Şampiy10
Magazin
Gündem

‘Erdoğan liderimizdir’

Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, AK Parti kongresinde seçkin bir MKYK oluştuğunu ifade etti, “Erdoğan siyasi bir cumhurbaşkanıdır, bizim liderimizdir ve tecrübelerinden yararlanılması gerekir” dedi.

Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci, Milano’da düzenlenen EXPO 2015 kapsamında yapılan Türk Günü etkinliklerine katılmak için gittiği İtalya’da gazetelerin Ankara Temsilcileri ile bir araya geldi. Zeybekci, hem iç politikaya hem de partisinin iç gündemine ilişkin dikkat çekici açıklamalar yaptı.

‘İsim isim değil...’

- Partiniz olağan kongresini yaptı ve yeni bir Merkez Karar Yürütme Kurulu (MKYK) oluştu. Listeye son şeklini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği konuşuluyor. Öyle mi oldu gerçekten?

Kongremizi yaptık ve çok seçkin bir MKYK oluştu. Bu liste oluşturulurken, şundan etkilendi, bundan etkilendi gibi şeyler son derece anlamsız. Bu hareketin lideri Recep Tayyip Erdoğan’dır. Bu partinin kurucu, onursal genel başkanı, hepimizin bir şekilde etkilendiğimiz, sözlerine zaman zaman ihtiyaç duyduğumuz liderimizdir.

Kendisinin bu kongreye doğrudan müdahalesinin olduğunu zannetmiyorum ama itibar edilmiş olmasını gerekli bulurum. Çok aktif bir şekilde dokunmasına gerek yok. Onun görüşlerinin yoğun bir şekilde alınmış olması bizim için onur meselesidir. Felsefi anlamda söylüyorum. Sayın Cumhurbaşkanımızın, tek tek, isim isim değil de, fikri anlamda yol göstericiliği, ana resmi çizen görüşleriyle katkıda bulunması, bu mesafede olması doğaldır. Lafı evirip çevirmeyelim; Cumhurbaşkanımız siyasi bir Cumhurbaşkanıdır. Bir tecrübesi, birikimi vardır, kökeni vardır. Bunlardan yararlanılmış olması gerekir. Bu gerekliliktir. Bunun da nezaket kuralları içinde yapılması lazım. Cumhurbaşkanlığı makamına o nezaketi göstererek Sayın Cumhurbaşkanımızın tecrübelerinden yararlanılması gerekir.

‘Asla problem olmaz’

- Siz Cumhurbaşkanı’nı da, Başbakanı da yakından tanıyorsunuz. Kongre sürecine ilişkin yapılan yorumları da göz önünde bulundurarak mevcut durumu nasıl yorumlarsınız?

Ne Cumhurbaşkanımız ile Başbakanımız, ne de başka kişiler arasında asla problem olmaz. Bizler, ülkesini seven insanlar olarak ortak ruh ile hareket ediyoruz. Onun için ben konuların kişilere indirgenmesini yanlış bulurum. Belki birilerinin içinden geçebilir ama ben herhangi bir sıkıntı hissetmedim. Zaten olsa, ben hissetmesem bile millet hisseder. O mahşeri vicdan hisseder.

‘Fabrika ayarları...’

- Son dönemde çok kullanılan ifadelerden biri de ‘fabrika ayarlarına dönmek’. Ak Parti fabrika ayarlarına dönmeli diyenler var...

Onu da son derece yanlış görüyorum. Fabrika ayarları... Siyasi partiler yaşayan organizmalardır ve devamlı yenilenmeli, gelişmeli, devamlı olarak evrime tabi olmalı. Fabrika ayarlarına dönmek, ancak belli noktaları tekrar bir gözden, elden geçirmek ihtiyacı olarak anlaşılabilir. Yoksa geçmişe dönmek olarak ifade edilmemeli.

