Şampiy10
Magazin
Gündem

Maraton programında Hamza Hamzaoğlu'yla ilgili sözlerim

Şansal Büyüka; beni Maraton programına davet ettiğinde ona tek bir soru soruyorum...

-"Yayına katılacağım Pazartesi akşamı Beşiktaş'ın maçı var...

Sadece Beşiktaş mı konuşacağız; yoksa Fenerbahçe ve Galatasaray'la ilgili de konuşacak mıyız?.."

***

-"Beşiktaş ağırlıklı... Ama her şeyi konuşacağız..." diyor...

Ona bu soruyu sormamın çok önemli bir nedeni var...

Geçen yıl ünlü İtalyan teknik adam Cesare Prandelli zamanında 11 maçta çok başarısız bir tablo çıkartan Galatasaray'a; Hamza Hamzaoğlu'nun gelişiyle takım tüm istatistiklerde inanılmaz bir çıkış yakalıyor...

Bunun sonunda Galatasaray hiç beklenmedik bir şekilde Süper Lig Kupası'yla; Ziraat Türkiye Kupası'nı kazanıyor ve müzesine götürüyor...

***

Göreve 11. haftadan sonra başlayan bir teknik direktörün "bu kadar kısa zamanda, baş aşağı giden bir takımın burnunu yukarı kaldırıp üstelik şampiyon yapması, Türkiye Kupası'nı kazandırması" mucizevi bir başarı...

Bu başarıya bu yılın başında kazanılan Süper Kupa da eklendiğinde, neredeyse yarım sezon içinde Türkiye'nin en büyük üç kupasını alan bir takımın teknik direktörü olarak Hamza Hamzaoğlu; "mucizevi bir başarının altına imza atıyor ve tarihe geçiyor..."

***

Şansal Büyüka'ya "Galatasaray'la ilgili mutlaka bir şeyler söyleyeceğim..." diyorum...

Soruyu sorar sormaz da patlıyorum:

-"Hamza Hamzaoğlu'na yapılanlar, eleştiriler bir şaka mı bilmiyorum... Ben Galatasaray'lı değilim... Kendi camiasını bırakıp başka camialara burunlarını sokan insanlardan da hazzetmem... Ama el insaf... Bu konuşmayı; bir futbol adamını hiç hak etmediği halde böylesine linç edilmesine içim elvermediği için yapıyorum...

Hamza Hamzaoğlu'nu tanımam...

Hiç bir yerde görmüşlüğüm yok...

Elini sıkmışlığım, konuşmuşluğum yok... Varsa bile hatırlamıyorum...

Fakat kulübüne bunca kupa kazandıran bir teknik direktöre yapılanlar reva mıdır?.." diye konuşuyorum...

*****

HAMZA HAMZAOĞLU'NUN GÖNDERİLMESİNDEKİ ESAS NEDEN NE?..

Hamza Hamzaoğlu o günlerde; "Galatasaray Başkanı'nın ve yönetiminin kendisinin arkasında durduğuna" inanıyor...

Oysa bana Galatasaray yönetiminden yansıyan bilgiler bu yönde değil...

***

Galatasaray'ın yeni başkanı ve yönetimi, "gerçek anlamda yönetime geldiği tarihten beri Hoca'sının arkasında durmuyor...

Bir sezon bile takımı idare edemeden; Hoca'nın üç kupayı birden kazanmasından sonra, kulüp içinde yaşadığı onca azabın altında; "Başkan ve yönetimin hiç etkisinin olmaması düşünülemez..."

***

Futbolun doğasına aykırı bir durum bu...

Ve mümkün değil...

Ne var ki Hamza Hamzaoğlu; kazandığı bunca başarıdan sonra, buna inanıyor ve Başkan'ına sonuna kadar güveniyor...

*****

HOCA'NIN; 24 SAAT ÖNCE YÖNETİM İÇİN SÖYLEDİĞİ SÖZLER...

O kadar ki; görevden alınacağı gün yani dün; Vatan gazetesinin spor sayfasında Hoca'nın aynen şu sözleri söylediği ifade ediliyor:

-"Transferle ilgili, tabii ki Ocak ayında çalışmalarımız olacak... Çalışmalarımızı da yapıyoruz...

Bu kadroyla bizim zaten sezon başından beri ortaya koyduğumuz futbol ortada...

Devam edeceğiz ve Ocak ayında da gerekirse takviyelerimiz olacak...

Transfer konusunda yönetimle nasıl fikir ayrılığı olabilir?.. Kim söylüyor mesela?.. Transferle ilgili bir şey konuşmadık ki?.. Yönetimimizle isimler üzerinde konuşmadık ki?..

Ya da yönetimden bana, 'Hayır Hocam o olmasın da bu olsun...' denmedi ki...

Transfer eğer olacaksa, bu bizim kararımız olacak...

Yönetimimizle de koordineli çalışıyoruz... Onlar da sağ olsun bu işi bize bırakıyorlar zaten..."

*****

BAŞARININ CEZASIZ KALMADIĞI KULÜP; GALATASARAY...

Bunları 24 saat önce söylediği bilinen bir Hoca'nın; dün akşam Başkan'la yaptığı görüşmede bileti aniden kesiliyor...

Galatasaray yönetimi; kendisine bir yıl içinde 3 kupa kazandıran Hoca'sını; "bu sözleri söyledikten hemen sonra, kulüpten gönderme kararını almaktan bir an bile çekinmiyor..."

***

Futbol endüstrisinin Hoca'larla ilgili kararları nasıl aldığını, nasıl gönderdiğini, kime nasıl davrandığını iyi biliyorum...

Maalesef Galatasaray yönetimleri son yıllarda "Teknik Direktör politikasında", futbol açısından bana hiç bir şekilde güven telkin etmiyorlar...

***

Galatasaray takımını yoktan var ederek iki yıl üst üste şampiyon yapan Teknik Direktör Fatih Terim, "Aynı anda Milli Takımı çalıştıramaz..." gerekçesiyle Galatasaray'dan gönderiliyor...

***

Aynı Galatasaray yönetimi; basketbol takımının Hocası Ergin Ataman'ın hem Galatasaray'ı hem Milli Takım'ı çalıştırmasına hiç ses çıkarmıyor, tersine bu uygulamayı alttan alta destekliyor...

Aziz Yıldırım bu uygulamaya karşı çıkarken; Galatasaray yönetimi hiç oralı olmuyor...

***

İki yıl üst üste şampiyon yapan Fatih Terim'den bir süre sonra, Galatasaray'ı yeniden şampiyon yapan ve dördüncü yıldızı ilk takan takım haline getiren Hamza Hamzaoğlu da aynı makus kaderi paylaşıyor...

Galatasaray'da başarı kesinlikle cezasız kalmıyor...

Takımı şampiyon yapan Hoca'lar, bir sonraki sezonu bitiremeden gönderiliyorlar...

*****

HOVARDA...

Galatasaray, son beş yıl içinde kendisini üç kez şampiyon yapan iki Hoca'yı bir sonraki sezonun bitimini bile beklemeden gönderiyor...

İnsanın aklına şu soru geliyor...

"Bu kadar hovardaca Hoca harcayan bir kulüp; bir daha ne zaman kendisine arka arkaya şampiyonluklar kazandıracak teknik direktörler bulabilecek?.."

Galatasaray gibi bir markaya teknik direktörlük; manavda satılan portakal mıdır ki, bu kadar kolay harcanabiliyor?..

***

"Umarım ilerde bu hovardalıklarını aramaz Galatasaray" diyeceğim ama, arayacağını biliyorum...

Herkesin sandığının aksine; üç büyük kulübe "Hoca bulmak" sanıldığı kadar kolay bir uğraş, değil...

