Şampiy10
Magazin
Gündem

Radarlardaki büyük risk

Şimdi bir düşünün...

Evlisiniz.

Eşiniz çalışmıyor.

Küçük çocuğunuz da var.

Tek geliriniz, ayda 2 bin 500 lira olan maaşınız. Başka bir akarınız yok.

Ay sonunu, borç harç, zorla getiriyorsunuz.

Bir mesai arkadaşınızın “Zengin olacağız” vaadine inanıp, sizin gibi geçim sıkıntısı yaşayan birçok meslektaşınız ile birlikte, bankalardan yüklü miktarda kredi çekiyorsunuz.

Kredi taksitlerini, size servet vadeden o arkadaşınız ödeyecek. Anlaşma öyle.

Ama daha ikinci taksitte, güvendiğiniz mesai arkadaşınızın sizi dolandırdığını anlıyorsunuz.

Ailenizi geçindirmeye bile yetmeyen 2 bin 500 liralık maaşınıza karşılık, her ay 7 bin 500 liralık kredi geri ödemeniz var.

Tabii ki ödemeniz mümkün değil.

İlk birkaç ay eşten dosttan bulup buluşturup ödüyorsunuz ama gelir belli. Yük katlanarak artıyor. Altından kalkılacak gibi değil.

Arabanızı satıyorsunuz.. Sadece birkaç ay daha idare ediyor.

Daha eşinize itiraf etmek zorundasınız, 200 bin liraya yakın
borcunuz olduğunu.

Çaresiz anlatıyorsunuz olan biteni.

Sizde zaten çok önceden tükenen huzur, evde de kaybolup gidiyor.

Eşiniz ile aranız bozuluyor.

Çocuğunuzu alıp ailesinin yanına gidiyor hayat arkadaşınız.

Ödeyemeyeceğinizi bildiğiniz o büyük borç ile baş başa kalıyorsunuz.

Yapayalnız... Biçare... Umutsuz.

Sizinle benzer durumda olan mağdur iş arkadaşlarınız ile birlikte içki masalarında sabahlara kadar hep aynı labirentin içinde dönüp dolaşıyorsunuz.

Pişmanlık... Kahır... İsyan.

Kararan bir hayat.

Alkolden medet umulan uzun gecelerin sabahında yine mesai var.

Yorgun, uykusuz; daha mühimi tükenmiş bir ruh haliyle gidiyorsunuz işinize, nöbetinize.



Bu durumda olan bir insandan ne iş yapıyor olursa olsun verim alınabilir mi?

Böyle büyük bir bunalımın esaretindeki bir gazeteciden iyi haber yazması beklenebilir mi örneğin?

Ya da hayatı böylesine kararmış bir garsondan iyi servis yapması?

Veya bu haldeki bir sürücü kaza yapsa, bu haldeki bir cerrahın hastası masada kalsa şaşırtıcı olur mu?



Türkiye; Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki beş astsubayın, 400’e yakın meslektaşını, toplamda yaklaşık 5 milyon TL (eski ifade ile 5 trilyon) dolandırdığını, dün VATAN’ın manşeti ile öğrendi.

Konu yargıya aksetmiş durumda.

Savcılık soruşturması sürüyor.

Benim merak ettiğim ise konunun yukarıda bahsettiğim boyutu.

Çünkü...

Dolandırılan havacı astsubayların neredeyse tümü, ülkenin dört bir yanındaki ‘Radar Üsleri’nde görevli.

Yani onlar, bölgede ve özellikle de sınırlarımızda uçan kuştan haberi olması gereken, ‘Türkiye’nin gözü, kulağı’.



Evren, Şahinkaya, Mübarek...

12 Eylül davasında, mahkeme salonundaki ekranlara yansıyan görüntülere baktım da...

Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın hasta yataklarındaki o halleri size de; Mısır’ın devrik

Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in ‘sedye üzerinde yargılandığı’ o sahneleri hatırlatmadı mı?

KEŞKE...

Kıymet bilsek.

Yazının devamı...

Hava Kuvvetleri Komutanı istifa etti mi, etmedi mi?

Ankara’da dün konuşulan konulardan biri, Yeni Akit Gazetesi‘nin sürmanşetten verdiği “Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Mehmet Erten’in görevinden istifa ettiği ancak Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’in bu istifayı kabul etmediği” iddiasıydı.

Başkent’te haberciler, dün gün boyu, Genelkurmay Karargahı’ndan bu iddiaya ilişkin bir açıklama bekledi ama Karargah sessiz kalmayı tercih etti.

Bu da demek oluyor ki, resmi ziyaret için Suudi Arabistan’da bulunan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özel‘den kurmaylarına açıklama yapılması yönünde herhangi bir emir gelmedi.

Çünkü bu gibi durumlarda, konu doğrudan komutana iletilir ve oradan gelecek talimata göre hareket edilir. Aksi düşünülemez.



Pekiyi bu ‘sessizlik’ten ne anlamamız gerekiyor?..

Genelkurmay Başkanı’nın sözkonusu iddia karşısında sessiz kalması, askeri kulislerde farklı şekillerde değerlendiriliyor.

Kimi “Doğru olabilir’ diyor, kimi ise “Yok böyle bir durum” görüşünde.

