Şampiy10
Magazin
Gündem

Ne çok öldük!

“10’un üzerinde ölü, onlarca yaralı” şeklindeydi patlamanın hemen ardından gelen ilk haber.

Ancak olay yerinden gelen bilgiler, ölü ve yaralı sayısının bunun kat be kat fazlası olduğu yönündeydi.

Kısa süre sonra gelen ilk resmi açıklamada “30 ölü, 126 yaralı” bilgisi yer aldı.

**

Görgü tanıkları, olayı yaşayanlar bu defa hastane kapılarındaydı… Kimi o kargaşa ortamında izini kaybettiği yakınının adını arıyordu yaralı listelerinde, kimi ameliyata alınan arkadaşını bekliyordu.

Kimi hayatını kaybeden arkadaşının ardından göz yaşı döküyor, kimiyse çaresizlik içinde, saatlerdir haber alamadığı eşine ulaşmaya çalışıyordu.

Kan vermeye gelenler, telefonla tanıdıklarına ulaşıp iyi olduğu haberini vermeye çalışanlar…

Hastanelerin önü adeta mahşer yeri gibiydi özetle.

Can pazarı, Ankara Garı’nın önünden çevredeki hastanelerin acil servisleri ve ameliyathanelerine taşınmıştı.

Ölüm haberini aldığı yeğenini teşhis etmek için içeri girmeye çalışan ancak başarılı olamayan bir avukat vardı mesela hastane kapısında.

Morglar doldu, otopsi yapılacak yer kalmadı…

“Ölü ve yaralı sayısı açıklananın çok çok üzerinde” demeye devam ediyordu olayı yerinde yaşayanlar.

**

Nitekim…

Ben bu satırları kaleme alırken, patlamanın üzerinden 6 saatten fazla zaman geçmişti.

Sağlık Bakanı, 86 insanın yaşamını yitirdiği resmi olarak açıklamış ve eklemişti, “Ölü sayısının artmasından korkuyoruz” diye.

Bazı isimlerden ise saatlerdir haber alınamıyordu. Aralarında bir sendika yöneticisi vardı örneğin.

6 saat geçmiş, o sendika yetkilisinden hâlâ haber yoktu. O isimler ölenlerin listesinde de yoktu, hastane kapılarına asılan yaralı listelerinde de. Yakınları çaresizce çırpınıyordu o insanların akıbetini öğrenebilmek için…

**

Emniyet ve istihbarat birimleri iki ayrı koldan mesai vermeye başladı olayın hemen ardından.

İncelenen, irdelenen noktaları şöyle sıralamak mümkün:

- Patlamanın, kortejde yer alacak olan HDP ve bileşenlerinin olduğu noktada gerçekleşmesi…

- Ankara’daki bu kanlı eylem; 7 Haziran seçimlerinden 2 gün önce Diyarbakır’da HDP mitinginde, ardından 20 Temmuz’da Suruç’ta patlayan bombaların devamı niteliğinde mi?

- Saldırının tam da PKK’nın tek taraflı silah bırakacağı yönündeki haberlerin hemen ardından gelmesi tesadüf olabilir mi?

- Olaydan sadece 10 saat önce, Twitter’da takma adlı bir hesaptan art arda atılan mesajlar ne anlama geliyor?

O mesajların en çarpıcı olan ikisi şunlar:

“Çok kalabalık olacak, olası polis saldırısı izdihama yol açabilir. 77 1 Mayısı gibi meçhul silah sesleriyle kitle paniğe sürüklenebilir.”

“En korkunç ihtimal de, Suruç v2 (volume 2 yani 2’nci bölüm) olabilir. Olası bi bombalı eylem en büyük katliamlardan birine yol açabilir. Bu gayet ihtimal dahilinde.”

Gerçekten de en büyük katliamlardan birine yol açan o patlamalardan önce bunları yazan hesap kime ait?

**

Ve bunlardan birkaç adım daha ilerisi...

Güvenlik ve istihbarat birimlerinin masaya yatırdığı şu kritik noktalar dikkat çekiyor:

--- Saldırının çifte canlı bomba eylemi olduğunu bile kesin olarak söylemek henüz mümkün değil. Bu yöndeki düşünce, olay yerinde zeminde çukur açılmamış olmasından kaynaklanıyor. Ancak şiddetli patlamada 5 insan bedeninin birbirine bütünüyle karıştığı belirlendi. Uzmanlar, bunlardan hangisi ya da hangilerinin intihar eylemcisi olduğunun belirlenmesi zaman alacağını söylüyor.

