uzandığınız, başlangıçta sizde varolan esas benliklerinizle bağınızı kaybettiniz...

Kim olduğunuzu unuttunuz...

Kim olduğunuzu keşfedin, içinizle bağı yeniden kurun....

(Sharma)

Yazının devamı...

Aksigorta... Ehliyetsiz bir sürücünün kazasının ardından

Dört ay önce ailecek Bodrum’a gidiyoruz...

2.5 aylık seyahatimiz Hicret’i andırdığından, bavulları arabayla ve şoförle gönderiyoruz... Anne, baba, çocuklar ve yardımcıları ben uçakla götüreceğim...

18 Haziran Cuma günü bavulları şoföre veriyorum arabaya yerleştiriyorlar ve yola çıkıyor...

Biz de çoluk çocuk maaile, uçakla gideceğiz ertesi günü Bodrum’a...

***

Yarım saat sonra haber geliyor...

Şoför İstanbul içinde kaza yapıyor...

Araba berbat halde

Gidecek gibi değil...

Karşı taraf; yüzde yüz suçlu...

Zaten şoförünün ehliyeti yok...

Ayrıca polis raporuyla belgeli bütün kusur onda...

***

Tam tatil öncesi; arabasız ne yapacağını bilmez halde kalıyoruz... Bin bir güçlükle bavulları bir başka arabaya veriyoruz...

Mağdur oluyoruz...

Karşı tarafın Aksigorta’dan kaskosu, Anadolu Sigorta’dan trafik sigortası var...

***

Arada geçen 3.5 ayda, yaşanılan mağduriyetleri ve görüşmeleri söylemeyeyim...

Biz aracın, onarılmış halde teslim edilmesinin dışında hiçbir şey talep etmiyoruz... Onlar buna yanaşmıyor...

-“Araba perte çıktı... Biz ikinci el parasını ödeyelim... Bitsin bu iş...” diyorlar...

***

Otomobili satan firma bize;

-“Abi sigorta sizi düdüklüyor... Bu fiyata olmaz...” diyor...

Bu durumu sigortaya iletmeye çalışıyoruz...

-“Biz karışmayalım... Otomobili satan firmanın verdiği rayice göre belirleyin fiyatı...” demek istiyoruz...

Avukat devreye giriyor, otomobil firmasından giriyor...

İki hafta boyunca cevap bile vermiyor Anadolu Sigorta; onca maile...

Aksigorta ise, kendini saklıyor, devrede bile değil...

***

Bir süre hiçbir muhatap bulamıyoruz...

Sonra tesadüf tanıdıklardan Anadolu Sigorta’yla temas noktası buluyoruz...

Onlar aylar sonra trafik sigortasının ödeyeceği rakamı ödeyip, aradan çekiliyorlar...

Bize bir “mutabakat belgesi veriyorlar...”

“Bunu imzalayın paranızı alın... Arabanın hurdasını biz alacağız...” diye...

***

Aradan üç buçuk ay geçtikten, araba bu süre zarfında pertten neredeyse hurdaya çıktıktan sonra; dün akşam Aksigorta’nın temsilcisi; bize son bombalarını patlatıyor...

-“Bizde size çarpan aracın kaskosu tam değilmiş... On beş bin lira veririz... Arabayı da bu saatten sonra siz satarsınız... Başka da bir şey yapamayız...”

*****

KASKO...

Hangi birine yansak?.. Kaskosu tam değilse niye üç kere ayrı teklif verdiniz?.. Sonradan mı öğrendiniz, kendi yaptığınız kasko anlaşmasının tam olmadığını?.. Çocuk mu kandırıyorsunuz?..

Bir yurttaş bir kazada, hem de hiçbir suçu olmadığı, ehliyetsiz yapılan bir kazada, kaskoya güvenmeyecek de nereye güvenecek?.. Kazada hiçbir suçu olmadığı halde mağdur olmuş insanı dört ay oradan oraya arabasız sürükleme hakkını nereden buluyorsunuz?..

***

Sigorta şirketlerinde arabalarınız hatta diğer sigortaladığınız şeylerle ilgili; püf noktası şu...