Evet çok kişi gelmek ve kariyer yapmak istiyor bu doğru...

Ancak kaç kişi gerçekten bu görevi kaldırabilecek futbol donanımına ve güçlü bir kişiliğe ve psikolojiye sahip?..

O psikolojiye sahip olmak , hiç kolay bir iş değil...

***

Hele hele, şampiyon yapan Hoca'ların başına gelenleri gördükten sonra, "kim acaba bu formayı giymeye soyunur?.."

Soyunan o teknik direktörlüğü ne kadar hak layıkıyla yerine getirebilir, hak edebilir?..

Önümüzdeki aylar bu soruların cevabını hep birlikte yaşayacağımız aylar olacak...

Yazının devamı...

James Bond... ‘Spectre’deki sır...

20 yaşında gazeteciliğe başlarken, yaşamımda öykündüğüm; “büyük gazeteciler vardı...”

Hayat; “seçtiğin meslekteki idollerin, kalbinle kurduğu gizemli ilişkinin kimyasında”, anlamlı hale gelir...

Gazetecilik mesleğine duyduğum büyük aşk; “benden yıllarca önce mesleğe başlayan; imajlarıyla büyük olduğuna inandığın parıltılı gazetecilerin meslek yapma tarzlarını bünyeme sindirmemle” başlamıştı...

***

Bu gazetecilerin içinde “biri” vardı ki; onun parıltılı meslek yaşamını kendime rehber...

O kişiyi kendime doğal lider...

Yaptıklarını ve yaşadıklarını kendim için gazetecilikte mukadder olarak görmüştüm...

***

O gizli gizli içimde yaşattığım doğal liderim...

Gazetecilik ve televizyonculuktaki idolüm...

Meslek hayatımdaki kripto misalimdi...

Görünmez bir bağ vardı kalbimle, onun idolü arasında...

Gazetecilik ve televizyonculukta; meslek idollerinizle zaman zaman kora kor nasıl bir rekabet içinde olursanız olun; ben mantıken onunla rekabet ediyor gözüksem de, kalben onunla yarışamazdım...

Onla yarışmak, kendi idolümle yarışmak anlamına gelir, duygusal çelişkiye düşerdim...

***

Duygusal ibrem, her zaman meslek idolümün yanında yer almamı öngörürdü...

Bir gün hayatımın en çarpıcı olayını; mesleğimin en önemli kariyer teklifini; “ona edilmiş bir teklifin, hemen ertesinde bana edilmesiyle” yaşayacaktım...

Ben o olayı unutacak; o ise bu olayı hiçbir zaman unutmayacaktı...

***

Onun altında çalışmaktan gurur duyardım...

Ne ki; meslek yaşamım boyunca, ben altında çalışırken beni o kadar nefessiz bırakmaya uğraşırdı ki; onun altında çalışmak, mesleki olarak intihar etmek anlamına gelirdi...

Bundan dolayı ona teklif edilen görevin bana teklif edildiğini gördüğümde; teklifi kabul etmek durumunda kalmıştım...

Kendi altında çalışmama müsaade etmeyecekti çünkü...

***

Hiç farkında değildim ki; günlük mesleki rekabetten ibaret saydığım bu rekabetin altında; “onun kimselere göstermediği bir yüzü, eşiyle birlikte yürüttüğü gizli bir faaliyeti ve ajandası, görünenin çok ötesinde gaddar bir misyonu ve gündemi vardı...”

Benim SHOW TV’ye gelmeme aracılık eden; rahmetli gazeteci dostum; eski genel yayın müdürü Ufuk Güldemir durumu fark etmiş yıllar önce, ortak bir dostumuz kanalıyla beni uyarmaya çalışmıştı...

Oysa “gazetecilikteki meslek idolüme böylesine gaddar bir misyonu, bir türlü konduramıyordu gönlüm...”

***

James Bond’un son filmi Spectre’yi önceki gün izlerken, hayatımın otuz beş yılına egemen olan meslek idolü ve öyküsü gözümün önüne gelecekti...

Bu James Bond filmi; bana diğerlerinden çok daha derin, manalı, etkili ve çarpıcı geliyordu...

Bond’un çocukluk yıllarına giden filmin öyküsü, 007’nin annesi ve babasının erken ölümünden sonra beraber büyüdüğü ve kardeşi bildiği, kendisine çok yakın bir karakterin gerçek yüzüne ulaşmasıyla çok farklı bir boyuta taşınıyordu...

***

James Bond filmleri; Sean Connery ve Roger Moore’dan bu yana Sovyetler Birliği, ya da düşman istihbarat servisleri ile suça bulaşan işbirliği örgütleriyle, 007’nin savaşı biçiminde şekillenir...

Oysa hayatın özü; istihbarat örgütleri arasındaki savaşların “bitmek bilmeyen mecrasından ziyade”, içlerinde çalışan insanların hikayelerinde gizlidir...

***

Yaşamın dramı, trajedisi, duygusu, sahisi orada gizlidir...

Her örgütün içinde “insanlar vardır...”

Onların aralarındaki ilişkiler, hayatı belirlerler...

Dramı, trajediyi, iyiyi, kötüyü, yanlışı, doğruyu...

Bu James Bond filmi içimde yarattığı flasback’lerle, kolay kolay unutamayacağım bir film...

Hayatın sahilciliğine en yakın James Bond filmi, Daniel Craig’in oynadığı Spectre...

*****

DÖRDÜNCÜ KRİSTAL FARE ÖDÜL TÖRENİ...

“Bundan tam beş yıl önce öz çocuklarından uzakta kalmış; mesleğinde yetiştirdiği televizyon dahisi çocuklar, dört bir yana savrulmuş bir adamdım...

Geçen beş yıl içinde; üç çocuğuma sahip çıkarak ailemi toparlayabildim...

Şimdi ise, televizyonda yetiştirdiğim çocuklarıma birer birer yılın televizyonculuk ödüllerini verebilecek noktaya geliyorum... Şimdi yılın en iyi kadın programı ödülünü verdiğim “İşte Benim Stilim” programının yapımcısı Caner Erdem benim yıllarca televizyonda yönetmenliğimi yapan, kendi ellerimle yetiştirdiğim bir televizyoncu... Keza Haluk Şirin yanı başımda yetişti...

Kendi öz çocuklarına sahip çıktıktan sonra, televizyonlarda kendi yetiştirdiği çocuklara yılın televizyonculuk ödülünü elleriyle verebilen bir “baba” sanırım dünyanın şu andaki en mutlu babasıdır... Bu duyguları yaşıyorum şimdi...”

***

Kristal Fare Ödül töreninde dün gece, ödül verirken yaptığım konuşma buydu...

Söylemediğim ise şu...

Ödül törenini ve muhteşem geceyi düzenleyen Medya Faresi haber portalının sahipleri Hande ve Kubilay Tümen de, aynı haber merkezimizin ve televizyon programlarımızın seçkin birer üyesiydiler...

***

Babam üniversitede öğretim üyesi, annem lisede edebiyat öğretmeniydi...

Sanırım eğitimci bir ailenin tek çocuğu olmak, genetiğimde bir türlü vazgeçemediğim gizli bir “eğitmenlik ve öğretmenlik” olgusunu içimde barındırmama neden oluyor...

Dün “eğitmen ve yetiştiren bir baba olmanın” dayanılmaz mutluluğunu yaşadığım bir geceydi...

*****

ALMAK DEĞİL, VERMEKTİR MUTLULUK VEREN...

Ödülü kendi yetiştirdiğiniz çocuklara veriyorsanız eğer, ödül vermek, ödül almaktan çok daha büyük bir mutluluk veriyor insana...

