Özel bir dostun ardından...
.
Altın Kelebek ödüllerinin verileceği geceye katılmak için, ana kapıdan giriş yapmış, hızlı adımlarla salona girmeye çalışıyordum... Böyle anlarda kameralara bir şeyler yumurtlamak durumunda olduğunu zanneden “medya maymunu” kimliğini hiç sevmediğimden, olabildiğince hızlı; mümkün olduğunca görünmeden kameralara teğet geçmeye çalışıyordum...
***
O gece yılın televizyonculuk ödüllerinden birini alacaktım... Derin tezgahların yavaş yavaş üzerimde biçimlendirildiğini hafiften fark ediyor, ancak tam da konduramıyordum...
O gün içimden hiç kameraların önünde arz-ı endam etmek geçmiyordu...
***
Ancak kameralar bende bir şey varmış gibi, tamamen bana yönelmişlerdi...
Çaktırmasam da; bana yönelik aşırı ilginin kaynağını bulmaya çalışıyordum...
Kısa bir süre sonra fark ettim ki; kameralar benimle birlikte biraz arka planımı da çekmekteler... Hafifçe arkama döndüm, önce bir şey göremedim... Bir daha tam döndüğümde, sevgili dostumun, arkamda hafif çömelerek bir kuyruk gibi beni takip ettiğini fark ettim...
Levent Kırca, o sanatçı mütevazılığıyla benim kuyruğuma takılmış salona giriyordu...
Yüzünde hiçbir zaman eksik olmayan o muzip, sevecen ifadesiyle...
Ölüm haberini aldığım dün; sabah saatlerinden beri, beni adım adım takip eden o muzip ifadesi gözümün önünden gitmiyor...
***
Ölümünden iki gün önceki veda mektubunda söylediği son sözleri yayınlamak, ona ve hayatına olan saygımın gereği, bir dostu olarak ise boynumun borcudur...
“Dik durun... Adil olun...
Sabırlı olun...
Daha iyi bir dünyada buluşmak ümidiyle...
Atatürk’le kalın... Cumhuriyet’le kalın... Hoşçakalın...”
Hoşçakal arkadaş...
*****
LEVENT KIRCA...
Onunla ilişkimiz iyi başladı dediğimde netameli; netameli gidiyor dediğimde iyi devam etti...
Levent Kırca’yla; tanışmam, onun televizyon skeçleriyle donattığı muhteşem televizyon programı “Olacak O Kadar Televizyonu”yla başladı...
25 yıl önceydi...
***
Henüz özel televizyonlarda değildim... TRT’de Ateş Hattı programını yapıyordum... Levent Kırca ve Oya Başar’la, televizyon programlarını ve hayatlarını konu alan uzun bir röportaj yapıp yayınlamayı düşünüyordum...
***
Sanatçıları beş parasız, sefilleri oynarken vefat eden, tabut parasının denkleştirilemediği, meyhaneye veresiyelerinin ödenemediği; Orhan Veli’nin ölüm biçiminin; sanatçıların makus kaderi sayıldığı bu ülkenin kültürel coğrafyasında, Levent Kırca ve Oya Başar sadece sanatlarını yaparak para kazanabiliyorlardı...
***
Sanatçının, sanatıyla para kazanabilmesi, dünya standartlarında bir hayat tarzına kavuşabilmesi, gözümde “bir ülkenin çağdaşlığı”nın yegane sembolüydü... Sanatçılarını ezmeyen toplumları çağdaş; Sanatçıları ezilen, sürünen toplumları çağdışı buluyordum...
***
“Hiciv sanatını bu derece ustaca yaparak ayakta kalan”, sanatla para kazanan Levent Kırca’yla Oya Başar’ı çağdaşlaşmanın sembolü olarak görüyordum...
***
Ateş Hattı’nın Haber Müdürü Lütfiye Pekcan; Levent Kırca ve Oya Başar’la İstanbul’daki müstakil evlerinde röportaj yaptığında, evin güzelliğini, arabaların konforunu, “bir sanatçıya layık bir yaşam düzeyinin ve kültürün görselliğinde sunmak istemiştim...”
***
Onlar sanatlarını yaparak para kazanıyorlardı... Benim için önemliydiler ve gözümde sanatçılar için birer idol halindeydiler...
***
Programın tanıtımları girdiği zaman, Levent Kırca ve Oya Başar’ın, fragmanlardan mutsuz olduğunu öğrendim...
Beni henüz tam tanımıyorlardı...
Ucuz bir popülizmle, kazandıkları paranın ve yaşadıkları zenginliğin şatafatını yayınlayacağımı sandılar...
Fragmanlardan rahatsız olduklarını dile getirdiler... Oysa; sadece sanatını yaparak para kazanan bir sanatçının hayatındaki mütevazı zenginliği ucuz bir popülizmle yok etmeye çalışacak en son adamdım ben...
***
Yakınlarında dost olarak belledikleri kişiler böyle düşünebilirlerdi...
Ancak ben böyle düşünmezdim...
İdeolojik olarak, düşünsel olarak buna inanmıyordum...
Sanatçının; özellikle sanatını yaparak iyi para kazanmasının “çağdaşlığın bir göstergesi olduğuna” inanıyordum...
Sanatçıların para kazanmamasından değil, sanatçıların para kazanmasından yanaydım ve bunu teşvik etmeyi bir programcılık ilkesi olarak benimsemiştim...
***
Bunu anlatabilmem, beni tanımadıkları o günün şartlarında pek mümkün olmadı...
Kendi bildiğim gibi programı yayınladım... İlişkimiz iyi başlarken, netameli bir hüviyete bürünmüştü...