Size bir sözleşme imzalatıyorlar...

Üzerinde okumadığınız onlarca madde olan, ecik bücük yazılmış metinler...

O maddelerin içinde, mutlaka size hak ettiğinizi ödetmeyecek onlarca tuzak ve boşluk var... Bunları sigorta şirketlerinin hukuk büroları hazırlıyor... Her durum için “sözleşmedeki boşluklara göre kaçılabilecek” noktalar saptıyorlar...

***

Sürücünün ehliyetsiz, üstelik yüzde yüz hatalı olduğu bir trafik kazasında bile, sigorta şirketinin ödeme yapmamak için; teklifi üç kez değiştirerek, “halde hıyar pazarlığı” yapar gibi, pazarlık yapmasının esas nedeni bu...

*****

ÖĞRENCİSİNİ TACİZ ETTİĞİ İDDİA EDİLEN ÖĞRETMENE...

Televizyonda bir canlı yayında; Nişantaşı Kız Lisesi’nde vuku bulduğu söylenen “bir lise öğretmeninin kız öğrencilere tacizi” suçlamasını araştırıyoruz yıllar önce... Yayına iddialara muhatap olan öğretmenin de katılacağını söylüyorlar...

***

-“Aman ne iyi...” diyorum...

-“Güzel güzel sorarım... Durumu tam anlarım...”

Böyle anlarda, yalan yanlış iddiaların insanlara karşı çok kolay seslendirilebileceğini bildiğimden, öğretmene karşı çok dikkatli davranmaya karar veriyorum...

Hiç suçlamamayı düşünüyorum...

Hatta üzerindeki psikolojik baskıyı da almaya niyet ediyorum...

***

Gel gör ki; öğretmen, canlı yayına bağlandıktan sonra, benim sorularımı dinlemek ve cevap vermek yerine, benim de sesimi kıstırıp, canlı yayında bildiğini okuyan, kimseyi tınmayan agresif bir tavır sergilemeye başlıyor...

Ona sürekli; sorularımı hatırlatıyor ve cevap vermeye yönlendirmeye çalışıyorum...

Bunu sıkıştırmak amacıyla değil, rahatça kendisini izah edebilsin, gerçekler ortaya çıksın diye yapıyorum...

***

Ancak bunu anlamıyor muhatabım...

Sürekli sesini yükseltiyor ve anlamsız şeyler söylüyor...

Sonunda; birkaç dakika konuşmasını dinliyorum...

Hiç konuşturmuyor beni...

Ağzımı açsam, lafı ağzıma tıkıyor...

Sonunda; “televizyon yayıncılık tarihinde yerini alan o kült sözlerimden birini söyleyiveriyorum...”

***

-“Siz canlı yayında bana böyle yapıyorsanız, kim bilir neler yapıyorsunuz başkalarına?..”

Dün Aksigorta’nın acentesiyle konuşurken; 20 yıl önce canlı yayında söylediğim bu sözü hatırlıyorum...

-“Aksigorta, yüzde yüz hatalı, ehliyetsiz yapılan bir kazanın tarafının sigortası olarak 3.5 aydır bana bunu yapıyorsa, kim bilir başka mağdurlara neler yapıyordur?..” deyiveriyorum...

***

Dün akşam yazıyı yazarken; mesaj geliyor telefonuma;

-“Genel Müdür’ün konuyla bizzat ilgilendiğini” belirtiyor mesaj...

Herhalde benim, “yazı yoluyla insanları ve kurumları dize getirmeyi” amaçlayan gazeteci türünden olduğumu zannediyorlar...

Bilmiyorlar ki; benim kimseleri dize getirme gibi bir derdim falan yok...

Hatta işi bunca yokuşa sürdükten sonra artık ödedikleri şeyin bile bir anlamı yok...

***

Ben yazayım...

Belki bundan sonra mağdur olacaklara bir yararım olur...

Bu işin tekerrürünü önlerim, mağdur edilecek yüz binlerce insan için...

O önemli...

Onlara cevap yazıyorum...

-“Teşekkürler ilginize... Gerek kalmadı...”