Bilgeler, “vermenin insana almaktan daha büyük bir mutluluk verdiğini” söylerler...

Meslekte yetiştirdiğiniz çocuklar her zaman istediğiniz gibi olmayabilirler...

Aralarında size “ihanet etmiş gibi görünenleri bile çıkabilir bazen...”

Dün gece onlardan bir tanesi de kalabalıklar arasında göze çarpıyordu...

***

Önemi yok...

Aile de böyle bir şeydir işte...

İçinden ne çıkarsa, kabul etmeniz gerekir...

Hoşgörüyle ve tevazuyla...

Gurur duyduklarınızın sevinci, duygularınızı yumuşatır nasılsa...

İhanet edenlerin yapmış olduklarını hiç kabul etmeseniz de, “bir zamanlar çocuğunuz gibi gördüğünüz o insanlara çok da fazla kızamazsınız...”

İçiniz düğümlenir...

Boğazınızdaki düğümü yutmak zorunda kalırsınız...

Yazının devamı...

25 yıl önceki sevgilinin; hayata dönüşünün şerefine...

25 yıl önce bugün “sevgili” olmuştum o güzel kadınla...

Atina’daydım...

Uzun yıllardır; ana dilimde konuştuğum bir sevgiliyle olmamıştım...

Annesi İstanbul Rum; babası ise Türk’tü...

Tertemiz bir Türkçe konuşuyor; İstanbul’da yaşıyordu...

***

Dün hayatın garip bir tesadüfü sonucu; 25 yıl sonra bir arkadaşımın kızından tesadüfen öğreniyorum ki, kısa bir süre önce hastalanıyor ve ciddi bir operasyon geçiriyor...

***

Hayatına zamanında; sihirli elleriyle dokunan kadınları unutmadığında, onların üzerinden yaşadığın mucizeleri bilincinde saklı tuttuğunda, hayat sana, en önemli günlerde “onlarla ilgili önemli haberleri” getiriyor...

***

Kendisi hastalık psikolojisiyle 25 yıl sonra söylemek istemiyor belki; ama o bugün 25 yıl önce yaşattığı güzel bir aşkın anısına; hayatıma vermiş olduğu katkıları öğrenmeyi hak ediyor...

Başarılı geçen ameliyatının ve yeniden sağlığına kavuşmasının şerefine...

*****

GEÇMİŞ OLSUN SEVGİLİ...

Onu Pire’deki Turcolimano’nun (Türk limanı) sonunda, yelkenlilerin demir attığı bir marinanın, hafif salaş restoranında Yunanlı bir erkekle görmüştüm ilk kez...

Pire Belediye Başkanı’nın, sanırsam o günlerde İstanbul Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan onuruna verdiği bir yemekten çıkmış, dostum olan taverna sahibinin kendine ayırdığı zula masada, loşluğun ortasında denizi seyrediyordum...

***

Bir parça feta (beyaz peynir) ve karpuz koymuştu Yorgo bana...

Bir küçük karafaki de uzo...

Türk limanındaki yelkenliler ve sessizliğin ortasında denize dalıp, Atina’daki “kalabalıklar ortasında yalnızlığımın” keyfini çıkarıyordum...

***

Deniz kenarındaki masalar ışıklar altındaydı...

Benim bulunduğum yerdeki masa ise loşluğun hatta karanlığın ortasında...

Tavernacı Yorgo “Marianna geldi” dedi ve bir koşu masaya gitti... Uzaktan masadakilerin sesleri ve kahkahaları geliyordu... Masada 30 yaşlarında “lacivert kadın” dedikleri türden çok güzel bir kadın oturuyordu...

***

Kadınlar vardır...

Girdikleri ortamda bütün bakışları ister istemez üzerlerine çekerler...

Başlar mutlaka bir çevrilir, gözler onları takip eder...

Öyle bir kadındı masada oturan...

Bundan tam 25 yıl önce 1990’ın bir sonbahar gecesiydi...

-“Nereden çıktı şimdi bu kadın, gecenin bu saatinde” dedim, “Şurada iki laf edecektik Yorgo’yla, seyirtti gitti oraya...”

***

Beş dakika geçti geçmedi, Yorgo çıkageldi masaya...

-“Seninle tanışmak istiyorlar” dedi, “İstanbul’dan geliyor Marianna... Seni her gün televizyondan izliyormuş... Bir merhaba demek istiyorlar...”

Dünyada hangi erkek görse o kadını, bir yolunu bulmaya uğraşır ki, kalksın tanışsın...

Bense içimden şöyle geçiriyordum:

-“Bu kadar güzel bir kadını, boş bırakmazlar... Ya birileri vardır hayatında, ya da bir sürü birileri vardır sıra beklemekte olan yaşamında... İyisi mi gece gece başını belaya sokma Pire’nin ortasında!..”

***

Bir süre daha oturduktan sonra kalktım masanın yanından geçerken, ayağa kalktılar masadakiler...

Ben de böylece o herkesin imrenerek bakacağı genç kadınla tanıştım...

***

İlk farkettiğim inanılmaz derecede güzel aksansız bir Türkçe konuştuğu idi...

İstanbullu Rumlar Türkçe’yi aksanlı konuşurlar... Oysa bu güzel lacivert kadının Türkçe’sinde hiçbir aksan kayması görülmüyordu...

***

Şaşırmıştım;

-“Nasıl böyle konuşuyorsunuz Türkçe’yi” dedim, “Benim babam Türk, annem Rum... Melezim ben...” dedi...

-“Belli” dedim içimden

-“Ancak bir melez bu kadar güzel çizgiler taşıyabilir...”

***

Kader ağlarını ördü mü isteseniz de ondan kurtulamazsınız...

Büyük bir aşk yaşadık...

Gerçekten büyük bir aşktı...

O kadar ki eşimden ayrıldığımdan beri kimseyle evimi sürekli paylaşmıyordum...

İlk kez “o güzel kadınla aynı evde yaşamaya” ikna oldum...

***

6 yıldır Yunan gecelerinin içinde kaybolduğum Atina sona ermiş, evde yeniden Türkçe konuşulur, Türkçe yaşanır olmuştu...

Ama hayat çoğu zaman hem aşkta, hem işte aynı anda çok iyi gitmez...

Aşkta mucizevi bir şeyleri yakalamışsanız, işinizde “akrepler iğnelerini sokmaya” hazırlanıyordur...

***

İşinizde yeni başarılar ve zaferler yaşamaya başladıysanız, aşkınızda akrepler etrafta dolaşacaktır...

Güzel kadınla ilişkim bir marinanın karşısındaki evde, yelken direklerinin uğultuları arasında süren uzun yürüyüşler ve huzurlu bir hayat özlemiyle bütün kış ve bahar boyunca devam etti...

***

O yaz, Atina’daki gazeteciliğimle ilgili hayatımın en zor kararlarından birini verdim ve pılımı pırtımı toplayıp Türkiye’ye dönerek, kariyerimde yeni bir dönem başlatmaya karar verdim... O güzel kadınla eşyaları toplayıp İstanbul’a geldik...

Ev aradık, ev bulduk ev satın aldık...

***

İki yıldan fazla beraber yaşadık İstanbul’da... Yedi yıl önce bir sonbahar günü “bir telefon mesajı aldım” o çok güzel kadından...

-“Bugün” diyordu...

-“Bizim ilk beraber olduğumuz günün 18. yıldönümü... 18 yıl önce bugün yemeğe çıkarmıştın Atina’da beni... Kutlu olsun...”

***

Atina’da tanıştığım çok güzel kadın, benim hayatımın kadınlarla ilişkilerde dönüm noktasını oluşturuyordu...

Tüm standartların üstünde çok güzel bir kadınla beraberliği ilk kez onunla tatmıştım...