İşte konuşulan ihtimaller:

1.) Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Erten, özellikle ‘Uludere hadisesi’ ve ‘Suriye’nin Türk RF-4 savaş uçağını düşürmesi’ olaylarının ardından hakkında çıkan haberler üzerine, ‘kendisi üzerinden TSK’nın yıpratılmasının önüne geçmek’ maksadıyla istifasını sunmuş olabilir.

‘Onurlu bir davranış’ olarak görülmesi gereken böyle bir olay gerçekleştiyse bile, bunu Orgeneral Erten ve Orgeneral Özel dışında kimsenin bilmesi pek mümkün değildir.

2.) Eğer böyle bir gelişme yaşandıysa, bu ‘sözlü’ ve “Eğer emrederseniz bırakabilirim” tarzında bir ifadedir. Yoksa, Orgeneral Erten’in ‘yazılı’ bir ‘emeklilik dilekçesi’ vermesi ancak bunun işleme konulmamış olması gibi bir durum yok.

3.) Genelkurmay Başkanı Orgeneral Özel’in, ‘Hava Kuvvetleri Komutanı istifa etti’ haberi üzerine kurumsal bir açıklama yapmama tercihi, haberin doğru olduğu anlamına gelmez. Komutan, ya bu haberi ciddiye almadığından ya da yapılacak herhangi bir açıklamanın konuyu gündemde daha da fazla tutacağını düşünerek sessiz kalmayı seçmiş olabilir.

4.) Eğer haber doğru ise Genelkurmay Başkanı, bazı basın - yayın organlarının bir süredir sistemli şekilde hedef aldığı bir kurmayını, bu tür haberlere kurban vermek istemediği için Orgeneral Erten’i bu kararından vazgeçirmiş ve istifa dilekçesini işleme koymamış olabilir.

5.) Haber doğru olabilir çünkü Orgeneral Özel’in bu gibi durumlardaki tavrı ‘personelini kaybetmemek’ten yana. Örneğin kısa bir süre önce bir kurmay albayın, hakkında bazı internet sitelerinde çıkan özel yaşantısına ilişkin haberler üzerine, “Benim üzerimden kurum yıpratılmasın” diyerek verdiği istifa dilekçesini işleme koymadığı biliniyor.

6.) Bu haber doğru değildir çünkü eğer bir kuvvet komutanı - her ne gerekçe ile olursa olsun - istifa etmeyi (emekliliğini istemeyi) aklına koyduysa, bu kararı hayata geçirir. İstifa tek taraflı bir irade beyanıdır ve bu yönde kesin karar vermiş bir insan, dilekçesini verir ve üniformasını çıkartır. Yakın geçmişte, Genelkurmay Eski Başkanı Emekli Orgeneral Işık Koşaner ve dönemin üç kuvvet komutanının görevden ayrılışları, bu durumun en somut ve en taze örneğidir.



Dün sürmanşetten gündeme taşınan iddiaya ilişkin, Ankara’da konuşulanlar, TSK çevrelerinde yapılan yorumlar işte bu altı maddede özetlediğim şekilde. Yalnız şunu da unutmamak gerekiyor, bu konu bir süre daha ve boyutları genişleyerek gündemde kalırsa, Genelkurmay Karargahı’nın suskunluğunu bozması da şaşırtıcı olmayacaktır.



KEŞKE...

Her sanatçı, Türk resim sanatının önemli isimlerinden Sabri Akça’nın yarısı kadar; hem heyecanlı hem de mütevazı olabilse.

Yazının devamı...

Şemdin - Sırrı Sakık görüşmesi

Şemdin Sakık 13 Nisan 1998’de yakalandı, yargılandı ve mahkum oldu. Halen cezaevinde... ‘Deniz’ kod adıyla, part time (yarı zamanlı) - önce gizli, sonra açık açık - tanıklık da yapıyor.

İfadelerinde (baba bir, anne ayrı) kardeşlerinden biri olan Sırrı Sakık’a söylemediğini bırakmadı biliyorsunuz.

BDP Milletvekili Sakık, kendini artık “eski terörist” olarak niteleyen kardeşinin salvolarına yanıt vermekten imtina ediyor. Kamuoyu önünde değil bir tartışmaya girmek, “Adımın Şemdin Sakık ile aynı cümle içinde geçmesini bile istemiyorum” diyor.

Sırrı Sakık, bütün ısrarlarıma rağmen konuşmadı ‘kardeşi’ hakkında.

O konuşmayınca biraz araştırdım ve ilginç bir arşiv bilgisine ulaştım.



Şemdin Sakık Diyarbakır Cezaevi’ne konulduktan kısa bir süre sonra, Sakık Ailesi’nden - içinde Sırrı Sakık’ın da bulunduğu - bir grup ziyaretine gitmiş.

Aile üyelerinin büyük çoğunluğunun pek irtibatı yokmuş dağdaki ‘Parmaksız Zeki’ ile. Ancak maphusluk günleri başlayınca ‘görüş’e gidilmesi kararı alınmış.

Ve iki kardeş çok sert tartışmış cezaevinde.

Şemdin Sakık, Sırrı Sakık’a “Ben dağda savaşırken, sen keyif sürmeye devam ettin” mealinde cümlelerle yüklenmiş;

Sırrı Sakık da, “Ne savaşması! Sen ve senin gibiler bunca sene dağda hayatta kaldıysa, bu, binlerce gencin bedenlerini sizlere kalkan yapması sayesindedir” diye cevap vermiş.