--- En önemli soruya gelince... Eylemi hangi örgüt gerçekleştirdi?

Ankara’da 3 ihtimal üzerinde duruluyor. PKK,

MLKP ve IŞİD.

Pekiyi ama PKK ve son dönemde onunla birlikte hareket eden MLKP neden ‘kendi kitlesi’ sayılabilecek insanları hedef alsın? Bunun nasıl bir mantığı, nasıl bir izahı olabilir?

Bazı analistler, HDP’nin yeniden baraj sorunu yaşayabileceği yönündeki haberleri hatırlatıp, “Hedef HDP’yi mağdur göstermek ve oylarını artırmasını sağlamak olabir” şeklinde konuşuyor.

PKK’nın da, MLKP’nin de sicilinin bu anlamda temiz olmadığını belirten bu görüşün sahipleri IŞİD’i ikinci ihtimal olarak görüyor. “IŞİD neden düşük olasılık” sorusuna, “Öncelikle zamanlama” cevabı geliyor ve cümle, “Bu eylem sonuç olarak HDP’nin oylarına artı etki edecekse, IŞİD açısından bu dönemin tercih esilmesi düşük ihtimal” diye devam ediyor.

**

Güvenlik ve istihbarat birimleri şimdi bunlar ve benzeri onlarca veri / bilgi / duyum ışığında ‘gerçekte ne olduğu’ sorusunun cevabını arıyor. Onların mesaisi sürerken, toplumun büyük kısmına hakim düşünceyi dün öğle saatlerinde yine bir Twitter kullanıcısı yazdı:

“Suçlu kim, asla ortaya çıkmayacak; adım gibi biliyorum. Herkes birbirini suçlayacak. Olay kapanacak.”

Ülkedeki en temel sorunlardan biri bu işte.

Resmi kurumlara, yetkililere, hasılı devlete güven(e)memek.

**

Planlanan, Türkiye’nin dört bir yanından insanların katılımıyla başlamak üzere olan ‘Barış Mitingi’ydi.

‘Barış’ mitingi…

İnsanlar “Barış istiyoruz” demeye gelmişti Ankara’ya.

“Barış istiyoruz” diyemeden yaralandılar, öldüler.

Bayrağı şimdi geride kalanlar devraldı.

Bu ülke insanı, “Barış istiyoruz” demeye, üstelik bunu artık daha da yüksek sesle söylemeye, haykırmaya devam edecek.

NOT: Yukarıda bahsettiğim, 6 saat boyunca haber alınamayan sendika yöneticisinin de hayatını kaybedenler arasında olduğu, ben o satırları yazdıktan birkaç saat sonra, dün akşam saatlerinde ortaya çıktı.

Yazının devamı...

Vaatlerin kaynağı hazır mı?

Tarih 4 Ekim 2015...

Yani 4 gün önce.

Yer Ankara...

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçim beyannamesini açıkladığı toplantının hemen ardından, Başbakan ve partinin önde gelen isimleri yemekte...

Masalardan birinde ilginç bir sohbet yaşanıyor...

“Bu vaatlerde bulunuyoruz da, bunun kaynağını hazıladınız mı?”

“Bu vaatlerin karşılığı olan kaynağı sürdürülebilir kılabilecek miyiz?”

Bu soruların muhatabı Ali Babacan.

Ama muhatabı kadar önemli olan, soruların sahipleri.

Anlatayım...

***

TRT Haber’de, Haber Odası programının konuğu Başbakan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’ti önceki akşam.

Türkeş canlı yayında, farklı başlıklarda dikkat çekici açıklamalar yaptı. O açıklamaların içinden öne çıkan üçünü aktaracağım.

İlginç anekdot

Birinci başlık, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 1 Kasım seçim beyannamesindeki ekonomik vaatler...

Tuğrul Türkeş anlattı:

- Yeni partimle ilgili, dürüstçe bir iç bilgi paylaşayım... Seçim beyannamesinin açıklandığı gün... Sayın Başbakan’ın konuşması bittikten sonra yan tarafta bir yere yemeğe geçtik. Tesadüfen benim oturduğum masada Hayati (Yazıcı) Bey vardı. Sonra Binali (Yıldırım) Bey de geldi, Ali Babacan da benim yanıma oturdu. Herkes orada yemek yiyor... Hayati Bey gayet ciddi şekilde Ali Babacan’a döndü dedi ki, ‘Bu kadar lafı ediyoruz, bunun kaynağını hazırladınız mı?’ Yani iç bir tartışma. Ondan sonra Ali Bey, ‘Hazırladık’ dedi. ‘Nereden bulacaksınız?’ derken Binali Bey dedi ki; ‘Bunu bir defalık ya da iki defalık vermek bir şey değil, bunu sürdürülebilir kılacak mısınız?’

