Merkel söz veriyor mu?.. Gelecek yaz vize kalkıyor mu?..
.
Dün ne Alman Merkel’in “Saray”a gidip gitmediğiyle ilgileniyorum...Ne “Almanya mı bize taviz veriyor, yoksa biz mi onlara taviz veriyoruz” sorusunu mevz-u bahis ediyorum...
***
Tek konum; 2016 Temmuz’unda Merkel’in Türk vatandaşlarına Avrupa Birliği vizesinin kalkacağı sözünü vermesi...
Hayatımızın geride kalan 35 yılını “bir millet olarak aşağıladığımız, gururumuzun kırıldığı, onurumuzun incindiği acı vize anılarıyla” geçirdiğimizi bildiğim için; sadece Merkel Türk vatandaşlarına vize uygulamasının kaldırılacağı sözünü verdi mi vermedi mi onunla ilgileniyorum... Gerisi; başka gölgelerin arasına sıkıştığı bir savaş...
Beni ilgilendiren vatandaş!..
*****
20 YAŞINDA İNGİLTERE MACERASI...
20 yaşına bütün hevesi; yurt dışına gidip, İngiltere’de, Fransa’da hayatı görüp tanımak olan bir gencim...
Ancak yeterli döviz olmadığından hükümet bir karar çıkartıyor ve yurt dışına çıkışları üç yılda birle sınırlı tutuyor...
Üç yılda sadece bir kez çıkabiliyoruz ve çıkışta en fazla 500 dolar alabiliyoruz Merkez Bankası’ndan... 500 dolardan fazla para almamız yasak...
***
Sınır kapısında fazla dövizle yakalanırsak, suç işlemiş oluyoruz ve paramıza el konuyor...
Okula Cambridge’e giderken annem, pantolonumun iç cebine birkaç yüz doları iğne iplikle dikerek yerleştiriyor...
***
Ertesi yıl Paris’e gitmek için, “Lille’deki bir çalışma kampına gidiyorum” diye çalışma kampından izin belgesi alıyorum...
Yaşamım boyunca her yurt dışına çıkışta, “mazimdeki bu kısıtlamaların yarattığı bir duygunun tezahürü olarak” içimden fışkıran bir mutluluk duyuyorum...
Farkındayım ki; gençliğimde havaalanından çıkış yapabilmek için her yıl bin bir türlü formül bulmak zorunda kalmış bir mazinin sahibiyim...
*****
30 YAŞINDA... PARİS’TEN PORTEKİZ’E GİDERKEN
Paris’teyim... Fransa’da okuyan kız arkadaşım ve onun erkek kardeşiyle, ortak bir arkadaşımızın evine misafir olup, yılbaşını geçirmek için Portekiz’e uçacağız...
Benden başka kimsenin vizeye ihtiyacı yok...
Kimliklerini gösterip geçiyorlar sınırdan...
***
Grubun tek “vize” zorunlu elemanı olmak gayri ihtiyari kimyamı bozuyor...
Sanki “suç benim suçum gibi” içimdeki savunma mekanizması çalışıyor...
Yıllardır gazeteci olarak seyahat ediyorum...
Alışkınım “vize” isteyen memurların tavır ve davranışlarına...
***
Fransa’dan Portekiz’e gitmek, Avrupa Birliği vatandaşları için değil vize, pasaport göstermeye gerek olmayan bir seyahat...
Onlara bir “kimlik” göstermek yetiyor...
Ankara-İstanbul uçak yolculuğu gibi...
***
Türk vatandaşı için ise, “turistik nedenle bulunduğu Fransa’dan çıkış ve bir başka Avrupa Birliği ülkesine giriş” o yıllarda deveye hendek atlatmaktan zor bir iş...
***
Charles De Gaulle Havaalanı’nda arkadaşlarım kimliklerini gösterip geçiyorlar...
Ben vize kuyruğunda bekliyorum...
Nihayet Fransız vize memurunun karşısına dikiliyorum...
O günlerde yine Fransa ile Türkiye arasında nahoş vakalar olmakta...
Nahoş diplomatik vakaların kötü tarafı, pasaport polislerine “yeni çatışma alanları” açmasıdır...
***
Fransız pasaport polisi o günlerde, havadan nem kapıyor ve ülkesine “girip çıkan Türk vatandaşlara, daha bir dikkatli bakar” hale geliyor...
Pasaportumu alıyor ve incelemeye başlıyor...
Neyi incelediğini bilmiyorum...
Zaten çok girişli vizem var... Atina’da ikamet ediyorum...
Benim uflayıp puflamam polisi zerrece ilgilendirmiyor, gittikçe artan bir ciddiyetle pasaport üzerinde inceleme yapmaya devam ediyor...
***
Arkamdaki kuyruk gittikçe uzuyor...
Bekleyenlerin öfkesinin pasaport polisinden çok benim üzerimde biriktiğinin farkına varıyorum...
Basit bir empatiyle, onların yerinde ben olsam “pasaport polisine sorun çıkartan bu yolcuya kızacağım...”
***
Bir süre sonra Fransız pasaport polisi aradaki küçük camı kapatıyor ve “Siz benimle geleceksiniz” diyor...
Gişeyi kapatıyor...
Kuyrukta bekleyenlere “yandaki gişeye geçin” anlamında bir şeyler söylüyor... Herkesin ortasında “rezil” oluyorum... Bütün gözlerin bana çevrildiğini hissediyorum...