Ve böylece, o ‘görüş’, ikilinin birbirlerini ‘son görüş’ü olmuş.



Öcalan’ın değil, sizin heykeliniz dikilsin

“Öcalan’ın posterini Kürdistan’da asmayacaklar da nerede asacaklar, daha heykelini dikeceğiz. Bunu kafanıza yazın.”

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, önceki gün Mardin’de sarfetti bu cümleyi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sert tepkisi üzerine, dün Diyarbakır’da, “Sayın (!) Öcalan’ın idamını tartışanlar, tartışmayı kendisinde hak görenler heykelini de karşısında görürler tabii ki. Ben de partimiz de heykel meraklısı değiliz. Ben o sözü bir tepki olarak ifade ettim” şeklinde detaylandırdı bir gün önceki çıkışını.

Fazla söze gerek yok.

Bu ülkenin herhangi bir noktasına Abdullah Öcalan’ın heykelini dikmeye kalkışmak; bölücülüğün, provokasyonun dik alâsıdır.

Bunu Demirtaş’ın da çok iyi biliyor olduğuna şüphe yok.

Bu yüzden diyorum ki;

Sayın Demirtaş,

Bu tür duygu sömürülerini, kışkırtmaları bırakın. Ajitasyon işin kolayı çünkü.

Siz aldığınız oyların sorumluluğuyla ‘zor’ olanı başarın.

Bu ülkede akan kanın durması için üzerinize düşeni yapın. Ama bugüne kadar olduğu gibi ‘sözde’ değil, samimiyetle, gerçekten, gerekiyorsa ‘ezber bozarak’ yapın gereğini.

Yapın ve sizin, sizlerin heykelleri dikilsin.

Bir teröristin değil.

Kan dökenlerin değil, akan kanı durduranların heykelleri dikilsin; ve tabii, ‘Kürdistan’a (!) değil, Türkiye’ye.



Suriye’nin matruşkaları

“(...) Suriye’de yönetim katmanlarını ‘matruşkalar’a benzetebiliriz. İç içe geçmiş, birbirinin içinden çıkan ‘matruşkalar’ misali. O anda, o gün, hangisi ne kadar etkili olur, hangisi diğerinin içinde kalır, hangisi hangisinin içinden çıkar, inanın hiç kimse kesin olarak bilemez. Bu yüzden de şu anda önümüzü net olarak görmemiz pek mümkün değil.”

Bu sözler, Suriye’yi çok yakından tanıyan, Ankara’nın karar alma mekanizmalarında yer alan üst düzey bir isme aitti ve tamı tamına bir yıl önce bugün, bu köşede yayınlanmıştı.

15 Kasım 2011 tarihli yazım, yetkili kaynağın bu değerlendirmesinin ardından şu şekilde bitiyordu:

“Ankara’nın önünde duran çok bilinmeyenli ve ‘çok taraflı’ Şam denklemine, bu ‘matruşka’ örneğinden hareketle bir kez daha bakmakta yarar var.

Sadece bakmak da yetmiyor elbette. Bakıp, görmek lazım.”

Tam bir yıl önce bugün...

Bilmem anlatabildim mi?..



KEŞKE...

Her sanatçı sanatını, Ressam Mustafa

Ayaz gibi icra etse.

(Ankara’da kurduğu müze ve kültür merkezini ziyaret ederseniz, bu “Keşke”nin gerekçesini orada görebilirsiniz.

www.mustafaayaz.com )

Yazının devamı...

Çuvalcı general CIA başkanı değil

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) Direktörü David Petraeus, bu görevinden istifa etti.

Bunu biliyorsunuz.

Haberi, magazinleştirip daha sansasyonel hale getiren; evli olan Petraeus’un başka bir kadın ile olan ilişkisi.

Bunu da biliyorsunuz.

Bizim medyadaki başlıkları da gördünüz...

- İşte ‘çuvalcı general’in yasak aşkı !

- ‘Çuvalcı general’ istifa etti !

- ‘Çuvalcı general’i yakan kadın !

- ‘Çuvalcı general’ yargılanabilir !

- ‘Çuvalcı general’ çapkın çıktı !



‘Çuvalcı general’ aşağı, ‘çuvalcı general’ yukarı.

Gazetelerimiz, televizyonlarımız, internet sitelerimiz...

Hepsinde, ‘çuvalcı general’ olarak yer aldı müstafi CIA Direktörü David Petraeus.

Ve fakat...

‘Çuvalcı’, Petraeus değildi.

‘Çuvalcı’, sonradan generalliğe terfi eden dönemin Albayı William Mayville‘di.

Sonra da, bağlı bulunduğu komutan olan General Raymond Odierno‘ydu.

Petraeus değil.



‘Çuval’ mevzuunu biliyorsunuz... Detaya girmiyorum. (4 Temmuz 2003 tarihinde, Irak’ın Süleymaniye kentinde, 11 Türk subay ve astsubayının başlarına çuval geçirilerek derdest edilmesi olayı.)



O dönem, yani 2003 Temmuz’unda...