Sayın Babacan bunların hepsini, yani bu 16 buçuk milyar ek yükün kaynağını ve nasıl sürdürülebilir olduğunu anlattı. Öğle yemeği sırasında bunu konuştuk.”

Türkeş şöyle devam etti:

l Ben de açıkçası çok bilgilendim orada. Ve ikna da oldum. Daha da mühimi, iki bakanlık yapmış şahıs, ‘İyi bir şey söylendi’ diye düşünerek değil, parti açısından kaygı duyarak, ‘Tamam bunları söyledik de, bu 16 buçuk milyarı nereden buluyorsun, buldun mu?’ diye direkt sayın Babacan’a sordular. Babacan da bununla ilgili yaptıkları çalışmaları, bunların nereden karşılanacağını, bugüne kadar ne kadarının karşılanmış olduğunu, ne kadarının da karşılanabileceğini anlattı. Sayın Başbakan başka masadaydı. Tesadüfen oturduğum masada yaşandı bunlar.

Sorduk, “Parti içinde bile soru işareti mi var yani vaatlerin gerçekleşmesi ile ilgili?”

“Hayır” dedi Tuğrul Türkeş, “Hayır, soru işareti değil. Diyorlar ki, bunu söylüyoruz ama bunu sürdürülebilir kılacak kaynağı ayarladık mı? Muhalefetteyken söylemek kolay... Asgari ücret 2 bin lira, 2 bin 500... Yok mu artıran, 3 bin... Nasıl olsa iktidara gelmeyeceksin, söylersin bunları. 1 Kasım’dan sonra iktidar olacak bir parti yutkunarak konuşmak zorunda.

MHP’ye gönderme

Tuğrul Türkeş’in canlı yayındaki açıklamalarından ikinci dikkat çekici bölüm...

Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Serpil Çevikcan sordu:

“Bir siyasetçinin kolay kolay veremeyeceği bir karar verdiniz. Soyadınızı da düşünürsek, daha da zor... Bu bir günde olmamıştır. Kırılma noktalarınızı özetleyebilir misiniz, neden böyle bir karar verdiniz?”

Türkeş, MHP ile ilgili bu soruya, yine o bildik üslubu ile yanıtladı soruyu:

l Şimdi, geçenlerde beni ziyarete gelen bir dostum söyledi. Almanya’da parti kapatmak varmış. Ben bilmiyordum. Dostum dedi ki; ‘Almanya’da parti kapatmanın bir tek şartı var’ dedi. ‘Eğer bir siyasi parti iktidar olmak istemiyorsa, Alman devleti o partiyi kapatır’ dedi. Alman Anayasası’nda varmış, dostumun söylediği bir şey. Ben onun yalancısıyım. Böyle değilse, izleyenlerimiz beni affetsin lütfen. Sorunuzun yanıtı, işin özeti bu aslında.

HDP’li bakanlara talimat Kandil’den geldi

Ve son başlık...

Soru şu: “Partinizin bu defa tek başına iktidar olabileceğini düşünüyor musunuz?”

Türkeş’in cevabının merkezinde HDP var...

l Alakası olmayan insanlar, 7 Haziran’da terör örgütünün partisine oy verdiler. Terör örgütünün partisi olduğunu ben söylemiyorum... Figen Yüksekdağ, “Ben sırtımı PKK’ya dayıyorum” dedikten sonra, yeniden HDP’ye oy vermesi için deli olması lazım mesela - İzmir’deki beyaz Türkün. ‘Beyaz Türk’ de benim tabirim değil...

Ve bu başlıktaki kritik bilgi...

İki HDP’li bakanın hükemet üyeliğinden istifasi...

l Bakın, iki saygıdeğer bakan arkadaşım... HDP saflarından seçim hükümetine iştirak ettiler. Bir gün haber geldi, gelen haber dağdan... O gün bakanlığı bırakıp çıkmak zorunda kaldılar. Ben kendilerini incitmek istemiyorum ama Bakanlar Kurulu’ndayken gayet kibar konuşan insanlar HDP Genel Merkezi’ne gittiklerinde çok çirkin açıklamalar yaptılar. Bunu da yadırgadım. Ben halkımızın, bu partinin örgütün siyasi kanadı olduğunu gördüğünü ve bilinçli oy kullanacağını düşünüyorum.