31-32 yaşlarındaydım...

***

O günden sonra, kendime daha güvenli, kendimi daha çok bilen, çok güzel kadınları ötekileştirmeyen bir kisveye büründüm...

Geçenlerde bir mesaj atmıştı Atina’dan telefonuma:

Sadece şu sözcük yazıyordu mesajda:

-“Reha’cım...”

***

Bu sözcük her zaman tek bir anlama gelirdi:

-“Müsaitsen seninle konuşmak istiyorum” demekti...

Son hastalığında bu mesajı atmadı...

Ama Tanrı bana; inanılmaz bir tesadüfle, onun hastalanmış olduğu haberini iletiverdi... Şimdi bu yazı onun iyileşmesinin şerefine yazılıyor...

“Hayatımı paylaştığım bir kadını; üzerinden 25 yıl geçse de, hiç unutmayacağımı anlatmak istercesine...

Geçmiş olsun sevgili!..”

*****

VİKİPEDİA KAYITLARINA HOŞ GELDİN KIZIM!..

Geçenlerde; Vikipedia’ya musallat olan ve benim de dahil olduğum sevmedikleri kişilere karakter suikasti yapan, yalan yanlış iftiralarla onları itibarsızlaştıran şifreli isimlerle yazı yazan bir gruptan söz ediyordum...

***

Beni; “Milliyet’te, TRT’de, Deutsche Welle’de, İsveç Radyosu’nda, BBC’de çalışmak yerine Resmi Gazetede çalışıyor” gösteren, babamın profesörlüğünü “okutman” düzeyine indirgemeye çalışan, gazete ve televizyonlardaki 35 yıllık kariyerimi “derin tezgahlar ve yalanlarla” yok etmek için “açık yalanlar yazan” bir gruptan bahsediyordum...

***

Aileme yönelik bu karakter suikastinin; en nirengi noktasını ise “hassas olduğu için” yazmamıştım...

Ailemi yalanlarla itibarsızlaştırmaya çalışan karakter suikastçileri; “Nilüfer’den olan ve 14 yıldır bana ‘baba’ diyen kızımı bile”, yok farz etmişler ve kızımın hayatımdaki varlığını buharlaştırmışlardı...

***

Öylesine kirli bir suikastti ki yaptıkları pisliği; “kızıma zarar verir” diye özellikle yazmamıştım...

Dün yine Tanrı’nın ilahi tesadüfüyle; karşıma Vikipedi’de kendimle ilgili yazılanlar çıkıverdi...

Vikipedia hakkımdaki bazı şeyleri bir miktar düzeltmiş, kariyerimle ilgili yanlışlıklar devam ettiği halde, “kızımın hayatımdaki varlığını kabul etmiş!”ti...

Bu korkunç bilgi kirliliğini en azından bu konuda devam ettirmediği için, kızım adına Vikipedia’ya teşekkür ediyorum...

Vikipedia kayıtlarına hoş geldin kızım...

Yazının devamı...

Harvard'lı kız arkadaşı...

Amerika’lı bir kız arkadaşım, Dubai üzerinden Türkiye’ye geliyor...

Birkaç gün İstanbul’da kalıyor...

Dün akşam İstanbul’daki son gecesi...

-“Seni güzel salatalar ve nefis mezeler yiyeceğin bir restorana götüreyim...” diyorum...

Gözleri parlıyor...

-“Çok seviyorum İstanbul’u...” diyor...

-“Bu şehrin egzotik bir havası var... Her geçen gün daha fazla büyülüyor bu şehir...”

***

Kız arkadaşım dünyanın en ünlü üniversitesi olan Harvard’dan MBA’i (Master of Business Adminstration) var...

Yani; iş idaresi master’ı yapıyor Harvard’da... İlk üniversitesi ise; Washington’daki ünlü George Town Üniversitesi...

***

Karşımda Amerikan sisteminin en zehir gibi kızlarından biri oturuyor...

Konuşurken;

-“Annem babam ayrılmışlardı... Annem ben 14, kız kardeşim 16 yaşındayken, çok cesur bir karar alarak; Los Angeles’ı terk edip, iki kızıyla Paris’e gidiyor ve yerleşiyor...

İki yıl liseyi Paris’te ‘International School’da (Uluslararası Okul’da) okuyorum...

Bütün hayatım boyunca o iki senenin bana nasıl katkı yapmış olduğunu tahmin edemezsin...”

***

Konuşmayı yaptığımız sıralar; akşam 20 suları... O Paris’deki günlerini anlattıkça, ben de kendi Paris günlerime gidiyorum...

Ve içimden; “acaba çocuklara zengin bir kültürel donanım sağlasın diye, iki üç yıl, Paris’te mi eğitim aldırsam” diye geçiriyorum...

***

Düşünce egzersizi olarak kafamdan geçiyor bu fikir sadece...

Duygumu arkadaşımla paylaşıyorum...

-“Paris’i çok severim... Şehri bilirim... Kim bilir çocuklar belki de iki üç yıl, Paris kültüründen nasiplenir, sonra üniversiteye başlarlar; senin gibi...”

-“Çok iyi olur...” diyor...

-“Hayatları boyunca semeresini görürler...”

***

Okulların kalitesini soruyorum...

Paris’teki çok yakın arkadaşlarından birine mesaj atıyor...

Cevabı beklemeye koyuluyor...

*****

HAYALLERİMİZİ YOK EDEN KATLİAMLAR VE GERİDE KALAN ŞEHİRLERİMİZ...

Harvard’lı kız; Paris’teki arkadaşına mesaj attıktan sonra, biz başka konulara dalıyoruz...

Hayat, şehirler, ülkeler, kültürler ve mozaikler üzerine sörf yapıyoruz...

Gecenin Paris’e, hayallerimize, ufkumuza, geleceğimize, projelerimize neler getireceğini bilemeden...

***

Yemek erken bitiyor; Amerikalı arkadaşımı oteline bırakıyorum ve arabada kendime keyifli bir Yunan müziği koyup eve dönüyorum...

Yolda; İstanbul’a aşık olmaya başlayan; bu çok iyi eğitimli Amerikalı kadının, İstanbul’un nelerine aşık olduğunu anlamaya çalışıyorum...

***

Ancak bir süre sonra düşüncelerim İstanbul’dan taşıyor ve aşık olduğum öteki kenti Paris’i düşünmeye başlıyorum... Ne çok anıyı; ne çok yaşanmışlığı barındırıyor Paris hayatımda; onu fark ediyorum...

Paris’i düşüne düşüne eve geliyorum...

Fazla oyalanmıyorum ve erkenden yatıyorum...

***

Gecenin ortasında saatler 04’ü gösterdiği esnada aniden uyanıyorum...

Telefonun ekranında “Paris’te terör saldırısı... 60 ölü” gibi bir şeyler yazıyor...

Gecenin o saatinde haber dinlemeye hiç alışkın değilim...

Ancak televizyondaki haber kanallarını geçercesine tuşlarken, canlı yayınların yapıldığını görüyorum...

***

Birkaç saat önce, okullarını, kültürünü, mozaiğini ve cazibesini konuştuğumuz kentin; 7 yerinde bombalı saldırılarda yüzün üzerinde ölünün olduğunu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez kentte olağanüstü hal ilan edildiğini fark ediyorum...

***

İnanılmaz görüntüler yaşanıyor Paris’te...

Suçsuz, günahsız sivil insanlar, gençler çocuklar katlediliyorlar...

Haykırışlar, haykırışlar...

*****

ANKARA-PARİS...