- Üç dönem sınırlamasının kalkması ile birlikte birçok isim yeniden sahnedeki yerini aldı. Ama MKYK listesinin dışında kalan ve ayrılanlar da var. İşte Ali Babacan, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik, Beşir Atalay vb bazı isimler...

Bahsettiğiniz isimleri ayrılıyor olarak görmek çok yanlış olur. Başbakanımız ve Cumhurbaşkanımız mutlaka o tecrübelerden yararlanacaklardır.

‘Bülent ağabeye yakışmıyor...’

- Bülent Arınç ve Beşir Atalay’ın açıklamaları, Ak Parti içinden çıkan çatlak sesler olarak mı değerlendirilmeli? Böyle bir sürece mi girdi Ak Parti?

Kişilerin görüşlerini parti içinde rüzgar varmış gibi algılamak son derece yanlış olur. Bülent Bey’in görüşlerini, çıkışlarını, tam anlamıyla kendi şahsi görüşleri olarak görüyor ve sadece kendini bağladığını düşünüyorum. Şahsi olarak bana sorarsanız, kesinlikle katılmıyorum ve uygun da bulmuyorum. Bu ülkeye hizmetleriyle saygı duyduğum bir ağabeye yakışmıyor. Benim haddime değil tabii ki ama üzüldüğüm anlamında söylüyorum bunu. Eleştirmek anlamında söylemiyorum. Benim Bülent ağabeyimin sözleri bunlar mı olmalı?

‘Onu ulvi bir makamda görmek yanlış’

- Ak Parti’nin iç gündeminde hep bir Abdullah Gül faktörü de var konuşulan. Kimi kurtarıcı olur diyor, kimi başka yorumlar yapıyor. Gül hakkındaki görüşleriniz neler?

Ben onunla ilgili bir söz söyledim, yanlış anlaşıldı. Yapmamız gereken öncelikle şu: Bizim bu memleketi önce kurtarıcılardan kurtarmamız lâzım. Abdullah Gül nerededir? O da bu partinin içindedir. O da bu partinin kurucusudur, eski başbakanıdır, eski cumhurbaşkanıdır. Onu üst bir makamda, ulvi bir makamda görmenin yanlış olduğunu düşüyorum. Bu partinin neferlerindendir. Niçin Abdullah Gül dışarıdaymış gibi tartışılır, onu da anlamış değilim. İçindedir, orta yerindedir. Herhangi bir özel prosedüre tabi olması gerekli değildir. Onu sanki bir kurtarıcı pozisyonuna götürmek de partiye haksızlık olur. Partinin kurtarılması gereken bir noktada olacağına da inanmıyorum.

‘HDP’nin PKK’dan ayrı noktası yok’

- Artan terör ve bu ortamda HDP’nin pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Görüyoruz ki HDP’nin, PKK’dan zerre miktarda ayrı bir noktası kalmamıştır. 7 Haziran’dan önce bir barış partisi, Türkiye partisi olarak ortaya konulmaya çalışılan o resmin ne kadar sanal, suni olduğu ortaya çıkıyor. Bir kere terörü lanetleyen bir şey duyduk mu Allah aşkına? HDP’ye bir parti demeyi, AK Parti’ye, CHP’ye, MHP’ye çok büyük haksızlık olarak görüyorum.

Yazının devamı...

Kongre salonundan notlar...

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 5’inci Olağan Büyük Kongresi’ni takip ettik dün Ankara Arena’da.

**

“Geçmişten geleceğe” temalı kongrenin öne çıkan başlığı, “İlk günkü aşkla”ydı.

Bu slogan, Ak Parti’nin ‘fabrika ayarlarına dönmesi’ anlamına mı geliyordu?

Partinin önemli isimlerinden birinin, kongre salonunda katıldığı canlı televizyon yayınında söylediklerini de işte tam bu noktaya yerleştirmek gerekiyor.

MKYK dışında kalan eski bakan Beşir Atalay’ın, “Ortak akıl ilk zamanlar kadar devrede değil” demesini...

