Şampiy10
Magazin
Gündem

Güneydoğu’da jammer gerçeği

Jammer... İngilizce bir sözcük ve Türkçe’de ‘cemır’ diye okunuyor.

Frekans karıştırıcı ya da sinyal bozucu elektronik aygıtların genel adı.

Ve o jammerlar, PKK’nın uzaktan kumandalı EYP’lerine (El Yapımı Patlayıcı) karşı, iç güvenlik harekat bölgesinde hayati önem taşıyor.



Haberlerde ve dolayısıyla kamuoyunda, genel ifadeyle “yola döşenen mayın” olarak bilinen saldırı türü, güvenlik güçlerine büyük kayıplar verdiriyor.

Teröristler, EYP’leri güvenlik güçlerinin sıklıkla kullandığı yollara yerleştiriyor. Çoğunlukla boş tüplerin içine yapılan ve yine çoğunlukla düzeneği bir telsize bağlı olan patlayıcılar toprağa gömülüyor. Genellikle de asfalt yollardaki bozuk bölümlere, çukurlara ya da viraj içlerine...

Bu tercihin sebebi, hem zemini kazıp gömmenin kolay olması hem de yoldan geçecek olan ‘hedef’ aracın, o noktada yavaşlamak zorunda kalması.

PKK’lılar, askeri konvoyların geçişini hakim bir noktadan izliyor ve bomba düzeneğine bağlı telsiz ile aynı frekansı kullanan ellerindeki diğer telsizin mandalına basarak, ‘görerek patlatma’ yoluyla düzenliyorlar EYP’li saldırılarını.



EYP tuzağına karşı alınabilecek en etkin önlem ise ‘jammer’.

Bölgede yola çıkan her konvoyda ‘en az bir jammer’ bulunuyor. Konvoyun niteliği ve uzunluğuna göre bu sayı iki ya da üçe çıkabiliyor.

Uzun konvoyların, ekseriyetle, bir önünde, bir ortasında, bir de sonunda jammer taşıyan araç yer alıyor.

Pekiyi buna rağmen neden bu kadar çok konvoy ‘uzaktan kumandalı EYP’ patlaması sonucu zarar görüyor?

Cevap basit:

Jammerların etki alanı, daha doğru tabiriyle ‘kapatma mesafesi’ belli. Güneydoğu’da kullanılan jammerlar genellikle geniş bant ve (model / frekans ayarlarına göre değişmekle birlikte) yaklaşık 100 metre yarı çapındaki bir dairesel alandaki frekansları kesiyor.

Bu da, özellikle uzun konvoylarda, araçlar arasındaki takip mesafesi arttıkça, jammerın kapatamadığı alanların doğması anlamına geliyor.



Soru:

Mevcut bu tabloda, kesin bir çözüm yok mu?

Cevap:

Aslında var.

Akla ilk gelen, en basit çözüm yolu; konvoydaki araçların hepsine birer jammer takmak. Böylece, konvoy boyunca hiç boş alan bırakmamak.

Şu aşamada yapılması gereken bu. En uygulanabilir yöntem de bu.

Nitekim Amerikan güçleri, Afganistan ve Irak’ta, uzun süredir bu yöntemi kullanıyor.



Yol üzerinde bir elektronik düzenek olduğunu fark edip, frekans göndererek patlatan ‘reaktif jammer’lar ya da yine güzergah üzerine yüksek güçlü ‘elektromanyetik şok’ göndererek yoldaki bütün devreleri yakan, İngilizce adı ‘EMP’ (High Power Elecro-magnetic Pulse) olan cihazlar da var ama hem kullanım koşulları hem de maliyet boyutlarıyla bugün itibariyle en işlevsel olan, bahsettiğim, ‘her araca bir jammer’ yöntemi.



Çünkü...

Yoldaki her araçta bir jammer devrede olduğunda, teröriste sadece iki yol kalıyor:

1.) Tuzaklanmış patlayıcıda kablolu düzenek kullanmak; ki bu uzaktan kumandalı patlatmaya oranla çok daha uzun ve terörist için tehlikeli bir hazırlık süreci gerektiriyor.

2.) Geçen ay (18 Eylül 2012) Elazığ - Van güzergahındaki asker sevkiyatı sırasında, Bingöl - Muş karayolunda olduğu gibi uzaktan mesela ‘roket’ ile saldırmak; ki bu durumda da saldırganların yeri çok daha kolay tespit edilebiliyor ve terörist açısından çatışma riski yüksek.



KEŞKE...

Her anne senin gibi olsa...

İyi ki doğdun, iyi ki varsın Zeynep Çelik.

Yazının devamı...

Ya Recep Güven düşündüklerini alanda uygularsa?

“Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven‘in açıklamalarına ilişkin, ‘Bürokrat daha fazla uygulamayla meşgul olmalı, düşündüklerini alanda uygulamalı. Siyasetçi üslubuyla kamuoyu önünde bürokratın konuşması doğru olmuyor’ dedi.”

Haber bu.

İçişleri Bakanlığı döneminde, meşhur ‘Kürt Açılımı’ ya da ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’nin sorumlusu olan, halen de Başbakan Yardımcısı sıfatıyla aynı konuya mesai vermeye devam eden Beşir Atalay’ın, Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün beyanatı ile ilgili değerlendirmesi böyle.

Güzel.

Güzel de...

Ya Recep Güven, Bakan Atalay’ın dediğini yaparsa?..



Ne “yapma” diyor Başbakan Yardımcısı?

“Kamuoyu önünde, siyasetçi gibi konuşma.”

Peki, ne “yap” diyor?

“Konuşmak yerine uygulama ile meşgul ol, düşündüklerini alanda uygula” diyor Diyarbakır Emniyet Müdürü’ne.

Müdür Güven’in düşüncesi neydi?

“Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz.”

Ve...

“Ama eline silah alıp çoluk çocuk demeden insan katleden canavarlaşmış bir teröristi de enterne edemiyorsanız devlet değilsiniz.”

Bu iki cümle arasında gidip geldiğini söyleyen Recep Güven’in düşünceleri bunlar.

Beşir Atalay’ın “Alanda uygula” dediği düşünceleri...

Onun için diyorum, “Ya Recep Güven, Bakan Atalay’ın dediğini yaparsa?” diye.



Ya Recep Güven düşündüklerini alanda uygular ve Diyarbakır kırsalında (mesela) üç askeri şehit ettikten sonra çıkan çatışmada öldürülen bir PKK’lının cenaze törenine katılırsa?..

Ya Recep Güven düşündüklerini alanda uygular ve PKK’nın (sözde) bayrağına sarılı bir tabutun arkasında saf tutarsa?..

Ya Recep Güven düşündüklerini alanda uygular ve örgüt üyelerinin ‘şehit’ (!) saydığı bir PKK’lının mezarının başında ellerini açıp dua ederken gözyaşı dökerse?..

Ya Recep Güven düşündüklerini alanda uygular ve ölen PKK’lının ailesine taziye ziyaretinde bulunur ve orada da ağlarsa?..

Ya Recep Güven düşündüklerini alanda uygular ve cenazesine katılıp ağladığı PKK’lının ardından, o teröristin ailesi ve yakınlarına hitaben, “Oğlunuz (ya da kızınız) eline silah alıp çoluk çocuk demeden insan katleden canavarlaşmış bir teröristti ama onu enterne edemediğimiz için suç bizde, onu enterne edemediğimiz için biz devlet değiliz” derse?..

Ve...

Ya Recep Güven, gelecek tepkilere, “Ben sadece Sayın Başbakan Yardımcımızın dediğini yaptım” diye savunursa kendini?..



“Yok artık” diyorsunuz değil mi?

Haklısınız çünkü elbette abartıyorum.

Tabii ki karikatürize ediyorum.

Lâkin demek istediğim, Beşir Atalay’ın “Bürokrat düşündüklerini alanda uygulamalı” yaklaşımı, en azından teorik olarak böyle bir riski barındırmıyor mu bünyesinde?

Sonuç olarak...

‘Kürt Açılımı’ adı ile başlayıp, ‘Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’ ismiyle devam eden süreci yürütürken defalarca “Bu çalışma, başka anaların da ağlamaması için yapılıyor” diyen Atalay’ın Recep Güven hakkındaki sözleri pek de tatmin edici olmadı gibi sanki.



Bu arada, İçişleri Eski Bakanı’nın bu yorumunun ardından şimdi asıl merak ettiğim, mevcut İçişleri Bakanı’nın konuyla ve tabii Diyarbakır’a yeni atadığı personeli ile ilgili nasıl bir tavır takınacağı, nasıl bir açıklama yapacağı...



KEŞKE...

Her siyasetçi Başbakan Erdoğan gibi yakından ilgilense spor ve sporcularla. Ama yine keşke; her siyasetçi, örneğin sanat ve sanatçılara da gösterse aynı ilgiyi.

Yazının devamı...

Mermi ‘düşerken’ savaş ‘çıkmasın’

“Hatay’ın Altınözü İlçesi’ne bağlı Hacıpaşa Beldesi’nin Suriye sınırına saat 15.10 sıralarında bir top mermisi daha düştü.”

Dün akşam saatlerinde ajanslara ‘düşen’ haber böyleydi.