Yazının devamı...

Sendelesek de düşmeyebiliriz

Öyle bir gündeme mahkum yaşıyoruz ki...

Haberlere bakın:

- Şırnak’ta, zırhlı polis aracının arkasına bağlanarak sürüklenen bir cansız insan bedeni...

- Rus savaş uçaklarının, Türkiye hava sahasını ihlali ile birlikte ortaya çıkan tehlikeli gerginlik...

- Suriye sınır hattında devriye uçuşu yapan Türk Jetlerine, hem Rus Mig 29’u hem de Suriye füze sistemleri tarafından ‘radar kilitleme’ yöntemiyle tacizde bulunulması...

- Bağdat Caddesi’nde, kaldırımdaki bir çiçekçinin ölümüne neden olan sürücü nihayet ortaya çıktı. 87 gündür, yani 3 aydır yakalanamayan katil zanlısı, teslim oldu...

- Artık neredeyse sayısını unuttuğumuz, ne acıdır ki adeta kanıksanan şehit haberleri...

- Terörle mücadelenin sürdüğü bölgelerde meydana gelen ölümler, sivil kayıplar, mağduriyetler...

- Bir dönem ülkenin gündemini belirleyen yargı mensuplarının halen kaçak durumda olması...

- Hemen yanı başımızda yıllardır süren ve şu son günlerde yeniden alevlenen İsrail - Filistin çatışmaları...

- Suriye...

- Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin durumu / dramı...

- Seçim kampanyası... Bir yanda rekabet içindeki siyasi partilerin birbirlerine yönelik eleştiri dozunu artırması, diğer tarafta seçim güvenliğine ilişkin devam eden kaygılar...

- Ekonomik göstergeler... Döviz kurlarındaki hareketlilik, ihracat, istihdam, büyüme vb verilerinde gelinen nokta...

- Medyada sıklıkla gözlenen, evrensel habercilik kriterlerinin fersah fersah uzağındaki haber / yorum / manşetlerin, ‘basına güven’ konusunda yarattığı tahribat ve kamuoyu algısında doğurduğu deformasyon...

- Medya kuruluşları ve gazetecilere yönelik saldırılar, uygulanan şiddet...

- Sokaktaki insanı teslim alan, agresiflik ve umutsuzluğun damga vurduğu sosyal ruh hâli...

***

İç ve dış gündem, birlikte üstümüze üstümüze geliyor.

Dünyanın en güzel coğrafyasında yaşamak; olması gerektiğinin tam aksine adeta bir dönüşüyor.

Daha da kötüsü, insanlar, bu tablonun yakın gelecekte değişeceğine dair umutlu değiller.

İnsanlar kurumlara da, birbirlerine de güvenmiyor.

Anlaşılması en zor olan noktalardan biri de şu:

Bireysel olarak, tek tek, dünyanın belki de en hassas insanlarından oluşan bu toplum, bir bütün olarak nasıl bu kadar duyarsız olabiliyor?

***

Bu kadar karamsar işte içinde yer aldığımız tablo.

Ama inatla söylüyorum ve gönülden inanıyorum ki; öyle ya da böyle, her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı var.

Hep beraber samimi, hep beraber gerçekçi ve tabii hep ‘beraber’ olursak; sendeleyip sallansak da, düşmeden tekrar ayağa kalkarız biz.

Bunu başarabilmenin ilk koşulu, yapabileceğimize hep beraber, hep birlikte inanmak.

Yazının devamı...

Bireylerden, kurumlardan ötesi...

Ahmet Hakan Coşkun son örnek.

Bu kadarla geçmiş olsun.

Ve daha önemlisi, gerçekten son olsun.

**

Özelden, geçelim genele...

Birinizin hoşuna gittiyse, muhakkak bir başkasını rahatsız etmiştir yazdığımız.

Biriniz, “Doğru” dediyseniz, emin olun bir diğeriniz yanlış bulmuşsunuzdur söylediğimizi.

Bazılarınız hak verdiyse yazdığımıza, söylediğimize; bilin ki bazılarınız da yüzde yüz haksız olduğumuzu düşünüyorsunuzdur.