*****

İNSAN İLİŞKİLERİ VE SAKIP SABANCI

Sakıp Sabancı, hayatını insan ilişkilerine adayan mülti milyarder bir dostumdu... Onda bulduğum sıcaklığı, kimselere değişmezdim...

İnsan ilişkilerinin, hayata sevgiyle bakmanın önemini o kadar iyi bilirdi ki; yaptığım haber programları ve bültenleri onun vazgeçilmez adresleriydi...

***

Onun sımsıcak kalbine o kadar çok güvenirdim ki; koskoca Sakıp Sabancı’ya bir gün telefonda; “Galatasaray’ın UEFA finalinde üç gün boyunca Show Haber’de benimle birlikte Kopenhag’dan canlı yayın yapar mısınız..” diye soruverdim...

***

Teklif ettiğim şey bir nevi muhabirlikti...

Koskoca Sakıp Sabancı, “Senin için memnuniyetle yaparım kardeşim” dedi ve üç gün üç gece bizim kameraman ve Ömür Varol’la her yere gidip yayın yaptı...

Onu o kadar ekipten görüyordum ki;

-“Uçak paralarınızı biz karşılayalım lüfen...” dedim...

O sempatik haliyle yüzüme, “O kadar da değil” dercesine öyle bir baktı ki; ben yaptığım tekliften utanıverdim...

***

-“Aksigorta da Akbank gibi Sabancı’ların kuruluşu... Bilmiyor musun?..” dedi bir dostum...

O söyleyene kadar, onun bile farkında değildim...

Hey gidi Sakıp Ağa...

Hep korkmuşumdur bir gün, benle zerrece ilgisi olmayan işler yapanların adımı kalkan gibi kullanmalarından...

Nur içinde yat Sakıp Ağa...

Senin ismin asla kirlenmez; ne kalbimde, ne de o tertemiz anılarda...

Yazının devamı...

Mamma Mia Müzikalinin gösterildiği Zorlu’da trafik keşmekeşi...

Çocukların Pazar günleri tenis antrenmanları var...

Antrenman bitiyor, hızlı bir şekilde “müzikale gitmek için bir gece önceden çocukların hazırladıkları kıyafetleri” giydiriyor, arabada bir şeyler atıştırıp, gösteri başlamadan beş dakika önce, Zorlu Center’ın önüne varıyoruz...

***

Kapıda çocukları çıkartıyorum...

Tam arabadan inecekken; birisi yanıma yaklaşıyor;

- “Burada artık vale servisi yok... 150 metre ileriye götüreceksiniz arabayı...” diyor...

Çocuklar dışarıda kalıyor, ben arabayı ileriye götürmek üzere, yeniden araca biniyorum...

Tamamen felç olmuş bir trafikte ilerdeki meçhul park yerine ulaşmaya çalışıyorum...

Yaklaşık 20 dakika geçiyor, yeni park yerinde bir sürü sorunla baş etmeye ...

Oyun başlayacak, ben çocuklarla buluşamıyorum...

İnanılmaz bir kaosun içinde bir sağa bir sola dönüp duruyorum...

***

Zorlu’nun önüne arabayla geldiğimiz andan, gösterinin başladığı salona geldiğimiz ana kadar yirmi dakikadan fazla bir zaman geçiyor...

Kan ter içindeyim...

Salondaki yerimize otururken Tanrı’nın isteğiyle, oyunun 15 dakika geç başlamakta olduğunu fark ediyorum...

Beşiktaş Belediye Başkanı Murat Haznedar, halimi görüp ne olduğunu soruyor...

-“20 dakikadır, Zorlu Center’ın önünde ne yapacağımı bilmez halde dört dönüyorum...” diyorum...

-“Eşim de aynı sorun yaşadı; bir şeyler olmuş burada...” diyor...

***

Oyun arasında; Belediye Başkanı’nın yardımcıları geliyorlar...

Zorlu Center’ın önündeki trafik keşmekeşinin nedenini açıklıyorlar:

-“Zorlu müdüriyeti girişteki vale servisini, makam araçlarının şoförlerine iyi davranmadığı için lağvetme kararı almış... Karışıklık ondan meydana geliyor...” diyorlar...