Paris katliamını izler suçsuz, günahsız sivil ve masum insanların faciasını yaşarken, gözümün önüne sadece bir ay önce, yine kendim kadar yakın bir kentin Ankara’nın; Gar çıkışında; meydana gelen korkunç katliam geliyor... Ölen, yaralanan yüzlerce insanın feryatlarını, çığlıklarını, kanlı görüntülerini ve haykırışlarını bir kez daha görüyorum...

***

Paris’teki haykırışlar; Ankara’dakilere, Ankara’daki feryatlar Paris’tekilere karışıyor...

Ankara ve Paris...

Yaşamıma yön veren iki nirengi şehrim, iki kumanda merkezim... Tüm eğitim hayatımın geçtiği, gazeteciliğe ilk adımımı attığım Ankara... Hayallerimin, mucizelerimin romantikalarla dolu hüzünlerimin başkenti Paris...

***

Ankara’dayken Paris’e özlem duyuyorum ki; Tanrı bana, eşimle kiraladığımız mütevazi evin Paris Caddesi’nde olması için elini uzatıyor... Ankara’da gazeteden çıkar; Paris Caddesi’nin huzurlu sessizliğinde, ağaçlıklı yoldan sakin sakin yürüyor eve gidiyordum...

Evin ve caddenin huzuru, ismindeki Paris ibaresinin “barışçıl havasından” mı kaynaklanıyor; yoksa

Ankara’nın huzuru mu Paris Caddesi’ne sirayet ediyor bilmiyordum... Ancak aslında bir sokak olan Paris Caddesi’nde kendimi hep farklı hissediyordum...

*****

ANKARA’DA PARİS CADDESİNDEKİ EVİM

Hayatımın kentleri, katliamlarla kana bulanıyorlar teker teker...

Sanıyorum savaşlar; artık masum insanların terör biçimine sokulmuş katliamlarının üzerinden yapılıyorlar...

Acıklı bir durum bu...

***

İstanbul dönüşü, kendimi “evime gelmiş hissettiğim Ankara tren Garı’m” birinci katliamın...

Gençlik yıllarımın hayal şehrinin; gönyesini sabitlediğim Paris’teki Kuzey Garı’m ise, ikinci korkunç katliamın pergeli halini alıyor...

***

Benim şehirlerim birer birer gidiveriyorlar, acıya ve kana bulanıyorlar...

Arkalarında gözyaşı, tükenmiş umutlar, yarım kalmış hayaller bırakarak gidiyorlar...

Kim kazanıyor bu uğursuz savaşı bilmiyorum...

***

Dün akşam saatlerinde Amerika’ya uçacak, Harvard’lı kız arkadaşım mesaj gönderiyor bana;

-“Şehrine yazık oldu...” diyor...

Ankara’yı henüz anlatmadığımdan; Paris’i kastediyor...

Oysa bir şehrime değil; şehirlerime yazık oluyor benim...

İki şehrime de aynı oranda yazık oluyor...

Ankara’ya ve Paris’e...

Ve elbette Ankara’dayken yaşadığım Paris Caddesi’ndeki evime, yuvama, varlığıma ve hayallerime...

Yazının devamı...

Kadın; Osho ve ben...

Ben doğadaki varoluş biçimleriyle “kadın profilinin erkek profilinden çok daha komplike ve üstün olduğuna” inanıyorum...

Bu tavrımın; “kadınlara yönelik yazılar yazarak” promosyon yapmaya çalışan yazar popülizmiyle...

Kadınlarla yazı üzerinden iletişim kurmaya çalışan Clark numaralı ucuz yazarcık tavırlarıyla bir ilgisi bulunmuyor...

***

Basit bir nedeni var bu tavrımın...

Doğanın kadına bahşettiği iki temel özellik var erkekte olmayan...

Birincisi hem erkeği, hem kadını doğurabilmeye ve büyütmeye muktedir doğurganlık yetisi...

İkincisi erkekle kıyaslanmayacak oranda sınırsız bir cinsellik potansiyeli...

***

Buna bizzat kadın tarafından doğurulan, büyütülen, yetiştirilen ve genetiği biçilen ‘erkek çocuk’ faktörünü de eklediğimde; “kadının doğadaki yerinin, bir erkekle kıyaslanmayacak derecede güçlü olduğuna hükmediyorum...”

Bu psikolojik, sosyal psikolojik ve tamamen doğaçlama bir analiz...

***

Birkaç gündür Osho’nun “Kadın” kitabını inceliyorum...

Osho’nun; “kadının erkekten fersah fersah üstün olduğu tespitlerini sınırsız bir cüretle yazdığı ve anlattığı bölümleri okurken” dünyada düşünsel platformda yalnız olmadığımı hissetmek bana sonsuz huzur veriyor...

***

Bugün Osho’nun “Kadın” kitabından sizin için seçtiğim pasajları; bu satırların yazarının kendi gibi düşünen insanlarla insani dayanışması ve paylaşımı olarak kabul ederseniz sevinirim...

***

“Mina’ya Mektuplar” kitabının yazılarını yazarken, “kadını koyduğum yere” Osho’nun da kendi kadın anlayışını koymuş olması haz veriyor bu mütevazı satırların yazarı olarak bana...

“KADIN İLİŞKİDE; ERKEĞE DİRENÇ GÖSTEREREK BAŞLAR, GERİ ÇEKİLMESİNİ ENGELLEYEREK BİTİRİR...”

“Kadın ilişkide erkeğin yakınlaşmasına direnç göstererek başlar ve geri çekilmesini engelleyerek bitirir...”

***

Bir kadının fikrini değiştirmek istiyorsan; onunla hemfikir ol...

***

Eğer bir kadının ne demek istediğini merak ediyorsan; ona sadece bak; sakın dinleme...

***

Kadın doğurduğu için, dokuz ay boyunca tamamiyle hassas ve korunmasız bir şekilde erkeğe muhtaç kalır...

Erkekler bunu çirkin bir şekilde istismar etmişlerdir...

***

Özellikle kadın yaşamı üretmeye muktedirdir...

Erkek ise değildir...

Bu açıdan erkek daha aşağıdadır...

Bu aşağılık kompleksi erkeklerin kadınlara hükmetmesinde önemli rol oynamıştır...

***

Bu durum sadece ve sadece erkeğin kadından daha çok kas gücüne sahip olmasından kaynaklanır...

Ancak kas gücü hayvansallığın bir parçasıdır...

Eğer bu durum üstünlüğü belirleyecek olsaydı, kas gücü bakımından erkeklerden daha kaslı olan hayvanlar herkesten daha üstün olurdu...

KADIN; ERKEK CİNSELLİK VE SEVGİ...

Kadın tek bir sevgiyle kendini tamamen doyurabilir...

Çünkü o erkeğin bedenine değil, onun en derindeki içsel özelliklerine bakar...

Güzel, kaslı bir erkeğe aşık olmaktan çok, karizması olan bir erkeğe aşık olur...

Tanımlanamayacak, ama son derece çekici ve keşfedilecek gizemli bir erkektir ilgisini çeken...

O erkeğin, sadece bir erkek olmasını değil, bilinçle keşfettiği bir macera olmasını ister...

***

Cinsellik açısından bakıldığında erkek çok zayıftır...

Tek bir orgazm yaşayabilir...

Kadın ise sınırsızca üstündür...

Çoklu orgazm yaşayabilir...

Ve bu durum en çok problem yaratan konulardan biri olmuştur...

Erkeğin orgazmı bölgeseldir...

Cinsel organlarıyla sınırlıdır...

Kadının orgazmı ise bütündür...

Cinsel bölgelerle sınırlı değildir...

Onun tüm bedeni erojendir...

Ve erkeğe oranla binlerce kez daha zengin, daha doyurucu orgazm deneyimler...