- David Petraeus 101’inci Tümen Komutanı olarak Musul’daydı.

- Süleymaniye’deki Türk İrtibat Timi’ne (TİT) yönelik operasyonu ise Kerkük’te konuşlu, 173’üncü Hava İndirme Tugayı düzenledi. Yani Albay Mayville’in askerleri.

- 173’üncü Hava İndirme Tugayı, Petraeus’un tümenine değil, 4’üncü Piyade Tümeni’ne bağlıydı.

- ‘Demir At’ olarak da bilinen 4’üncü Piyade Tümeni, Aralık 2003’te Saddam Hüseyin’i yakalayan timlerin de bağlı olduğu seçkin birlikti ve başında General Raymond Odierno vardı.

- O Odierno bugün Amerikan Kara Kuvvetleri Komutanı.

- 4 Temmuz 2003’teki operasyon görevi; Süleymaniye’ye daha yakın olmasına rağmen Musul’da konuşlu bulunan Petraeus’un tümenine değil, Kerkük’teki Hava İndirmecilere verilmişti.

- Bu tercihin özel bir nedeni vardı. ‘Göklerin Askerleri’ diye anılan 173’üncü Hava İndirme Tugayı, İtalya’da Vicenza Üssü’nde konuşluydu ve Irak’a deniz yoluyla intikal için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tezkereyi kabul etmesini bekliyordu. Türkiye tezkereyi reddedip, Amerikan askerine geçiş izni vermeyince, 173’e bağlı 1000 paraşütçü komando, Kuzey Irak’a gökyüzünden inmek zorunda kalmıştı. Askerler, Erbil’in 65 kilometre kuzeyindeki Harir Havaalanı’na gece karanlığında paraşütle inmişlerdi.

- Süleymaniye’deki TİT’ni hedef alan operasyon görevi özellikle, Irak topraklarına işte bu şekilde ulaşabilen askerlere verilmiş ve bir anlamda, “Gidin, buraya gelirken sizi ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bırakan Türkiye’nin askerlerinden intikamınızı alın” demeye getirilmişti. Üstelik de ‘ulusal gün’ olan 4 Temmuz tarihinde.



Biraz uzattım ama hem sizin hafızanızı tazelemek hem de çoğu meslektaşım yanlışı düzeltsin istedim doğrusu.

Bir de, tam bildiğim yerden çıktı soru...

TSK tarihinin en büyük acılarından biri olan 4 Temmuz baskınını, olayın birkaç hafta sonrasında, ‘o gün’ü bizzat yaşayanlarla konuşmuştum. Aralık 2003’te de bir yazı dizisi olarak yayınlamıştım o dönem çalıştığım gazetede.



Sonuç olarak...

İstifa eden CIA Direktörü David Petraeus’e ‘çuvalcı general’ demek yanlış.

O dönem, birliğinin konuşlu bulunduğu Musul’daki Türk askeri personeli ile - tezkere krizine rağmen - sıcak ve yakın ilişkilere sahip olan Petraeus’un askerleri yapmadı çünkü o baskını.

İlla bir ‘çuvalcı’ arıyorsak, önce Mayville, ardından Odierno doğru isimler.

Ha, eğer diyorsanız ki; “Ne fark eder? O da o tarihlerde oralardaymış, o da Amerikalı, o da asker, yani aynı şey...” onu bilemem.

Bu da bir bakış tabii.

Ben sadece neyin ne, kimin kim olduğunu bilin istedim. Gerçek şekliyle...



KEŞKE...

Saplantıların insan beynini zehirlediğini unutmasak.

Yazının devamı...

Parmaksız Deniz (!)

“Benim kan emici kardeşim Sırrı Sakık var. Dağa çıkanlar için ‘onuru için çıkıyorlar’ diyor. Ben de diyorum ki çıkmayanlar onursuz mu?”

‘Parmaksız Deniz’(!)den çıkan incilerden biri bu cümle.

Ve sahibinin insanlıktan ne derece nasibini aldığının çok açık bir göstergesi.

Kardeşinle aranda bir husumet olabilir.

‘Düşman kardeşler’ olabilirsiniz.

Ama ‘kan emici’ dediğin kişi, daha geçenlerde evladını kaybetti. Ölen o genç, senin yeğenindi be adam!

Sırf bu acıya, dünya üzerindeki bu en büyük acıya hürmeten susar insan olan. Şu günlerde susar en azından.

Gerçi...

Benimki de iş !..

Yıllar boyu, binlerce insana ‘evlat acısı’ yaşatmış birinden mi bekliyorum ‘evlat acısına hürmet’ göstermesini?



Yazının başındaki cümle, aynı zamanda bir insanın güdebileceği ‘kin’in seviyesini ve süresini de gösteriyor.

Yeri gelmişken, “Şemdin’den Sırrı’ya mektuplar”dan bir bölüm aktarayım. 2010 Nisan’ında yazmış beyefendi (!).