**

50 kişiden müteşekkil Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’nda (MKYK) sadece 19 isim yerini korudu. Listedeki 31 isim değişti. Yani partiyi 1 Kasım seçimlerine taşıyacak kadronun yüzde 62’si değişti.

Liste dışı kalanlar arasında özellikle dikkat çeken isimler şöyleydi:

Ali Babacan, Bülent Arınç, Mehmet Şimşek, Abdülkadir Aksu, Haluk İpek, Hüseyin Çelik, Osman Can, Sadullah Ergin, Salih Kapusuz, Yasin Aktay.

Yeni MKYK’nın öne çıkan isimleri de şöyle:

Binali Yıldırım, Berat Albayrak, Burhan Kuzu, Cemil Çiçek, Efkan Ala, Faruk Çelik, Fatih Şahin, Galip Ensarioğlu, Mehdi Eker, Mehmet Özhaseki, Naci Ağbal, Nurettin Canikli, Recep Akdağ, Yalçın Akdoğan.

MKYK listesine ‘Beştepe’nin damga vurduğu noktasında herkes hemfikirdi dün salonda.

Kongrede, “Ak Parti’nin kurucu Genel Başkanı ve doğal lideri” sıfatlarıyla anılan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın adı her geçtiğinde salonda coşkunun yükseldiği de notlar arasındaki yerini aldı.

Aynı şekilde; Genel Başkan, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun da konuşmasında defalarca Erdoğan’ı anması da...

**

Adalet ve Kalkınma Partisi 7 Haziran’da yüzde 41 oy aldı.

“Seçmenin verdiği mesajı aldık, gereğini yapacağız” diyen Ak Parti, 1 Kasım sınavı öncesi, üç dönem kuralına istisna getirdi ve yönetim kadrosunu yeniledi.

Bu yenilenmenin, parti içinde yaratacağı gündemin ilk işaretleri hemen ilk günden, salonda su yüzüne çıktı. Kongrenin henüz ilk saatlerinde, Beşir Atalay’ın (yukarıda aktardığım) canlı yayında yaptığı açıklama en somut örnek olarak kayıtlara geçti.

Şimdi önemli olan; bu kadro değişikliğinden kaynaklı parti içi gündemin, seçime kadar nasıl şekilleneceği.

**

Dikkatimi çeken noktalardan biri de, İstanbul’da görev yapan gazetecilerin kongreye ilgilerindeki düşüklük oldu.

Genel yayın müdürleri ve köşe yazarlarının çoğu yoktu dün salonda.

Yabancı basın kuruluşlarından da az sayıda temsilci vardı.

Günün sonunda, onlardan birinin; bir Alman gazetecinin sorduğu soru dikkat çekiciydi:

“Devreye girip inisiyatif alması, Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından bir risk anlamına da gelmiyor mu” diye sordu ecnebi meslektaşımız.

“Nasıl yani, kast ettiğiniz nedir” şeklinde bir karşı soru geldi bizimkilerden birinden.

Alman gazeteci yeni bir soruyla cevap verdi:

“Şunu demek istiyorum. Ak Parti, 1 Kasım seçimlerinde de beklediğini bulamaz, başarılı olamazsa, o zaman sorumluluğu Erdoğan’a yüklemek isteyenler çıkmaz mı?”

Kısa bir sessizliğin ardından, “Onu bilemem” dedi yabancı konuk ile sohbet eden gazeteci.

Yazının devamı...

Can alıcı bir tespit

PKK’nın geçmiş dönemlere kıyasla dağlardan, kırsaldan çok ilçe ve şehir merkezlerine yerleştiği bir sır değil.

Bu gerçek, terörle mücadelede artık - büyük oranda - polisin görev (ve dolayısıyla risk) alması anlamına geliyor.

Nitekim son dönemde, ilçe ve kent merkezlerinde PKK’nın Emniyet Teşkilatı mensuplarına yönelik eylemleri, katliamları ortada.