Çıkışta 45 dakika araba bekliyoruz...

Beşiktaş’ın Eskişehir ile maçının ilk devresi, biz Zorlu’nun önünde araç beklerken başlıyor ve bitiyor...

Bizim araba henüz gelmiyor...

Zavallı çocuk;

-“Biliyorum kızacaksınız...” diyor...

Oysa kızmıyorum...

Böyle anlarda bana başka bir hava geldiğinden,

-“Hayır...” diyorum...

-“Sen rahat hareket et... Kızılacak noktayı aştık... Durumu seyretmekten başka bir şey yapmaya gerek yok...”

*****

MAMMA MİA MÜZİKALİNİ İZLERKEN FARKETTİĞİM ACI GERÇEK...

Broadway’in Londra’dan gelen oyuncuları oynuyorlar Mamma Mia müzikalini...

Oyuncuların aksanları İngiliz aksanı...

Her tarafa, oyunun diyaloglarının Türkçe altyazılarının geçtiği bantları görüyorum...

BKM ve Zorlu performans sanatları merkezi, muhteşem bir düzen kuruyor, salonda bu yöntemle...

İzleyici; büyük bir rahatlık içinde diyalogları izleyebiliyor; aynı anda parçaların sözlerini kolaylıkla anlayıp, oyunun tam içine girebiliyor...

***

Mamma Mia’yı izlerken “acı bir gerçeği” farkediyorum...

Bu müzikali Londra’da ilk izlediğim sırada; Abba’nın hayatıma damgasını vuran muhteşem dinlerken aldığım keyfin dışında, oyunun senaryosuyla hiç ilgilenmiyorum...

Oyun bana, “muhteşem Abba parçalarının, seslendirilmesi için yazılmış vesile bir senaryonun uyarlamasından ibaret” görünüyor...

***

Oysa aradan geçen 12 yılda, Mamma Mia müzikalinin, konusuna, senaryosuna, kahramanlarına ve oyun performanslarına büyük bir dikkat ve açlıkla bakmaya başlıyorum...

Ne oluyor bana?..

Shakespeare’in Hamlet’i mi oynuyor ki, böylesine bir oyun dikkati ve coşkusu var üzerimde?..

***

Sonuçta insanları eğlendirmeye ve hoşça vakit geçirtmeye yönelik bir Broadway müzikali oynanmakta olan...

Derin ve edebi bir sanat eseri değil; sahneye konan...

*****

HANGİSİ TRAJİKOMİK MAMMA MİA MI, ONU İZLEYENLERİN HALLERİ Mİ?..

Türkiye’de “siyaset ve hesaplaşmadan ibaret hale gelen” toplumsal gündem, beni o kadar canımdan bezdiriyor ki; Yunan adalarına gidip, üç sevgilisinin hangisinden hamile kaldığını bilmeyen bir Amerikalı orta sınıf kadını ile kızının trajikomik sıradan hikayesi, bende çağdaş dünyaları yansıttığını varsaydığım bir coşkuya neden oluyor...

***

Siyaset, kavga, kalleşçe pusu kurma, birbirini gammazlama, içeri tıktırma, bitmek tükenmek bilmeyen güç ve iktidar kavgalarından ibaret bir hayat sürme, topluma öylesine şırınga ediliyor ki; sıradan bir müzikalle nefes almak, çağdaşlığın sembolü haline gelebiliyor...

***

Durumumuzun acınacak halde olduğunun bundan daha açık bir göstergesi olabilir mi acaba?..

12 sene önce Londra’daki Mamma Mia müzikalinden çıkarken;

-“Senaryo yazmalarına gerek yoktu... Abba’nın parçalarını arka arkaya söyleseler yeterliydi...” diyordum...

Önceki gün İstanbul’da, sıradan bir Broadway müzikali, çölde bulduğum bir vaha gibi görünüyor bana...

***

İki gündür televizyonları tesadüfen açtığım 17 sularında, 20-22 televizyon kanalında hep birden Başbakan’ın mitingini canlı yayınlanırken görüyorum...