“(...) kardeş falan değiliz, çünkü kardeşlik karındaşlıktan gelir; oysa sen ailenin hanımağasının, ben hem kölesi hem de cariyesi olan bir kadının oğluydum. Sen ve kardeşlerin dayalı döşeli odada, ben tütün tarlasında doğdum, çamur toprak içinde büyüdüm. Sen envai çeşit yemeklerle, ben sofrada kalan kırıntılarla beslendim. Sen yün yataklarda, ranzalarda, ben yerde, masa altında uyurdum. Sen babanın şımarık oğlu, ben babası henüz hayatta olan bir yetimdim. Sen babanın malıyla, ben alın teriyle büyüdüm. Senin altında dokuzyüz bin liralık Mercedes varken, ben nişanlandığım kızla evlenmek için yüzelli bin lira başlık parası bulma mücadelesi verdim. Sen ve kardeşlerin her şeyin, ben ve kardeşlerim hiçbir şeyin sahibiydik. Sen babanın otelinde patron, ben yevmiyeyle çalışan bir işçiydim. Sen hırsız, ben emekçiydim. Sen yalanın kendisi, ben sıradan bir insandım. Sen günün, ben davanın adamıydım. Sen 12 Eylül rejiminin gönüllü koruyucusu, ben direnişçisiydim. Sen Kürtlerin can düşmanı Aydınlıkçı, ben Kawacıydım. (...)”

Bu alıntıyı yapmamın tek bir sebebi var, o da karşımızdaki insanın ruh hâlini en açık şekliyle yansıtıyor olması.

Aynı ‘karın’dan değilse bile aynı ‘kan’dan geldiği birine yönelik bu duyguları taşıyan bir insana teşhis koyabilmek için illâ ki psikiyatrist olmak gerekli mi sizce?



Şemdin Sakık’ın yazdıklarını aktarmamın Sırrı Sakık ile en ufak bir ilgisi yok. Beni ilgilendirmiyor. Bir ailenin iç meselesi.

Şahitlik yaptığı davanın adı, konusu ya da içeriği de değil beni alakadar eden mevzu.

Alıntı yapmaktaki tek maksadım, karşımızdaki insanın ruh sağlığına dair fikir sahibi olmanızı sağlamak.

Elbette içine doğduğu koşullar onun tercihi de değil, suçu da...

Hatta, daha ileri gideyim; haklı bile olabilir böyle hissetmekte.

Beni ilgilendiren şu:

Çocukluğundan itibaren böyle büyük bir travma ve kompleksin esaretinde yaşamış, 18 yıl boyunca dünyanın en acımasız teröristlerinden biri olarak binlerce can almış birinin - herhangi bir konuda - söyleyeceklerine inanmak, sözlerine itibar etmek ne derece mümkün; bu noktayı sorguluyorum.



Son günlerin muteber tanık beyefendi(!)sini, ‘Parmaksız Zeki’ kod adıyla tanırdık. Yeni kod adının ‘Deniz’ olduğunu öğrendik.

Kod adsız yaşayamayanlardan... Yıllardır ‘dağlar’ yetmemiş, şimdi ‘deniz’i de kirleten bir canlı !

Hangi ‘deniz’in suyu yeter bilmiyorum, ellerindeki kanı yıkayarak temizlemeye.

“Artık terörist değilim” diyor ve buna inanmamızı istiyor. İşin garibi, bazıları da buna inanmaya dünden hazır.

Beyefendi(!)ye, ‘terörist değil, eski terörist’ diyebilirmişiz. Öyle buyuruyor !

Eski paşalarımızdan biri de çıkmış, sözüne güvenmemizi istiyor ‘Parmaksız Deniz’(!)in.

Kendi silah arkadaşlarına değil, yıllarca onları öldür(t)en birine itibar apoleti takıyor eski paşa.

‘Eski paşa’, ‘eski terörist(!)e’ kefil oluyor.

Ne denilebilir ki?..

Allah milletçe sabrımızı sınıyor herhalde.

Başka bir izahı yok bu durumun. Varsa da ben bulamıyorum.



KEŞKE...

Tarih her zaman tekerrürden ibaret olmasa.

Yazının devamı...

Toroğlu’nun hakem dersi her alanda geçerli mi?

Bu mesleği seviyorum. Her türlü stresine, yorgunluğuna, meşakkatine rağmen; bir taraftan da çok eğleniyorum aslında habercilik yaparken. Eğleniyorum çünkü; bir gün ‘iktidar yalakası’ olduğumu öğreniyorum, bir gün ‘iktidar karşıtı’.

Eğleniyorum çünkü;

bir gün ‘CHP düşmanı’ ilan ediliyorum birileri tarafından,

bir gün “Sen CHP’lisin” diyor başka birileri.

Ya da MHP’li veya bir başka partili...

Eğlendirici örnekleri çoğaltabilirim ama işin özeti şu:

Kim, işine nasıl geliyorsa öyle değerlendiriyor okuduğunu.

‘Okuduğunu anlayamayanlar’ı bir yana bırakıyorum.

‘Okuduğunu ısrarla, inatla yanlış anlayanlar’ı da ayırıyorum.

Herkes ‘anlamak istediği gibi’ anlıyor yazılanı. Ve tabii, baktığı pencereden gördüğü kadarını...



Sene 92...

TRT’de spor spikerliği kursundayız...

Bizim iki Melih (Şendil ve Gümüşbıçak), Yalçın (Çetin), Erdoğan (Arıkan), Güven (Göktaş), Okay (Karacan), Kerem (Öncel), Barbaros (Çıdal), Ali Kemal (Demir), Hakan (Tuzcu) ve birkaç arkadaşımız daha...