ANNE SÜTÜNÜN ZEHİRLENMESİ...

Kadın; erkekten gördüğü işkence ve baskıdan dolayı varlığı olumsuzlanmış, güzelliğini kaybetmiştir...

***

İçsel ihtiyaçlarına göre, hareket etme şansı kalmadığından, zehirlenir, felç olur, sakatlanır, tatsızlaşır...

***

Dünyada önüne çıkan her kadın; hakiki kadın değildir...

Yüzyıllar boyunca bozulmuştur...

Kadın bozulduğunda erkek de doğal kalamaz...

Çünkü her şeyden önce erkeği doğuran kadındır...

Eğer kadın doğal değilse, çocukları da doğal olmayacaktır...

***

Kadın erkekten çok daha önemlidir...

Çünkü o rahminde hem erkeği, hem kadını taşır...

O kıza ve oğlana her ikisine de annelik eder...

Her ikisini de besler...

Eğer o zehirliyse, o zaman sütü zehirlidir...

O zaman çocukları yetiştirme tarzı zehirlidir...”

Osho

KADININ TRAFİK POLİSİNE ŞİKAYETİ...

Kadın polise doğru yürüdü ve şikayet etti:

-“Memur bey, köşedeki adam beni rahatsız ediyor...”

Durumu izleyen polis cevap verdi:

-“Ben durumu buradan izliyordum hanımefendi... Adam size bir defa bile dönüp bakmadı... Sizinle ilgili değil...”

-“Evet...” dedi Kadın...

-“Ne kadar rahatsız edici bir durum öyle değil mi?..”

ROMANTİK DELİKANLI VE YATAĞINA UZANAN GÜZEL KIZ...

Romantik delikanlı yatağına uzanmış güzel kıza doğru döndü ve meraklı bakışlarla sordu:

-“Beraber olduğun ilk erkek ben miyim?..”

Kız bir an düşündü ve sakin bir tavırla cevap verdi:

-“Bilmem olabilir... Yüzleri hatırlamakta hep zorlanmışımdır...”

***

Her şey gizemlidir...

En iyisi anlamaktan ziyade keyfini çıkarmaktır...

Yazının devamı...

Beni anlatan sözler...

Her zaman böyle olmuyor...

Önemli gördüğüm sözleri, içeriğine katılsam da katılmasam da, yayınlıyorum...

Ancak bazen, bugün olduğu gibi, sadece katıldığım, içimde hissettiğim ve aktararak paylaşmaktan zevk aldığım sözleri yayınlıyorum...

***

Onun için böyle yayınladığım sözlere; “Beni anlatan sözler” ifadesini kullanmayı yeğliyorum....

Bundan böyle...

Zaman zaman “beni anlatan sözleri...”

Zaman zaman da; “içeriğine katılayım veya katılmayayım, önemli gördüğüm sözleri” yayınlayacağım...

Bugün sıra; “beni anlatan sözler”de...

*****

ZAMAN İNSANLARI DEĞİL; SADECE ARMUTLARI OLGUNLAŞTIRIR...

Yalanlarla istediğiniz yere gidebilirsiniz...

Ama asla geri dönemezsiniz...

Transsiberian

***

İyilik de kötülük de; mutluluk da mutsuzluk da bulaşıcıdır...

Etrafınızdaki insanlara dikkat edin...

M. Longston

***

Güler yüzlü insanın olduğu her yere huzur kendiliğinden gelir...

Yukio Mişima

***

Yaşlanarak değil; yaşanarak tecrübe kazanılır...

Zaman insanları değil, sadece armutları olgunlaştırır...

Peyami Safa

***

Ne ibrettir kızarmak bilmeyen çehren;

Bırak kardeşim tahsili, önce git edep, haya öğren...

Mehmet Akif Ersoy

***

Bir insanın karakteri, zaferin tadını nasıl çıkardığıyla değil; yenilgiyle nasıl başa çıktığıyla ölçülür...

***

Ben dünyadan ziyade, kafamın içinde yaşayan bir insanım...

Sabahattin Ali

***

Ben insanın öteki yüzünü görünce, ilkini hatırlamam...

Paul Auster

***

İnsanlar gösterdiğiniz nedenlere, içtenliğinize ve acılarınızın ağırlığına ancak siz öldüğünüzde inanırlar...

Albert Camus

***

Çok da takılmıyorum artık bu uyku konusuna...

Uyuyunca geçmeyen şeylerin olduğunu anladığımdan bu yana...

Cahit Sıtkı Tarancı

*****

EŞEK YİNE EŞEK...

Mana ağır bir yüktür...

İnsanlara taşıyamayacakları manalar yüklemeyin...

Sonra mana da devrilir... İnsan da...

***

Asla bir aptalla tartışmayın...

Sizi önce kendi seviyesine çeker... Sonra da tecrübesiyle sizi yener...

Mark Twain

***

Yalnızlık cahil kişilerle oturmaktan daha hayırlıdır...

Hazreti Ömer

***

Dürüstlük pahalı bir mülktür...

Ucuz insanlarda bulunmaz...

Balzac

***

Eğer sizi üzen kişilere hala selam verebiliyorsanız, bu vicdanınızın sadakasıdır...

Mevlana

***

Hayata karşı ilk küskünlüğünüz, yanınızda sandığınız kişileri karşınızda görmenizle başlar...

Anton Çehov

***

Açıklamalarla vaktini harcama...

İnsanlar sadece duymak istediklerini duyarlar...

Paulo Coelho

***

Ama fazla da üzülme...

Hayat bitiyor bir gün...

Sezen Aksu

***

İnsanda yok ise edep;

Neylesin medrese mektep!..

Okusa alim olsa...

Merkep, yine merkep...

Şems-i Tebrizi

*****

İHANET; HAİN, FIRILDAK VE AHMAKLARIN EMELİDİR...

İhanet; hain, fırıldak ve namusuyla yaşamaya gücü yetmeyen ahmakların emelidir...

Benjamin Franklin

***

En anlamlı bakış; bir çift ıslak gözde saklıdır...

Çok şey anlatır; çünkü dil bağlanır, yürek konuşur...

Milan Kundera

***

Bir şeyden eminim... Kendimi üzdüğüm kadar kimseyi üzmedim hayatta...

The Vow

***

Anlamayanlar için dilimi;

Değersizler için kalbimi yormadığım günden beni mutluyum...

Kurt Vonnegut

***

Olmayacak insanlarla olmayacak hayaller kurduğum için, en çok da kendimden af diliyorum...

Albert Camus

***

İnsan düşmekten değil; düşerse ‘Hadi kalk’ diyebilecek bir dost sesi duyamamaktan korkar...

Aldous Huxley

***

Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik... Ne ki kardeşçe yaşamayı unuttuk...

Martin Luther King

***

İnsan zeka karşısında eğilir... Fakat şevkat karşısında diz çöker...

Voltaire

*****

BAŞKALARINA MÜSAİTSEN BENİ MEŞGUL ETME...

Başkalarına müsaitsen; beni meşgul etme...

Tom Robbins

***

İsteklerinizi, hayallerinizi küçümseyen kişilerden, mümkün mertebe uzak durun...

Mark Twain

***

Her şey çok olunca ucuzlar...

Edep bunun aksinedir...

O çoğaldıkça değeri artar...

***

Yol karardığında elveda diyen kişi, haindir...

J.R.R. Tolkien

***

Affetmek için iki kişilik erdem lazım... Hem onu affetmek... Hem de onu affettiğin için kendini affetmek...

Orson Welles

***

Ben 4 kişiyim...

1 Ben...

2 İçimdeki...

3 Aynadaki...

4 Kalbimdeki...

Ben’i geç...

İçimdeki zaten deli...

Kır aynadakini...