Konu Başbakan, ana muhalefet veya herhangi bir muhalefet partisi lideri değil...

Konu, gündemi sadece siyasetle dolduran, yaşamın her alanını es geçen, gri bir hayat tarzının ve kültürün, kavga sosuyla lezzetlendirildiği sanılarak mönü diye sürekli bize servis edilmesi...

***

Trajikomik olması için sürrealist bir senaryoyla soslanan sıradan bir Broadway müzikaline; Shakespeare ve Hamlet muamelesi çekmemin esas nedeni, kültürel olarak aç ve susuz kaldığım bir çölde bedevi bir hayat sürmek olmasın?..

Trajikomik olan öykü Mamma Mia değil esasen...

Mamma Mia’dan daha trajikomik olan onu izleyen bizlerin öyküsü...

Muhtemelen biz onlara gülerken, oyuncular sahneden bize gülüyorlar kıs kıs...

Yazının devamı...

Newyork’ta Broadway’e ilk gittiğimde...

20 yıl önce; 1995’in Ağustos’unda Amerika’ya gitmeye nihayet karar verdiğimde, yanımdaki kız arkadaşımın varlığına güveniyordum...

Bunca yıl sonra, onca hayat tecrübesinin ardından, yapacağım ilk Amerika seyahatinin; çok kaliteli, zengin içerikli, turizmin ötelerinde mahiyetler içermesi; gerekiyordu...

Seyahat; o güne kadar; kültürüne yakın, ama kendisine itinayla uzak durduğum Amerikan kıtasının yaşam tarzını, kültürünü, sinerjisini bana doğru aktarmalıydı...

***

Kız arkadaşım İstanbul’da Robert Kolej mezunuydu...

Üniversite eğitimini İngiltere’de yapmıştı...

O da benim gibi Kıta Avrupası kültürüyle büyüdüğünden, Amerika’ya, o güne kadar gitmemişti; ilk kez gidiyordu...

***

Ben; İngiltere’de, Almanya’da, Japonya’da gazetecilik ve dil eğitimi görmüş, Paris’i sindirmiş, Atina’da 7 yıl yabancı ve Türk medya kuruluşlarının temsilciliğini, büro şefliğini yapmıştım...

Dünyanın bir sürü ülkesinde çalışmak gazeteciliğimin vazgeçilmez koşuluydu...

***

Ne ki biraz gençlik yılları solculuğumdan, bir miktar ailemin Amerika korkutmalarının üzerimde yarattığı travmadan, tıpkı kız arkadaşım gibi ben de Amerika’ya gitmeye bir türlü ikna olamamış, Avrupa’da dolaşmayı yeğlemiştim.

***

Kız arkadaşımın varlığına şükran duyuyordum; çünkü Robert Kolej’de aldığı eğitim, Amerika seyahatimizi, nokta atışı kültürel adreslerle zenginleştirecekti...

Broadway’i ve Broadway müzikallerini o ilk Amerika gezisinde yakından tanımaya başladım...

Otelin concierge’ından 100-110 dolar karşılığı bulduğumuz her biletten, mutlu oluyor bir Broadway oyunu daha izleme fırsatı yakaladığımız için çocukça seviniyorduk...

Broadway müzikallerine iyi yerden, birkaç gün öncesinden bilet bulmak mümkün değildi...

***

Amerika’nın tılsımlı Broadway müzikallerinin dünyasına, o müzikallere birkaç sokak ötede bana çok şirin gelen bir otelin lobisinden girme fırsatı yakalamıştım...

Washington’a da gitmemize rağmen, Newyork’u terketmek istemiyordum...

Kız arkadaşım, lise arkadaşını görmeye San Francisco’ya gitti ben Newyork’ta kaldım; gitmedim...

Özel televizyonlara yeni transfer olmuştum...

Newyork’un Broadway müzikalleriyle dolu ilham veren ortamından kopmak istemiyordum...

Televizyon programları için, ilham topluyor; Broadway’i buram buram içime sindiriyordum arka sokaklarında...

*****

BABASINI ARAYAN BİR GENÇ KIZIN ÖYKÜSÜ...