Ve...

Hoşuna giden, “Doğru” diyen, hak verenleriniz tebrik / takdir etmez. Genellikle sessiz kalır, olumlu görüşlerinizi, beğenilerinizi iletmeye gerek görmezsiniz...

Ama...

Rahatsız olur, yanlış bulur, haksız olduğumuzu düşünürseniz, hemen gösterirsiniz tepkinizi.

Nadiren medenice eleştiri, çoğunlukla küfür / hakaret, bazen de hedef gösterilme, tehdit edilme olur payımıza düşen.

Böyledir, alışığız...

“Mesleğin kaderi” der geçeriz.

**

Yalnız...

Bu ülkenin yakın geçmişindeki kritik, karışık, puslu, kirli dönemlerde, gazetecilerin suikastlara kurban gittiğini unutmuş olamazsınız.

Biz unutmuş değiliz.

**

Bir gazete / gazetecinin (ama işi sadece gazetecilik olan, evrensel kriterlere göre gerçek bir gazete / gazetecinin) görüşlerine katılmayabilirsiniz...

Söyledikleri, yazdıkları hoşunuza gitmeyebilir.

Hatta, çıkarlarınızı zedeliyor bile olabilir o gazete / gazetecinin ‘habercilik’ faaliyeti.

İşini maksatlı yapmıyorsa, yalan yazıp yalan söylemiyorsa, dediğim gibi mesleğin evrensel kaidelerine göre ‘haberci’ ise; ne kadar kızarsanız kızın, o kişinin / kurumun hedef gösterilmesine, tehdit edilmesine, fiziksel saldırılara maruz kalmasını mazur göremezsiniz.

Ve bu noktadaki tavrınız; o gazete / gazetecinin sizin düşüncenize, görüşünüze uygun olup olmadığına göre, ismine değişemez.

Benden olan - olmayan ayrımı yapamazsınız.

‘Adamına göre’ davranırsanız, gün gelir roller, pozisyonlar değişir. Geçmişteki yüzlerce örnekte olduğu gibi.

Tehdide, şantaja, saldırıya; karşıysanız karşısınızdır.

Uğrayan kişinin ya da kurumun kim olduğuna göre değil; doğrudan, açık açık.

“Ama...”sız, “İyi de...”siz.

Eveleyip gevelemeden, bahane üretmeye çalışmadan.

**

Her yerde, her alanda olduğu gibi medyada da; iyisi de var kötüsü de, doğrusu da var yanlışı da, olması gerektiği gibi olanlar da var, olmayanlar da.

Bizim sektörde de, değişmesi, düzelmesi, iyileşmesi gereken birçok nokta bulunuyor olabilir.

Bu ülkedeki birçok farklı alan, farklı sektörde olduğu gibi yani.

Soru şu:

Değişimin, düzelmenin, iyileşmenin yolu ‘şiddet’ uygulamak mıdır?

Olabilir mi?

Kabul edilebilir mi bu?

Sadece medya kuruluş ve mensupları için değil elbette. Herkes için.

**

Üzülmek, kınamak yetmiyor.

Hedef gösterenler, hedef alanlar, vuranlar, kıranlar, saldıranlar hak ettiği cezaları almalı.

Bu sonucu doğuran iklimin oluşmasında bir şekilde payı olanlar en azından bir özeleştiri yapmalı.

Benzer örneklerin tekrar yaşanmaması için, gerekli caydırıcılığın oluşması için herkes üzerine düşeni yapmalı.

**

Derdine derman, uğradığı haksızlığa, yaşadığı mağduriyete, sorununa, sıkıntısına çare aramak, çözüm bulmak için...

Yani, ne sebeple ve ne boyutta olursa olsun, bir şekilde sesini duyurabilmek için medyaya, gazeteciye, haberciye ihtiyaç duymayanınız var mı?

Bir düşünün bakalım...

**

Ve son söz:

Bu öyle bir meslek ki; vurup kırsanız da, dövseniz, hatta öldürseniz de...

Bilin ki; gün gelip bize ihtiyaç duyduğunuzda, bizlerden biri yine burada, sizin yanınızda olacak.

Sizler hiçbir zaman tam olarak tatmin olmayacak olsanız da...

Yazının devamı...

CHP, üslup, mesajlar..

Cumhuriyet Halk Partisi, 1 Kasım 2015 Seçim Bildirgesi’ni açıkladı dün.

Detaylar, VATAN’ın haber sayfalarında...