Diksiyon ve artikülasyon gibi temel spikerlik eğitimlerinin yanı sıra, maç anlatımı, futbol oyun kuralları vb dersler de aldığımız günler...

Derslerden birine Erman Hoca geldi bir gün, Erman Toroğlu.

‘Hakem gözüyle’ neyin nasıl yaşandığını anlattı gün boyu.

Bir ara şöyle dediğini hatırlıyorum:

“Maç sonunda iki taraf da hakemden şikayet ediyorsa, o hakem adil, tarafsız bir yönetim sergilemiş demektir.”

Ben de sormuştum bunun üzerine:

“İyi de Hocam, iki taraf da şikayetçiyse, o hakem maçı kötü yönetmiş de olamaz mı?“ diye. Toroğlu, “Hatalı kararlar vermiş bile olsa, iki tarafın da mutlu olmaması, o hakemin tarafsızlığını gösterir. Hata insana mahsus, yapılabilir ama en önemlisi adalettir” şeklinde yanıtlamıştı sorumu.



Erman Hoca’nın hakemler için savunduğu bu görüş, diğer alanlarda da geçerli mi?

Mesela benim ve benim gibilerin yazılarına aldığı tepkiler konusunda da?..

Biri, bir gün ‘iktidar yanlısı’; bir diğeri, bir başka gün ‘iktidar karşıtı’ diyorsa...

Biri “CHP’li” ya da “MHP’li” (ya da bir başka partili) derken, bir başkası o partilere karşıt görüşe sahip olduğumuzu iddia ediyorsa...

Bu durum; zaman zaman ufak tefek hatalarımız olsa da, işimizi ‘adil’ şekilde yaptığımızı göstermez mi?

Gördüğünü çalan hakem misali, gördüğümüzü yazdığımızın kanıtı değil midir o tepkiler?

Herkesin hep talep ettiği gibi, ‘tarafsız’ olduğumuzun, yani aslında, ‘olması gerektiği gibi’ olduğumuzun?..



Çarşı ne istiyor

Salı günü bu köşede “Beşiktaş, Kapalı ve Kutu” başlığının altında şöyle yazmıştım:

“Beşiktaş’ta, meselenin iki tarafı da şapkasını önüne koyup düşünmeli, karar vermeli.

Çarşı da, yönetim de.”

Alen (Markaryan) aradı o sabah erkenden.

Beşiktaş’ın tribün liderlerinden, Çarşı Grubu’nun önemli ismi, yazıdaki mesajı net şekilde almıştı.

“Kapalı’nın bu halini görünce içimiz yanıyor. İçimiz kan ağlıyor. Orası bizim evimiz, yuvamız. Kapalı boş kalınca, Kutu boş kalınca, tribünün ahengi de bozuluyor” diye başladı söze telefonda.

Sonra da, “Herkes bilsin” deyip devam etti:

“Bizim yönetimden hiçbir talebimiz (bedava bileti kastediyor) olmadı. Sadece, sezon başından beri yönetimin uyguladığı fiyat politikasına karşı çıkıyoruz. Bilet fiyatları çok yüksek. İtirazımız buna. Zaten bu sene muhtemelen İnönü’deki son sezonu yaşıyoruz. Yönetimin bu yanlıştan dönmesini ve yapacağı indirim ile Kapalı’nın dolmasını sağlayacağını umuyoruz.”

Çarşı’nın, tribünün meseleye bakışı bu.

Alen’in dediği gibi, “Herkes bilsin”.



KEŞKE...

Sorumluluk makamlarında oturan yetkililer, sadece istediklerine değil, her soruya içtenlikle cevap verebilseler.

Yazının devamı...

AK Parti’nin alamet-i farikası

“Bugün saat 10’dan 18’e kadar tam 8 saat Başbakanımızın Bakan, MV, MKYK üyeleriyle konuları müzakere etmesi AKPARTİ’nin alamet-i farikasıdır.”

İktidar partisinin Adana Milletvekili Necdet Ünüvar, Pazar günü saat 19.40’ta Twitter’a işte böyle yazdı.

Prof. Ünüvar’ın Kızılcahamam Kampı’ndan 140 karaktere sığdırdığı bu tespit, bir siyasi partiyi 10 yıl boyunca - üstelik de iktidarda - bir ve bütün tutan gerçeklerin başında geliyor.



Recep Tayyip Erdoğan‘ı seversiniz, sevmezsiniz; beğenirsiniz, beğenmezsiniz ayrı...

Ama bir siyasetçi, daha da ötesi bir siyasi parti lideri olarak Erdoğan’ın hakkını teslim etmek gerekiyor.

‘Tayyip Erdoğan’ın birlikte politika yaptığı arkadaşlarına; hem o kişilerin nitelikleri hem de koşullara göre belirlediği zamanlamalar ile farklı sıfat, sorumluluk ve görevler vermesi’nden söz ediyorum.



Şu Ankara’da, şu son 20 yılda, gazeteci olarak birçok farklı siyasi parti, farklı iktidarlar, farklı liderler, başbakanlar ve onların ‘dava arkadaşları’nı gördük, takip ettik.

Erdoğan ve liderliğindeki Ak Parti kadar, ‘küskün’ü olmayanını ilk kez gözlemliyoruz.