Show TV’de haber ve program yaparken, ne zaman bir fırsatını bulsam, kaçar Newyork’a giderdim...

Broadway müzikallerine...

Bir süre sonra Broadway müzikalleri beni kesmiyor, off-Broadway’i, daha sonra daha marjinali olan; off-off-Broadway’i keşfediyordum...

Broadway’in her karesinde kendimi buluyordum...

Müzikallerin labirentlerinde, içim dolup taşıyordu...

***

Birkaç yıl sonra, ünlü bir müzisyen olan yeni kız arkadaşımla Londra’daki Broadway müzikaline gitmeye karar verdiğimizde, “Newyork Broadway’inin şehirden kaynaklanan tılsımlı ambiyansını bulamayacağımdan ürküyordum...

Mamma Mia müzikalini ilk kez Londra’da izliyordum...

Salon alkıştan ve Mamma Mia’daki muhteşem Abba parçalarına tüm salonun yaptığı toplu dans ayininde; sanki yıkılıyordu...

***

Evlenmek üzere olan 21 yaşında genç bir kızdı Sophia...

Annesiyle beraber bir Yunan adasında taverna ve butik otel işletiyorlardı...

Gelinin; evleneceği gence, babası tarafından kilisede teslim edilmesi gerekiyordu Hristiyan geleneklerine göre...

Sophia babasının kim olduğunu bilmiyordu...

***

Annesinin günlüklerini gizlice okuyacak ve babasının kim olduğunu bulmaya çalışacaktı...

Ne ki; müzikalin trajedisi ile komedisi tam da burada ortaya çıkıyordu...

Annesi Donna; ona hamile kaldığı sırada beraber olduğu erkeğin nişanlı olduğunu öğrenmesiyle bunalıma girmiş, Amerikalı mimar sevgilisinden ayrılmış ve o sırada biri İsveç’li denizci-gezi yazarı, diğeri İngiliz bankacı, iki erkekle beraber olmuştu...

***

Annesi; Sophia’nın babasının kim olduğunu bilmiyordu...

Sophia da babasının kimliğini bulabilmek için, babası olduğunu sandığı üç adamı annesinden habersiz “düğününe davet edecekti...”

*****

ABBA’NIN MUHTEŞEM PARÇALARI EŞLİĞİNDE İSTANBUL’DA MAMMA MİA MÜZİKALİ...

Müzikal; dünyada hit yapan Abba’nın Mamma Mia, Money Money Money, Chiquitita, Dancing Queen gibi muhteşem parçalarının, söylenmesi için senaryolaştırılmış bir Broadway harikasıydı...

20 yıldır sahneye konan dünyanın en popüler müzikaliydi Mamma Mia...

***

Mamma Mia’nın İstanbul’a geleceğini duyduğumda; “nasıl yapacağım da bakalım bunca işin arasında, çocuklara müzikalden iyi bir yerden yer bulacağım...” diye içim içimi kemirmeye başlamıştı...

*****

“DÜNYADA KISKANMAYACAĞIN TEK ŞEY ÇOCUĞUNDUR...”

Perşembe sabah gazetelerde “Mamma Mia müzikalinin ilk gecesi muhteşem geçti” haberlerini görünce, içim burkulmuş; “şimdi gel de bu müzikale iyi bir yerden bilet bul” diye kara kara düşünmeye başlamıştım...

***

Oysa kuantum; evrende temiz ve saf olan niyetini kendiliğinden görür ve sen bir şey yapmadan evrenin onu gerçekleştirmesinin yolunu açardı...

O gün öğlen Beşiktaş Belediye Başkanı ve eşi Özlem-Murat Haznedar çiftinin öğle yemeğine davetliydim...

Konu konuyu açıyor, Türkiye’nin gülleden ağır hale gelen siyasi havasında, sörf yapıyorduk...

***

Sohbetin sonunda karı koca Haznedar’lar, akşam bir başka davetten dolayı iptal edecekleri Mamma Mia müzikalini konuşmaya başladılar kendi aralarında...