Şu resmi açıklama da, yeni ‘düşen’ haberler arasındaydı:

“Hatay Valisi Mehmet Celalettin Lekesiz, ‘Şu ana kadar ilimiz sınırları içerisine düşen top ve havan mermisi sayısı 6’yı buldu. Bunların hepsi de kırsal alana, hiçbir yerleşim yeri olmayan boş alanlara düştü’ dedi.



Dün ‘düşen’ bir haber daha... Adres farklı, mevzu aynı:

“Geçtiğimiz gün 5 Türk vatandaşını şehit eden Suriye’nin top mermilerinden biri daha Akçakale’ye düştü. TMO bahçesine düşen mermiye karşılık Türkiye anında 7 top atışıyla cevabını verdi.”



Ve ekranlara, sayfalara ‘düşen’, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklaması...

“Sen her an gerekirse savaş edecek gibi hazır olmak zorundasın. Sen buna hazır değilsen zaten devlet değilsin” diyen Erdoğan, Ankara’nın ‘can kaybı’na kadar sabrettiğini şu sözlerle açıkladı:

“Biz önce sabrettik. Ama yedinci mermi yola düştü. Ağır bir nota verdik. Bu son olay olunca, her şey bitti. O gece geç saate kadar atılması gereken adımlar atıldı ve gereği yerine getirildi.”



Şimdi...

Yukarıdaki haberlerde yer alan “düşmek” fiillerini değiştirsek...

“Hatay’a bir top mermisi daha düştü” cümlesinin yerine, “Suriye, Hatay’ı bir kez daha top ateşine tuttu” desek mesela.

Ya da...

“Suriye’nin top mermilerinden biri daha Akçakale’ye düştü” ifadesini, “Suriye, Akçakale’yi yine top ile vurdu” şeklinde değiştirsek örneğin.

Toplumdaki algı da değişmez mi, değişen sözcükler ile birlikte?



Top mermisi “düştü” deyince, kulağa ‘makul’ bir durummuş gibi geliyor yaşanan olay.

“Meteor düştü” der gibi... İstem dışıymış gibi.

Hatta, “Gökten üç elma düştü” misali.

Durup dururken mi düşüyor o mermiler bu topraklara?

Kendi kendine mi iniveriyor gökten?

“Düştü” deyince, daha bir ‘masum’ oluyor haberin yarattığı algı.

Bir hata olmuş gibi yani...

‘Yanlışlıkla düşmüş’ gibi algılıyoruz hepimiz.

Oysa hatayla, yanlışlıkla olmadığını biliyoruz.

Başbakan neden, “Yedinci mermiye kadar sabrettik” desin hata olsa?

Ve neden, “Bu son olay (can kaybını kastediyor) olunca, herşey bitti” desin yanlışlıkla ‘düşse’ o mermiler?



‘Algı yönetimi’ diye bir gerçek var çağdaş dünyada.

‘Kriz yönetimi’nin bana göre en can alıcı yanı üstelik.

‘Algı’yı iyi yöneten, ‘kriz’i iyi yönetmeyi büyük ölçüde başarır çünkü.

Hükümet şu ana kadar ‘algı’yı iyi yönetiyor.

Çözümü ‘savaşsız’ bulması halinde, ‘kriz’i de çok iyi yönetmiş olacak.

Elbette her devlet gerektiğinde savaş kararı alır, her millet de gerektiğinde savaşır.

Ama ‘gerektiğinde’.

Ve şüphesiz, yaşanan süreci ‘savaşmadan’ lehine sonlandırmak, bir savaşta zafer kazanmaktan çok daha büyük bir başarı olacaktır.



KEŞKE...

Şehit Samet Akdeniz’i, Şehit Samet Bütün’ü, Şehit Samet Saraç’ı da; Çevirmen Samet Güzel ya da Teknik Direktör Samet Aybaba kadar konuşabilseydik.

Yazının devamı...

Acaba diyorum - 1:Seçenler-seçilenler

Suriye gündeminde konuştuklarımız, yazdıklarımız, tartıştıklarımız son örneği teşkil ediyor. Sadece örneklerden birini.

Şöyle ki...

Çok ilginç bir ülkede yaşıyoruz. Daha doğrusu çok ilginç bir toplumuz biz.

Hep ‘yönetenler’ yanlış.

Hep ‘yönetenler’ hatalı.

‘Yönetilenler’ böyle diyor, böyle düşünüyor. (En azından ‘yönetilenler’in bir kısmı. Hatta ekseriyeti.)

İyi, güzel de...

Kim seçiyor o ‘yönetenler’i?

‘Yönetenler’ yanlış, ‘yönetenler’ hatalı ise...

O ‘yönetenler’i seçen ‘yönetilenler’in hiç mi kusuru yok şikayet ettikleri bu durumun oluşmasında?