*****
KIRCA’YA NİKAH ŞAHİTLİĞİM...
İyi başlayan ilişkimiz “netameli gibi görünmeye başlamıştı...”
Oysa ne ben onları zor durumda bırakmayı amaçlamıştım, ne de onlar özel röportaj verdikleri bir yayıncıyı karalamayı amaçlamışlardı...
Gel zaman git zaman, ilişkimiz ilk günlerdekinden de iyi bir düzeye oturdu...
SHOW Haber’de haftanın birçok olayının arasına Levent Kırca ile Oya Başar’ın “Olacak O Kadar Televizyonu”nun skeçlerini sıkıştırıyordum...
***
Skeçler gündemi yansıtıyor, olayı tam can damarından yakalıyordu...
Skeçlerin geçmiş “Olacak O Kadar Televizyonu”nda yayınlanmış olmasının bir mahsuru yoktu...
Ben televizyon programını değil, haberi verir ve işlerken, onların skeçlerinin aksettirdiği ironiyi ve mizahı sunuyor; habere toplumsal mesajın çerçevesinde bir anlam katmaya çalışıyordum...
***
Levent Kırca ve Oya Başar’la ilişkimiz çok iyi gidiyordu... Ancak bu sefer onların ilişkileri iyi gitmemeye başladı... Beklenmedik bir olay ikilinin ilişkilerinde sert rüzgârlar estirmeye başladı... Sonunda ayrılık kaçınılmaz hale geldi ve Levent Kırca’yla Oya Başar boşandılar...
***
Bir süre ayrı kaldılar... Ancak uzun zamandır bir aradaydılar ve birbirlerine çok bağlıydılar... Ayrılmış gözükseler de ayrılmaları pek mümkün görünmüyordu...
***
Bir süre sonra, yeniden evlenmeye karar verdiler... Çok mutluydum... Kısa bir süre sonra ikiliden aldığım bir telefon mutluluğumu perçinledi... İkisi birden telefonda; benim ikinci evliliklerinde nikah şahidi olmamı istiyorlardı...
***
Gizli gizli bel ameliyatı olmaya karar verdiğim, belimin bitmek tükenmek bilmez ağrılarla beni iki büklüm hale getirdiği günlerdi...
-“Belim çok ağrıyor... Yürüyemiyorum bile... Ama ne yapar eder gelirim...” dedim...
***
Birkaç gün sonra gittiğim nikah töreninde belimde öyle bir ağrı vardı ki; ayakta zor duruyordum... Buna rağmen, nikah şahidi olarak, gelinle otuz saniye sürecek bir dansı etmek zorundaydım... O dansı bitirip, nikah masasına oturduğumda, yüzümde kimselere göstermek istemediğim korkunç ızdırabın belirtileri vardı...
*****
LEVENT KIRCA’NIN UNUTAMAYACAĞIM DOSTLUĞU...
Televizyon yayıncılığım esnasında bana yönelik “linç ve itibarsızlaştırma” kampanyalarının ortasında kendimi yapayalnız hissettiğim günlerde, Levent Kırca ve Oya Başar bana inanılmaz bir dostluk eli uzatmışlar; beni itilmek istendiğim kör kuyulardan çekip çıkarmışlardı...
***
Hiçbir zaman unutmamıştım; o günlerde çok satan bir gazetede bana yönelik manşetten yürütülen siyasi ve ticari linç kampanyasına, skeçleriyle televizyon programlarında nasıl karşı durduklarını...
***
Uzun yıllar sonra, bu kez oğullarının nikah törenine davet edildim...
Onlar birbirlerinden ayrılmışlardı; ama oğullarının nikah töreni için bir aradaydılar...
Uzun bir geceydi... Uzun uzun herkes dans etti... Güldü eğlendi... Ben ise, evliliklerinde nikah şahidi olduğum günlerin aksine, biricik oğullarının nikah töreninde pek dans etmedim...
***
Yine derin ve kirli bir tezgahın ortasında hedefe konmuş bir halde başroldeydim o günlerde...
Bu kez de içeri tıktırmayı amaçlayan derin bir tezgahın ve linç kampanyasının mağdur aktörüydüm...
Aklımda birkaç kilometre ötede bir otelde emekleyen çocuklarım, oturduğum masada, dostlarımın büyüyüp evlenen çocukları; görünmez bir tahteravallinin iki ucunda bir alçalıp, bir yükseliyordum...
Dans edecek halim yoktu...
***
Dostları kırmamaya çalışıyordum...
Levent Kırca ise o geceye hayat arkadaşıyla beraber gelmiş; oğlunun mürvetinin tadını çıkarmaya çalışıyordu...
Gözümün önünden 25 yıllık bir filmin kareleri teker teker geldi geçti...
Dua ettim... Duamın onun tarafından hissedilmesini istedim...
***
Yaşadığım dostluklarına, oğlunun mürvetine, kendi evlilik törenindeki epik hicivlerine mütevazı bir flashback yaptım...
Fonda bir televizyon programının, kulaklarımdan asla silinmeyecek melodisi çalıyordu...
***
“Aç gözünü seyret, tekrarı yok bunun...
İşimiz muhabbet, efkarı yok bunun
Arada bir dilimiz sürçer ise af ola
Susmasını biliriz de kemiği yok bunun...
Olacak, olacak, olacak o kadar
Olacak, olacak, olacak o kadar
***
Niyetimiz kimseyi kırmak değildir
Şurdakini buraya koymak değildir
Arada bir zülfü yare dokunduk
Tam yerine rast geldi manzara koyduk...
Olacak olacak olacak o kadar
Olacak olacak olacak o kadar...”