Bu noktada, Özel Harekat’ta görevli olanlar dışında, özellikle bölgede görev yapan “polislerin terörle mücadele ve PKK hakkındaki eğitimi, donanımı ve tecrübesi ne kadar yeterli” sorusu önem kazanıyor.

***

Geçmişte; Polis Akademisi mezunlarının büyük kısmı, askerliğini ‘asteğmen’ rütbesiyle, iç güvenlik harekat bölgesinde tim komutanı olarak yapıyordu.

O genç polisler, Eğirdir’de 12 haftalık dağ komando kursuna katılıyor, vatani görevini de bölgede, komando timlerinin başında tamamlıyordu.

Bunun yanı sıra askerliğini komando olarak yapmış olanlara, başvurmaları halinde polis olmakta öncelik tanınıyordu.

***

Erkek polisler, anlattığım bu durumdan fazlasıyla rahatsızdı o yıllarda.

Polislerin askerlik hizmetinden muaf olması gerektiğini savunuyorlardı. Kendilerince haklıydılar da. Biz gazetecilerden de bu konuyu gündeme taşımamızı isterlerdi hep.

Yıllarca seslendirdikleri konuda, istediklerini 2011 yılında aldı polisler.

10 yıl görevde kalmak koşuluyla askerlikten muaf tutuldular.

***

Eskiden, ‘Özel Harekat’ dışındaki polislerin de bölge, PKK ve terörle mücadele tecrübesi vardı, 2011’den bu yana ise yok.

Şimdilerde bölgeye tayin olan emniyet mensupları, o coğrafyanın gerçeklerinden - maalesef - habersiz şekilde gidiyorlar görev yerlerine.

***

Durun...

Hemen, “Ne yani, polisler, askerlik yapmadıkları için mi şehit oluyorlar” türünden bir karşı cümleyle çıkmayın karşıma.

Tabii ki bu kadar doğrudan bir bağlantı kurmuyorum.

Sadece ‘genel’e dair bir tespitte bulunuyorum.

Her alanda mühim olan ‘tecrübe’, bu konuda, yeri geldiğinde ‘hayati’ derecede önemli olabilir diyorum.

‘Bölge ve gayrinizami harp deneyiminin, hem yapılan görev açısından hem de diğer güvenlik güçleri ile koordinasyon aşamasında kritik öneme sahip olduğu’ tespitine kim itiraz edebilir?

Bu kadar zor olmamalı

Kendini ifade etmek, konuşmak, dinlemek, anlamaya çalışmak; hasılı, medeni, sağlıklı iletişim kurmak bu kadar zor olmamalı.

Şöyle bir bakın etrafınıza...

Herkes haklı. Ama işin vahim tarafı; sadece kendisi haklı.

Yalnızca kendini haklı gören, başkalarının bu duruma itiraz etme hakkı dahi bulunmadığına inanan bir zihniyet...

***

Bırakın tanımadığınız insanları, yakın çevrenizde bile görmüyor musunuz bahsettiğim bu sağlıksız anlayışı?

Kendimden bir örnek vereyim...

Bir yazı yazıyorsunuz, yanında adeta bir ‘okuma kılavuzu’ neşretmek zorunda kalıyorsunuz.

Neredeyse her cümlesine açıklayıcı bir not düşmek gereği hissediyorsunuz.

Dün mesela...

“Şimdi siz bunu okuyunca yine sadece bir cümlesine takılıp onun üzerinden yorum yapacaksınız, yazının gerisini yok sayacaksınız, sonra da tepki göstereceksiniz ama ben yine de yazıyorum. Çünkü susmakla olmuyor...” diye yazdım.

Yetmedi, sonunda “Sadece işinize gelen, fikrinize uyan, size göre olan kısımlarını değil, tümünü okuyun” diye ricada bulundum.

Pekiyi bütün bunların ardından o yazıya ilk gelen yorum nasıl başladı?

“Yine eksik, yine taraflı” cümlesiyle !

Durum bu kadar net işte.

“Taraflı”, “eksik”...

Karşısındaki taraflı, kendisi değil.