Dertli, şikayetçi ‘yönetilenler’in tercihleri, seçimleri hep ‘doğru’...

Ama ortaya çıkan sonuç, onlara göre ‘yanlış’ öyle mi?

Spor kulübünün ‘yöneten’ - ‘yönetilen’lerinde de vaziyet bu, siyasi parti ‘yöneten’ - ‘yönetilen’lerinde de...

Apartman yönetimlerinde de tablo aynı, ülke yönetimlerinde de.

Acaba diyorum...

‘Yönetenler’den yakınan ‘yönetilenler’; “Ben nerede yanlış yaptım” sorusunu kendilerine sormayı akıl edemez mi?

‘Yönetenler’den dert yanan ‘yönetilenler’; “Bu düzeni değiştirmek benim elimde. Duygularımla değil,

akıl ve mantığım ile doğru insanı seçmekle başlayabilirim mesela” diye düşünemez mi?



ACABA DİYORUM - 2: Biz yürüyemeyenler

“Güneş ufuktan şimdi doğar, ‘yürüyelim’ arkadaşlar...”

Düşünün ki bir ulusun, en içten, en gönülden söylediği marşın sözleri böyle.

Gün doğar doğmaz, yürümeye istekli bir ulus...

Acaba diyorum; genellikle yürüyemediği, yürümesine izin verilmediği için mi bu kadar yürekten seslendirir bu ülkenin insanı o marşı?

Gençlik Marşı bir ‘özlem’ marşı mıdır aslında?



ACABA DİYORUM - 3: Rabbena hep bana

Hep benim desteklediğim siyasi parti iktidar olsun.

Hep benim tuttuğum takım kazansın.

Geçiş önceliği hep bende olsun; ben yaya isem otomobiller, ben direksiyondaysam yayalar yol versin.

Yapan ben isem ya da sonuçları benim menfaatime ise yaşananın adı ‘hata’; zarar gören, çıkarı zedelenen ben isem o zaman söz konusu fiilin adı ‘suç’ olsun.

Benim ‘hata’larım hoşgörülsün, başkalarının ‘suç’ları affedilmesin.

Daha iyi yaşam koşulları, daha fazla imkan, hep benim çocuğum için var olsun; başkalarının çocuklarının yaşadığı zorluklar, üzüntüler beni hiç alâkadar etmesin.

Ben verdiğim sözleri tutamadığımda söylediklerim hep ‘makul gerekçe’ler; karşımdaki sözünü yerine getiremediğinde öne sürdükleri, hep ‘geçersiz bahane’ler olsun.

Benim isteklerim hep ‘hak’, başkalarının talepleri hep ‘egoizm’ olarak görülsün.

Özetle...

Her konuda, her alanda, her an; hep ben haklı olayım.

Ve nihayet...

Acaba diyorum; siz hiçbiriniz değilken, bir tek ben, neden böyleyim !



KEŞKE...

Her eleştiriyi küfür gibi algılamasak.

Yazının devamı...

Hilmi Özkök ne ile suçlandı?

Genelkurmay Eski Başkanı Emekli Orgeneral Hilmi Özkök hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulunuldu.

Balyoz Davası‘nın Hava Kuvvetleri mensubu sanıklarının avukatı Haluk Pekşen, 15 müvekkili adına önceki gün (2 Ekim 2012) attı bu hukuki adımı.

Hilmi Özkök hakkında suç duyurusunda bulunan Balyoz sanıkları şunlar:

Şenol Büyükçakır, Süleyman Namık Kurşuncu, Necdet Tunç Sözen, Ayhan Gümüş, Namık Sevinç, Yusuf Volkan Yücel, Atilla Özler, Çetin Can, Kubilay Baloğlu, Mustafa İlhan, Yalçın Ergül, Osman Başıbüyük, Rasim Arslan, Hüseyin Dilaver, Beyazıt Karataş.



Dilekçede, Özkök hakkında öne sürülen ‘suç’ şu şekilde tanımlanıyor:

“Türk Ceza Kanunu 257. Madde (Mülga TCK 230 ve 240. maddeleri) gereğince görevi kötüye kullanma ve görevi ihmal; TCK 277 ve 288. maddeleri kapsamında Yargı Görevi Yapanı Etkileme ve Adil Yargılamayı Etkilemeye Teşebbüs.”



Suç duyurusu metninde, Genelkurmay Eski Başkanı Hilmi Özkök hakkında yer alan ağır ithamların öne çıkan bölümlerini şöyle sıralamak mümkün:

- Anlaşılan o ki, Genelkurmay Başkanlığı yapmış Sayın Hilmi Özkök de ileriye sürülen iddiaların ciddiyetten uzak ve boş iddialar olduğunun farkındadır. Zaten bu sebeple soruşturma açma gereği görmemiştir. Ancak kendisi sürecin dışına çıkınca bu kez kurgulanan ve oluşturulan kamuoyuna uygun şekilde yargılama oluşmasını ve sonuçları etkileyecek şekilde açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamaların tamamı kendi dönemine ilişkin ve kendi görev döneminden sonradır.