***
Havaalanındaki turistler tarafından “uluslararası kriminal bir kaçakçı ya da ülkeye zorla girmiş tehlikeli bir suçlu” olarak algılandığımı biliyorum...
Böyle durumlarda “gazeteci” olduğuma şükrediyorum...
Öyle bir tepki gösteriyorum ki, “yaptığı haksızlık, yanına kâr kalmıyor...”
***
Görevli polis önceleri hiç oralı olmuyor... Ona göre; üçüncü dünya ülkesi Türkiye’den gelen bir yolcuyu “pasaportundaki vize sahte mi değil mi” diye sorgulamak, doğal görevi...
“Bu vize sahte” diyor...
Ben ise ona cevap olarak, “Bu yaptığının yanına kâr kalmayacağını” söylüyorum...
***
Beni “kapalı bir odaya alan pasaport polisi, tepkimin büyüklüğünden bir süre sonra hafif tırsıyor...”!
Sorulara cevap vermeyi reddediyorum ve bana “büyükelçiliği bağlayın” diyorum... İkinci bir polis memuru geliyor... Birinci ikinciye bir şeyler söylüyor... İkinci pasaporta bakıyor, o da ona bir şeyler söylüyor...
***
Vakit geçiyor, bir süre sonra şefleri olduğunu anladığım üçüncü bir polis geliyor...
Ben havaalanının ortasında uygulanan bu insanlık dışı muameleye karşı, “hakkımı aramanın” yollarını arıyorum... Ne ki, hakkımı arayacağım fazlaca bir yol görünmüyor...
***
Polisten şikayetçi olmaya kalksam, yılbaşını geçirmeyi hayal ettiğimiz Lizbon seyahati elimizden uçup gidecek...
Üstelik Fransız polisi “Ben görevimi yaptım... Şüphelendim, sorguladım” deyip işin içinden sıyrılacak...
Bir süre sonra şefleri olduğunu anladığım polis, yavaştan beni sakinleştirmeye başlıyor...
“Bu vizeyi nereden aldığımı” falan sorarak iletişim kuruyor...
***
Hiç hak etmediğim bir şekilde “insanlık dışı, kanun kaçağı muamelesine” tabi tutulduğumu, yüzlerce insanın önünde kriminal bir kaçak gibi, alınıp bir odaya tıkıldığımı söylüyor; ve mağduriyetimi anlatıyorum...
Bunun onur kırıcı etkisini, burnundan kıl aldırmayan bir Fransız pasaport polisinin ne kadar hissettiğini bilmiyorum...
***
Arkadaşlarım yanıma geliyor...
Bana uçağı kaçırmak üzere olduğumuzu haber veriyorlar...
Fransız pasaport polisi hemen gidersek uçağı kaçırmayacağımızı söylemeye başlıyor ve “her şeyi unutma üzerine adı konmayan bir pazarlık yapıyor” benimle... Ya herkesin programını iptal ettireceğim, ya da hiçbir şey olmamış gibi sineye çekip gideceğim...
Kendimi aşağılanmış hissediyorum...
*****
45 YAŞINDA... ATİNA’YA GİDERKEN...
Atina’ya gitmek için havaalanında check-in yaptırıyorum...
Check-in yapan THY hostesi, utana sıkıla yanıma yanaşıyor...
-“Reha bey Schengen vizeniz tek girişli... O tek girişi de daha önce yapmışsınız... Bu vizeyle ne Yunanistan’a ne de başka bir Avrupa ülkesine giremiyorsunuz...”
-“Anlamadım” diyorum, “ben bu vizeyle Yunanistan’dan sonra Beşiktaş’ta yönetici olarak takımla birlikte Berlin’e gittim... Alman polisinden hiçbir sorun çıkmadı...”
***
Aynı anda vizeye bakıyorum... Gerçekten tek giriş yazıyor... Peki Almanya’ya bu vizeyle nasıl giriyorum?.. Belli ki, her tarafı vizelerle dolu 3 yapışık pasaportu gören Alman polisi özel uçakla gittiğimiz için, hiç ihtimal vermediğinden giriş damgasını yanlışlıkla basıyor...
***
Eşyalarımla Yeşilköy’de dımdızlak ortada kalıyorum... O an, kafamda şimşek çakıyor... Yunan Başkonsolosluğu’ndaki Yorgo o anda aklıma geliyor... Yıllar yılı, İstanbul’daki Türkler ve Atina’da Rum kökenli Türk vatandaşları arasında kulaktan kulağa “nazi subayı” olarak anlatılan Yorgo’nun azizliğine uğradığımı o an anlıyorum...
Biliyorum ki Yunan başkonsolosluğuna giden herkesin Yorgo’yla ilgili bir anısı var...
***
50 yaşın biraz üzerinde bir İstanbullu Rum Yorgo... Her vize isteyene mutlaka bir zorluk çıkartıyor... Ya vize vermiyor ya da verene kadar inim inim inletiyor...
-“Sen niye gidiyorsun ne işin var ki Atina’da” diye karşılıyor her geleni...
Yüzlerce kişilik kuyrukta kadınları erkekleri tipini beğenmediği için azarlıyor, “boşuna bekleme sana vize yok” diyor...
Yorgo’nun bana da böyle bir oyun oynayacağını doğrusu beklemiyorum...
Büyükelçiyi ve başkonsolosu arıyorum...
Akşamın o saatinde başkonsolosluğu açıyorlar... Vizeyi düzeltiyorlar...
Uçak kaçıyor...