Genele dair birkaç tespitim var aktaracak. Birkaç izlenim..

Seçim Bildirgesini Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu seslendirdi malum.

Bildirgenin içeriği kadar Kılıçdaroğlu’nun üslubu da önemliydi bence. Hatta belki içerikten bile daha önemliydi kürsüden sergilenen tavır.

CHP’nin iddialı vaatlerini detaylarıyla anlatan Kemal Kılıçdaroğlu, eleştirilerini dengeli ve gerçekçi bir düzleme oturttu. Bu bilinçli tercih, 1 Kasım akşamına ilişkin öngörüden kaynaklanıyor olmalıydı.

‘Gerçekçi’den kastım şu:

“Tek başına iktidar olmak” gibi bir hedeften söz etmedi mesela Kılıçdaroğlu.

CHP Genel Başkanı’nın; 2 Kasım sabahı itibariyle doğabilecek bir ‘koalisyon arayışı’ gündemine bugünden hazırlandığı hissine kapıldım ben salonda.

“CHP’nin ülkeyi yönetme yetkinliğine sahip kadroları var” vurgusunu da ekleyebiliriz bu noktaya.

***

Kılıçdaroğlu’nun dünkü tavrı, CHP’nin seçim kampanyasındaki genel tutumuna dair de önemli işaretler taşıyor.

Belli ki 7 Haziran kampanyasına oranla, sertlik dozu daha düşük olacak Ana Muhalefetin.

CHP muhtemelen, 1 Kasım sandığından da 7 Haziran benzeri bir sonuç çıkması olasılığını göz önünde bulunduruyor.

Böyle bir durumda, olası koalisyon ortağının hassasiyetlerini artık bildiğinden, kampanya stratejisini de bu gerçek ışığında şekillendiriyor.

Kabul etmeliyiz ki; siyasette iddialı olmak kadar gerçekçi olmak da önemlidir.

M. Ali şahin açık konuştu

Önceki akşam, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin önemli isimlerinden Mehmet Ali Şahin ile birlikteydik canlı yayında.

TRT Haber’de, Haber Odası programının konuğuydu tecrübeli siyasetçi.

Şahin’in açıklamalarından öne çıkanları, yine VATAN’ın haber sayfalarında okuyabilirsiniz bugün.

O açıklamalar içinde bir bölüm var ki, gözden kaçmaması gerekiyor bence.

7 Haziran seçim sonuçları üzerine yapılan parti içi muhasebeye dair şu sözlerden bahsediyorum:

- Zamanla bazı şeyler gevşeyebiliyor. Halk bu gevşekliği hissedebiliyor. Herhalde 13 yıllık iktidarımız döneminde bazı uygulamaları, vatandaşımız, vaatlerimize pek uygun bulmadı. En azından bazı arkadaşlarımız için... O nedenle ya sandığa gitmedi, ya da bize oy vermedi.

- Biz 7 Haziran seçimlerinden sonra 2011’de bize oy vermiş olan ama 7 Haziran’da vermeyen 100 kişiden 7-8 kişiye sorduk: ‘Niçin vermedin kardeşim?’ Birçok şeyler söyledi o insanlar. Ama en önemlisi şu... Bizim yüksek ahlaki değerler, dürüstlük diye yola çıkarken halkımızla paylaştığımız o erdemli siyaset kavramına uygun düşmeyen, bazı parti yetkililerinin veya seçilmişlerin davranışlarının vatandaş nezdinde rahatsızlığa yol açtığı tespiti... Bu kadar net söylüyorum. Herhalde anlaşıldı.

- İşte bunun için büyük kongremizde tüzükte, Siyasi Erdem ve Etik Kurulu diye bir kurul kurduk. Bunun için kurduk bunu. Şimdi partinin her kademesinde görev yapmış, dürüstlüğü, saygınlığı ile halkın sempatisini kazanmış, bir noktada bizim eski Türklerde vardır böyle gün görmüş, ak saçlılar diye... Böyle beş kişiden oluşan bir heyet... Bu heyet sadece genel başkana karşı sorumlu olacak. Milletvekillerinden, bakanlardan, hatta MKYK üyelerinden bizim kuruluş değerlerimize aykırı davrananlar olursa onlarla ilgili işlem yapacak bir heyet.

***

Mehmet Ali Şahin’in canlı yayında dediği gibi... Gayet açık, gayet net.

Ve dediğim gibi... Gözden kaçmamalı.