- (...) Sayın Hilmi ÖZKÖK yargılamayı cezalandırma kararı verilmesi yönünde cesaretlendirici ve adeta yönlendirici açıklamalar yapmakta sakınca görmemiştir.

- Hilmi Özkök, yargılama süreci ile ilgili, zaman zaman kamuoyunu yönlendirici açıklamalarıyla kamuoyunda ilgi uyandırmıştır. Sayın Hilmi Özkök’ün yargılama sürecinde kullandığı üslup ne Devlet ne de TSK saygınlığıyla bağdaşmayacak nitelikte ortaya çıkmıştır. Özellikle “Kasaptaki ete soğan doğramam”, “Var da diyemem yok da diyemem” gibi kamuoyunda kuşkuyla karşılanan ve şüphe uyandıran söylemleri giderek tüm Türkiye’nin ilgisini çekmiştir. Sayın ÖZKÖK, sanki geçmiş yıllardan kalan kin ve garez dolu bir hesabın görülmesinin peşindedir.

- (...) Sayın Hilmi ÖZKÖK’ün, neyin telaşı ya da neyin hesabı içerisinde olduğu, bizleri hiç ilgilendirmez. Ancak Sayın Hilmi ÖZKÖK’ün görevi kötüye kullanmak ya da adil yargılamayı etkilemek suçlarından birisini işlediği sabittir.

Bu husus Cumhuriyet Başsavcılığının soruşturması sonucunda ortaya çıkacaktır. Nitekim Sayın Başbakan en son 28/09/2012 tarihinde katıldığı bir söyleşide; 4 yıl süreyle birlikte çalıştığı Sayın Hilmi ÖZKÖK’ün, ne MGK’da ne de diğer görüşmelerde kendisine darbe ve benzeri bir konudan asla bahsetmediğini ifade etmiştir. Yine Sayın Başbakan olası darbe ihtimalinin Hükümetinin kararlı demokratikleşme süreciyle ortadan kalktığını ifade etmiştir.

Bu durumda Ceza Adaleti Sisteminin yanıtlaması gereken en önemli soru; olmayan darbeye “eksik” teşebbüs nasıl oluşmuştur? Sanal bir darbe nasıl eksik kalmıştır? Bu eksiklik gerçekten sürekli kamuoyunu zihnini bulandırmaya çalışan Hilmi ÖZKÖK sayesinde midir?

Ya da, Sayın Hilmi ÖZKÖK, bütün bu büyük iftira kampanyasının asıl planlayıcısı ve uygulayıcısı mıdır?

- (...) Şüpheli Hilmi Özkök, Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulunduğu sırada Ayışığı, Balyoz, Yakamoz, Sarıkız planlarının kendisine ulaştırıldığını belirtmiş, ancak (...) bırakın bir soruşturma yapılması emri vermeyi, araştırılması için dahi bir girişimde bulunmamış, o halde ortada bir suç varsa suçun unsurlarının oluşmasına katkı sağlamıştır.



Özkök hakkında suç duyurusunda bulunulacağı haberini geçen hafta (27 Eylül 2012 Perşembe) bu köşeden vermiştim. Bugün de, resmiyet kazanan bu başvurunun detaylarını aktardım.

Yukarıda okuduklarınız, Balyoz Davası sanıklarından 15’inin görüş ve iddiaları.

Ben yorumsuz iletmeyi tercih ettim.

Bu suç duyurusu metnine istinaden bir kamu davası açılıp açılmamasına Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı karar verecek.



KEŞKE...

Okuduğunu anla(ya)mayanların yazdıklarına itibar etmemeyi başarabilsek.

Yazının devamı...

MİT, gücüne bir de ‘bordo’ güç katacak

1.) “Erkek istihbarat uzman yardımcısı sınavına ilişkin duyuru:

Başvuru süresi sona eren Erkek İstihbarat Uzman Yardımcısı Sınavına on-line başvuruda bulunan adaylar, 02 - 04 Ekim 2012 tarihleri arasında “Kariyer ve İlanlar / Sınav Programı” bölümünden; başvurularının kabul edilip edilmediğini, başvuruları kabul edilen adaylar, sınavın gerçekleştirileceği yer, tarih ve saati, öğrenebileceklerdir.

Başvuru sahiplerine ayrıca posta ile tebligat yapılmayacaktır.

Adaylara önemle duyurulur.”