Karşısındaki eksik, kendisi eksiksiz.

Dünyanın merkezini kendi göbek deliği zannedenler coğrafyasında fikir beyan etmeye, görüşlerimizi paylaşmaya çalışıyoruz.

Olsun.

Devam...

Askerler, polisler şehit oluyor.

Teröristler ölüyor.

Masum insanlar hayatını kaybediyor.

Kan akıyor ülkede, oluk oluk...

***

Teröre tepki, şiddete dönüşüyor.

Kısasa kısas, kana kan, intikam...

Duygular aklın önüne geçiyor.

Yazının devamı...

‘Vur, kır, parçala’ değil, ‘Konuş, yaz, tartış’

Biliyorum...

Ne söylesem, ne yazsam;

birileri anlayamayacak,

birileri bilerek, isteyerek anlamayacak,

birileri sadece bir cümlesi üzerinden yargılayıp diğer bölümleri görmezden gelecek,

birileri saptıracak,

birileri bambaşka yerlere çekecek.

Birileri kızacak, öfkelenecek, küfür edecek.

Böyleyiz...

Yapacak bir şey yok.

Ama konuşmamak, yazmamak da çözüm değil.

Susmakla olmuyor.

***

Bir...

PKK kanlı, acımasız, aşağılık bir terör örgütü.

İki...

PKK artık Öcalan’ı adeta reddediyor. Bunun yanı sıra, Öcalan’ın projesi sayılabilecek siyasi partinin Türkiye genelinde politika üretmesine de izin vermiyor. Örgüt HDP’yi de sabote ediyor.

Üç...

HDP ise kabuğunu kırıp, kendi ayakları üzerinde duracak dirayeti sergileyemiyor. Toplumun geneline samimi, inandırıcı gelmiyor. Bu noktada zorlanıyor, yetersiz kalıyor. HDP belki de, Kürt siyasi hareketinin bugüne kadar farklı isimler altında - öyle ya da böyle - terör örgütünün güdümünden çıkmaması / çıkamamasının bedelini ödüyor.

Dört...

Kimse çıkıp, PKK’nın yönetici kadrosunu sorgulamıyor. Amaçlarının, hedeflerinin ne olduğu bile artık meçhul olan, yıllardır on binlerce örgüt üyesini ölüme gönderen bu kadro daha kaç Kürt gencinin ölüm emrini verecek, kimse bunu sormaya cesaret edemiyor.

Beş...

Şehitlerimiz, ölen insanlarımız tam bir yürek yarası.

Altı...

Yaşadığımız büyük acıyı paylaşmak, teröre lanet okumak en doğal hakkımız; hatta görevimiz.

Yedi...

Siyaset kurumu karşılıklı suçlamalar ve kısır tartışmalarla patinaj yapıyor. Çözüm değil aksine toplumda umutsuzluk yaratıyor.

Sekiz...

Terörü lanetlemek, PKK’yı protesto etmek için yola çıkıp şiddet yaratmak, şiddete ortak olmak yanlış. Yanı başımızdaki insanları hedef almak, komşumuzu dövmek, bina taşlamak, bir partinin binasını, tabelasını, bayrağını yakmak... Yanlış bunlar. İlk anda hırsınızı alıyor olabilirsiniz ama bunları yaparak çözüme nasıl bir katkınız oldu hiç düşündünüz mü?

Dokuz...

Her Kürt PKK’lı değil. Hatta, her HDP’li de doğrudan PKK’lı değil.

On...

Bu günler de geçecek.

On bir...

Bu günlerin nasıl geçeceği tamamen ‘biz’e bağlı.

***

Listeyi uzatabilirim ama bitiriyorum.

Kızmadan, tepki göstermeden bir durun, soluklanın lütfen.

Ve rica ediyorum, bir daha okuyun yukarıdaki maddeleri.

Ama sadece işinize geleni, fikrinize uyanı, size göre olanı değil, tümünü...

Yazının devamı...