Hüseyin Çelik’ten, Bülent Arınç‘a... Mehmet Ali Şahin‘den Abdülkadir Aksu’ya birçok örnek verilebilir.

Bakanlık, hatta Meclis Başkanlığı yaptıktan sonra ‘danışman’ olarak çalışan, bir süre sonra tekrar çok önemli pozisyonlara getirilen ‘deve dişi gibi’ isimler var iktidar partisinde.

Yerinmeden, gocunmadan, söylenmeden, küsmeden; liderin verdiği her görevi üstlenen bir kadro...

Yeri, zamanı geldiğinde icraat ve bağlılığının tekrar takdir edileceğini bilen bir kurmay heyeti...



10 yıllık iktidar döneminde, Erdoğan’ın sessiz sedasız ‘tasfiye’ ettiği isimler de var.

Çoğunun ismini dahi hatırlamazsınız.

Bırakın teşkilattan isimleri ya da milletvekillerini, ‘lider’ tarafından sahne dışına itilen eski bakanlar bile var.

Zeki Ergezen ve Kemal Unakıtan örneklerini hatırlayın örneğin. Başkaları da var...

Ama bu örneklerin hiçbiri, partiye ya da genel başkanına tepki göstererek, bayrak açarak gitmedi.

Kamuoyu önünde, neredeyse ‘sitem’ bile etmediler Erdoğan’a.

“Çünkü farklı alanlarda kendi düzenlerini kurdular, keyifleri yerinde” türünden karşı tezlerle gelmeyin bana.

Velev ki öyle...

“Bugüne kadar başka siyasi partilerde, başka iktidarlar döneminde durum farklı mıydı?” diye sorarım size.

O kadar ‘küskün’, o kadar ‘muhalif’ nasıl çıktı ortaya geçmiş örneklerde?

“Mutlak iktidarın gücüyle, tasfiye edilenler isteseler bile seslerini çıkaramıyor. Çıkarsalar dahi, onların seslerini duyuracak mecra yok” da demeyin.

İletişim araçlarının, sosyal medyanın geldiği seviye düşünüldüğünde; isteyen, azmeden biri, sesini bir şekilde duyurur, siz de biliyorsunuz.



Hasılı...

Tayyip Erdoğan yola - başta geçmişte içinde yer aldığı Refah olmak üzere - Türk siyasi tarihinde iz bırakmış siyasi partileri ve onların genel başkanlarını çok iyi analiz ederek çıkmış bir politikacı.

Geçmişte ‘güç sahibi’ olan liderlerin; yaptıklarını - yapmadıklarını, doğrularını - yanlışlarını, eksiklerini - fazlalarını tespit edip, stratejilerini belirlerken bu tabloyu da göz önüne almış bir siyasetçi.

Ve bunun yanı sıra; hitap ettiği, içinde siyaset yaptığı toplumun karakter yapısını, özelliklerini çözmüş bir lider.

Tekrar ediyorum... Beğenin - beğenmeyin, sevin - sevmeyin; gerçek bu.

Ve bu gerçek, Türk siyasetinin yakın geleceğinin de belirleyici unsuru olacak.



Beşiktaş, kapalı ve kutu

‘Kutu’ özellikle boş bırakıldı Mersin İdman Yurdu maçında BJK İnönü’de.

Kapalı da boştu.

Taraftar “Biletler pahalı” diyor.

Yönetim - en azından şimdilik - ‘indirim’e yanaşmıyor. Yönetici Ahmet Kavalcı, “Biz iyi oynadıkça taraftarlarımız maça gelecek ve stadımız dolacaktır. Buna inanıyorum” demiş maç sonu.

Kusura bakmasın ama Kavalcı yanılıyor.

Beşiktaş taraftarı, hele de Kapalı insanı; galibiyete, skora, futbola, neticeye göre gelmez o tribüne.

Hatta aksine, ‘kötü günde’ inadına akar Dolmabahçe’ye.

Ama bu kez durum farklı.

Mevzu sadece bilet fiyatları değil. Para, işin görünen tarafı.

Kapalı boş kalmamalı. Kutu eski günlerdeki gibi olmalı.

Ama bunun yolu, sadece ‘taraftarın talepleri’nin aynen karşılanması da olmamalı.

Beşiktaş’ta, meselenin iki tarafı da şapkasını önüne koyup düşünmeli, karar vermeli.

Çarşı da, Yönetim de...

KEŞKE...

Bazı ‘huy’lar, ‘can’dan bağımsız, çıkabilse.

Yazının devamı...

Ankara bir düşler kenti

“Ankara bir düşler kentidir.

Kentin kendisi insanları düşler dünyasına taşıdığından değil:

İnsan Ankara’da düş kurmadan yaşayamaz da ondan.”

Ali Cengizkan’ın “Karanfiller ve İnsanın Huyu” şiirinin sunuş kısmı böyle başlıyor.

Bu şehre dair yazılmış (ve muhtemelen bundan sonra da yazılabilecek) en isabetli satırlar olmalı bunlar.



“Düş kurmadan yaşanamayacak” bu ‘yeşertilmiş bozkır’da 30 yılını devirmiş bir insanım.