-“Hay Allah...” dedim;

-“Ben de sabahtan beri, çocukları Mamma Mia’ya nasıl götüreceğimi düşünüyordum...”

Davetiyeyi Pazar günü öğlene kaydırdık...

Çocuklarını da alacaklardı...

Ben de çocuklarıma; ilk Broadway müzikalini böylece tattırabilecektim...

Babaları 36 yaşında ilk Broadway müzikalini seyretmişti...

Onlar 6 yaşında izleme fırsatı elde edeceklerdi...

30 yıllık mini minacık bir farkla!..

Ne demişti babam;

-”Dünyada kıskanmayacağın tek şey çocuğundur...”

Yazının devamı...

Civardaki kavgaya inat; kendi mucizeni yaratmanın anahtarı...

Birkaç gündür; bu köşede yaşamın bilgelik sınırına erişmiş insanlarının ve öğretilerin, aktarımlarını paylaşıyorum...

Yazdığım şeylere, dört bir yandan duyulan ihtiyaç;

Sorulan sorular...

Aranan cevaplar...

Fazlasını isteyen talepler;

Hayatın ihtiyaçlarının, yaşadığımız nefret dolu kavgalarda değil, insanın kendisini geliştirmesinde, korkularının üzerine gitmesinde ve büyümesine yardımcı olacak anahtarları bulmasında yattığını gösteriyor...

***

Bu Pazar günü, “Türkiye’de kimin kimi yediğinin ölüm totosunu tutmak yerine, kendinize yönelerek, derin derin düşünüp, benliğinizi tanımanız ve korkularınızla yüzleşip, yeni ufuklara yönelmeniz yolunda, felsefi öngörüleri söylemeye ve yazmaya devam edeceğim...”

***

Barışın, huzurun, kendini tanımanın, içinle barışmanın ve kalbinin derinliklerindeki amacı bulmanın yolu, bu çatışmaların tarafı olmaktan geçmiyor...

Kişisel gelişmenin ve dünyaya geliş nedenini ortaya çıkarmanın mucizesi, seni kendinle ve insanlarla barıştıracak, kendi içindeki mükemmeli bulmana yardımcı olacak...

Yüklerinden kurtulup, özündeki cevhere ulaşman, dünyaya neden geldiğini anlaman; ancak içine dönüp kendi mucizeni yaratmanla mümkün...

Civardaki kavgaya inat, kendi mucizeni yaratman yolundaki önermelere devam etmeyi uygun görüyorum bu Pazar...

Okuyanlara ve öğrenmek isteyenlere kolay gelsin...

*****

İSTEDİKLERİNİ ELDE EDERKEN; BAŞKALARININ İSTEKLERİNİ KARŞILA...

Başlangıcından beri dünya; doğa yasalarıyla yönetiliyor...

‘İstediklerini elde ederken, daima başkalarının istediklerini elde etmelerine yardımcı ol...

İnsanlarla ilişkilerinde kusursuz bir samimiyet geliştir...

Anı yaşa...

Tanıdığın en kibar insan ol... Yaptığın her işte en mükemmel olmak için, elinden gelenin en iyisini yap... Kendine karşı dürüst ol... Cesurca hayaller kur...’ gibi yasalar; bunlardan bazıları...

Bu kuralları bil ve onlarla yaşa...

*****

PLATON’UN ÖLÜM DÖŞEĞİNDEKİ SÖZLERİ...

Platon ölüm döşeğindeyken, arkadaşı kendisinden hayatının büyük çalışması olan “Diyaloglar”ı özetlemesini ister...

Platon derin derin düşünür ve sonunda ona üç kelimeyle cevap verir:

- “Ölüm talimi yap...”

***

Eski düşünürler, Platon’un söylemek istediğini başka türlü ifade ederler:

- “Ölüm çok yaşlıların olduğu kadar, gençlerin de hemen gözlerinin önünde durmalı...

Her gün yaşamın sonuna gelmiş, onu bitirmiş, tamamlamış gibi düzenlenmeli...

Bu sana zamanın paha biçilmezliğini anımsatacak, daha zengin, daha bilge, daha doyurucu bir yaşam sürmek için en iyi vaktin şimdi olduğunu hatırlatacaktır...”