Bu duyuru, Milli İstihbarat Teşkilatı‘nın (MİT) internet sitesinin ‘Kariyer ve İlanlar’ kısmında yer alıyor.



2.) “MİT, özel görevlerde kullanmak üzere 30 yaşın altındaki özel eğitimli Bordo Bereli subay ve astsubaylara teşkilat bünyesinde görev yapmak üzere çağrıda bulundu.

(...)

Genelkurmay emrindeki 30 yaşını doldurmamış özel eğitimli Bordo Bereli astsubay ve subayların MİT bünyesine alınması için çalışma başlatıldı. Eylül ayında gönderilen bir yazıda, şartları uygun olan Bordo Berelilerin MİT’e başvuru yapması istendi.“

Bu da, Habertürk Gazetesi’nde yer alan bir haber.



Araştırdım, haber gerçek.

Hakan Fidan‘ın müsteşarlığa getirilmesiyle birlikte tam manasıyla kabuk değiştiren Milli İstihbarat Teşkilatı’nın attığı bu adım her açıdan dikkat çekici.

Öncelikle, MİT’in hangi niteliklere haiz personele ihtiyaç duyduğuna bir bakalım...

‘Bordo Bereliler’ olarak bilinen ‘Özel Kuvvetler’ personelinin en önemli özelliği ‘operasyonel tecrübe’ye sahip olması.

Özel Kuvvetler mensupları;

- Gayrinizami harp,

- Paraşüt,

- Dalış - su altı savunma ve taarruz,

- İstihbarat,

- Patlayıcı,

- Atıcılık - keskin nişancılık,

- Operasyonel planlama,

- Fiziksel dayanıklılık,

- Hayatı idame,

- Psikolojik harekat

konularında özel kursları bitirmiş ve bu alanlarda uzmanlaşmış subay ve astsubaylar.

Yani MİT, işte bu niteliklere sahip üniformalıları bünyesine katmayı hedefliyor.



Aslında askeri personel istihdamı, MİT’te yeni bir uygulama değil.

Geçmişte, asker kökenli müsteşarlar göreve geldiklerinde, alt kadrolarına rütbeli subaylardan çok sayıda takviye yaparlardı.

Kadroları genellikle Genelkurmay’da kalan bu personel, MİT’te geçici görevli statüsünde faaliyet gösterirlerdi.

Bu defaki ‘bordo bereli’ alımı, bu boyutuyla önceki istihdam modelinden ayrılıyor.

Özel Kuvvetler’den gönüllü olan subay ve astsubaylar, mülakatta başarılı olmaları halinde, sivil görevli olarak MİT kadrosuna geçecekler.

30 yaşını doldurmamış Bordo Berelilerden, üniformasını çıkartıp, MİT’te çalışmak için başvuranların sayısı kesin olarak bilinmiyor. Daha doğrusu bu bilgi ‘gizli’ tutuluyor.



MİT’in ‘özel kuvvetler’ donanımına sahip personel istihdamı, zamanlama açısından da dikkate değer.

Zaten (yukarıda sıraladığım konularda) üst düzey yetkinliğe sahip olan subay ve astsubaylar, katılacakları kurslar ve alacakları eğitimler ile MİT’in özel istihbarat tekniklerini de öğrendikten sonra göreve başlayacaklar.

Operasyonel yani ‘muharip’ tecrübeleri üst seviyede olan bu personel, (yarı da olsa) ‘sivil’ olarak faaliyet gösterecek.

Konjonktürü düşünüp, küçük bir örnekleme yapacak olursak...

Bugün mesela Suriye’ye; asker, yani bir ‘Bordo Bereli Timi’ göndermek ile MİT’in bir grup ajanını yollamak arasında hem teknik hem de taktik açıdan ciddi bir fark olduğunu görmek için uzman olmaya gerek yok herhalde.

Aynı durum, yurt içi ya da dışındaki her kritik adres için geçerli.

Böylece...

Başta CIA ve MOSSAD olmak üzere birçok istihbarat teşkilatında görülen, ‘bünyeye dahil edilen seçkin askeri personelin operasyonel katkısı’ bundan böyle MİT‘te de geçerli olacak gibi görünüyor.

KEŞKE...

Sokak hayvanları için sergilediğimiz duyarlılığın bir benzerini, ‘insanlarımız’ konusunda da gösterebilsek.

Yazının devamı...

Geçmiş geçmişte mi kaldı?

Adalet Bakanı Sadullah Ergin NTV’de canlı yayına çıktı, “Devlet karşı karşıya olduğu bir sorunu çözmek için elindeki enstrümanların hepsini kullanır” dedi.

NTV Ankara Temsilcisi Nilgün Balkaç sordu:

“Abdullah Öcalan da bu sürecin içine girmeli mi?”