Ya kalbimdeki?..

Paul Auster

***

İyiler kaybetmez; kaybedilir...

Peyami Safa

***

Bilemezsin kim dost, kim düşman... Bazen tuttuğun eldir, seni arkandan vuran...

Suskunlar

***

İçinde bir tutam delilik olmayan hayat, eksik bir hayattır...

Paulo Coelho

*****

İNSAN AĞLAMAKTAN DEĞİL; AĞLATMAKTAN KORKMALI...

İnsan ağlamaktan değil, ağlatmaktan korkmalı...

Yedi Güzel Adam

***

Kalpleri birlikte çarpan, yıllarca birlikte ağlayıp gülen iki sevgiliden biri can verdiğinde...

Hayatta kalandır gerçekte vefat eden...

Cemil Meriç

***

İnsanları tanıdıkça seveceksin yalnızlığını...

Necip Fazıl Kısakürek

***

Nasıl bilirdiniz sorusuna;

Tanıyamamışım deyip geçtim...

Cemal Süreyya

***

Hayatın en hüzünlü anı, mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır...

Vladimir Mayakovski

***

Sözler verilir...

Sözler unutulur...

Gün gelir ihanet eden, sadakat ister...

Tuncel Kurtiz

***

Kişilik; hayatının son anında bile duruşunu bozmamaktır...

(Kelime Deryası portalından derledim, beni anlatan bu sözleri)

Yazının devamı...

İhtiyaçlarını sesli bir şekilde dile getir

“Her şeyde yalnız en iyi olanı bekle... Her ihtiyacının, hatta en imkansız gibi görünenin bile karşılanmasını bekle...

Asla kendini kısıtlama...

Çok fazla şey beklenmemesi gerekiyormuş hissine kapılma...

***

İhtiyaçlarını net bir şekilde gör, onları sesli bir şekilde dile getir...

Ondan sonra, bu ihtiyaçların karşılanacağına dair mutlak bir güven ve inanç duy... Bunun nasıl gerçekleşeceğini “BANA” bırak...

***

“BEN” bunu çeşitli kanallar aracılığıyla gerçekleştireceğim...

“BEN”imle bu mümkün olacak...

Onun için kendini akışa bırak...

BEN’im mucizelerimin ve oluşumlarımın gerçekleşeceğini gör...

Şükran duy ve elindekileri bütünün yararına olacak şekilde kullan...

***

Sen insani değil, ilahi yasalarla yaşıyorsun...

O nedenle her an her şey olabilir...

Mucizeleri bekle ve onların gerçekleştiğini gör...

Bolluk, bereket ve refah düşüncesini daima içinde tut ve bil ki böyle yapman, bunu gerçekleştirecek güçleri harekete geçirir...

Ne kadar olumlu olursan, her şey o kadar çabuk gerçekleşecek...

*****

YAŞAMIN “BEN”İM CENNETİMİ ANLATAN NEŞE DOLU BİR ÖRNEK OLSUN...

Yeni bir cennetten ve yeni bir dünyadan sadece bahsetmekle kalma... Bunu yaşamına aktarıp, gerçek haline gelmesini sağlamak senin elinde... Sevgi ve sevmekten bahsetme; Sevgiyi yaşa ki herkes onun ne anlama geldiğini görebilsin...

***

Eylem olmadan sözcükler anlamsız ve faydasız... Onlar hiçliğe doğru buharlaşan sıcak hava kütlesi gibidir...

“BEN”im cennetimi dünyaya onu yaşayarak ve davranışlarına sindirerek indirebilirsin...

Senin yaşamın bir örnek oluştursun...

Neşe dolu bir örnek...

Herkesin yol olarak takip etmeyi isteyeceği bir örnek...

***

Hiç kimse yaşamı, ağır bir yük altında neşesiz bir biçimde yaşamak istemez...

Çevresinde iletişim halinde olduğu, yaşamların yükü altında ezilmiş ve ışıltıdan yoksun kalmış ruhlara, neşe ve özgürlük yayan kişi, kutsanmıştır bilir misin?..

***

Tüm yüklerini “BANA” devret...

Temasta bulunduğun bütün ruhlara neşe ve özgürlük ver...

Yaptığın, söylediğin, düşündüğün her şeyde “BEN”i yansıt...

“BEN”im sevgim yolunda, “BEN”im irademi yerine getirirken, “BEN”im yolumda yürürken, daima huzur içinde ol...

*****

HAYALLERİNİ GÖZÜNÜN ÖNÜNDEN UZAKLAŞTIRMA...

Planın bütününde; görevini yerine getirebilmek için, kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmeli...

Kendi bireysel yolunu bulmalısın... Her şeyi; tüm yaşamın ve tüm yaratılmış olanın kaynağından yani BEN’den edin... O zaman hata yapmazsın...

***

Yolun zorlaştığında asla sendeleme...

Tam tersine içinden geçtiğin şeyin, pürüzlü bir yol olduğunu bilerek sağlam adımlarla ilerle... Mümkün olduğunca az direnç ve öfke göstererek, yolun her noktasında önemli ve gerekli dersleri öğrenerek, ne kadar çabuk ilerlersen o kadar iyi...

***

Dayanmayı, sabırlı ve kararlı olmayı ve çabuk pes etmemeyi öğrenmelisin... Hayallerini gözünün önünde tut... Nereye gitmekte olduğunu ve neye ulaşacağını bil ki; gerçekleştiğini görene kadar ondan vazgeçme...

Bu yaşamda yüreksiz olamazsın... Hiçbir şeyin sarsamayacağı ve dengesini bozamayacağı o içsel gücün ve bilişin gerekiyor bunun için... Gücün ve güvencen “BANA” dayalı olsun...

*****

DÜNYADAKİ KARIŞIKLIK VE KARGAŞA İÇİN ÇÖZÜM...

Pek çok ruh, bu dönemde dünyadaki kargaşa ve karışıklık için çözüm arıyor...

Bu karışıklık ve kargaşa gün be gün daha çok büyüyor...

Ancak bundan korkma...

Çünkü bir şeylerin daha iyi olabilmesi için, önce kötüleşmesi gerekir...

***

Bir çıban patlamadan önce baş verir ve ondan sonra tüm zehir akar ve temizlenir...

Nefret, açgözlülük, kıskançlık ve bencillik zehirlerinin boşalıp, şifanın ortaya çıkmasından önce, dünyada bir şeylerin çıban gibi baş vermesi ve tepe noktaya ulaşmaları gerekir...

***

Senin kendi içinde mükemmel bir huzura sahip olmanı istiyorum...

“BEN”i aklında tuttuğun sürece bu huzuru bulursun...

Her şeyin en iyi yanını görerek bilincini yükseltebilirsin...

***

Dünyanın içinde olduğu duruma, ona kendini kaptırarak yardım edemezsin...

Hastalığa bağışıklığının olması gerekir...

Yoksa sana da hastalık bulaşır...

O zaman da hiçbir şekilde yardım edemezsin...

“SENİN” yardımına ihtiyacım var...

“SENİN” özgür olmana ihtiyacım var...

“SENİN” mükemmel bir huzur içinde olmana ihtiyacım var...

SENDEN ancak o zaman faydalanabilirim...

*****



ÇOK UZAĞA BAKMANA GEREK YOK... BEN SENİN TAM İÇİNDEYİM...

“BEN”im seni yönlendirdiğimi ve sana yol gösterdiğimi fark ettiğinde “Cennet”imin dünyaya indirilmesine yardım edebilirsin...

İçinin derinliklerinde tüm yönleri bulacaksın...

Böylece şaşırtılıp yanlış yöne sevkedilemezsin...

Yanlış yola sapmazsın...