Aile üyeleri ve yakın dostların dışında; düşlerimi olabildiğince gerçeğe dönüştüren ve böylelikle bu kenti benim için yaşanabilir yapan bir avuç mekân ve o mekânları ‘özel’ kılan bir o kadarcık insan var Ankara’da.



Ayşe Başçavuşoğlu (Tevfik Fikret Lisesi)

80’lerin hemen başında geldiğim Ankara’da, yepyeni, bambaşka bir hayata gözümü açtığımda, ‘sınıf öğretmenim’di Ayşe Hoca.

O günlerin ‘baraka’ okulunu, bugünkü çağdaş haline taşıyan...

Bunu yaparken de, Tevfik Fikret’in ‘en seçkin ve gözde’ olma özelliğini sadece korumak değil daha da perçinleyen bir ‘dirayet’ ve ‘istikrar’ abidesi.

Tevfik Fikretli nesiller yaratma ülküsünü hayata geçiren, ‘Okullar Genel Müdiresi’ Madame Başçavuşoğlu.



Nüket - Banu Küçükel kardeşler (Güven Hastanesi)

Anne ve babaları Aysun - Ahmet Küçükel‘den devraldıkları bayrağı, onları kabirlerinde gururlandıracak şekilde taşıyan iki genç kadın.

Siyasetçisinden bürokratına, sanatçısından sporcusuna, Ankara’da sağlık sorunu yaşayan hemen herkesin ilk tercihi olan hastanenin sahipleri.

Arayıp “Neredesiniz?” diye soranlara verilen “Güven’deyiz” yanıtını, kelime anlamı itibariyle de ‘gerçek’ kılan kadroyu yöneten abla - kardeş.



Bilen - Mehmet Tekmen çifti (Kalbur)

Denizsiz Ankara’yı, deniz ürünleri mutfağı konusunda İstanbul ve İzmir ile yarıştıran iki adresten biri...

Sapa bir yerde, 40 küsur kişilik kapasitesi ve adı ‘aksi’ ya da ‘huysuz’a çıkmış mekân sahibi ile tam bir yaşayan efsane.

Memlekette, her pazartesi bir müzeler kapalı, bir de Kalbur.



Selçuk Solmaz (Fer Bal)

Tunalı Hilmi Caddesi’ni kesen küçük bir sokaktaki küçücük bir dükkandan, namı bütün Türkiye’ye yayılan Melis Arı Çiftliği‘nin mimarı.

Kendisi pek söylemez ama laf aramızda, Başbakan Tayyip Erdoğan ve yakın çevresinin de şifa dağıtıcılarından biri Selçuk Solmaz.

Adı ‘bal’ olan sahte, şekerli sıvıların rafları doldurduğu arıcılık sektöründe az sayıdaki ‘gerçek bal’cıdan biri.

Organik bala; polen, arı sütü ve propolis katarak yarattığı özel ‘iksir’ ile müşterilerine ‘sağlık’ satan bir ‘beyefendi’.



Mahmure - Süreyya Üzmez çifti (Trilye)

Denizsiz Ankara’yı, deniz ürünleri mutfağı konusunda İstanbul ve İzmir ile yarıştıran iki adresten diğeri.

Yemekler ile birlikte; özeni, titizliği, enerjisi ve heyecanını da masaya getiren bir restoran sahibi Süreyya Üzmez.

Yıllar önce bir akşam, yediğim lüferin ağzından çekip aldığı olta iğnesini gecenin anısına bana hediye ettiğinde anlamıştım ‘başka’ bir yerde olduğumu.

Dünya gurmeleri arasında kendine yer edinmiş, Ankara’ya gelen dünya liderlerini ağırlayan, yazdığı kitaplar ve gazetelerin Ankara eklerindeki köşe yazılarıyla aynı zamanda ‘meslektaş’ olan bir ‘şef” Süreyya Üzmez.



Rahmi Çöğendez (RC Art Galeri / Sanat Sokağı)

Resim sanatının Başkent’teki lokomotifi.

Nevi şahsına münhasır bir sanat aşığı.

Bilkent Center’da yarattığı Sanat Sokağı ile “Ankara’yı, sanatın da başkenti yapmayı hayal ediyorum” diyen bir ‘üstad’.

Düzenlediği müzayedeler ile Ankaralı’nın ezberini bozan, ufkunu açan bir simsar.

Kulağıma gelenlere göre, bu ayın 18’inde organize edeceği açık artırmada satışa çıkacak eserler, bugüne kadarkilerin de ötesine geçecekmiş.



Halil Yurtkuran ile Kamil Uzel (CafÈ Des CafÈs)

‘Kafe’ kültürünü dünyaya ihraç eden Fransızların dilinde “Kafelerin Kafesi” anlamına geliyor ismi.

Yıllardır koruduğu kalite standartı ve artık ‘müdavim’ mertebesindeki müşteri kitlesiyle, Ankara için gerçekten de ismiyle müsemma bir mekân.

Tunalı’nın mütemmim cüzü.

Bir gün bir sorun olsa, birileri kapatmaya kalksa, Çankaya eşrafının kapısında oturma eylemi yaparak sahip çıkabileceği bir mekan.



KEŞKE...

Emeğe saygı göstermemenin, aslında bir tür hırsızlık olduğunun ayırdına varabilsek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.