Bakan Ergin’in bu soruya verdiği yanıt şu oldu:

“Ayrım yapmıyorum. Yani bu sorunu çözecek tüm enstrümanlar vardır. Değişen şartlara gelişen ortama göre bu entstrümanlardan hangisinin kullanılabileceğine istihbarat birimlerimiz, siyaset kurumu, güvenlik bürokrasimiz oturup karar verirler, hangi enstrümanı kullanacaklarını kararlaştırırlarsa orada kullanırlar. Bunu yapmamaları eksikliktir. Bunu yapmak bir görevdir. Bu ülkeyi, bu milleti, bu illetten kurtarabilmek için gerekli gördüğünüz adımları atmak bir görevdir.”



Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Kanal 7’de canlı yayına çıktı, “İmralı ile ilgili görüşmeler yine olabilir” dedi.

Kanal 7 Ankara Temsilcisi Mehmet Acet’e konuk olan Erdoğan, önce Oslo görüşmeleri ve ardından yaşanan süreci şu sözlerle değerlendirdi:

“Ben MİT Müsteşarım Emre Bey zamanında başlattım görüşmeleri. Ve şu anda kesilmenin bazı sebepleri oldu. İletişimdeki samimiyetsizlik nedeniyle ‘Burada bu işi keselim’ dedik.” Başbakan, yakın geleceğe dair de şunları söyledi:

“Biz anamuhalefet partisinin çağrısına sıcak baktık. (...) CHP’den hala bir talep gelmedi. Biz kendilerine, ‘Gelin hep beraber bu taşın altına elimizi koyalım’ diyeceğiz. Ne gerekiyorsa yaparız. Bu arada İmralı ile ilgili görüşmeler yine olabilir.”



Son iki günde, önce Adalet Bakanı, ardından da Başbakan aynı şeyi söyledi.

“Gerekiyorsa, sorun çözülecekse, Abdullah Öcalan ile görüşülebilir.”

Bu durumda ortaya çıkan bir dizi soru var:

- Bu iki açıklama, yıllardır süregelen anlayış, söylem ve ifadenin sona erdiğini mi gösteriyor?

- Önceki gün itibariyle;

“Terörist ile masaya oturulmaz” anlayışı artık geride mi kalmıştır?

- Dün itibariyle;

“Terörist ile müzakere değil, mücadele edilir” söylemi son mu bulmuştur?

- Bugün itibariyle;

“Devleti; silah kullanarak, terör uygulayarak masaya oturtamazsınız” ifadesi artık geçerliliğini yitirmiş midir?

- Yıllardır hemen her seviyedeki yetkiliden duyduğumuz bu tavır artık resmen ortadan kalktı mı?



Bakan Ergin ve Başbakan Erdoğan’ın son iki günde yaptığı açıklamalar aynı zamanda;

“Hükümet olarak biz görüşmedik, devlet görüştü” yaklaşımının da artık terk edildiğinin göstergesi mi?

Bu resmi açıklamalar;

Daha önce Oslo ve İmralı’da yapılan gayrıresmi ya da yarı resmi görüşmeler hakkında gözetilen ‘devlet’ - ‘hükümet’ ayrımının artık son bulduğu anlamına mı geliyor?



Görünen o ki; devlet ve o mekanizmayı işleten hükümet, bugüne kadar ‘gizlice’ aldığı siyasi riski, artık açık açık göğüsleme noktasına geldi.

Yalnız bu kritik noktada gözden kaçırılmaması gereken ‘hayati’ bir ‘koşul’ ifadesi var.

Dikkat edin; hem Adalet Bakanı hem de Başbakan, “Çözüm olacaksa” diyor.

Yani Öcalan ile ancak;

Terör bitecekse...

Akan kan duracaksa...

Şehit haberleri gelmeyecekse...

Sorun çözülecekse görüşülebilir.



Toplumun, kamuoyunun geldiği nokta ne peki?

Terör bitecekse, akan kan duracaksa, şehit haberleri gelmeyecekse, sorun çözülecekse; Öcalan ile görüşülmesine “Hayır” diyecek insan kaldı mı Türkiye’de?

Hepimizin - başta da kendimize - sormamız gereken bir de şu soru var önümüzde duran:

Gelinen noktaya bir ‘kazanan - kaybeden’ hesabıyla mı bakacağız? Yani konuyu bir ‘galibiyet - mağlubiyet’ terazisi ile mi değerlendireceğiz?

Yoksa...

‘Bu sorun bir şekilde çözülsün de, nasıl olursa olsun. Esas olan çözüm için uygulanacak yöntem değil, sonuca ulaşmaktır’ mı diyeceğiz?



KEŞKE...