***

İçinin derinliklerine bak ve o yolları izle...

Mucize üstüne mucizenin gerçekleşmesine tanık ol...

“BEN” sana rehberlik edeceğim...

Seni yönlendirdiğim sürece asla sönük ve durgun bir an olmaz...

***

“BEN”i ara her zaman...

“BEN”i bul...

Çok uzağa bakmana gerek yok...

“BEN” senin tam içindeyim...

Ancak “BEN”im tam olarak farkında olman gerekiyor...

Sen yaşarken ve ilerlerken varlığını “BEN”imle birlikte sürdürdüğün müddetçe, yeni cenneti ve yeni dünyayı yaratıyorsun...

***

Yaratımda zorluk yoktur...

Ben “Işık olsun” dedim ve Işık oldu...

BEN; “yeni cennetime ve yeni dünyama tanık ol” diyorum...

Ona tanık ol ve bunun için sonsuz şükran duy...

Mükemmel bir sevgi, huzur ve sükun içinde yaşamını onda sürdür...”

EİLEEN CADDY

Yazının devamı...

Senin yapmaktan hoşlandığın şey, başkasına hoş görünmeyebilir...

“Çok çalış... Ancak aynı oranda, tıpkı bir çocuğun oyun oynaması gibi, eğlenmeyi de öğren...

Ve ne olursa olsun; neyi seviyorsan onu yap...

Zevklerinin basit ya da gelişmiş olması önemli değil...

Önemli olan onlarda gerçek bir neşe bulman...

***

Keyif aldığın bir şeyi yaparken, bunun çok emek isteyen bir şey olması önemli değil...

Keyif aldığın işi yaparken kendini tükenmiş değil, neşeli ve canlı hissedersin...

İşin asla senin için sıkıcı bir şey olmamalı...

***

Yaşamında bir denge olduğunda, yaşamında bir bütünlük bulacaksın...

Hayatında sadece iş, ya da sadece eğlence olmayacak...

İkisi de birbirinden kötüdür...

***

Asla keyif aldığın şeyleri bir başkasınınkilerle karşılaştırma...

Senin yapmaktan zevk aldığın bir şey, bir başkasının gözüne hoş görünmeyebilir...

Neden keyif alıyorsan onu yap ve bırak başkaları da onlara hoş görünen yolları izlesinler...

Hayatını tam olarak yaşa ve bırak herkes kendi hayatını yaşasın...

KENDİ İÇİNDE HUZURLU MUSUN?...

Yaşamın pürüzsüz bir şekilde akıyor mu?..

Yaptığın şeylerden memnun musun?..

Dünyayla barışık mısın?..

Yoksa yaşamında iniş çıkışlar mı var?..

Yaşam biçiminden ya da yaptığın işten hoşnut değil misin?..

***

Çevrendeki ruhlarla uyum içinde olmakta zorluk mu çekiyorsun?..

Hoşnutsuzluğun ve tatminsizliğinden dolayı, iletişimde olduğun insanları ve içinde olduğun koşullar ve durumu mu suçluyorsun?..

***

Eğer başka bir yerde olsaydın, her şeyin iyi olacağını ve huzurlu olacağını mı zannediyorsun?..

***

Sen kendi içinde mükemmel bir huzura sahip olduğunda, nerede ve kiminle olduğunun veya ne kadar sıradan ve günlük bir iş yaptığının önemi yok...

***

Sen kendi içinde mükemmel bir denge ve uyuma sahip olduğun için, hiçbir şey seni rahatsız edemeyecek ya da senin dengeni bozamayacak...

İçinde bulunduğun koşullara karşı savaşmak yerine, onlarla birlikte akmayı öğren...

Böylece içinin derinliklerindeki iç huzuru ve anlayışı bulacaksın...

YOLUN SONUNA GELDİĞİNİ HİSSEDERSEN...

Yolun sonuna geldiğini ve bir adım daha atamayacağını hissettiğinde, ya da yaşam sana tüm amacını kaybetmiş gibi gözüktüğünde; durum her şeye yeniden başlamak için harika bir fırsat yaratır...

***

Yeni bir başlangıç; bütün ruhların eğer isterlerse, yaşamlarını kendi başlarına çözmeye çalıştıklarında, onun karmaşık etkilerini eğer gerçek bir dürüstlükle kabul ederlerse, yapabilecekleri bir şey...

***

Onlar eğer yaşamlarını “Bana” devretmeyi isterlerse ve “Ben”im yaşamlarını idare etmeme izin verebilirler...

Bu yeni gün için, yeni bir yol için, yeni bir fırsat için daima şükran duy...

***

Bana ihtiyacım olduğunu fark et

ve bil...

Olumsuz bir ruh halinde olduğunda kendini “Bana” kapatıyorsun...

“Bana” dua et...

Ben sana cevap vereceğim...

Sorunların içindeyken, seninle olacağım...

Seni yükseğe çıkarıp, doğru yola girmeni sağlayacak ve her adımına rehberlik edeceğim...

“BEN” daima seninleyim...

SABIRSIZ OLMA...

Senin için hazırladığım plan mükemmel ve tam olarak doğru zamanda yerine oturacak...

Bu işleyiş esnasında hiçbir şey için telaşlanma...

Tam tersine her şeyin gözlerinin önünde açılıp gerçekleştiğini izle...

Eğer yaşam çok yavaş ilerliyor gibi görünürse, sabırsız olma...

***

Mutlak bir inanç ve güvenle “BEN”den gelecek olanı bekle...

Bil ki her şey doğru zamanda gerçekleşecek... Her şey için doğru bir zaman ve mevsim var...

***

Unutma ki, mevsimleri değiştiremezsin... Cennetin katlarını med-cezirin akışını da değiştiremeyeceğin gibi...

Evren “BEN”im ellerimdedir...

Hiç kimse ona zarar veremez...

***

Mutlak bir inanç ve güvenle “BEN”im mucizelerimin ve oluşumlarımın gerçekleşmesine izin verecek şekilde ilerle... Hiçbir şeyden korkma...

Tersine güçlü ve cesur ol...

***

Sen mutlak bir huzur içinde olduğunda, çevrendeki gerginlik ve zorluklara dayanabileceksin...

Onun için “BEN”im huzurumun ve sevgimin seni doldurmasına ve sarmalamasına izin ver...

Benim irademi gerçekleştirirken, mutlak bir huzur içinde ol...

BOŞ DÜŞÜNCELER VE KONUŞMALARLA ZAMANINI KAYBETME...

Boş düşüncelerle ve konuşmalarla zamanını kaybetme...

Vaktinin her anını sevgi dolu, olumlu, yapıcı düşünceler ve sözcüklerle geçir...

Yansıttığın düşüncelerin bir şeylere yardım edebileceğini veya tam tersine bozabileceğini fark et...

***

Düşüncelerin ve sözcüklerin efendisi ol...

Kölesi değil...

Neden yaşamının tadını sonuna kadar çıkarmıyorsun?..

Bunu sadece zamanının, sözlerinin ve eylemlerinin en iyisini harcarsan gerçekleştirebilirsin...

***

Gözlerini aç, yüreğini aç ve çevrendeki her şeyde ve herkeste en iyi olanı gör ve hisset...

Eğer en iyi olanı bulmakta güçlük çekiyorsan, onu buluncaya kadar aramaya devam et...

O seni bekliyor...

***

Dünyada pek çok harika şey var...

Neden onlara yoğunlaşmak için zaman ayırmayasın ve yaşamını onlarla doldurmayasın?..

Böylece hoş olmayan, mutsuz ve uyumsuz olan şeyler yaşamında yer bulamazlar...

Yaşamına sen şekil verirsin...”

EİLLEN CADDY

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.