Yazının devamı...

Ayrı ayrı ölmek mi, bir arada yaşamak mı?

Şu aşağıdaki kısa, öz metni bir okur musunuz lütfen...

***

Çatışma ve şiddetin belirlediği zor günlerden geçmeye devam ediyoruz.

Sağduyu içinde BİR ARADA hareket etmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

Denge ve Denetleme Ağı olarak, yakın dönemde, başta Meclis ve Sivil Toplum Örgütleri olmak üzere, tüm tarafları barış için sorumluluk almaya davet ettiğimiz 3 farklı çağrı yayınladık;

“Ortak geleceğe inanıyoruz!” dedik.

Şimdi “Dur, çatışma!” deme zamanı.

Hayattan daha değerli ne var ki?

Ayrı ayrı ölmek değil, “Bir arada yaşamak istiyoruz!”

***

Denge ve Denetleme Ağı’nın (DDA) son çağrısı bu:

“Ayrı ayrı ölmek değil, bir arada yaşamak istiyoruz.”

Kim itiraz edebilir bu arzuya?

Hayır, ben bir arada yaşamak yerine ayrı ayrı ölmemizi istiyorum” diyen / diyecek biri olabilir mi?

***

“Vatandaş her şeyi devletten beklememeli” denir ya hani...

“Her şeyi başkalarından beklemeyip, herkes elinden geleni yapmalı, elini taşın altına koymalı” denir ya...

“Sivil toplum birlikte hareket etmeli, güçlü olmalı, inisiyatif almalı” da denir malûm.

Bunun bir örneği var aslında Türkiye’de:

Denge ve Denetleme Ağı.

***

Denge ve Denetleme Ağı’na, toplumun çok farklı kesimlerinden, kimi taban tabana zıt, çok farklı düşünce, görüş ve ideolojilere sahip tam 257 sivil toplum kuruluşu üye.

Sloganları, “Farklı düşünüyoruz, bir arada çözüyoruz.”

İnternet sitelerinin adresi, http://www.birarada.org

Kim oldukları, neyi hedefledikleri, talepleri, önerileri, çalışmaları, kampanyaları, çağrıları...

Hepsi açık açık yazıyor internet sitelerinde.

Sessiz sedasız, iyi niyetli, şeffaf, gerçekçi bir oluşum.

Üç sene önce, “Hak ve özgürlüklerin garanti altına alınması için denge ve denetleme sisteminin şart olduğu” görüşünden hareketle yola çıktılar ve yürümeye devam ediyorlar.

***

Üsluplarını naif bulabilirsiniz.

Yapabilecekleri sınırlı olabilir.

Mucize yaratmalarını da bekleyecek değiliz elbette.

Ama içten, ciddi ve önemli bir faaliyet söz konusu olan.

***

İlk iş olarak www.birarada.org adresine girip, ‘Biz Kimiz’ başlığının altında yer alan ‘Üyelerimiz’ kısmına bir bakın derim.

Çünkü sırf o liste bile, gelecek adına umut verici nitelikte.

Bu ülkede, bir araya gelmesi neredeyse imkansız diyeceğiniz tam 257 sivil toplum örgütü, aynı çatının altında, ortak hedeflere ‘bir arada’ ulaşmanın yollarını arıyor.

Denge ve Denetleme Ağı’nı daha yakından tanımak, tanıtmak, o yapıyı oluşturanlara katkı vermek, destek olmak emin olun hepimize iyi gelecek.

Yazının devamı...

Ah şu bizim çifte standart hastalığımız

‘Hata’ insana mahsus. İnsanın olduğu yerde ‘hata’ hep var.

Hayatın her alanında ve her zaman...

Hep oldu, hep de olacak.

Kasıtlı, art niyetli olmadığı sürece adı ‘hata’.

Bilinçli, maksatlı olanın başka isimleri var malum.

***

Sorun şu:

Geçmişte; hatalar işinize geldiği için susmuşsanız...

Hatta içten içe memnun / mutlu olmuşsanız...

Sizin lehinize sonuç doğuran o hatalar sebebiyle mağdur olanların şikayetine sırtınızı dönmüş, isyanına kulağınızı tıkamışsanız...

Gelecekteki muhtemel hakkınızı, işte o gün elinizden kendiniz almışsınız demektir.

Gelecekteki şikayet ve isyan hakkınızı...