*****

HAYAT KALBİN ÖZLEMLERİNİ GÖZARDI ETMEZ...

Hayat kalbinin özlemlerini gözardı etmez... Sana yazılan planda senin için yanlış olan bir bölüm kesinlikle olamaz... Amaç mutlu olmandır... Kaderin seni asla mutsuz edecek bir noktaya taşımaz...

***

Her şeyin senin istediğin gibi gitmeyeceğini unutma...

Oyunda; mantığını her zaman anlayamadığın daha büyük bir zeka var...

Eğer elinden gelenin en iyisini yapıp, gerisini bırakır ve karşılığında ne gelirse gelsin bunun senin için en iyisi olduğu öğretisini kabullenirsen, hayatın mükemmel bir biçimde yoluna girer...

Hatta umduğundan daha iyi bir şekilde yürür...

***

Sana özgür irade verilmesinin bir nedeni var...

Hayal ve arzularını hayata geçirmek için gerekli adımları atman için özgür iraden var...

İçlerini doldurma gücüne sahip olduğun, birçok boşluk ve birbirine bağlayacağın birçok nokta var...

Hayallerini kurduğun yaşama ulaşmak için, çaba harcayıp gereken fedakarlıkları yapmalısın...

Çok çalışma, öz disiplin ve günlük gelişmeler, muhteşem olmak için gerekli unsurlardır...

***

Geçmişin üzerinde durarak geçirdiğin her saniye, geleceğinden çalarsın...

Problemlerine odaklandığın her dakika, seni çözüm üretmekten uzaklaştırır... Ve başına asla gelmemiş olmasını dilediğin şeyleri düşünmek, aslında yaşamında yer almasını istediğin güzelliklerin önünde engel olarak durur...

***

Elinden gelenin en iyisini yapmak konusunda üzerine düşeni yerine getirdikten sonra, rahatla ve karşılığında ne gelirse gelsin bunu kabullen...

Yapabileceğini yaptın...

Sorumluluk alarak harekete geçtin...

Gücünün yettiği en iyi tercihleri, en iyi hamleleri yaptın...

Şimdi en “yüce gücün” kontrolü eline almasına ve gitmek istediğin yere ulaşman için sana rehberlik etmesine izin ver...

Bırak hayat seni; kaderin olan yola çıkarsın...

*****

BİLGE İLE DİLENCİNİN ARASINDAKİ KONUŞMA...

Hayatta yoğun memnuniyet hissini obje biriktirerek değil, benliğini açığa çıkartarak elde edersin...

Güzel şeyleri toplamakta bir sakınca olmasa da, yaşam güzel şeyleri toplamak demek değil... Günlerine yön veren esas amaç, maddi hedefler olmamalı...

Eğer öyleyse ve, eğer ailenle geçireceğin, benliğine yatırım yapacağın zamanı, maddi varlıklar elde etmek için feda edersen, çok üzücü bir duruma düşebilirsin...

***

Kafa karışıklığı zamanla açıklık kazanır... Tüm öğrenilen yeni şeylerin aklın tarafından mükemmel bir şekilde hazmedildiği an gelir...

Bu gerçek bilgeliğin başlangıcıdır... Kafa karışıklığından korkmayın, onu kucaklayın sevin... O büyümenin bir yansımasıdır...

Bilinenin yarattığı GÜVENLİ LİMAN’dan ayrılıp, YENİ OKYANUSLARA yelken açmak her zaman biraz karmaşıktır...

***

Bir gün uluğ bir bilge, sokakta bir dilenciyle karşılaşır... Dilenci bilgeye soru sorar... O soruyu duyan bilge; dilenciye şöyle der:

- “Lütfen gel ve benimle çalış... Eğer her sabah meditasyon yapmadan önce, bana bu üç soruyu bıkmadan usanmadan sorarsan, sana kazandığının on katını öderim...”

Dilencinin bilgeye sorduğu soru şudur:

- “Neden buradasın?..

Nereye gidiyorsun?.. Oraya gitmek için önemli bir nedenin var mı?..”

(Sharma)

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.