PKK’nın ‘seri’ pususu

‘Pusu’ PKK’nın geleneği.

Dağlıca saldırısı; terör örgütünün, El Yapımı Patlayıcılar (EYP) ile kurduğu pusuları ne derece acımasız, ne denli vahşi bir noktaya taşıdığının örneği olarak geçecek tarihe.

Anlatayım...

**

Toll Sarya...

Yüksekova - Dağlıca yolunda 16 askerin şehit olmasına, 6’sının da yaralanmasına yol açan ‘seri katil’in adı bu. Seri katil ifadesini özellikle kullanıyorum. Çünkü ortada, kurulan bir ‘seri pusu’ var.

**

O yol üzerinde tam 10 EYP’den oluşan bir mayın / bomba dizisi olduğu çıktı ortaya.

Pil, kablo ve telsiz düzenekli, birbirine seri bağlı tam 10 patlayıcı.

EYP’lere bağlı 10 kablonun 5’li iki set halinde gelip, tek noktaya bağlandığı bir sistem...

Bu sistemde, 2 farklı marka ve model telsizin 5 ayrı frekansını kullanabiliyor pusuyu kuran terörist.

Toll Sarya adlı sistemde; hedefin niteliğine göre, görerek, tek tek infilak ettirilebiliyor yol üzerine döşenmiş EYP’ler. Ya da, duruma göre, iki seferde 5’er 5’er.

Veya 10’u bir seferde.

**

Bir aydır kapalı olan Yüksekova - Dağlıca yolunun açılması gerekiyordu.

Dağlıca Taburu’nun izne gidecek ve izinden dönecek personeli vardı çünkü.

Ayrıca Tabur’a erzak ve mühimmat sevkiyatının vakti gelmişti.

Personel ve malzemenin, bir seferde, tek bir konvoyun gidip dönmesi ile taşınması planlanmıştı.

Personel, mühimmat ve erzak sevkiyatının neden helikopterler vasıtasıyla değil de karadan yapılması planlandı diye düşünebilirsiniz haklı olarak.

Konunun uzmanları bu soruya, “Personel sayısı ve taşınacak malzeme ile mühimmat miktarının yüksek olması sebebiyle” yanıtını veriyor.

Ve tabii bu boyuttaki bir havadan ikmalin yaratacağı helikopter trafiğinde maruz kalınabilecek ‘yerden ateş’ riski.

**

Dönelim o dakikalara...

Kapalı olan yolun yeniden açılabilmesi için öncelikle temizlenmesi ve güzergâh güvenliğinin sağlanması gerekiyordu.

Yol emniyetinin ön şartı mayın tarama işlemi; bu görevi yerine getirecek olan da METİ, yani Mayın ve El Yapımı Patlayıcıları Tespit ve İmha Timiydi.

Vadi içindeki yolda (askeri tabirle ‘mahkum’da) yaya olarak, mayın dedektörleriyle kontrol yapan ve EYP’lerden birkaçını da tespit eden METİ timi, bölgeyi gören tepelerdeki (askeri tabirle ‘hakim’deki) teröristlerin ateşine hedef oldu. Ve bir asker yaralandı.

**

Çatışma haberi tabura ulaştı.

Tabur Komutanı Kurmay Yarbay, METİ Timi’nin akıbeti üzerine, “Ben askerlerimi orada bırakmam” dedi ve sekiz silah arkadaşıyla birlikte, hafif zırhlı Cobra aracıyla yaklaşık bir buçuk kilometre uzaklıktaki o noktaya hareket etti.

‘Seri katil’ EYP’lerden biri de işte o Cobra’nın yanında infilak etti.

Harp Okulu’ndan 1999’da mezun olmuş bir Özel Kuvvetler mensubuydu o genç yarbay.

Akademiyi kazanmış, kurmay olmuştu.

Daha bir hafta önce, 30 Ağustos’ta takmıştı yarbay rütbesini.