***

Bunları; Pazar akşamı İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadı’nda oynanan Beşiktaş - Fenerbahçe maçı sonrası, konuk camiadan yükselen sesler üzerine yazdım ama bahsettiğim ‘çifte standart’ gerçeği futbol ile sınırlı değil bu ülkede.

Siyasette de var, sanatta da...

Bürokraside de var, öğrencilik yaşamında da.

Ve bu ne ilk örnek, ne de son...

***

İki buçuk sene kadar önce bu sütunda yer alan bir yazı var mesela...

Başlığı, “Çifte standart standartlaşınca...”

http://www.gazetevatan.com/murat-celik-527476-yazar-yazisi-cifte-standart-standartlasinca---/

Gördünüz mü?

4 Nisan 2013’te de derdimiz aynıymış, bugün de aynı.

***

Yine bu köşeden bir başka yazı...

Başlık, “Çifte standartlarımıza kılıf olarak atasözleri”.

Tarihi 23 Aralık 2014. Derdimiz yine aynı...

http://www.gazetevatan.com/murat-celik-709808-yazar-yazisi-cifte-standartlarimiza-kilif-olarak-atasozleri/

***

Yani, sadece bugün gündemimizde olan bir konu değil ‘çifte standart hastalığı’mız.

Dilimizde, kalemimizde, köşemizde tüy bitti söylemekten.

Daha fazla uzatmayacağım.

Diyeceğim şu:

Sadece bir kez olsun, bir başkasının uğradığı haksızlığa karşı sesini yükseltmemiş olanlar, söz konusu kendileri olduğunda ne kadar bağırırsa bağırsın, duyan olmuyor işte o çığlığı.

‘Çifte standart’ı adeta yaşam tarzına dönüştürmüş olanların sözlerinin bir ağırlığı, bir anlamı kalmıyor zaman içinde.

İnanılırlıklarını, güvenilirliklerini, saygınlıklarını yitiriyorlar.

Ve bu durumun sorumlusu, bizatihi kendileri oluyor.

Dediğim gibi...

Sadece futbolda, sporda değil; hayatın her alanında bu böyle maalesef.

Yazının devamı...

Güzel günler, güneşli günler

Sivil toplum Ankara’da buluştu dün. On binlerce insan Sıhhiye Meydanı’ndan buluştu. Bir ‘sağlık’ göstergesi misali…

O on binler, Ay – Yıldızlı bayrağın gölgesinde, Ulus’a yürüdü.

Ulusal egemenliğin doğum yerine, Birinci Meclis’e.

***

Türkiye’nin tanıdığı simalar aynı sloganın altında kolkola girdi:

“Teröre Hayır Kardeşliğe Evet”.

Ve biliyor musunuz; kara bulutlar yoktu dün Ankara semalarında. Günlük güneşlikti hava.

***

Siyasetçiler davetli değildi dünkü yürüyüşe…

Milli irade, onu temsil etme iddiasında olan siyaset kurumuna medeni, nazik bir mesaj veriyordu bence. Seslendirilmeyen, üstü örtülü bir mesaj…

Siyaset kurumunu dışlar bir tavırla değil ama…

Sadece, “Ben biraz yalnız kalmak istiyorum” der gibi…

Dün Ankara’da yaşanan, sivil toplumun bir ‘özgüven tazelemesi’ydi.

***

Katılımcı sayısını da bir yere kadar önemsiyorum, verilen mesajları da…

O insanlarla birlikte, kan ter içinde yürürken gördüklerim esas benim için.

Dağıtılan şapkalardan, ay – yıldızlı olanı kapma heyecanı mesela.

Herhangi bir slogana eşlik etmekten ziyade, önceliği bizatihi orada olmak olanların yüzündeki ifadeyi görmek mesela.

Büyük sermaye sahibi iş dünyasının temsilcileriyle, işçi – memurun yan yana, iç içe, gönül gönüle yürümesi mesela.

***

Birileri, özellikle de sosyal medya üzerinden, küçük görmeye çalışıyor olabilir dün Ankara’daki yürüyüşü.

Birileri kendince eleştirebilir.

Orada olsaydınız, görürdünüz neyin ne olduğunu.

Abartısız, düzenli, sakin ama güçlü yüzbinlerce adım atıldı dün başkentte.

Önemliydi.

Her şeyden önce, toplumun özgüvenini tazelemesi, var ve bütün olduğunu hissetmesi açısından önemliydi.

Hasılı, dün güzel bir gündü.

Güzel, güneşli bir gün…

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.