Teknoloji, güneşi (bir süre için bile olsa) sıvayacak derecede güçlü balçıklar üretememiş olsaydı.

Yazının devamı...

Hilmi Özkök’e suç duyurusu

‘Balyoz Davası’nda mahkemenin verdiği cezalar ile birlikte oluşan tartışma gündeminin odağındaki isim Hilmi Özkök.

Genelkurmay Eski Başkanı Emekli Orgeneral Özkök’ün karar sonrası yaptığı açıklamalar, kendisine bir ‘suç duyurusu‘ olarak dönmek üzere.



‘Balyoz Davası’nın Hava Kuvvetleri mensubu muvazzaf ve emekli sanıklarının avukatı Haluk Pekşen, “Hilmi Özkök hakkında suç duyurusunda bulunacağız” dedi.

“Müvekkillerim, şahsım ve bütün avukat arkadaşlarım adına atıyoruz bu adımı” diyen Pekşen, Özkök’ün Yüce Divan’da yargılanması talebi ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurmaya hazırlandıklarını açıkladı.

Avukat Pekşen, “Başvuru dilekçemiz neredeyse hazır, son düzeltmeleri yapıyoruz” diye konuştu.



İşte Avukat Haluk Pekşen’in, Genelkurmay Başkanı Özkök hakkındaki tepki dolu açıklamalarının başlıkları:

- Beyefendi, “Ceza adil olmadı diyemem” diyor. Siz bunu nereden biliyorsunuz? Nereden anladınız? Müneccim değilseniz, bildiğiniz bir şeyler var demektir. Bildiğiniz ne varsa, buyurun gelin Yüce Divan’da anlatın. Bütün Türkiye öğrensin. Hepimiz öğrenelim ve aklayalım sizi.

- Yüce Divan’a bir gelin de, gerçekten darbe yapılmış mıdır ya da yapılması nasıl engellemiştir, bir anlatın.

- Sayın komutan, eğer bir şeyler biliyorsanız, iddialarınız doğruysa, neden gereğini yapmadınız? Birşeyler biliyor ve zamanında gereğini yapmadıysanız, bu, görevi suistimaldir. Ya da suçun unsurlarının oluşmasına siz de katkı sağladıysanız, o zaman siz de bu işin içindesiniz demektir.

- Emekli Orgeneral Hilmi Özkök adeta bir talk show sürecine girdi. Açıklamalarıyla, ifadeleriyle, sanki darbe olacakmış da kendisi engellemiş gibi bir hava yarattı. O zaman da insan doğal olarak bu noktanın detaylarını merak ediyor. Ayrıca Sayın Özkök, hangi vasfı ile ‘cezada orta yolun bulunması’nı sağlamak türünden bir misyona sahiptir? Bunu da anlatmasını istiyoruz.

- Beyefendinin açıklamalarına bakıyoruz... Laf arasında üzüldüğünü söylüyor ama döktüğü timsah gözyaşları. Diğer değerlendirmeleri, sanki geçmişte birileriyle husumeti oluşmuş da, şimdi kin ve intikam duyguları ile hareket ediyormuş gibi bir izlenim yaratıyor bizde.

- Sayın Özkök, makul ve makbul kişi görüntüsü ile yargı kararlarının arkasına sığınıp, aslında geçmişin bilmediğimiz bir hesabını kesiyor gibi sanki.

- Sonuç olarak, bize göre; ya adil yargılamayı etkilemiş ya da görevini suistimal etmiş, potansiyel bir sanık var karşımızda.



Avukat Haluk Pekşen bugün ya da yarın, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na Özkök hakkında suç duyurusunda bulunacak.

Başsavcılığın mütalaası ne yönde olur bilinmez ama ‘Hilmi Özkök’ isminin, ‘Balyoz’ gündeminden, en azından bir süre daha düşmeyeceği açık.

Hürriyet’ten Sedat Ergin, Hilmi Özkök’ün son günlerde art arda yaptığı açıklamaları alt alta sıraladıktan sonra, dünkü yazısını şöyle bitiriyordu:

“Her halükârda kararla ilgili tartışmalara muhtemelen Orgeneral Özkök’ün bu değerlendirmeleri de dahil olacaktır.”

Avukat Pekşen’in bulunacağı suç duyurusu ile birlikte ortaya çıkacak durum, Ergin’in öngörüsünün bir adım ötesine geçecek.

Yani Özkök’ün sadece değerlendirmeleri değil (hakkındaki suç duyurusu vesilesi ile) bizatihi kendisi de kararla ilgili tartışmalara dahil olacak.



KEŞKE...

Başka konularda değil de, ülke olarak mesela, kişi başına düşen sabun ve temizlik kağıdı tüketiminde dünya sıralamasında yer alsak.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.