Tabur komutanı olarak ilk görev yeri de Dağlıca olmuştu. Ve o genç kurmay subay dediğini yaptı.

Silah arkadaşlarını, askerlerini orada bırakmadı.

O da onlarla birlikte gitti.

Yazının devamı...

Aylan

Sakın bana, “Hayat devam ediyor” falan demeye kalkmayın.

“Ölenle ölünmüyor” diye ahkâm kesmeyi, aklınızdan bile geçirmeyin.

Sakın !

Biliyorum ben hayatın devam ettiğini. Ölenle ölünmediğini de...

Dünyanın adil bir yer olmadığını da biliyorum.

Ama Aylan bilmiyordu!

***

Gündemdeki diğer konuların hiçbiri ilgilendirmiyor şu anda beni.

Önemli, kritik, tarihi olabilir ülke gündemindeki başlıklar.

Hangisi bu kadar ‘hayati’ olabilir peki?

***

Bu yazıyı, bu gece yatmadan önce hatırlayın olur mu?

Yataklarında uyuyan sağlıklı evlatlarınız varsa...

Gece gidip üstlerini açmışlar mı diye kontrol edecekseniz...

O minicik ayakları pikenin dışında kalmasın, üşümesin diye üstlerini bir kez daha örtecekseniz…

Ya da terledilerse, üstlerini değiştirecekseniz.

Uykusunda, çocuğunuzun yanağına bir öpücük kondururken hatırlayın bu yazıyı ve Aylan’ı.

***

Sizin, bizim çocuklarımız sıcak yuvalarında, rahat yataklarında uyurken, onların üstü örtülüyken; beli açık Aylan’ın o fotoğrafta.

Bacakları da.

Ama üşümüyor. Üşüyemiyor.

Ve öksüremiyor da biliyor musunuz?

Çünkü o güzelim yüzü kumların içinde, suyun içinde.

Nefes alamıyor o.

Aynı gün, Ege’nin sularında aynı kaderi paylaştığı diğer 7 çocuk gibi.

***

Aylan öldü biliyor musunuz?

Daha 3 yaşında öldü.

3 yaşındaydı.

Sadece üç.

Aylan Kurdi…

***

O öldü.

Ve ben yutkunamıyorum o fotoğrafı gördüğümden beri.

Boğazıma bir yumruk oturdu.

Gözümün önünden gitmiyor o minicik beden, o göğe doğru açık kalmış küçücük avuçlar.

Ah be çocuk !

Ah be…

***

Aylan’ın cansız bedeni kıyıya vurmuş.

Öyle diyor haberler.

Sadece kıyıya değil aslında…

Yüzümüze de vurdu.

İnsan olanının yüzüne vurdu Aylan bu dünyanın iğrenç gerçekliğini.

***

“Jandarma Olay Yeri İnceleme” yazıyor başında duran astsubayın sırtında.

Olay yeri inceleme…

Oysa incelenmesi gereken olayın olduğu yer değil.

Biziz incelenmesi gereken.

Bir yandan, o sahillerde cansız yatan bir caretta caretta yavrusu için bile duyarlılık sergileyen, diğer yandan çocuklarını öldüren biz. Bizler.

***

Yarın adını dahi hatırlamayacağınız bir yabancı…

Bir gariban, bir çaresiz…

Daha yeni yeni konuşmaya başlayan, belki de gelecekte bu dünyayı değiştirmek için söyleyecekleri olan, minicik bir yavru…

Öldü gitti işte bu adil olmayan dünyanın, henüz farkında bile olmadığı düzeninin kurbanlarından biri olarak.

***

Çocuklar ödüyor büyüklerin kirlettiği bu dünyanın bedelini.

Sonra büyüyorlar… Ve belki de bu defa onlar devralıyor dünyayı kirletme görevini. Bazıları en azından…

O zavallı, o masum, o ne olup bittiğinden habersiz çocuklar…

Minicik elleri, minicik ayaklarıyla…

Büyüyorlar işte.

Büyüyebilirlerse…

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.